tag:blogger.com,1999:blog-340628352024-03-05T19:38:24.109+03:00hayat, olduğu gibirober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.comBlogger453125tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-695052381292262022011-03-06T17:05:00.000+02:002011-03-06T17:06:57.084+02:00Mamig ve Şuşanig<span style="color: rgb(153, 0, 0); font-family: arial;">Agos, 4 Mart 2011</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Türkiye’deki Ermenistanlı göçmenlerin sorunlarını konuşuyorduk geçen hafta; özellikle de yıllardır burada yaşayan ama ebeveynleri yasal statüde olmadığı için eğitim alamayan çocukların yaşadığı sıkıntıları. Oradan devam edelim.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;"> Son günlerde tanık olduğum bir olay, vaziyetin vahametini anlatmaya pekâlâ yeter.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;"> Tarlabaşı’nın fukara ara sokaklarından birinde, bir çamaşırhane. Bir bodrum katı. İçerde üç kişi çalışıyor. Aralarından biri, Ermenistanlı Markırit. 60 yaşlarında. Ayda 350 dolar kazanıyor. Kızıyla ve torunuyla birlikte İstanbul’dalar. Torunu Şuşanig’i, kızının işyeri çocuğu kabul etmediği için, her gün Tarlabaşı’ndaki bu dükkâna getiriyor.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;"> ‘Mamig’i çalışırken, küçük Şuşanig bütün gün bir kenarda sessizce oturuyor, kendi kendine icat ettiği oyunlarla vakit geçiriyor; yine kendi kendine icat ettiği yollarla, dükkâna girip çıkanların dikkatini çekmemeye, onlara görünmemeye çalışıyor. Dışarıdan gelenler (genellikle civardaki otel ya da restoranların Kürt garsonları) o izbe dükkânda dört yaşındaki bir küçük kız çocuğunun köşede sessizce oynamasını önce garipsiyor, ama çoğu zaman, yıkanmasını istedikleri eşyaları aceleyle bırakıp işlerinin başına geri dönüyorlar.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;"> Şuşanig, aynı durumda olan kim bilir kaç göçmen çocuğundan biri. Bir okula gitmek, yaşıtlarıyla oynamak yerine, çocuk ruhunda kim bilir nasıl izler bırakan koşullarda yaşamak zorunda. Anneannesi ve annesiyle birlikte her ay otobüsle Gürcistan sınırının yolunu tutuyor ve aynı gün içinde geri dönüp Türkiye’ye giriş yapıyorlar. Çünkü 30 günlük vizenin süresi dolarsa yasadışı duruma düşecekler, ve bu da büyük tehlikeler yaşamak anlamına geliyor. Yolda geçirdikleri zaman işyerinde izin günlerinden sayıldığından, çoğu zaman haftada yedi gün çalışmaları gerekiyor. Bütün bu emeğin karşılığında da, Kumkapı’da yatak niyetine yere serdikleri battaniyelerin üzerine kıvrılarak uyudukları bir odada yaşıyor, para biriktirerek bu koşullardan kurtulmaya çalışıyorlar. Hiç değilse vizenin süresi daha uzun olsa, hiç değilse vizenin süresini İstanbul’da belli bir bedel karşılığında uzatmak mümkün olsa, sınır kapılarında ne idüğü belirsiz insanlara para ödemekten kurtulur, kendimizi daha güvende hissederiz diye düşünüyorlar. Zaten hep düşünüp duruyorlar. </span><br /><br /><span style="font-family: arial;"> Türkiye devleti, her birinin kökleri Anadolu’nun çeşitli kentlerine dayanan, dolayısıyla 1915’in o karanlık günleri yaşanmamış olsa yurttaşımız olacak Ermenistanlı göçmenleri bugüne dek görmezden geldi ve fakat uluslararası siyasi arenada işine yaradığını düşündüğü şekillerde kullandı. Şu halde sorumuz basit: Dışişleri Bakanlığı’nın büyükelçiliklerden 24 Nisan anmalarına katılmalarını istediği bir garip ‘açılım’ döneminde, atılması gereken asıl ilk adım bu insanların dertlerine bir derman bulmak değil mi? Bu insanlık dışı tavra bir son vermenin zamanı gelmedi mi?</span><br /><br /><span style="font-family: arial;"> Beri yandan, daha önce de yazdığımız gibi, Ermenistanlı göçmenler, İstanbullu Ermenilere de tutulan bir ayna aslında. Onlarla ilişkisizliğimize, onlarla temas kurmaktaki eksikliğimize, onlardan korkmamıza, onları kendimizden uzak tutmaya çalışmamıza bakarak, kendimiz hakkında fikir sahibi olabiliriz. Katı, hor gören, bencil, sevgisiziz... Vicdanımız, evlerimizde ihtiyarlarımızı, hastalarımızı baktırdığımız, temizliğimizi yaptırdığımız bu insanların çocuklarına şu veya bu yolla yardım etmeyi düşündüğümüz kadar... Gedikpaşa Protestan Kilisesi pastörü Krikor Ağabaloğlu’nun bütün tehlikeleri göze alarak yarattığı ve yetmiş çocuğun yararlandığı, adeta bir okul haline gelen Joğvaran, bizlere bu kadar yıldır hiçbir şey anlatmadı mı? Kurumlarımız, derneklerimiz, vakıflarımız, Ermenistanlı göçmenlerin sorunlarına çözüm bulabilmek için neden bir araya gelmiyor hâlâ?</span><br /><br /><span style="font-family: arial;"> Atılacak küçük insani adımlardan bizi alıkoyan ne? Yılbaşında, Getronagan okulu öğrencileri onlarla bir araya gelmiş, eğlenmiş, onlara yalnız olmadıklarını hissettirmişti. Bu küçük tanışma, temas etme etkinliklerinin sayısı neden artmıyor? Neden düzenlediğimiz etkinliklere, konserlere, dans gösterilerine onları davet etmek aklımızın ucundan geçmiyor? Neden korolarımıza Ermenistanlıların da katılması için çaba göstermiyoruz?</span><br /><br /><span style="font-family: arial;"> Çok mu zor? Neden korkuyoruz?</span>rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-15404729227737634652011-03-06T17:01:00.000+02:002011-03-06T17:05:42.639+02:00Sibop<span style="color: rgb(153, 0, 0); font-family: arial;">Agos, 4 Mart 2011</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">PKK’nın eylemsizlik dönemini devletten çeşitli talepler eşliğinde sona erdirmesi hakkındaki görüşü sorulan Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, “Devlet bugüne kadar ne yaptıysa bundan sonra da onu yapar. Kimseyle pazarlık yapacak halimiz yok. Bu çok açık ve nettir. Bugüne kadar ülkenin imkân ve kabiliyetlerini, devletin gücünü kullanarak nereye kadar getirdiysek bundan sonra da aynı kararlılıkla götürürüz” dedi.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Hiç eğip bükmeden, bu cümlelerin tercümesini, “Bugüne dek olduğu gibi Kürt sorununun çözümsüz kalması için elimizden geleni yapacağız. Dolayısıyla daha çok genç kanı akacak, daha çok nefret ve milliyetçilik olacak” şeklinde yapabiliriz.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Muhterem bakan, bu tür soruların sorulmasının bile kendisini üzdüğünü ifade etmiş. Çünkü bu örgütlerin en önemli amacı kendilerinden devamlı bahsettirmekmiş, böylece onların ekmeklerine yağ sürülüyormuş. Çiçek bu yüzden, “Siz soruyorsunuz, biz cevap veriyoruz adamların istediği hâsıl oluyor. Keşke siz sormasanız, biz de bu cevapları vermesek. İşin gereği neyse bugüne kadar olduğu gibi tedbirlerimizi güncelleştirerek devam ettireceğiz. Onun için bu soruyu siz sormamış, ben de cevap vermemiş olayım” demiş.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Ne kadar sağduyulu, ne kadar sorumluluk sahibi yorumlar... Memlekette otuz yıldır akan kan, seksen küsur yıldır çözülemeyen Kürt sorunu, sanki PKK’nın kendisinden bahsedilsin diye uydurduğu yalanlar. Sanki insanlar dağa şöhret için, gazetelerde, televizyonlarda adları görünsün diye çıkıyor, sanki kendilerinden devamlı bahsedilsin diye can alıp can veriyorlar.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Cemil Çiçek, hükümetin devlete devamlı olarak teminat veren yüzü. Başbakan’ın ve diğer tüm bakanların, demeçleri ve icraatlarıyla devlete sık sık verdiği teminatların yanında, o daimi bir garanti sibobu; “Yaramaz çocuk değiliz, biz de yüce Türk devletinin yüce ideallerine bağlıyız, sizdeniz” garantisi.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Onun içinde olduğu herhangi bir hükümetin Kürt sorununu da, başka hiçbir kangrenleşmiş, tabulaşmış konuyu da çözmeye niyetli olmadığını anlayabiliriz. Seçimler yakın, akla kara yakında belli olacak.</span>rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-24803421554670325562011-02-25T17:52:00.001+02:002011-02-25T17:54:06.360+02:00Ermenistanlı çocuklar<meta equiv="Content-Type" content="text/html; charset=utf-8"><meta name="ProgId" content="Word.Document"><meta name="Generator" content="Microsoft Word 11"><meta name="Originator" content="Microsoft Word 11"><link style="font-family: arial;" rel="File-List" href="file:///C:%5CDOCUME%7E1%5CKULLAN%7E1%5CLOCALS%7E1%5CTemp%5Cmsohtml1%5C01%5Cclip_filelist.xml"><!--[if gte mso 9]><xml> <w:worddocument> <w:view>Normal</w:View> <w:zoom>0</w:Zoom> <w:hyphenationzone>21</w:HyphenationZone> <w:punctuationkerning/> <w:validateagainstschemas/> <w:saveifxmlinvalid>false</w:SaveIfXMLInvalid> <w:ignoremixedcontent>false</w:IgnoreMixedContent> <w:alwaysshowplaceholdertext>false</w:AlwaysShowPlaceholderText> <w:compatibility> <w:breakwrappedtables/> <w:snaptogridincell/> <w:wraptextwithpunct/> <w:useasianbreakrules/> <w:dontgrowautofit/> </w:Compatibility> <w:browserlevel>MicrosoftInternetExplorer4</w:BrowserLevel> </w:WordDocument> </xml><![endif]--><!--[if gte mso 9]><xml> <w:latentstyles deflockedstate="false" latentstylecount="156"> </w:LatentStyles> </xml><![endif]--><style> <!-- /* Style Definitions */ p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal {mso-style-parent:""; margin:0cm; margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:12.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-fareast-font-family:"Times New Roman";} @page Section1 {size:595.3pt 841.9pt; margin:70.9pt 70.9pt 70.9pt 93.5pt; mso-header-margin:35.45pt; mso-footer-margin:35.45pt; mso-gutter-margin:70.9pt; mso-paper-source:0;} div.Section1 {page:Section1;} --> </style><!--[if gte mso 10]> <style> /* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;} </style> <![endif]--> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;"><o:p><span style="color: rgb(153, 0, 0);">Agos, 25 Şubat 2011</span>
<br /></o:p></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Geçen haftaki Agos’ta Alin Ozinian imzasıyla yayımlanan, İstanbul’daki Ermenistanlı göçmenlerin sorunlarına dikkat çeken bir dizi söyleşi, kanayan bir yaramıza parmak bastığı için çok önemliydi. </p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Ermenistanlı göçmenlerin, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında ülkelerinde yaşam koşullarının dayanılmaz bir hal alması nedeniyle dünyanın dört bir tarafında ekmek kavgası peşine düşmeleri, büyük bir insani trajedi yarattı. Aslında bu trajedi, Ermenistanlılara özgü de değildi. Doğu Bloku ülkelerinde yaşayan milyonlarca insan, rejimin yıkılmasının ardından ülkelerini terk ederek, alışık olmadıkları koşullarda, üstelik Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle gittikçe azgınlaşan neo-liberal politikalar nedeniyle en hoyrat sömürülere maruz kaldılar. </p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Yıllar geçtikçe bazı ülkelerde ekonomik durumun göreceli olarak iyileşmesiyle o ülkelerin yurttaşları için bu durum hafiflese de, Karabağ Savaşı bahanesiyle Ermenistan sınırını kapalı tutan Türkiye’nin ambargosu nedeniyle ekonomik krizin kronik hal aldığı Ermenistan’da, nüfusun üçte biri ülke dışına çıktı. Bu insanların bir kısmı da Türkiye’ye geldi. </p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">‘Türkiye’deki Ermenistanlılar’ yeni bir sosyolojik olgu değil. 1990’ların başlarından bu yana çok sayıda Ermenistanlı Türkiye’ye geldi ve ev işlerinden ticarete, fabrika işçiliğinden boyacılığa çeşitli işlerde çalıştı. Aralarında, ailesini geçindirebilmek için bedenini satan kadınlar da vardı. Türkiyeli yetkililer, çoğu zaman vizesiz olarak ikâmet eden bu insanların varlığına göz yumdu. Muhtemelen, bunun ardında, Ermenistan’la sorunlu giden ilişkilerde onları koz olarak kullanabilme düşüncesi vardı<span style="color: red;">.</span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial; color: rgb(0, 0, 102);"><b style="">Koşulları çok zor<o:p></o:p></b></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Bugün, çok sayıda Ermenistanlı, İstanbul’da, özellikle Kumkapı civarında<span style="color: red;"> </span>yerleşmiş durumda. O muhitle bütünleştiler. Dükkânların vitrininde, çarşıda, pazarda Ermenice yazılar göze çarpıyor. Pek çoğu yıllardır burada yaşıyor ve yakın bir gelecekte ülkelerine dönmeyi düşünmüyor. Çünkü Ermenistan’da burada sahip oldukları koşullardan bile daha kötüsüne razı gelmek zorundalar.</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Bu sorunun en can alıcı yönlerinden biri çocuklar. Bazıları Ermenistan’ı hiç görmemiş, bazıları ise oraları hiç hatırlamayan, yüzlerce, belki binlerce çocuk bugün İstanbul’da yaşıyor. Ebeveynlerinin yasal bir statüsü olmadığı için onlar da kaçak olarak yaşamak zorundalar. Oysa onlar çocuk ve her çocuk gibi büyüyorlar; okula gitmeleri, bir eğitim almaları gerekiyor. Eğer eğitim alamazlarsa, hayatları boyunca fakirliğin kısır döngüsünü kıramama, daima ucuz işgücü olarak kullanılma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklar.</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Pek çok mülteci ve göçmenin sığındığı Türkiye’de, bu sorunu sadece Ermenistanlı çocuklar yaşamıyor elbette. Afrikalı, İranlı veya Iraklı pek çok ailenin çocuğu da benzer bir çaresizlik içinde.</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Oysa Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre, bütün ülkeler çocukların eğitim hakkını kabul etmek ve “eğitim alanında, özellikle cehaletin ve okuma yazma bilmemenin dünyadan kaldırılmasına katkıda bulunmak, çağdaş eğitim yöntemlerine, bilimsel ve teknik bilgilere sahip olunmasını kolaylaştırmak amacıyla uluslararası işbirliğini güçlendirmek ve teşvik etmek” zorunda. </p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">18 yaşından küçük olan her insanın, yani her çocuğun eğitim hakkından yararlanması, evrensel hukukun vazgeçilmez bir değeri.</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;"><b style=""><span style="color: rgb(0, 0, 102);">Ermeni okullarına gidebilmeliler</span><o:p></o:p></b></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Geçtiğimiz dönemlerde, Ermeni toplumu, bu çocukların İstanbul’daki Ermeni okullarına devam edebilmeleri yönünde talepte bulunmuş, Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, bu talebe, çocukların yasadışı statüde olmaları nedeniyle çözümün zor olduğu ama konuyu araştıracakları yanıtını vermişti. Bir süre sonra da, yasal statüdeki Ermenistanlı çocukların Ermeni okullarına devam edebileceği açıklandı. Bu, olumlu gibi görünse de, Türkiye’de yasal statüde olan Ermenistanlı çocukların sayısının iki elin parmaklarını geçmiyor olması nedeniyle, esasen işlevi olmayacak bir idari adım. </p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Oysa Türkiye, Ermenistanlı veya değil, göçmen ailelerin çocuklarına öncelikle ‘çocuk’ olarak bakma olgunluğunu gösterebilir. Yasadışı olan, çocuklar değil. Onlar, kendilerini bu karanlık döngüye hapseden uluslararası sistemin küçük kurbanları. Anne ve babaları ucuz işgücü olarak kullanılır ve varlıklarına göz yumulurken, onların eğitimsizliğe ve cehalete mahkûm edilmesinin hiç kimseye bir yararı yok.</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">2003’ten beri, Gedikpaşa Protestan Kilisesi, büyük bir toplumsal hizmette bulunarak, bodrum katında Ermenistanlı çocukların eğitim alabilmesi için faaliyet gösteriyor. Kilisenin bodrumunda, ‘okul’ diyebileceğimiz eğitim yuvasında 70 çocuk ders alıyor. Onlara öğretmenlik yapan Heriknaz Avagyan, onların yaşadıklarını şu sözlerle anlatıyor: “Çocukları gruplara ayırıp ders yapıyoruz. Beşinci yılı bitiren her öğrencinin annesine anlatıyorum, ‘Çocukları Ermenistan’a gönderin, eğitimlerine devam etsinler, gelecekleri için’ diyorum. Vartan diye bir öğrencim vardı, çok zeki, çok çalışkan. Göndermedi ailesi onu Ermenistan’a, burada kalıp çalışmak zorunda kaldı, ama onun defterlerini hâlâ saklıyorum ben. Öyle güzel el yazısı vardı ki, kıyamıyorum atmaya. Çocukların hayalleri gerçekleşmiyor, kimse onlara ‘Ne olmak istiyorsun?’ diye sormuyor. Erkekler ya kuyumcu ya da fabrika işçisi oluyorlar, kızların durumu ise çok daha kötü.”</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">İşte bu çocukların durumunun daha da kötüleşmemesi için artık bir çare bulunması gerekiyor. İstanbul Ermeni toplumu, yetkili kurumları, okulları, vakıfları, Ermenistanlı çocukların eğitim sorunun gündemden düşürmemeli, hükümetten bu konuda talepte bulunmaya devam etmeli. Hükümet ve Milli Eğitim Bakanlığı ise, her birinin ailesi Anadolu kökenli olan bu çocukların hiç değilse ‘misafir öğrenci’ statüsünde okullara devam edebilmeleri için gerekli adımları atmalı. Bu bir siyaset değil, insanlık meselesi.</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;"><o:p> </o:p></p> rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-85862021918034489822011-02-25T17:49:00.002+02:002011-02-25T17:52:28.195+02:00Agos’u kimler almış!<span style="color: rgb(153, 0, 0); font-family: arial;">Agos, 18 Şubat 2011</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Bir süredir duyuyoruz, gülüp geçiyoruz, kendi aramızda şakalaşıyoruz, alaya alıyor, dalga geçiyoruz. Ama anlaşılan o ki, mesele birilerinin kendi halindeki abuklamalarının çok ötesine geçmiş, ciddi ciddi konuşulur, tartışılır, hatta hüküm verilir hale gelmiş. Mesele kendi aramızda gene şaka boyutunda kalacak, ama kafası karışan okurlarımız için bir açıklama yapmak zaruri bir hal aldı.</span><br /><span style="font-family: arial;"><br />Agos’un şu ya da bu kişilere satıldığına, şunlar ya da bunların yüzde bilmem kaç hisseyle gazeteye ortak olduğuna dair dedikodulardan söz ediyorum. </span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Anlaşılan bunlar arasında en popülerleri, “Agos’u Kürtler satın aldı!” veya “Agos’a MHP’liler ortak oldu!” saçmalamaları olmuş. Birileri bu lafları ortaya salmışlar, birileri de bunlara inanmış, etrafındakilerle paylaşmış ve abuklamalar dalga dalga büyüyüp olgunlaşmış; kim bilir ne heyecan verici, ne iştah açıcı ayrıntılarla bezenip şevkle yayılmış.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Unutmadan, bütün bu saçmalıkların Ermeni çevreleri içinden çıktığını ve orada yayıldığını söyleyelim. Olup biten her şey bir “cemaat” prodüksiyonu yani.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Bu laflara ciddi ciddi ne cevap verilebilir bilmiyorum. Onları “iddia” mertebesine yükseltip üzerine iki kelam etmeyi açıkçası gururuma yediremiyorum. Ama dedim ya, okurlarımızın duyduklarından ötürü bilgi almaya hakları var ve onları aydınlatmak boynumuzun borcu.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Şöyle anlatmaya çalışayım.</span><br /><span style="font-family: arial;"><br />Agos birilerinin sandığı gibi alınıp satılacak, hisselerine ortak aranacak, ortak olunabilecek bir ticari mal, bir meta değil. Agos’un, başkalarının sandığı anlamda sahibi ve ortağı yok ki hisseleri alınıp satılsın, şu ya da bu sermaye grubunun malı olsun, şu ya da bu siyasi grup para koyup yönetiminde söz sahibi olsun. Agos’un hisselerinin para değeri yok ki. Sadece manevi ve simgesel değeri var ve o hisseler de Agos’a gönül verenlerle emek verenlerin yüreğinde, başka hiçbir yerde değil.</span><br /><span style="font-family: arial;"><br />O yüzden, bir güzel anlaşılsın diye açık açık yazalım. Hayır, ahpayriglerim, kuyriglerim. Sandığınız ya da duyduğunuz gibi değil. Agos’u kimse almadı, Agos’a kimse ortak olmadı. Kimse alamaz, kimse olamaz. Nokta.</span><br /><br /><span style="font-family: arial; font-weight: bold; color: rgb(0, 0, 102);">Kaynağı ne?</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Gelin, mürekkep, kâğıt, sayfa harcamaya acıdığım bu abuklamaları vesile edip biraz daha düşünelim.</span><br /><span style="font-family: arial;"><br />Nereden çıkıyor bu laflar? Nasıl oluyor da böyle ciddiye alınabiliyor? Neden birileri bir telefon ya da bir e-mail uzağındaki bizlere işin aslını astarını sormayıp kulaktan kulağa oynayarak meselenin daha da dallanıp budaklanmasına yol açıyor?</span><br /><span style="font-family: arial;"><br />Ermeni toplumu içerisinde bizden hazzetmeyenler olduğunu biliyoruz. Onlar, siyaseten karşısında olduklarımız, eleştirdiklerimiz, fikirleriyle mücadele ettiklerimizdir. Kapalılıktan, kapı arkasında iş bitirmekten, hesap vermezlikten memnun oldukları için makbul saymadıklarımız ve bu yüzden bizi makbul saymayanlardır. Bu lafları türetenlerden bazılarının onlar olduğunu biliyoruz. </span><br /><span style="font-family: arial;"><br />Onlar, Agos’un Ermeni toplumunun halk tabakası tarafından sevilmesini, benimsenmesini, sahiplenilmesini kıskanırlar. Agos kendi ayakları üzerinde duramasın diye ellerinden geleni artlarına koymazlar. Onlara söylenecek sözümüz yok. Diledikleri gibi düşünebilirler ve onlarla gücümüz ölçüsünde mücadele etmeye devam edeceğiz. </span><br /><span style="font-family: arial;"><br />Peki nasıl oluyor da başkaları bu lafları ciddiye alıyor? Acaba gazeteyi ellerine alıp baktıklarında gördükleri mi onlara ortalıkta dolaşan lafların doğru olduğunu düşündürüyor? Agos’un Türkiye gündemi hakkında haberleri takip etmek için çaba göstermesi, onlara gazetenin bir siyasi partiye yakın olan birileri tarafından satın alındığını nasıl düşündürebiliyor? Yahut, Türkiye üzerine biraz fikri olan herkesin memleketin en önemli meselesi olduğunda uzlaştığı Kürt sorunu hakkında haber, röportaj ve yorumlara sıkça yer vermeye çalışmamız mı acaba gazeteyi Kürtlerin satın aldığını düşündürüyor birilerine? Peki bunlar hangi Kürtler? Yoksa “bir kısım cemaat”in horgörüyle baktığı Ermeni Kürtler mi? </span><br /><span style="font-family: arial;"><br />Peki ama, Agos’un, yayın çizgisinde Türkiye ve Dünya haberlerine yer vermekten başka bir alternatifi olabilir mi? Agos zaten başından beri böyle bir gazete olmadı mı? Kendini cemaat gazetesi olmanın çok ötesinde tanımlamadı mı? Türkiye’nin demokratikleşmesi, Kürt Sorunu, AB süreci, ve daha bir sürü mesele bu gazetenin yayın perspektifi içinde yer almadı mı? Agos başka türlü Agos olabilir miydi? </span><br /><span style="font-family: arial;"><br />Nasıl bir zihniyet gazetede Kürt sorunuyla ilgili haberlerin sıklığına bakarak Agos’un Kürtler tarafından satın alındığını düşünür. Hangi akıl, Agos’ta Türkiye’yle ilgili haberlerin yer almasına bakıp Agos’un Türkleştiği sonucuna varır? (Evet, böyle bir hüküm de dolaşıyor “cemaat” kulislerinde) Peki sizce, böyle düşünen insanlar nasıl bir Ermenilik, nasıl bir cemaat, nasıl bir gazetecilik, nasıl bir dünya görüşü tahayyül ediyor olabilir? Galiba sırf bu söylentiler bile, Ermeni toplumunun içine düştüğü fikirsel darboğazı, bağnazlığı, kötücüllüğü anlatmalı bize… Dönüp aynaya bakmanın vakti geldi de geçiyor. </span><br /><span style="font-family: arial;"><br />Yoksa mesele yayın kadromuz, muhabirlerimiz ve yazarlarımız arasında Ermeni olmayan arkadaşlarımızın bulunması mı? Peki bunun 1996’dan beri böyle olduğu ve hep de böyle olacağını bilmiyor musunuz? Agos, Türkiye Ermenileri içinden çıkmış, ama devamında Ermeni olmayan aydınların ve emekçilerin desteğiyle gerçeğe dönüşmüş bir hayaldi. Ermenilerin sorunlarını görünür kılmayı ana eksen edinse de, bunun ancak Türkiye’nin demokratikleşme macerasında bir anlamı ve değeri olacağı fikrinden hareket etti. Fikri bu olan bir gazetenin zikri de öyle olacaktı elbette. Agos’a ve Agos Kirk’e katkı verenler arasında bugün de Ermenilerin yanında gayriermeniler olması bize ancak mutluluk verir. </span><br /><span style="font-family: arial;"><br /><span style="font-weight: bold; color: rgb(0, 0, 102);">Kerteriz</span></span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Bu gazeteye ruhunu veren kişi, Hrant Dink, çok değil, bundan beş yıl önce, 20 Ocak 2006 tarihli ‘Zik-Zak’ başlıklı yazısında şöyle diyordu: “Doğrudur, Agos solcu ve devrimcidir. Doğrudur, Agos’u Ermeniler, Türkler ve hatta Kürtler birlikte hazırlamakta, birlikte okumaktadırlar. Doğrudur, Agos dini bir cemaatten ziyade daha sivil bir toplum için çabalar. Doğrudur Agos bu özellikleriyle sadece çizmeyi aşmaz çoğu kez haddini ve çapını da aşar; cüretkârdır.”</span><br /><span style="font-family: arial;"><br />Kerteriz almaya çalıştığımız anlayış tam da budur. O pirûpak mirasa layık olmak ve onu yaşar kılmaktır. </span>rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-9165939309603644532011-02-12T15:36:00.001+02:002011-02-12T15:38:02.081+02:00Türkiye’de kaç gazeteci öldürüldü?<meta equiv="Content-Type" content="text/html; charset=utf-8"><meta name="ProgId" content="Word.Document"><meta name="Generator" content="Microsoft Word 11"><meta name="Originator" content="Microsoft Word 11"><link style="font-family: arial;" rel="File-List" href="file:///C:%5CDOCUME%7E1%5CKULLAN%7E1%5CLOCALS%7E1%5CTemp%5Cmsohtml1%5C01%5Cclip_filelist.xml"><!--[if gte mso 9]><xml> <w:worddocument> <w:view>Normal</w:View> <w:zoom>0</w:Zoom> <w:hyphenationzone>21</w:HyphenationZone> <w:punctuationkerning/> <w:validateagainstschemas/> <w:saveifxmlinvalid>false</w:SaveIfXMLInvalid> <w:ignoremixedcontent>false</w:IgnoreMixedContent> <w:alwaysshowplaceholdertext>false</w:AlwaysShowPlaceholderText> <w:compatibility> <w:breakwrappedtables/> <w:snaptogridincell/> <w:wraptextwithpunct/> <w:useasianbreakrules/> <w:dontgrowautofit/> </w:Compatibility> <w:browserlevel>MicrosoftInternetExplorer4</w:BrowserLevel> </w:WordDocument> </xml><![endif]--><!--[if gte mso 9]><xml> <w:latentstyles deflockedstate="false" latentstylecount="156"> </w:LatentStyles> </xml><![endif]--><style> <!-- /* Font Definitions */ @font-face {font-family:"Arial Unicode MS"; panose-1:2 11 6 4 2 2 2 2 2 4; mso-font-charset:0; mso-generic-font-family:roman; mso-font-format:other; mso-font-pitch:variable; mso-font-signature:3 0 0 0 1 0;} /* Style Definitions */ p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal {mso-style-parent:""; margin:0cm; margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:none; mso-hyphenate:none; font-size:12.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-fareast-font-family:"Arial Unicode MS"; mso-font-kerning:.5pt; mso-ansi-language:EN; mso-fareast-language:#00FF;} p.MsoBodyText, li.MsoBodyText, div.MsoBodyText {margin-top:0cm; margin-right:0cm; margin-bottom:6.0pt; margin-left:0cm; mso-pagination:none; mso-hyphenate:none; font-size:12.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-fareast-font-family:"Arial Unicode MS"; mso-font-kerning:.5pt; mso-ansi-language:EN; mso-fareast-language:#00FF;} @page Section1 {size:595.25pt 841.85pt; margin:2.0cm 69.95pt 2.0cm 87.7pt; mso-header-margin:35.4pt; mso-footer-margin:35.4pt; mso-paper-source:0;} div.Section1 {page:Section1;} --> </style><!--[if gte mso 10]> <style> /* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;} </style> <![endif]--><p class="MsoNormal" style="margin-top: 11.35pt; font-family: arial;"><span style=""><span style="color: rgb(153, 0, 0);">Agos, 11 Şubat 2011</span>
<br /></span></p><p class="MsoNormal" style="margin-top: 11.35pt; font-family: arial;"><span style="">Son haftalarda üst üste yıldönümleri vesilesiyle gündeme gelen gazeteci cinayetleri hakkında Türkiye’de çokça görmezden gelinen bir tarihsel gerçekliğe dikkat çekmek istiyorum. O gerçek, öldürülen gazetecilerin sayısının aslında sanılandan çok daha kabarık olduğu ve 1915’te öldürülen Ermeni gazetecilerin, Türkiye’deki basın meslek örgütlerinin yayımladığı listelerde yer alması gerektiği gerçeğidir.<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 11.35pt; font-family: arial;"><span style="">Öldürülen gazeteciler konusunda meslek örgütleri birbirinden farklı iki rakam veriyor. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Hasan Fehmi (1909) ile başlayıp İsmail Cihan Hayırsevener (2009) ile sona eren 62 gazetecinin ismini sayarken, Çağdaş Gazeteciler Derneği, Tevfik Nevzat (1905) ile başlayıp yine Hayırsevener ile biten 67 kişilik bir liste veriyor. Her iki örgüt de, 6 Nisan Öldürülen Gazeteciler Günü’nde bu isimleri anarken, toplumun dikkatini gazetecilere yönelik şiddete çekmeye çalışıyor. Bu listelerde Hrant Dink’ten başka bir Ermeni gazetecinin adı yer almıyor. <o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 11.35pt; font-family: arial;"><span style="">Kaynaklar, 1915’te İttihat ve Terakki yönetimi tarafından düzenlenen tehcir ve katliamlar sırasında farklı meslek gruplarından yüz binlerce insanın öldürüldüğünü yazıyor. Elbette ki bu insanlar arasında çok sayıda gazeteci de yer alıyordu. İlk elden yapılacak hızlı bir tarama bile, yaşadığımız topraklar üzerinde gazete çıkarmış, editörlük, gazete yazarlığı yapmış ve 1915’te katledilmiş olanların sayıca hiç de az olmadığını gösterir.<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 11.35pt; font-family: arial;"><span style="">Kendisi de bir gazeteci olan Bülent Tellan, geçtiğimiz yıl, 1915’te öldürülen 22 Ermeni gazetecinin ismini tespit ettiği çalışmasını bir dosya haline getirdi ve Gazeteciler Cemiyeti’nin “Öldürülen Gazeteciler Araştırma Yarışması”na sundu. “Kanla Sansür” başlığını taşıyan bu dosyada, adı geçen 22 gazeteci ve on kadar Ermeni olmayan gazetecinin de söz konusu listeye eklenmesi gerektiği tezini işleyen Tellan’ın çalışması, Gazeteciler Cemiyeti jürisi tarafından “dikkate değer” bulundu. Ancak Cemiyet, dikkate değer bulduğu bu çalışmayı ne hikmetse henüz dikkate almadı. Cemiyet’in başkanı Orhan Erinç, geçtiğimiz hafta Abdi İpekçi’nin mezarı başında yapılan anmada, öldürülen gazetecilerin sayısını 63 olarak zikretti. <o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 11.35pt; font-family: arial;"><b style=""><span style=""><span style="color: rgb(0, 0, 102);">İsimler... isimler...</span><o:p></o:p></span></b></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 11.35pt; font-family: arial;"><span style="">1915’te öldürülen Ermeni gazetecilere baktığımızda, dönemin Ermenice basının en önemli simalarına rastlıyoruz. Rupen Zartaryan, Yervant Sırmakeşhanlıyan (Yeruhan), Diran Kelekyan, Krikor Zohrab, Ardaşes Harutyunyan, Taniel Varujan, Rupen Sevag (Çilingiryan), Dikran Çögüryan, Keğam Parseğyan, Hovhannes Harutyunyan (Tılgadıntsi), Melkon Gürciyan gibi isimler, çok sayıda gazete çıkarmanın, oralarda editörlük, yazarlık, başyazarlık yapmanın yanı sıra, Ermenice edebiyatın en önemli eserlerini vermiş, düzyazı ve şiirde dönemin nabzını tutmuş büyük isimlerdi. <o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 11.35pt; font-family: arial;"><span style="">Öldürülen gazeteciler listesine eklenebilecek başka pek çok isim var. Her bir ismin koskoca bir hayat hikâyesi olduğunu hatırda tutarak, bazılarının adlarını sayabiliriz. Armen Doryan (Hraçya Surenyan), Levon Larents (Kirişçiyan), Haçadur Malumyan (Agnuni), Karekin Khajak, Krikor Hürmüz, Sarkis Minasyan, Şavarş Krisyan, Sımpad Pürad, Krikor Torosyan, Nerses Papazyan, Parseg Şahbaz, Kevork Diratsuyan (Ferid), Mardiros Kundakçıyan, Karekin Gozigyan (Yesalem), Isdepan Kürkçiyan, Harutyun Şahinyan, Dr. Nazaret Dağavaryan, Karekin Paşayan Han, Jak Sayabalyan (Paylag).<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 11.35pt; font-family: arial;"><span style="">Ragıp Zarakolu, bu yıl, 24 Temmuz’da, yani sansürün kaldırılmasının yıldönümünde kaleme aldığı “Basın da geçmişine sansür uyguluyor” başlıklı makalesinde, kendisi de ölümden kurtulan bir Ermeni yazar olan Teotig’in 1919’da yayımladığı albümden yararlanarak, bu listeye, birçoğu Anadolu’da yaşayan ve orada öldürülen çok sayıda gazeteci ekledi. Teotig’in yayımladığı <i style=""><u>Huşartzan Abril 11i</u></i> (11 [24] Nisan Anıtı) adlı kitap, 1915’te katledilen Ermeni aydınlarının, öğretmenlerinin, din adamları hakkında ayrıntılı bilgiler veriyordu ve geçtiğimiz yıl Belge Yayıncılık tarafından Türkçe ve Ermenice olarak yeniden basıldı. Yani, artık el altında, kolaylıkla ulaşılabilir bir kaynak. <o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 11.35pt; font-family: arial;"><span style="">Zarakolu’nun Teotig’den yararlanarak oluşturduğu bu listede yer alan isimleri de buraya ekliyorum: Aris İsraelyan (İsrael Dıkhruni), Mihran Tabakyan, Hagop terziyan, Arisdages Kasparyan, Sarkis Parseğyan, Bedros Kalfayan, Sarkis Sıvin (Süngücüyan), Edvar Beyazyan, Hayk Tiryakyan, Adom Şahen, Nerses Zakaryan, Hagop Avedisyan (Ardzruni), Sako, Vıramşabuh Arapyan, Levon Ağababyan, Onnik Mağazacıyan, Onnik Sırabyan, Partoğ Zoryan, Hovhannes Kılıçyan, Ardaşes Ferahyan, Artin Mısırlıyan ve Armenag Arakelyan (Azadarmard gazetesinin makinistleri), Suzigyan, Bedros Kürdyan, Asadur D. Madteosyan, Yervant Çavuşyan, Hagop Şahbaz, Niğogayos Boğosyan (İşkhan), Onnik Tertzagyan (Vramyan), Ardaşes Solakyan, Dikran Odyan, Garabed Danteyan, Prof. Garabed Soğigyan, Prof. Donabed Lüleciyan, Jirayr Hagopyan, Mihran İspiryan, Senekerim Kalyoncuyan, Garabed Barsamyan, Karnik Tuğlacıyan, Rupen Rakupyan, Aram Adruni, Aram Şişeyan, Pilos, Arşag Tütüncüyan, Arakel G. Sivaslıyan, Prof. Hovhannes Hagopyan, Gagig Ozanyan, Hovhannes Kazancıyan, Aşuğ Şahnazar, Vartan Misiryan, Episkopos Nerses Tanielyan, Rahip Barkev Tanielyan, Papaz Vartan Aslanyan, Rahip Isdepan Saryan, Rahip Garabed Der Sahagyan, Rahip Boğos Kasparyan.<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 11.35pt; font-family: arial;"><b style=""><span style=""><span style="color: rgb(0, 0, 102);">Meslek örgütlerine çağrı</span><o:p></o:p></span></b></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 11.35pt; font-family: arial;"><span style="">Bu isimleri özellikle tek tek saymak istedim. Yukarıda, 1915’te öldürülmüş tam 88 Ermeni gazeteci-yazarın isimleri yer alıyor. Bu insanlar, bu topraklar üzerinde 1915’te yaşanan tehcir ve katliamlar sırasında öldürüldüler. Birkaç ay içinde öldürülen 88 gazeteci ve bunlara eklenmesi muhtemel başka isimler, gazetecilik örgütlerinin son yüz yılda Türkiye’de öldürülen gazeteci sayısı için verdiği rakamdan daha yüksek bir yeküna ulaşıyor. Bu gerçek, bir halkın sadece entelektüel sınıfının ortadan kaldırılmasının bile ne kadar büyük bir trajedi olduğunu hatırlatmalı sanırım bize.<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 11.35pt; font-family: arial;"><span style="">Bugünün Türkiyesinde gazeteci örgütleri, 1915’te yaşanan felaketin bütün boyutlarıyla ilgilenmeyebilirler belki. Ancak ömürlerini kendileri gibi kalemleriyle kazanan, kavgalarını yazı yazarak veren meslektaşlarının adlarını, katledilen gazeteciler arasında anmak, onlara gönüllerinde bu yeri açmak, tarihe bir de böyle not düşmek, vicdanın ve meslek etiğinin gereği değil midir?<o:p></o:p><span style=""></span><o:p></o:p></span></p>
<br />rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-67375135310078714102011-02-04T23:28:00.002+02:002011-02-04T23:31:59.123+02:00İstifa bazen 'mübarek' bir yoldur<span style="color: rgb(153, 0, 0); font-family: arial;">Agos, 4 Şubat 2011</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Geçen hafta, Patriğimizi Seçmek İstiyoruz İnisiyatifi’nin çağrısıyla Feriköy Kilisesi’nin Nazar Şirinoğlu salonunda düzenlenen panelde Patriklik’teki krizle ilgili olarak dile getirdiğim, Başepiskopos Ateşyan’ın istifa etmesi gerektiğine dair görüşleri bir de burada açıklamak istiyorum.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;"> Bu krizin geçmişi ve sorumluları hakkında daha önce pek çok defa yazdığım ve başkaları da görüşlerini çokça dile getirdiği için, “Kim, ne yaptı, neden yaptı, nasıl yaptı, ne yapmalıydı, nasıl oldu?” ve geçmiş zaman kipli başka bilumum sorulara yanıt aramadan, içinde bulunduğumuz derin kuyudan çıkıp, Patriklik makamına halk tarafından seçilmiş bir ruhaniyi nasıl oturtabileceğimiz ve bunun için izlenecek yol üzerinde durmakta yarar var.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;"> Ancak yine de, hükümet ve Patriklik yetkililerinin birlikte yarattıkları ‘Patrik Genel Vekili’ ucubesinin beraberinde getirdiği vahim bir sonuca dikkat çekelim. Patrik II. Mesrob’un ağır rahatsızlığının ardından seçim hakkımızın belirsiz bir süre için askıya alınmasıyla, ne acıdır ki, Patriğin ölümünü bekler olduk. Doktorlar dahil hiçbirimiz bu rahatsızlığın ne kadar süreceğini bilmiyoruz, ve yaratılan durum, koskoca bir toplumu ‘Patriğin ölümünü bekleyen akbabalar’ haline getiriyor. Bu utancın vebali, her şeyden önce, patriğin ölümüne kadar seçim yapılmayacağı aldatmacasının ardına saklanan pek muhterem ruhanilerimizin boynuna.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;"> Türkiye Ermenileri, eninde sonunda 85. patriğini seçecek. Hiçbir güç, kazanılmış demokratik hakkımızı elimizden alamaz. Ancak bu dönemi nasıl geçireceğimiz önemli. Onurlu bir şekilde, şeffaf mekanizmaları işleterek, seçimi hakkıyla gerçekleştirip temel değerler etrafında uzlaşacak mıyız, yoksa hasta Patriğin nasılsa öleceği, dolayısıyla seçim için ısrar etmememiz gerektiği mesajını ortalığa yayan ruhani kisveli tacirlere boyun mu eğeceğiz?</span><br /><br /><span style="font-family: arial;"> Mekanizma demişken, unutmayalım ki, bugüne kadar pek zikredilmeyen ‘istifa’ mekanizması, ahlakın geçerli olduğu ortamlarda onurlu bir duruşu simgeler. Başepiskopos Aram Ateşyan’ın, Ermeni halkının ezici çoğunluğunun içine sindiremeyip reddettiği ‘Patrik Genel Vekili’ görevinden istifa etmesi gerekir. Ateşyan, bu uğursuz unvanı kullanmaktan vazgeçerek istifasını açıklarsa, seçimin önündeki engelleri de kaldırmış, böylece, tarihe, taşıdığı unvan gibi uğursuz bir adla geçmesini de engellemiş olur. Böylece belki düşen itibarını yükseltebilir ve ‘koltuk sevdalısı ruhani’ imajını silme şansına kavuşur. </span><br /><br /><span style="font-family: arial;"> Peki, eğer Başepiskopos Ateşyan bugüne kadar izlediği tavrı terk etmez, halkın tepkilerine kulaklarını tıkar ve bildiğini okumaya devam ederse ne olur? Ne olacak; belki seçim için biraz daha bekleriz, ama kendisinin akıbeti pek ‘mübarek’ bir akıbet olmaz. Halkına sırt dönen önderlerin başına eninde sonunda neler geldiğine dair örnekleri son haftalarda çokça gördük. Ateşyan’ın istifa edip seçimin yolunu açması, onu devrik müstebitlerin akıbetinden koruyacak tek yoldur. </span><br /><br /><span style="font-family: arial;"> Yerimiz dar... Dilerseniz biraz da bu haftasonu yapılacak olan Üç Horan seçimlerinden konuşalım ve istifadan sonra izlenecek yolu başka bir yazıda tartışalım.</span>rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-20540398287707172922011-02-04T23:25:00.002+02:002011-02-04T23:28:26.175+02:00Muhalefet: İçerden? Dışarıdan?<span style="color: rgb(0, 0, 102); font-family: arial;">Agos, 4 Şubat 2011</span><br /> <p style="font-family: arial;">Yılan hikâyesine dönmüş Üç Horan Vakfı seçimleri iki yıldır bize çok şey öğretti. Herhangi bir son dakika gelişmesi olmazsa, seçim bu Pazar tek listeyle yapılacak.<br /><br />Muhalif Sarı Liste’yle yola koyulan Efrim Bağ’ın, mevcut yönetim kontenjanından aday olmayı kabul etmesiyle fotoğraf bir hayli değişti. Sarı Liste’nin seçimi kazanacağı zaten düşünülmüyordu, ancak Bağ’ın Apik Harabetoğlu başkanlığındaki yönetime girmesi ve Sarı Liste’nin adaylık başvurusunun kabul edilmemesiyle, seçim yine tek listenin ‘yarışacağı’ bir hal aldı.<br /><br />Baştan beri demokratik bir mücadele yürüten ve bizlere, tutulmuş köşelerde, kapalı kapılar ardında dönen dolaplara karşı da mücadele edilebileceği mesajını veren, bunu yaparken sürekli olarak şeffaflık ve katılımcılık ilkelerini vurgulayan Sarı Liste’ye teşekkür etmek gerek. Bu mücadelenin uzun soluklu olduğu biliniyordu, ve bugünden sonra da sona ermeyeceğini biliyoruz.<br /><br />Yola Sarı Liste’yle çıkıp Harabetoğlu yönetimine sert ve haklı eleştiriler yönelttikten sonra saf değiştiren ve seçime Beyaz Liste’den girmeyi kabul eden Efrim Bağ ve arkadaşları, bu tutumlarını, içeriden verecekleri mücadeleyle Üç Horan’ı demokratikleştirecekleri, halka açabilecekleri teziyle savunuyor ve anlayış bekliyorlar.<br /><br />Bu tip kapalı yapılar söz konusu olduğunda, ‘içerden/dışarıdan muhalefet’ tartışması bütünüyle anlamsız değil. Mutlak surette şunun ya da bunun doğru olduğunu söylemek de her zaman mümkün değil. Gönül ister ki, Bağ ve arkadaşları haklı olsunlar ve Üç Horan’ı şeffaflaştırmak, gerçekten Ermeni toplumunun bütününün yararı haline çalışır hale getirmek, yönetimin içerisinde azınlık grubu olarak verecekleri mücadeleyle mümkün olabilsin.<br /><br />Ancak, bunun çok zor olduğunu görmek için kâhin olmaya gerek yok. Efrim Bağ, daha bir ay önce öfkeyle karşı çıktığı insanlarla aynı masanın etrafında oturacak. Sırf bu bile, zihinlerde bir sürü soru işareti doğmasına neden oluyor, ve yönetim içindeki muhalefet temsilcileri, üzerlerindeki soru işaretlerini giderecek bir yol izlemek zorunda. Öncelikle, Üç Horan’ın sonraki seçimlerinin İstanbul geneline açılmasını sağlamak boyunlarının borcu; çünkü benzer bir trajikomedyanın bir daha yaşanması, Beyoğlu cephesinde hiçbir şeyin değişmediğini gösterecek. Ardından, Üç Horan yönetimi hakkındaki iddiaların üzerine giderek, bunların doğru olup olmadığını ortaya çıkarmalılar. Vakfın mülklerinin kiracıları arasında yönetim kurulu üyeleri veya vakfın avukatları var mı sahiden? Varsa, bu insanlar ne kadar kira ödüyorlar? Kiraladıkları mülkleri üçüncü şahıslara yeniden kiralayarak haksız kazanç elde ediyorlar mı? Vakfın bankada yüklü miktarda birikmiş parası var mı? Varsa, bu para neden toplum yararı için kullanılmıyor?<br /><br />Gün gibi ortada… Görev zorlu. Ama gözler bundan sonra çok daha dikkatli bir şekilde Üç Horan yönetiminin üzerinde olacak. Yönetime girecek muhalif üyeler, vakfın bugüne kadarki çizgisini değiştiremezlerse büyük bir güven kaybına uğrayacaklar. Topluma verdikleri sözü tutmalı ve Üç Horan’ı sorgulanabilir hale getirmeliler. Aksi takdirde eleştirilerin en sertine muhatap olmaları kaçınılmaz.</p>rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-48191359690890303762011-01-30T15:33:00.002+02:002011-01-30T15:41:13.867+02:00Muradyan’a cevaben<span style="font-family: arial; color: rgb(153, 0, 0);">Agos, 28 Ocak 2011</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Armenian Weekly dergisinin yayın yönetmeni Khaçig Muradyan’ın </span><a style="font-family: arial;" href="http://birdirbir.org/blog/yayin/guncel/kimse-hrant-dink-degil/">‘Kimse Hrant Dink Değil’</a> başlıklı yazısına çeşitli itirazlarım var. <a style="font-family: arial;" href="http://www.armenianweekly.com/2011/01/14/mouradian-no-one-is-hrant-dink/">[İngilizce aslı şurada]</a><br /><br /><span style="font-family: arial;"> Ancak öncelikle, o yazıda serdedilen görüşlere dair bence son derece isabetli tespitlerin, geçtiğimiz hafta </span><a style="font-family: arial;" href="http://www.koxuz.org/anasayfa/node/7421">Köxüz internet sitesinde, Garbis Altınoğlu tarafından</a><span style="font-family: arial;">, benim yapabileceğimden çok daha net bir şekilde dile getirildiğini söylemeliyim. (Her iki yazıyı da Basın sayfamızda okuyabilirsiniz)</span><a style="font-family: arial;" href="http://gazete.halkcephesi.net/yazilar/index.php?option=com_content&view=article&id=1343:hic-kimse-hrant-dink-olamaz-m-hacig-muradyana-yant&catid=40:turkiye&Itemid=502"> [Köxüz linki açılmazsa şurayı da deneyebilirsiniz]</a><br /><br /><span style="font-family: arial;"> Muradyan, “Hrant Dink’in sokak ortasında öldürülmesinden dört yıl sonra bile, cenazede binlerce insanın, daha sonra da yüzlerce yazarın Dink’in ölümünü takip eden aylar ve yıllar boyunca tekrarladıkları ‘Hepimiz Hrant’ız, ‘Hepimiz Ermeniyiz’ sloganıyla bir türlü barışamadım” diyerek başladığı yazısında, “kimsenin Hrant Dink olmadığı” gerçeğinden ve gerçek katillerin ortaya çıkmamış olmasından hareketle, “Türkiyeli bir aydın ya da aktivistin klimalı salonlarda Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesinin önemi üzerine konuşmalar yapması, ona, Ermeni olmak şöyle dursun – Ermenilerin acılarını ‘paylaşma’, ‘hissetme’, ‘anlama’ yok edilen ve mülksüzleştirilen Ermeniler için yas tutma hakkı tanımaz” diyor. </span><br /><br /><span style="font-family: arial;"> Muradyan’a göre, “Türkiye’de aydın, yazar ve aktivistler onun ismini proje ve üretimlerinin markası gibi kullanarak Ermenilere, Türklere ve tüm dünyaya sunuyorlar” ve böylece eleştirilemez hale gelmeye çalışıyorlar. Muradyan, Türklerin, Ermenilerin acısına dair “paylaşma, hissetme ve anlama” beyanlarının ise hiçbir anlamı olmadığını, çünkü Türk milli ekonomisinin, büyük ölçüde Ermenilerin mallarına, mülklerine el konmasıyla oluştuğunu, Ermenistan ile Türkiye arasındaki güç asimetrisinin de bu mülksüzleştirmenin sonucu olduğunu söylüyor. Muradyan son olarak, “Ermenilerle gerçek bir duygudaşlık kurabilmenin yolu” nun, Türk “aydın, yazar, ya da aktivistlerin (…) klimalı salonlarından çıkıp Der Zor çöllerinde anmalar düzenlemekten” geçtini belirtiyor.</span><br /><br /><span style="font-weight: bold; color: rgb(0, 0, 102); font-family: arial;"> Ahlaki olmayan zemin</span><br /><br /><span style="font-family: arial;"> Muradyan’ın durduğu yerden bakıldığında, ‘çıkarcı ve fırsatçı Türk aydınları’na had bildiren bir yazı bu. Ama kanımca, tarihte dondurduğu ‘Türk’ denen varlığa hiçbir değişme şansı bırakmayan, sinik bir bakış açısının ürünü olan bu yazı, ahlaki kabul edilemeyecek, milliyetçi bir bakış açısının ürünü. Çünkü bir halkı bir suçtan bütünüyle mahkûm eden bir anlayıştan hareket ediyor. </span><br /><br /><span style="font-family: arial;"> Biz Ermenilerin düştüğü en önemli tuzaklardan biri, mağduriyetimizin, kurbanlığımızın, adaletsizliğe uğramışlığımızın bizi otomatikman haklı kıldığına dair bir önkabule sahip olmamız. Oysa demokrat bir bakış açısını içselleştirmedikçe, haklı olmak için sahip olduğumuz meşru zeminin ayaklarımızın altından kayması işten bile değil. Türkiye’de geçmişi anlamak için gösterilen içten çabayı görmezden gelip mevcut somut koşulları tahlil etme çabasına girişmeden, yukarıdan ve suçlayıcı bir tonla “soyulmanın ve aşağılanmanın ne olduğunu” anlamanın yolu olarak Der Zor’u adres göstermek, Türklerin kendilerini gerçekten sorgulamalarını sağlayacak demokratça bir tavır değil ne yazık ki.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;"> Türkiye’nin 1915’le ilgili esas sorunu, ‘bilmeme’ sorunudur. Bugün Muradyan’ın eleştirdiği, Ermeni sorunuyla yüzleşmek için çaba gösteren aydınların tamamı, çocukluklarında ve gençliklerinde, 1915’te ne yaşandığını bilmiyordu. İnsanların hayatlarının önemli bir bölümünde bilmeden yaşadığı ve sonradan vâkıf olduğu tarihsel bir gerçeklik hakkında, henüz son 15 yıldır, o da hayli mayınlı bir tartışma zemini varken, üstelik devletin balyozu da resmi söylemin dışına çıkanların her daim tepesindeyken, hep daha fazlasını istemek ve bunu bulamayınca da “Bakın işte, yine aynı hesapçı, yalancı Türkler!” diye parmak sallamak kabul edilebilir mi?</span><br /><br /><span style="font-family: arial;"> Muradyan’ın sözünü ettiği aydın grubu ve onların hitap ettiği toplumsal kesimin önemli bir çoğunluğu, geçmişte devlet şiddetinin en hasına, darbelere, hapis cezalarına, işkencelere maruz kaldı. Bugün Türkiye’nin gerçekten demokratikleşmesi ve geçmişiyle yüzleşmesi için çaba gösteren her kişinin bedel ödemeyi göze almış olduğunu ve hep hedefte olduğunu da biliyoruz. Hal böyleyken, bu insanları “klimalı odalarda konuşmak” gibi belaltı tabirlerle vurmaya çalışmak hangi akla hizmet ediyor?</span><br /><br /> <span style="color: rgb(0, 0, 102); font-weight: bold; font-family: arial;">Kimin haddi</span><br /><br /><span style="font-family: arial;"> Türkiye’de geçmişle ve 1915 soykırımıyla yüzleşme çabasının karşısında göz ardı edilemeyecek aktörler var. Devlet, milliyetçiler, toplumun damarlarına nesiller boylunca zerkedilen önyargılar... Buradaki güç dengesini, devletin ve milliyetçilerin Ermeni meselesinde gösterdiği sistemli çabayı, ve bu mücadelenin ne gibi riskler içerdiğini hesaba katmadan, toplumda bu konuda bir farkındalık yaratma yolundaki uzun erimli girişimleri bir çırpıda mahkûm etmek, insanlara “Ermenilerle duygudaşlık kurma” hakkını dahi tanımamak, daha baştan bütün kapıları kapamak değil mi?</span><br /><br /><span style="font-family: arial;"> Türkiye’de bugüne dek önemli kazanımlar elde eden mücadele bin bir farklı cephede ilerliyor. Ermenilerin daha yalınkat 1915 gündemlerinin aksine, Türkiyeli aydınlar için 1915, pek çok simgesel sorundan biri. Elbette ki önemli bir tanesi. Ama mücadelenin bütün amacı, Türkiye toplumunun geçmişiyle hakkıyla yüzleşebileceği, bu arada da 1915’te yaşananları gerçekten idrak edebileceği demokratik bir zemini yaratmak. Bu kadar geniş bir cephede mücadele sürerken, devletle bireyler arasında hiçbir ayrım yapmayıp bütün Türkleri suçlu ilan etmek ne kadar insaflıca?</span><br /><br /><span style="font-family: arial;"> Hrant Dink’in ölümünden sonra, onun adını kullanarak kendi siyasi amaçlarına ulaşmak isteyenler olduğu doğrudur. Ama bu durumu genellemek ve Hrant Dink’in temas edip gerçekten dönüştürdüğü, uyandırdığı ve etkilediği insanları görmemek büyük bir haksızlık. Muradyan’ın, mensup olduğu siyasi geleneğin Hrant Dink’in sağlığında ona hangi suçlamaları yönelttiğini anımsayıp bu konuda bir özeleştiriye girişmek yerine, onun tüm benliğiyle yan yana durduğu Türkiyeli demokratlara yüklenmesi, üstelik bunu Hrant Dink’in adını kullanarak yapması ne kadar ahlaki?</span><br /><br /><span style="font-family: arial;"> “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” sloganı, kişisel düzlemde, biz Ermenilere, olup biteni geri çevirmek mümkün olmadığından, boş, anlamsız gelebilir. Ama siyasi analizler yaparken, bu sloganın Türkler için ne ifade ettiğini, milliyetçi zihniyet karşısında bu sloganın ne anlama geldiğini düşünmek gerekmez mi? Türkiye’de milliyetçilerin bu slogandan neden bu kadar rahatsızlık duyduğu üzerine kafa yormadan, Hrant Dink’i yüreklerinin en derininde anan ve onun yolunda yürümeye çalışan insanlara onun adına had bildirmeye çalışmak, kimin haddine allahaşkına?</span>rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-67042958752173318932011-01-26T07:25:00.002+02:002011-01-26T07:29:20.881+02:00Öz ve söz<span style="font-family: arial; color: rgb(153, 0, 0);">Agos, 21 Ocak 2011</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Manzara net. Cinayetten sonra dört yıl boyunca mahkeme kapısında bir arpa boyu yol kat edemedik.<br /><br />Peki ya, bundan sonra?</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Bundan sonra da her şey aynı mı olacak? Yine oyalanacak, yine eziyet görecek, yine alaya mı alınacağız?</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Bu faili meçhuller diyarında, toplum vicdanının bu kadar derinden gördüğü, derinden bildiği, derinden lanetlediği bir başka cinayet daha olmadı. Tetikçinin, onu bulanın, ona akıl verenin, onu azmettirenin, ona atış talimi yaptıranın, yani bildiğimiz çoluk çocuk takımının ötesine geçen bağlantılar artık cümle âlemin malumu. Avukatların ve gazetecilerin ortaya çıkardığı gerçekler, ilmek ilmek, düğüm düğüm, adım adım bizi devlet görevlilerine, askeriyle, polisiyle, bürokratıyla devlet yapısına ve zihniyetine doğru götürüyor. Devletlu zevatın suçluluğu ‘bö’ diyor! Bunu artık hepimiz biliyoruz.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Gazeteciler Nedim Şener’in, Kemal Göktaş’ın, Demet Bilge Ergün ve Timur Soykan’ın, İsmail Saymaz’ın, adını anmadığım çok sayıda muhabir arkadaşın ve son olarak Adem Yavuz Arslan’ın ortaya çıkardığı gerçekler, en ufak şüpheye yer bırakmayacak şekilde, devlet içinde birilerinin önce Hrant Dink’in kalemini kırma kararı verdiğini, sonra da bu kararın infaz edilmesi için, yine devlet görevlileri tarafından desteklenen bir çetenin harekete geçirildiğini gösteriyor bize.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Bildiklerimiz zaten bini aşıyordu, son bir hafta içerisinde Nedim Şener ve Adem Yavuz Arslan’ın kitaplarıyla ortaya çıkan yeni bilgiler de, ezberden bildiğimiz resmin doğruluğunu teyit eden kanıtlar içeriyor. Geçen hafta Şener’in kitabından alıp Agos’un manşetine taşıdığımız belgelerde, İstanbul Emniyeti’nin, Emniyet arşivinde Hrant Dink’in tehdit edilmesine ilişkin herhangi bir istihbari belge bulunmadığına dair yalanından; Erhan Tuncel’in Nedim Şener’e gönderdiği mektuplardaki ifadelere; Trabzon’dan İstanbul’a hareketinde Ogün Samast’a astsubay Satılmış Şahin’in eşlik ettiğine; gayrimüslimlere yönelik saldırıların hangi MGK politikalarıyla başlatıldığına varana dek, normal bir ülkede dağı taşı yerinden oynatacak yeni kanıtlar ortaya çıktı.</span><br /><br /><span style="font-family: arial; font-weight: bold;">‘Operasyonlar’ arasında bağlantılar</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Özellikle Rahip Santoro cinayeti ve Malatya katliamıyla Hrant Dink cinayeti arasındaki bağlantılar, askeri plan ve belgelerde ‘operasyon’ diye anılan bu cinayetlerin devlet içerisinde uzandığı yerleri açıkça ortaya çıkarıyor. Her üç cinayette jandarmanın oynadığı rol üzerine, Malatya’daki mahkemeye gizli bir tanık tarafından verilen ifadeyle ortaya çıkan kanıtların üzerine gidilebilirse, Adem Yavuz Arslan’ın deyişiyle, “2005, 2006 ve 2007’de yapılan derin operasyonlar hakkında fotoğrafın berraklaşması sağlanabilir.”</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">18 Ocak tarihli Zaman’daki yazılarında Şahin Alpay ve Bülent Korucu, Malatya cinayetinin bu anlamdaki kilit rolüne dikkat çekiyordu. Ayrıca, konuyu yakından takip eden ve geçtiğimiz hafta bir rapor yayımlayan European Stability Initiative (Avrupa İstikrar Girişimi Derneği) de, 2007 ve önceki yıllarda işlenen cinayetlerle ilgili olarak, “Siyasi şiddet ve sorumlularının cezasız kalmaları geleneği son bulduktan sonra ancak Türkiye’nin güvenilir ve geri dönülmez bir biçimde demokratikleşme yoluna girdiği söylenebilir” sözleriyle, meselenin Türkiye demokrasisi açısından kilit rolünün altını çizdi.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Geçen haftaki yazıda, yeni bir Türkiye’nin ancak siyasetler üstü bu suç birliğinin bozulmasıyla doğacağını, bu dönüşüm gerçekleşene kadar da her açılımın eksik, her demokratikleşme adımının yarım, her reformun şüpheli kalmaya mahkûm olacağını yazmıştım.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Hrant Dink son yazılarında medyanın, Kemal Kerinçsiz grubunun, daha sonra Veli Küçük’ün mahkemeye gelmesiyle Kerinçsizlerin de ötesine geçen bir yapının kendisini tehdit ettiği açıkça yazdı. Hrant Dink, adeta canlı yayında işlenen bir cinayetle katledildi.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Bu cinayet aydınlatılmazsa, değiştiğine, demokratikleştiğine inandığımız Türkiye’de hep bir şeyler eksik kalacak. Dava üç, beş çocukla sınırlı tutulursa Türkiye’nin aslında hiç değişmediğini anlayacağız. İttihatçılıkla başlayan, devleti ve Türk etnik kimliğini yücelten, bir hâkim millet psikolojisini Türklerde yerleştiren, ‘diğerleri’ni ise bilinçli ya da bilinçsiz olarak hakir gören, katlanılır gösteren zihniyetin hükmünü sürmeye devam ettiğini anlayacağız.</span><br /><br /><span style="font-family: arial; font-weight: bold; color: rgb(0, 0, 102);">Tetikçi bulmak neden bu kadar kolay?</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Buradan baktığımızda, Hrant Dink cinayetinin neden bir simge olduğunu anlarız. Yakın tarihlerde, Rahip Santoro öldürülmüştü. Cinayetten sonra ise Malatya’da üç Hıristiyan hunharca katledildi. Bütün bunlar birtakım darbe planları dahilinde yapıldı muhtemelen. İktidar kavgasının çok daha ötesine geçen asıl ve derin sorun ise, bu memlekette bu tür planları yapanların ve onların tetikçilik için kandırabilecekleri 18 yaşından küçük çocukların bu kadar kolay bulunuyor olması.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Ergenekon devlet içinde yuvalanmış bir grubu temsil ediyor, ama cinayeti işleten zihniyetin daha derin kodları var. Bugüne dek hep cinayetin arkasındaki “büyük ağabeyler” ortaya çıksın dedik. Ama büyük ağabeyler, asıl o devletçi zihniyetin yıkımını sağlayabilirsek önemli olacak. Çünkü o ilişkilerin ucunun gittiği yerler Türkiye’deki devlet yapısını kökten tehdit ediyor.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Bir kez daha açıkça görelim: Türkiye gelecekte, yakın tarihteki darbe girişimlerini ve bunlara karışan subayları mahkûm etmiş, darbeyi tarihinden silmiş bir ülke olabilir, ama tek başına bu, gerçek demokrasiye kavuştuğumuz anlamına gelmeyecek. Ancak bu cinayetler, faili meçhuller, Toplumsal Bellek Platformu’nda birleşen ailelerinin yakınlarının ve Cumartesi annelerinin çocuklarının nasıl öldürüldüğü ortaya çıktığında gerçekten demokratik bir ülke olacağız. Sözde değil, özde…</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Ancak o zaman Derin Devlet, JİTEM, Kontrgerilla korkumuz olmayacak. Ancak o zaman sorunlarımızın gerçek çözümü yoluna girmiş olacağız.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Bütün bu hayaller gerçek olana kadar, mücadeleye devam.</span>rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-40207555077415030732011-01-15T15:40:00.002+02:002011-01-15T15:44:09.173+02:00Siyasetler üstü suç birliği<meta equiv="Content-Type" content="text/html; charset=utf-8"><meta name="ProgId" content="Word.Document"><meta name="Generator" content="Microsoft Word 11"><meta name="Originator" content="Microsoft Word 11"><!--[if gte mso 9]><xml> <w:worddocument> <w:view>Normal</w:View> <w:zoom>0</w:Zoom> <w:hyphenationzone>21</w:HyphenationZone> <w:punctuationkerning/> <w:validateagainstschemas/> <w:saveifxmlinvalid>false</w:SaveIfXMLInvalid> <w:ignoremixedcontent>false</w:IgnoreMixedContent> <w:alwaysshowplaceholdertext>false</w:AlwaysShowPlaceholderText> <w:compatibility> <w:breakwrappedtables/> <w:snaptogridincell/> <w:wraptextwithpunct/> <w:useasianbreakrules/> <w:dontgrowautofit/> </w:Compatibility> <w:browserlevel>MicrosoftInternetExplorer4</w:BrowserLevel> </w:WordDocument> </xml><![endif]--><!--[if gte mso 9]><xml> <w:latentstyles deflockedstate="false" latentstylecount="156"> </w:LatentStyles> </xml><![endif]--><style> <!-- /* Style Definitions */ p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal {mso-style-parent:""; margin:0cm; margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:12.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-fareast-font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:EN-US; mso-fareast-language:EN-US;} @page Section1 {size:612.0pt 792.0pt; margin:72.0pt 90.0pt 72.0pt 90.0pt; mso-header-margin:35.4pt; mso-footer-margin:35.4pt; mso-paper-source:0;} div.Section1 {page:Section1;} --> </style><!--[if gte mso 10]> <style> /* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;} </style> <![endif]--><span style="color: rgb(153, 0, 0); font-weight: normal;">Agos, 14 Ocak 2011</span>
<br /><p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><strong><span style=""><o:p></o:p></span></strong></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt;font-family:arial;"><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgVcjw76qHS2mMxlOyT3O8lI_8BmA_BuVwjehUmTpaNulrO6yvhIy9aXtl_EQBmc_1lRfNvXcNvNgGic6cVUsmRAnlVVg5FvrK5EoEcQ4Ro_OV9I-X6nSAXKDjTAzdENRfchE76_g/s1600/hirantdink.jpg"><img style="float: right; margin: 0pt 0pt 10px 10px; cursor: pointer; width: 320px; height: 240px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgVcjw76qHS2mMxlOyT3O8lI_8BmA_BuVwjehUmTpaNulrO6yvhIy9aXtl_EQBmc_1lRfNvXcNvNgGic6cVUsmRAnlVVg5FvrK5EoEcQ4Ro_OV9I-X6nSAXKDjTAzdENRfchE76_g/s320/hirantdink.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5562407831832404898" border="0" /></a><span style="font-family: arial;font-size:100%;" ><strong><span style="font-weight: normal;">İnsanlık adına yapılmış bir heykelden ucube diye söz eden ve onun kaldırılacağı müjdesini veren bir Başbakan’la, “90 bin şehit daha vermek için” ant içmiş bir Dışişleri Bakanı’na sahip bir ülkede, yetim bir halkın yetim bir çocuğunun katledilmesinin hakkını nerede arayacaksınız?<o:p></o:p></span></strong></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><strong><span style="font-weight: normal;">Hrant Dink’in oğlu Arat’ın geçen sene bütün Türkiye’nin gözünün içine baka baka söylediklerinden sonra artık söylenecek hangi söz kaldı?<o:p></o:p></span></strong></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><strong><span style="font-weight: normal;">Her şey o gün de göz önünde değil miydi?<o:p></o:p></span></strong></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><strong><span style="font-weight: normal;">Onun nasıl adım adım hedef haline getirildiği görülmüyor muydu? <o:p></o:p></span></strong></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><strong><span style="font-weight: normal;">Nasıl katledildiği daha ilk dakikadan bilinmiyor muydu? <o:p></o:p></span></strong></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><strong><span style="font-weight: normal;">Tetikçi daha ilk günden kahraman muamelesi görmedi mi? <o:p></o:p></span></strong></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><strong><span style="font-weight: normal;">Daha ilk ayda bütün Emniyet ve Jandarma bağlantıları ortaya çıkmamış mıydı? <o:p></o:p></span></strong></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><strong><span style="font-weight: normal;">Devletin onun kalemini kırdığını, bu cinayetin müştereken ve taammüden işlenmiş bir suç olduğunu en cahilinden en okumuşuna Türkiye’de her vatandaş en son hücresine kadar bilmiyor muydu? Bilmiyor mu?<o:p></o:p></span></strong></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><span style="">Hrant’ın Arkadaşları’nın 19 Ocak için yaptıkları çağrıda söylendiği gibi, “Dört yıldır yürekleri yok, yüzleri yok” ki bu sorulara ve daha yüzlercesine cevap versinler.<o:p></o:p></span></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><b style=""><span style=""><span style="color: rgb(0, 0, 102);">Görene görünür</span><o:p></o:p></span></b></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><span style="">Maktul bir gazeteci olduğuna göre, yazılarının tanıklığı her şeyden daha önemli olmalı. Fazla uzağa gitmeye hacet yok. Artık herkesin çok iyi bildiği o son iki yazıya bir kez daha bakmak yeter. Bizim için kerteriz noktası orada. O yazılarda sözünü ettiği, kendisini “açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç”ün kimler olduğunu anlamak için allame-i cihan olmaya gerek yok.<strong><span style="font-weight: normal;"><o:p></o:p></span></strong></span></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><span style="">Türk Ceza Kanunu’nun Türklüğü aşağılamayı cezalandıran 301. maddesinden mahkûm olmasının ardından sorduğu sorunun yanıtı da hiç zor değil. “Benim Ermeni olmamın bu sonuçta bir rolü oldu mu?” diye sormuştu, hatırlıyor musunuz?
<br />Kerinçsiz grubuyla ve daha ötesiyle ilgili söyledikleri yeterince açık değil miydi anlayan için: “Peşimde tekrar birileri vardı. Onları seziyordum. Ve onların Kerinçsiz ekibiyle sınırlı ve salt onlardan oluşacak denli sıradan ve görünür olmadıklarını çok iyi biliyordum.”<strong><span style="font-weight: normal;"> <o:p></o:p></span></strong></span></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><strong><span style="font-weight: normal;">Avukatımız Fethiye Çetin, cinayetin dördüncü yıl raporunda bakın ne diyor: “</span></strong><span style="">Sıradan ve olağan bir cinayet olayında şayet maktul,<span style=""> </span>ölümle tehdit edildiğine, hedef gösterildiğine ilişkin bir yazı, bir mektup bırakmış ise, soruşturmayı yürüten savcı, bu mektubu, ya da yazıyı dikkate almak ve bu mektupta adı geçenler hakkında soruşturma yapmak zorundadır.”<o:p></o:p></span></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; text-align: justify; font-family: arial;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><span style="">Hal böyleyken, <i style="">s</i>oruşturmayı yürüten savcılar, Hrant Dink’in söz konusu yazılarını görmezden gelmediler mi? <o:p></o:p></span></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; text-align: justify; font-family: arial;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><span style="">Derdimiz çoktur, hangisine yanalım?<o:p></o:p></span></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; text-align: justify; font-family: arial;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><strong><span style=""><span style="color: rgb(0, 0, 102);">Kötü kopya</span><o:p></o:p></span></strong></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><strong><span style="font-weight: normal;">Türkiye’nin sağcıları, solcuları, ilericileri, muhafazakârları, devrimcileri, dindarları, Türkleri, Kürtleri… Evet, hepimiz bin bir türlü badirelerden geçiyor, bin bir türlü mücadelenin içinde yoğruluyoruz. Bu mücadelenin gidişatına göre kâh o tarafa kâh bu tarafa eğiliyor, öyle veya böyle bir yol alıyoruz. <o:p></o:p></span></strong></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><strong><span style="font-weight: normal;">Siz görseniz de görmeseniz de, anlasanız da anlamasanız da, idrak etseniz de etmeseniz de, bu mücadelede asıl test, Ermeni meselesidir. Ermeni olmamıza bakıp da bunu Ermeni davasının bayraktarlığına soyunmamıza yormayın, muradımız bu memleketin geleceğiyle ilgili. <span style=""> </span>Ve tam da bu yüzden, tarihte kaldığı sanılan Ermeni kıyımının o kadar da tarihte kalmadığını, bugün hâlâ devam ettiğini gösteren Hrant Dink cinayetidir asıl sınav. <o:p></o:p></span></strong></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><strong><span style="font-weight: normal;">Öncesi ve sonrasıyla, esas olarak Türkiye’de devleti ve Türk etnik kimliğini yücelten bir zihniyetin ürünü bu cinayet; biraz izan sahibi olanlar bu nokta üzerinde anlaşıyor. İttihatçılık, Kemalizm, vatanseverlik, İslamcılık, Nizamı alemcilik, Neo Osmanlıcılık, milliyetçilik, ulusalcılık, ırkçılık, ülkücülük, Hıristiyan karşıtlığı… Bu toprakların şiddet besleyen bütün ideolojilerinin ortaklaşa peydahladığı kara bir leke 19 Ocak.<o:p></o:p></span></strong></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><strong><span style="font-weight: normal;">Bu ideoloji çorbasının yarattığı iklim sayesindedir ki, askerle, polis, darbeciyle istihbaratçı, beyaz Türk gazeteciyle muhafazakâr bürokrat, cinayeti işleyip sonra da üzerini örtmeye, unutturmaya çalıştı. Birlikte.<o:p></o:p></span></strong></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><span style="">Buna karşılık, Hrant Dink’in katledilmesinin milyonlarca Türkiyelinin ruhunda açtığı derin yarığın nedeni, bu suç birliğinin farkında olmaktı. Agos’un kuruluşundan sonra yaptığı her şeyle kendini göstere göstere Türkiye toplumuna ‘emanet’ etmiş bir Ermeni’ye sahip çıkamamanın suçluluğuydu aynı zamanda. Hepimizin gözü önünde, adeta canlı yayında gerçekleşen bu ölüm, ta doksan küsur yıl önceki cinayetlere bağlanıyordu.<strong><span style="font-weight: normal;"><o:p></o:p></span></strong></span></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><strong><span style="font-weight: normal;">İşte bu yüzden, yeni bir Türkiye de, ancak bu siyasetler üstü suç birliğinin bozulmasıyla doğacak. Bu hayırlı milat gerçekleşene kadar da her açılım eksik, her demokratikleşme adımı yarım, her reform şüpheli kalmaya mahkûm olacak.</span></strong><strong><span style=""> <span style=""> </span><o:p></o:p></span></strong></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><strong><span style="font-weight: normal;">Cinayetin işlendiği gün</span></strong><strong><span style="">, </span></strong><span style="">Hrant Dink’le birlikte, içimizdeki değişime dair umutları toprağın bin kat dibine gömüldüğünü düşündük. Ne kadar çalışıp çabalarsanız, ne kadar ter dökerseniz dökün, yeni bir geleceği inşa etmek, geçmişi konuşup tartışmak için elzem olan en küçük siyasal zeminin dahi var olmadığını görmekti en büyük hayal kırıklığını yaratan. Umudu yeniden gün yüzüne çıkarmak, ancak ve ancak bu davanın arkasındaki bütün pisliğin ortalığa saçılmasıyla mümkün. Hep birlikte makûs talihimizi ancak o gün yenebileceğiz. Yanımızdakini kimliğimizin şu ya da bu yüzüyle alt etmekten vazgeçmeyi öğrendiğimiz gün. <span style=""> </span><o:p></o:p></span></span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt;font-family:arial;"><span style="font-size:100%;"><span style=""><span style="font-family: arial;">Yarın darbe girişimlerini mahkûm etmiş bile olsa, Hrant Dink cinayetini üç beş tetikçiyle sınırlı tutup kapatmış bir Türkiye, belki bugünkünden daha demokratik bir görünüme sahip olabilir. Ama geçmiş cinayetlerin çamurları eteklerinden temizlenmemiş bir demokrasi, gerçekten adil bir yönetimin ancak kötü bir kopyası olabilir. Zamanla koflaşacak, içi boşalacak, sonra da puf diye yıkılıp gidecek kötü bir kopya.</span> <o:p></o:p></span></span></p> <p class="MsoNormal" face="arial" style="margin-top: 6pt;"><span style="font-size:100%;"><span style=""><o:p> </o:p></span></span></p> rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-69437303297768944862011-01-12T01:50:00.002+02:002011-01-12T01:52:45.439+02:00Kürtler ve geçmişin karabasanları<span style="color: rgb(153, 0, 0);">Agos, 7 Ocak 2011</span><br /><br />Kürtlerin demokratik özerklik ve iki dillilik talepleri iktidar ve muhalefet partilerinin yüksek perdeden tepkisiyle karşılandı. Geleneksel tek devlet, tek millet, tek dil, tek bayrak söylemini daha daha yükseltmekte herkes birbiriyle yarışıyor. Kürtlerin her yeni siyasi talebi, memleketin batısında, kimin daha has Türk milliyetçisi olduğunu ispatlamak için yeni bir davet olarak algılanıyor.<br /><br />Bu taleplerin zamanlaması ve içeriği konusunda DTK veya BDP çizgisiyle hemfikir olmayabilirsiniz, bundan daha doğal bir şey yok, ama şeytan görmüş gibi, daha fazla kandan başka hiçbir sonucu olmayacak milliyetçiliğe sarılmanın kabul edilebilir, mantıklı bir açıklaması da yok. Bir avuç daha fazla oy için bunca bedel ödemeye değer mi?<br /><br />Milliyetçiliğin sahneye çıkmak için sürekli olarak fırsat kolladığı bir ortamda, hükümet Ergenekon yargılamaları nedeniyle esasında kırılgan bir durumdayken, atılacak olası barış adımlarını engelleyecek adımlardan kaçınmak Kürt siyasilere düşen önemli bir sorumluluk şüphesiz. “İki ayrı bayrak” gibi, hem Türk milliyetçiliğine prim sağlayacak hem de özünde milliyetçi açıklamalardan kaçınmak gerektiğinden söz ediyorum. Nitekim, Abdullah Öcalan’ın avukatlarıyla son görüşmesinde, DTK’nın duyurduğu taslağı belirli noktalarda eleştirmesi de, Kürt siyasetinde bağımsız bir aydın duruşu geliştirmek için çaba sarf eden Orhan Miroğlu’nun daha önce dile getirdiği “yanlış zamanda doğru talepler” eleştirisinin çok da haksız olmadığını gösteriyor.<br /><br />Ancak Kürt siyasi hareketinin, konforlu koltuklarımızda otururken tespit etmekte zorlanmadığımız bu tip göreli stratejik hataları, ‘Türk’lere pervasızlaşma hakkını neden veriyor? Bunu anlamak sahiden zor.<br /><br /><span style="font-weight: bold; color: rgb(0, 0, 102);">Bağımsızlıktan vazgeçeli çok oldu</span><br /><br />Beğenelim ya da beğenmeyelim, Kürt partileri yıllardır, bağımsız bir ulus-devlet projesini artık benimsemediklerini her fırsatta ilan ediyor, bu konuda güvenceler veriyor. Bu tavır DTK’nın demokratik özerklik taslağıyla ortaya çıkmış değil, daha öncelere uzanıyor. Misal, üç buçuk yıl önce yine Diyarbakır’da, toplanan DTP kongresinin sonuç bildirgesinde, partinin yaklaşımı şu sözlerle ortaya konuyordu:<br /><br />“(H)er ulus için ayrı bir devlet talep etme gibi felsefik ve konjönktürel gerçeklikten uzak ve halkların birbirini boğazlamasına kadar gidebilecek bir süreci tetikleyecek siyaset anlayışı yerine, halkların demokratik birliğini esas alan, demokrasiyi genel bir meclise hapsetmeyen, halkın tartışma ve karar mekanizmalarına katılımını kolaylaştıran, toplumun temel bütün sorunlarını en iyi şekilde ve yerinde çözüme kavuşturacağı bir siyasi ve idari yapılanma modeli, kendini büyük bir ihtiyaç olarak dayatmaktadır. Kongremiz, ülke bütünlüğü içinde halkın yerelde söz ve karar sahibi olmasını sağlayacak ve tüm farklılıkların kendini özgürce ifade edebileceği düzeyde özerklik kazanması temeline dayanan modelin çağdaş kavramlaştırılışını ‘demokratik özerklik’ biçiminde tanımlamaktadır. Demokratik öz yönetim anlamına gelen demokratik özerklik, Demokratik Cumhuriyet’in içinin doldurulmasıdır.”<br /><br />Olası yanlış anlamalara ve çarpıtmalara karşı supap niyetine, bildirgede bir de şu cümle yer alıyordu:<br /><br />“Bu yapı federalizmi ya da etnisiteye dayalı özerkliği ifade etmez; merkezi yönetimle iller arasında kademelendirilmiş demokratik bir yeni idari takviyedir.”<br /><br />Manzara bu kadar açıkken ve Kürtler, o günden bu yana tüm baskı ve engellemelere, operasyonlara karşı, el yordamıyla da olsa bu taleplerin altını doldurmaya çalışırken, Türklerin büyük çoğunluğu, içeriği bir türlü anlaşılamayan ve Habur’daki karşılama töreninden sonra rafa kalkan açılım sürecini baltalamakla meşguldü. Bugün de hâlâ, aynı büyük çoğunluk, Meclis’te Gülten Kışanak’a Türkçe sözlük armağan eden aklıevvellerin tepkileri destekliyor.<br /><br />Peki bu iş nasıl olacak? Karşınızdakini hep döverek onunla nasıl barışacaksınız?<br /><br /><span style="font-weight: bold; color: rgb(0, 0, 102);">Abagetronatsum</span><br /><br />Yazmıştım. Bugün Kürt sorunu çevresinde yaşadıklarımız, bana sık sık, 1915 öncesinde İttihatçılarla Ermeni siyasi partileri arasında geçen reform tartışmalarını hatırlatıyor. 1908’de Sultan Abdülhamid istibdadına son veren İttihatçıların yanında saf tutan Ermeniler, daha özgür bir rejim için Meşrutiyet yönetimini desteklemişti. Temel beklenti, adem-i merkeziyet (Ermenicede ‘abagetronatsum’, yukarıdaki DTP metnindeki ‘öz yönetim’) ilkesinde vücut buluyordu. İdari yapılanmanın adem-i merkeziyet esasına göre yeniden örgütleneceği, dolayısıyla zikredilen sorunların çözüleceği yolundaki büyük bir umut vardı.<br /><br />Ancak İttihatçılar iktidarda güçlendikçe, sözlerini unuttular. Ermeni vilayetlerinde öz yönetimi güçlendirmenin özerklik ilanına zemin hazırlayacağı korkusuyla, reform taleplerini daima geri plana ittiler. 1914’te, uluslararası koşulların dayatmasıyla, iki yabancı genel valinin kontrolünde gerçekleşecek bir reform taahhüdüne girmiş olsalar da, I. Dünya Savaşı’nın çıkmasını fırsat bilip bu planı tarihin çöplüğüne göndermekten çekinmediler.<br /><br />Sonrası hepimizin malumu: Tehcir, katliamlar, Anadolu Ermenilerinin kökünün kazınması.<br /><br />Bu geçmişe ve bugün de reform taleplerinin yükselttiği milliyetçi tepkilere bakınca, ‘adem-i merkeziyet’, ‘yerinden yönetim’, ‘öz yönetim’, ‘abagetronatsum’, ‘demokratik özerklik’, adına ne dersek diyelim, bölgesel yönetimleri güçlendirme yönündeki taleplerin ‘Türk’ devlet geleneğinin kırmızı çizgisi olduğunu ve bu noktada taviz vermeme tavrının zaman içinde pek değişmediğini görebiliriz.<br /><br />Bu talepler bugünün Batı dünyasında her ne kadar doğal ve demokrasinin gereği sayılsa da, otoriter bir tek parti rejimi altında kurulan ve on yılda bir darbelerle demokrasisi kadük kılınan bu devletin yönetsel özü, yerinden yönetime uygun görünmüyor. Bu bakımdan bir zihniyet devrimine ihtiyaç olduğu kesin. Türkiye’de demokrasi mücadelesi işte tam da bu yüzden hayati.<br /><br />Türkiye, Kürtlerin barışçı talep ve önerilerine kulak tıkadıkça, “Yüz yıl öncenin karabasanları tekerrür eder mi acaba?” sorusu başımızın üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallanmaya devam edecek. Barışa en yakın olduğumuzu sandığımız bir zamanda, aslında en zorlu sınavlardan geçiyoruz.rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-14892789700060410462010-12-29T18:16:00.004+02:002010-12-29T18:24:50.369+02:00O zaman çukuru gösterin<div style="text-align: left;"><span class="Apple-style-span" style="white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><span class="Apple-style-span" style="color:#990000;">Agos, 31 Aralık 2010</span></span></span></div><span class="Apple-style-span" style=" ;font-family:Times;font-size:medium;"><div style="margin-top: 0px; margin-right: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; background- color:transparent;"><span class="Apple-style-span" style="white-space: pre-wrap;"><b><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span></b></span></div><div style="margin-top: 0px; margin-right: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; background- color:transparent;"><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Bayramların mutluluğu bazı evlerde buruk yaşanır. Zenginlikle ya da fukaralıkla ilgisi yok... Başkalarının büyük kutlama günleri bazı hanelere eksikliklerini, yarım kalmışlıklarını hatırlatır her şeyden çok. Hiç konuşulmasa, hep etrafından dolanılsa da, birilerinin yokluğu, tekinsiz bir natamamlığı getirir ziyafet sofrasına, bir türlü tam olamamayı, hep eksik kalmayı... Siz görmeseniz de, soğuk soğuk parlayan kör bir bıçak, tepelerde bir yerde sallanır durur. Kimse de onu kovmaya kalkmaz. Hane halkı bir arada da olsa, o gün herkes bir başınadır. Herkes kendi iç-evinde, kendi hesaplaşmasında.</span></span></div><div style="margin-top: 0px; margin-right: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; background- color:transparent;"><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"> </span></span><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Bayramlar bazı evlerde buruk yaşanır. En çok da, şeklen bir aileye benzediği halde, o eksiklik hissi nedeniyle aile olma özelliğini hepten yitirmeye yüz tutmuş insanların hanelerinde. Açık yaralar en çok o gün görünür. Bu sebeptendir bazılarının bayramları sevmemesi. </span></span><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span><p style="text-align: center; margin-top: 0pt; margin-bottom: 0pt; "><span class="Apple-style-span" style="white-space: pre-wrap;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span></span></p><p style="text-align: center; margin-top: 0pt; margin-bottom: 0pt; "><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">*</span></span></p><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><div style="margin-top: 0px; margin-right: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; background- color:transparent;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span></div><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Her ölüm erken ölümdür. Ama bazı ölümler isyan duygusu yaratmaz, kabullenilir. Ne de olsa hayatın en büyük, en mutlak gerçeğidir ölüm. Metanetle karşılanması, belli bir süre üzüntü duyduktan sonra unutulması beklenir. Metanetle karşılamayan, bir süre üzülüp unutamayanlar, yaşadığımız hayatın dışına itilmeye çalışılır.</span></span></div><div style="margin-top: 0px; margin-right: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; background- color:transparent;"><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span></span></div><div style="margin-top: 0px; margin-right: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; background- color:transparent;"><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Peki ya ölümün bir bedeni yoksa? Yıldönümlerinde ziyaret edilecek, bir demet çiçek bırakılacak, toprağı bir kova suyla sulanıp yanık bağırları ferahlatacak bir mezar yoksa? Âlemin her köşesinde, insan evladının başına gelebilecek en büyük felaket budur ve bu en büyük felaketin bu kara topraklardaki cisimleşmiş hali de Cumartesi Anneleri’dir. Onlar, yıllardır bu anlatılamaz, bu anlaşılamaz acıyla yaşamak zorunda bırakıldı. </span></span></div><div style="margin-top: 0px; margin-right: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; background- color:transparent;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><span style="color: rgb(0, 0, 0); font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; color:transparent;"></span></span><span class="Apple-style-span" style="white-space: pre-wrap;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span></span><span style="color: rgb(0, 0, 0); background- font-weight: normal; font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; color:transparent;"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 266px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgfl54TWgsM67ig2pV1SynH_H7Knvpttohyphenhyphen5Tpo_5aGxMa8sLA8SCf5_T2MyjwRUAf1mQsA3jqSPs3aidgf53nQdFjesi_WypFxHW80fhaSKZsobNX_g3gdFAEGXzjqT8rTF5E_Ng/s400/pelegrin.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5556140160180401586" /></span></div><div style="margin-top: 0px; margin-right: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; background- color:transparent;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial, serif;"><span class="Apple-style-span" style="white-space: pre-wrap;"><br /></span></span></div><div style="margin-top: 0px; margin-right: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; background- color:transparent;"><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">15 Şubat 1995’te gözaltına alınıp kaybedilen Rıdvan Karakoç’un ağabeyi Hasan Karakoç’un “Biz en azından şanslıyız. Çünkü çiçek koyabileceğimiz bir mezarımız var. Bu insanlar, işkencelerde, kalorifer kazanlarında kaybedilen insanların kemiklerini istiyor” demesi boşa değil.</span></span><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Başında ağlayabileceği bir mezar için 15 yıldır karda kıyamette, polis copunun, panzerinin altında oturuyor analar. </span></span><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span></span></div><div style="margin-top: 0px; margin-right: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; background- color:transparent;"><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Evlatları, bu devletin istediği türden sadık vatandaşlar olmadıkları için, başka türlü bir dünya istedikleri için veya sırf Kürt oldukları için gözaltına alındıktan sonra, devletin memurları tarafından yok edildiler. Polisler, askerler, komiserler, yüzbaşılar, emniyet müdürleri, generaller; onların da her biri aile babası, her biri anasının bir tanesi, göz göre göre cinayet işlediler, katilleştiler. </span></span><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span></span></div><div style="margin-top: 0px; margin-right: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; background- color:transparent;"><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Pusu bu toprakların kanlı ve kadim geleneğidir, iyi biliriz. 1994’te İstanbul Aksaray’da gözaltına alındıktan sonra kaybedilen DEV-GENÇ’li İsmail Bahçeci’nin kardeşi Umut Bahçeci, kardeşini kaybedenlerden hesap sorduklarında, dönemin bakanı Azimet Köylüoğlu’nun, annesine “Çocuğunu almışlardır, öldürmüşlerdir, bir çukura atmışlardır” dediğini anlattı geçtiğimiz cumartesi. Annesi, bakana, “O zaman çukuru gösterin!” demişti. </span></span><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span></span></div><div style="margin-top: 0px; margin-right: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; background- color:transparent;"><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Analardan o çukuru bile esirgediler. </span></span><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span><p style="text-align: center; margin-top: 0pt; margin-bottom: 0pt; "><span class="Apple-style-span" style="white-space: pre-wrap;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span></span></p><p style="text-align: center; margin-top: 0pt; margin-bottom: 0pt; "><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">*</span></span></p><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><div style="margin-top: 0px; margin-right: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; background- color:transparent;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span></div><div style="margin-top: 0px; margin-right: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; background- color:transparent;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Cumartesi Anneleri, 24 Nisan 2010’dan bu yana, o pusu geleneğinin kurbanı, çukursuz, mezarsız, duasız kalmış Ermeni aydınların, İstanbullu Krikor Zohrab’ın, Harputlu Tılgadıntsı’nin, Siverekli Rupen Zartaryan’ın, Sivaslı Doktor Nazaret Dağavaryan’ın resimlerini de gösteriyor Galatasaray meydanında, gören gözlere. </span></div></span><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><div style="margin-top: 0px; margin-right: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; background- color:transparent;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span></div><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Bir arkadaş yaklaşıp, “Şu resimleri taşımak Cumartesi Anneleri’ne ne de çok yakışıyor, değil mi?” diye soruyor. </span></span><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span></span></div><div style="margin-top: 0px; margin-right: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; background- color:transparent;"><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Bu nasıl memleket? Acılarda buluştuğumuz için kendimizi mutlu hissediyoruz. Mutluluk bile keder dolu.</span></span><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span></span></div><div style="margin-top: 0px; margin-right: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; background- color:transparent;"><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">İşte bu da, bu garip memlekette bir yeni yıl yazısı. </span></span><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span></span></div><div style="margin-top: 0px; margin-right: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; background- color:transparent;"><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Cumartesi Anneleri, analarımız bilsinler ki, sadece Galatasaray’da değil, 15 yıldır gönlümüzün tahtında da oturuyorlar. </span></span><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span></span></div><div style="margin-top: 0px; margin-right: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; background- color:transparent;"><span style="font-style: normal; text-decoration: none; vertical-align: baseline; white-space: pre-wrap; "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Yeni yıllara bugünkünden daha mutlu girecekleri zamanlara...</span></span></div><div style="margin-top: 0px; margin-right: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; background- color:transparent;"><span class="Apple-style-span" style="white-space: pre-wrap;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><br /></span></span></div><div style="margin-top: 0px; margin-right: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; background- color:transparent;"><span class="Apple-style-span" style="white-space: pre-wrap;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">(Fotoğraf: Paolo Pellegrin)</span></span></div></span>rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-14933485982170538562010-12-29T18:10:00.002+02:002010-12-29T18:14:31.553+02:00Gomidas’ı anarken<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiCG70fpCugonpcILEn_GrGulYywHPjFLNfOqe8iiFPssvj_Z_9t0livudTN8AnKOm5W8B-gRvYz3iezQc9GraorO3u9gASi9F8iudMllKQaW7SVhRrH24azrSrIQBTCo55neOuAQ/s1600/Gomidas-AFIS1.jpg"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 225px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiCG70fpCugonpcILEn_GrGulYywHPjFLNfOqe8iiFPssvj_Z_9t0livudTN8AnKOm5W8B-gRvYz3iezQc9GraorO3u9gASi9F8iudMllKQaW7SVhRrH24azrSrIQBTCo55neOuAQ/s320/Gomidas-AFIS1.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5556138144219279554" /></a><span class="Apple-style-span" style="font-family:sans-serif;"><div><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><span class="Apple-style-span" style="color:#990000;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;">24 Aralık 2010</span></span></span></div><div><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><br /></span></span></div><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;">Geçtiğimiz hafta, Lütfi Kırdar Salonu’ndaki Gomidas anması şüphesiz önemliydi. Önemliydi, çünkü daha birkaç yıl önce Paris’te dikilen anıtı nedeniyle Türkiye medyasının hakaret ve aşağılamalarına maruz kalan Gomidas’ı, aynı medyanın gözü önünde anmak, şarkılarını söylemek ve başına gelenlerden söz etmek, memlekette bir şeylerin değişmekte olduğunu gösteriyordu. O günleri bilenler ve unutmayanlar, bugünlerin kıymetini bilirler. Bu nedenle, katkıda bulunan herkesin emeğine sağlık.<br /><br />Ama bu yazı, Gomidas’ın ve onun bugün İstanbul’da anılma şeklinin bambaşka bir yönünü didiklemek üzere yazıldı. Çünkü Gomidas’a nasıl bakıldığı, Ermenilerin kendileriyle, geçmişleriyle ve gelecekle ilişkilerine dair önemli şeyler söylüyor.<br /><br />O gece, programın ezici çoğunluğunu, İstanbul’un çeşitli Ermeni kilise korolarının seslendirdiği din dışı Gomidas düzenlemeleri oluşturuyordu. Salondaki Ermeni olmayan dostlar, arkadaşlar, gazeteciler, onları hayranlıkla dinledi, çok sesli düzenlemelerdeki derinlik karşısında şaşkına döndü, küçücük Ermeni toplumunun içinden nasıl olup da bunca koro çıktığına şaşırdı. <br /><br />Ama bugüne kadar kendilerinden gizlenmiş, saklanmış olanı keşfetmekten kaynaklanan bu heyecanlı tepkileri bir yana bırakırsak, o anma töreninin ruhuyla ilgili ciddi bir sorun vardı.<br /><br />Açalım...<br /><br /><b><span class="Apple-style-span" style="color:#000066;">Ruh meselesi</span></b><br /><br />Gomidas, Ermenilerin uluslaşma çabası gösterdikleri bir dönemin sanatsal zirvelerinden biriydi. Batı’da 19. yüzyılda gerçekleşen ve Osmanlı coğrafyasına gecikmeli olarak giren ulus yaratma projesinin motor gücü, tarihin derinliklerinde kalmış, ‘öz’ kültürün, başlı başına bir medeniyet olduğunu kanıtlamak, onu çağdaşlarının seviyesine çıkarmaktı. (Burada, “Muassır medeniyet” söylemini hatırlayabiliriz.)<br /><br />Ermeniler de, Urartulara dek uzanan tarihsel anlatılarında, öz medeniyetlerinin köklerini bulmakta zorlanmadılar.<br /><br />Osmanlı yönetimi altında Ermeni halkının büyük çoğunluğu sefalet koşulları ve baskı altında yaşıyordu. Bunu değiştirebilmek içinse, tek ve kenetlenmiş bir ulusun inşa edilmesi gerekiyordu.<br /><br />Edebiyatta 19. yüzyılın son çeyreğinde başlayan ve 1915 öncesinde (Taniel Varujan ve arkadaşlarının ‘Mehyan’ [Tapınak] dergisiyle) zirveye ulaşan arayışlara paralel olarak, Gomidas da müzikte o güne dek denenmemiş yollarda ilerliyordu.<br /><br />Amaç netti: Bir ulusal yüksek estetik yaratmak. Bunu gerçekleştirebilmek için halkta olana gidilecek, o cevher işlenerek, dünya piyasasında geçerliliği olan bir ürüne dönüşecekti. Gomidas da, Ermeni köylülerin en saf sevda, iş ve doğa şarkılarını Batı normlarına göre düzenledi, onların kalabalık korolar tarafından çok sesli okunması için çaba gösterdi.<br /><br />Modernizmin macerasının çeşitli veçhelerinde karşımıza çıkan bir süreç burada da yaşandı. Halkın kültürü temel alınıyor, ama ortaya ona yabancı bir ürün çıkıyordu. ?arkıların özgün haliyle Gomidas’ın tezgâhından geçmiş halleri arasında büyük fark vardı. Ve bu çağdaş ve yüksek kültür, Ermeni yerel kültürünü, folklorunu, onun kendine özgü tadını ve kokusunu bir anlamda tehdit de ediyordu.<br /><br />Çünkü yüksek olarak tanımlanan kültür, alçakta durana tahammül edemez. (Bu durumun radikal bir örneği olarak, 1930’lu yıllarda Türkiye’de alaturka müziğe ve halk şarkılarına uygulanan baskıları getirin hatrınıza.)<br /><br />İşte o gecenin en önemli sorunu, bu tip bir eleştirel okumadan bihabermiş gibi davranılmasıydı. Her şey, Ermeni geleneğinde ‘tasagan’ (klasik) olarak adlandırılan usullere uygundu. Bu yüzden de, istisnalar hariç, sahne tektip ve donuktu.<br /><br />Yukarıdaki tarihsel yorum, Gomidas’ı suçlamak üzere yazılmadı. Aksine, onun tavrının son derece anlaşılır ve doğal olduğunu söylemek lazım. Zamanın ruhu, o zaman öyle söylüyordu ve bugün bu kritiği de bu zamanın ruhuyla bağlantılı olarak yapıyoruz.<br /><br />Ama eğer 1915 yaşanmasaydı ve Gomidas felaketimizin en önemli simgelerinden biri halini almasaydı, onun yapıtının eleştirisi yapılacak, Gomidas bir ya da iki kuşak sonra aşılacak, tarihte alması gereken doğal yeri alacaktı. Öyle olmadı. Yaşadığı trajedi Gomidas’ı bir ikon haline getirdi; adeta taşlaştırdı.<br /><br />İşte o gece, Türkiye siyasetinde, tepeden inmeci Türk modernleşmesine karşı keskin eleştiriler yönelten, bu toplumu tektipleştirme çabalarına şiddetle karşı çıkan Türkiyeli entelektüeller, bu arkaplanın pek de farkında olmadan, dinlediklerine hayran kaldılar.<br /><br />Muhtemelen sahnede, Ermenilerin bu topraklar ölçeğinde fazlaca ileri ve gelişkin bir kültüre sahip olduğu yönündeki inançlarının onayını görüyorlardı.<br /><br />Oysa, sahneye konan, tarihsel alternatif okumalara kapalı bir gösteriydi. Ermeni taşrasının sesleri, Batıya öykünen bir kılıkla çıktı karşımıza. Kaderin garip bir cilvesi işte, şarkıların en serbest ve bugüne ait yorumlarının icrası da, Ermeni olmayan sanatçılara kalmıştı.<br /><br />Oysa konserde, klasik Gomidas icralarının yanı sıra, Gomidas’a kaynaklık eden halk şarkılarının özgün hallerine de yer verilse, hiç olmazsa bazı şarkılarda çokseslilik saplantısından uzak durulsa, aynı salonda birkaç gün önceki Ahmet Kaya anmasındakine benzer yaratıcı bir ruhla, birbirini andıran çok sayıda koro yerine, değişik yaklaşımlara sahip sanatçılar aransaydı, daha mükemmel ve gerçekçi bir fotoğraf çıkardı ortaya. Bunlar yapılmadığı için, sahnede bir tür resmigeçit izledik. Gösterişli ama sahicilikten uzak.<br /><br /><b><span class="Apple-style-span" style="color:#000066;">Yaşayarak yaşatmak</span></b><br /><br />Etkinliğin, Gomidas’ın doğduğu topraklarda anılması anlamında önemli olduğunu söylemiştik. Bu tür çabalar, ‘Türklerin’, geçmişi ve yaşanan kayıpları öğrenmesi bakımından önem taşıyor şüphesiz. Ve bu anlamda, bizlerin bütün çabası bu yüzleşmeye yardımcı olmak yolunda... Ama bu uğurda kimi zaman, Ermeni kültürünün araçsallaşması gibi istenmeyen bir yola sapabileceğimizi görebilmemiz lazım.<br /><br />Oysa bizim hayati sorunlarımızdan biri de, kültürün yaşaması. Ve sadece geçmişi anarak, onu muhafaza ederek kültürü yaşatmak mümkün değil. Gomidas’ın sanatı da, ancak onun düzenlemeleri bugünle ve bugünün ruhuyla buluştuğunda gerçekten yaşayabilecek.<br /><br />Yüzleşmeye elbette ki evet. Ama şu andaki ilişki, Türkler ve Ermeniler arasındaki adaletsizliği besleyen bir kanalda ilerliyor. Türklerin geçmişle yüzleşmesine kapı aralayan, ama Ermeni kültürünü müzelik olmaktan kurtaran bir denge halini bulmak, hepimizin boynunun borcu.</span></span></span>rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-30396743713837653392010-12-29T18:08:00.000+02:002010-12-29T18:09:24.331+02:00Cinayetin ardındaki sorular<span class="Apple-style-span" style="font-family: sans-serif; font-size: 12px; "><div><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="color:#990000;">Agos, 17 Aralık 2010</span></span></span></div><div><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><br /></span></span></div><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;">Ölümün ardından yazmak zor. Hele böyle gencecik fidanlar söz konusu olduğunda. Çünkü ölümün olduğu yerde ondan daha ciddi hiçbir şey yok.<br /><br />Ama bazı ölümler insanın karşısına pek çok soru ve sınav çıkarıyor, yanıtlar istiyor.<br /><br />Sonay’la Zekeriya’ya rahmet, ailelerine sabır dileyerek o yanıtları arayalım.<br /><br />Bizlere bugünlerde en çok, bu tip cinayetlerin Ermeni ‘töre’sinde yer alıp almadığı soruluyor. Harcıâlem yanıtlarla geçiştirilemeyecek kadar çetrefil bir mesele bu.<br /><br />Töre denilenin, şu ya da bu etnik gruba bağlı olmaktan çok, kültürel ve bölgesel olduğunu söylemek gerek her şeyden önce. Evet, taşralı nüfusu yoğun bir topluluk olan Ermeniler için de, özellikle kadınlar söz konusu olduğunda, namus, bekâret, gibi ataerkil normların boğuculuğu söz konusu. Ermenistan’da bugün hâlâ gelinlerin beline bekâretin simgesi olan kırmızı kuşak takılıyor. Tıpkı Türkiye’nin pek çok yerinde olduğu gibi. Veya gerdek gecesinden sonra, yine bekâretin simgesi olarak, kız tarafına kırmızı bir elma götürülüyor törenlerle. Tıpkı Türkiye’nin pek çok yerinde gerdek sabahında kanlı çarşaf âdetinin sürdüğü gibi.<br /><br />Ermeniler de, Türkler ve Kürtler gibi, bu toprakların ürettiği birtakım kültürel simgeleri beraberlerinde taşıyorlar. Bu bakımdan, Ermenilerde namus ve kadın üzerine baskıcı bir törenin olmadığını söylemek, ancak, gerçeğin üstünü örten modernleşmeci-öykünmeci bir bakış açısıyla mümkün. Ama Ermenilerin farklı dinden olanlarla evlilik durumunda bu tip cinayetler işleyebileceklerini ve bunun törenin bir parçası olduğunu söylemek de doğru değil. Nihayetinde başımıza gelen, öncesi ve benzeri olmayan, gelecekte de olmamasını bütün kalbimizle dilediğimiz bir cinayettir.<br /><br /><b><span class="Apple-style-span" style="color:#000066;">Yok olma korkusu</span></b><br /><br />Evet, karma evlilikler, yani farklı dinden veya etnik kökenden insanlarla evlilik meselesi, Türkiyeli Ermeniler arasında çokça konuşuluyor ve tartışılıyor uzun yıllardır. Hayat da karşımıza giderek daha fazla sayıda örneğini çıkarıyor bir Ermeni’yle bir Türk’ün, bir Ermeni’yle bir Kürt’ün aşkını. Pek çok Ermeni ailenin, çocuklarının farklı dinden biriyle evlenmesini arzu etmediği, etmeyeceği de bir sır değil.<br /><br />Bunda, Ermenilerin sayıca giderek azalması, kültürün devamlılığının büyük bir tehdit altında olması, 1915’te yaşanan acının, soyun devamlılığını başka her şeyin önüne geçirmesi gibi parametrelerin rol oynadığını ve bunların Ermenilerde keskin bir hassasiyet yarattığını görmek gerekiyor. Cemaat içi baskı, yani “mahalle baskısı” da cabası...<br /><br />Bu hassasiyetin sonucu olan reaksiyonlar da çeşitli. Kimi aileler başta arzu etmedikleri duruma sonradan rıza gösterip, başka bir kökenden gelen gelin veya damatlarını kendi evlatları gibi benimserken; bazı aileler de söz konusu birlikteliği, evliliği ve hatta bu birlikten doğan çocukları, yani torunlarını reddetmeye kadar vardırabiliyor işi.<br /><br />Genelde iki gönlün bir olmasına, gençlerin birbiriyle “görüşmesine” ses çıkarılmasa da, iş ciddiyete binip evlilik söz konusu olduğunda vaziyet gergin bir hal alabiliyor. Anne babalar, özellikle de torunlarının yaşayacağı sorunları göz önüne alarak, mutlak asimilasyon korkusuyla karşı çıkıyor bu tür evliliklere. Çocuğun adının ne olacağı, hangi dine mensup olacağı, hangi dili konuşacağı, hangi okula gideceği, gibi meseleler aşılmaz duvarlara dönüşebiliyor.<br /><br />Ama Türkiye gerçekliğinde, kaç Müslüman anne babanın çocuğunun başka inançtan veya kökenden biriyle evlenmesine gönül rahatlığıyla evet diyebileceği sorusunun yanıtını aradığımızda, meselenin Ermenileri aşan bir ataerkil zihniyet sorunu olduğunu tespit etmek de zor değil.<br /><br />Sonuçta, Ermeni toplumunda çok sayıda kişi, başka dinden veya etnik kökenden olanlarla evleniyor ve yukarıda zikrettiğimiz kaygılar bu tür şiddet eylemlerine yol açmıyor. Üstelik son derece başarılı, mutlu karma evlilik örnekleri de yok değil. Önce evliliğe büyük tepki gösteren ebeveyn ve akrabaların zamanla işi kanıksadığı, hatta gelin veya damatlarını bağırlarına basacak kadar çok sevdikleri durumlar da var.<br /><br /><b><span class="Apple-style-span" style="color:#000066;">Ermenilik ve kadınlık</span></b><br /><br />Agos olarak, talihsiz Zekeriya’nın ailesinin Ermeni kökenli olduğu bilgisini okurlarla paylaşmak konusunda bir süre kararsızlık çektik. Müslüman olan, Müslümanlığından kaynaklanan bir sorun nedeniyle hayatını kaybeden ve İslam usüllerine göre gömülen Zekeriya’nın ailesinin iki kuşak öncesinde Ermeni ve Hıristiyan olduğunu açıklamanın bir tür saygısızlık olacağı görüşündeydik. Ancak Salı günkü cenazede bizzat Zekeriya’nın amcası bu bilgiyi basın mensuplarıyla paylaştı ve meselenin bir başka boyutunu tartışmanın yolunu da açmış oldu.<br /><br />1915’te pek çok Ermeni, hayatta kalabilmek için Müslümanlığı benimsedi. Bu insanların birçoğu sonraki yıllarda hayatını Müslüman olarak sürdürdü; bazıları ise güvenli ortamı bulunca Hıristiyanlığa geri döndü. Bugün Vural’lar gibi, bir kısmı Ermeni, bir kısmı Müslüman olan pek çok sülale var. Ve Sonay’la Zekeriya’nın öldürülmesi, ‘Ermeni Ermeniler’in, 1915 ve sonrasında zorunluluktan din değiştirmek zorunda kalan ‘Müslüman Ermeni’lere bakışına dair, fevkalade olumsuz şeyler anlatıyor bize.<br /><br />Giderek daha fazla görünürlük kazanan Müslüman Ermenilerin, Ermeni kimliğinin yeni zamanlarda yeniden tanımlanması meselesinde en önemli sınavlardan biri olacağını konuşup yazıyoruz sık sık. Ama belli ki, mesele sandığımızdan çok daha karmaşık.<br /><br />Son olarak, unutmamamız gereken bir husus da, cinayetin dinle ilgili boyutu konuşulurken pas geçilen kadına karşı şiddet meselesi. Türkiye’de erkekler, namus veya benzeri gerekçelerle kadınları sürekli olarak öldürüyorlar. Bianet’in derlediği verilere göre, 2010 yılı içinde, ekimde 23, eylülde 17, ağustosta 35, temmuzda 23, haziranda 10, mayısta 16, nisanda 25, martta 20, şubatta 14, ocakta 16 kadın, erkekler tarafından öldürüldü. Ve Sonay da, gazetelerin üçüncü sayfalarında sararıp giden pek çok hemcinsi, kız kardeşi gibi, erkek şiddetinin bir kurbanı. Bugün Ermenilik, Müslümanlık, din değiştirmiş Ermeniler gibi yönleriyle öne çıksa da, bu cinayetin aynı zamanda kadına karşı işlenmiş bir suç olduğunu unutmamalı ve olayı bu geniş fotoğraf açısından da değerlendirebilmeliyiz.</span></span></span>rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-54503038594700307852010-12-29T18:03:00.003+02:002010-12-29T18:07:46.256+02:00Hem patriksiz hem de<span class="Apple-style-span" style=" ;font-family:Times;font-size:medium;"><div style="background-color: rgb(255, 255, 255); margin-left: 0px; margin-top: 0px; margin-right: 0px; margin-bottom: 0px; color: rgb(0, 0, 0); font-family:sans-serif;font-size:12px;"><table width="100%" border="0" cellpadding="0" cellspacing="0" bg="" style="color:#FFFFFF;"><tbody><tr><td style=" color: rgb(0, 0, 0); font-family:sans-serif;font-size:12px;"><p><span class="Apple-style-span" style="color:#990000;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">10 Aralık 2010</span></span></p><p><span class="Apple-style-span" style="color:#990000;"><span class="Apple-style-span" style="color: rgb(0, 0, 0); "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Epeyce uzun bir süredir Patrikhane çevresinde olup bitenler hakkında yazıp çiziyoruz. Son günlerde ise, Türkiye basını konuya giderek daha çok yer veriyor. Mevcut tartışma çeşitleniyor, boyutlanıyor, genişliyor; sadece Ermenilerin iç sorunu olarak değil, Türkiye devletinin gayrimüslimlere yaklaşımının anti-demokratik doğası ve laiklik açısından değerlendiriliyor.<br /><br />Bazı okurlar açısından kabak tadı verdiğinin farkındayım. Ama onlardan aflarını rica ediyorum, çünkü mesele, bu krizi bizzat yaratan aktörlere bırakılmayacak kadar önemli. <br /><br />Patrik seçimiyle ilgili tıkanmanın ve tartışmaların perde arkasındaki gelişmeleri okumak, Türkiye Ermenilerinin asıl krizini ve devletin bu krizin neresinde durduğunu anlamamıza olanak sağlıyor. Patriklik Ruhani Kurulu’nun konuyla ilgili son bildirisi de, Patriklik-Devlet ilişkisine dair bir suçluluk psikozunun itirafı anlamına gelen ifadeler içeriyor.<br /><br />Son zamanlarda yaşananlar ışığında, mevcut durumun Ermeni toplumunun hiçbir bileşeni tarafından kabul görmediğinin artık apaçık bir hal aldı.<br /><br />Kısaca saymak gerekirse:<br /><br />• Ermeni toplumu içerisinden binlerce kişi, kendi iradesiyle ‘Patriğimizi Seçmek İstiyoruz’ adı altındaki metni imzaladı ve demokratik tepkisini ortaya koyarak, devlet müdahalesini ve Patrikliğin tutumunu kabul etmediğini duyurdu.<br /><br />• Geçtiğimiz haftalarda, Patriklik Mali Komisyonu toplu olarak istifa etti. Kurul, istifa gerekçesini net olarak açıklamasa da, sağır sultanlar bile, Başepiskopos Ateşyan’ın mali konularda hiçbir bilgi vermeden tasarrufta bulunmasının bu kararda büyük bir rol oynadığını duydu. Bu yılın başında Agos’un ortaya çıkardığı skandalda, el konulmuş bir mülkünü geri almaya uğraşan bir Ermeni ailesine yardım etmek karşılığında komisyon istediğini kabul eden Başepiskopos’un Patriklik’teki akçeli işlerde sorgulanamaz bir hale gelmesi elbette ki büyük tepki çekti. Çünkü seçilmiş patrikler bile ancak sivillerle istişare halinde harcama yapabiliyordu.<br /><br />• Bu gelişmenin ardından, Patrikhane adına yapılan harcamalara imza atan sivil yetkili Melkon Karaköse de, bundan böyle kendisinin herhangi bir belgeye imza koymayacağını duyurdu.<br /><br />• Patriklik danışmanları ve basın sözcüsü, zaten uzun süredir görevden çekilmiş durumda.<br /><br />• Tüm Ermeniler Katolikosu II. Karekin’in Patrikhane’ye hitaben kaleme aldığı, genel vekilin görevinin seçim ortamını sağlamak olduğuna dair mektubu Ermeni toplumundan gizlendi. II. Karekin, Paris’te yaptığı açıklamada, genel vekilliğin belirsiz bir süre için geçerli olmasının kabul edilemez olduğunu ilan etti.<br /><br />• Başepiskopos Ateşyan’ın bizzat tesis edip ilk olarak Bedros ?irinoğlu’nu ödüllendirdiği Ormanyan Nişanı, Karagözyan Vakfı Başkanı Dikran Gülmezgil tarafından reddedildi. Gülmezgil, bu ödülün zamanlamasının içine sinmediğini söyleyerek, Ateşyan’ın şahsi prestijini korumak için kendi adını kullanmasına izin vermedi.<br /><br />• Bugün, Patrik II. Mesrob’a saygı beslediği için o ölene kadar seçim yapılmayacağını söyleyen Başepiskopos Ateşyan, geçen yıl bu vakitler, vakıf başkanlarını birer birer arıyor, ve yapılacak olan seçimde kendi delegesi olma sözü alıyordu. O zaman ona ses çıkaramayan yöneticilerin hepsi, halkın Ateşyan’a olan tepkisini görerek, zaman içerisinde onun yanından uzaklaştı.<br /><br /><b><span class="Apple-style-span" style="color:#000066;">Seçimden kaçmak için</span></b><br /><br />Peki, devletin, Ermenilerin ruhani önder seçme hakkını belirsiz bir süre için askıya almasıyla sonuçlanan bu yola nasıl girildi?<br /><br />Başepiskopos Ateşyan, seçim kararını almasından sonra, sadece çevresindeki vakıf yöneticileriyle sandıkta kazanamayacağını görmeye başladı. Asıl ihtiyacı olan halkın sevgisi ve oyuydu. Ama özellikle komisyon skandalından sonra, seçim artık çantada keklik değildi. O ve çevresindeki klik, seçimden kaçmanın en doğru yol olacağına hükmederek, Patrikliğin Ateşyan’ın idaresinde olmasından hayli memnun olan devletle birlikte hareket etti ve ortaya patrik genel vekilliği ucubesi çıktı.<br /><br />Bu öyle bir ucubeydi ki, Valilik kanalıyla iletilen hükümet kararında, tek bir kişiye mahsus olmak üzere verilen kisve giyme hakkının, istendiği takdirde, Ruhani Kurul tarafından seçilecek patrik genel vekiline de verilebileceği belirtiliyordu. Yani, II. Mesrob henüz sağ olduğu için yeni bir patrik seçilemeyeceğini söyleyen devlet yazısı, aynı II. Mesrob sağ olduğu halde, kisve giyme yetkisini ondan alıp halk tarafından seçilmemiş bir vekile vermek gibi dehşetli bir çifte standart uygulamaktan çekinmiyordu.<br /><br />Bunlar olurken, Patrik II. Mesrob’a sevgiyle bağlı olduğunu iddia eden bir grup da, halkın büyük bir samimiyetle istediği seçim hakkını kösteklemek pahasına, o fiziken ölmediği müddetçe patrik seçilemeyeceği tezine yapışıp kalarak, bir tıkaç rolünü benimsiyordu. Oysa, genel vekil veya eşpatrik, ancak patriğin rızasıyla hayata geçirilebilecek unvanlardı. Ancak bu klik, patriğin sağlığıyla ilgili bilgilerin şeffaflığı, iyi bakılıp bakılmadığı, en iyi tedavinin nasıl gerçekleşeceği gibi konularla uğraşmak yerine, mevcut durumdan hiç şikâyet etmeden, hesapçı yöneticilere prim sağlamış oldu. Ayrıca, çok sevdiklerini söyledikleri patriğin hasta bedeninin bu çıkar kavgasının paravanı haline gelmesine razı geldi.<br /><br /><b><span class="Apple-style-span" style="color:#000066;">Akbaba olmaya mecbur muyuz?</span></b><br /><br />Ruhani Kurul, yaptığı açıklamada, patrik genel vekili uygulamasının devlet tarafından ihdas edildiği suçlamasına karşı, bu unvanın Ermeni geleneğindeki değabah’lık, yani patrik kaymakamlığı olduğunu iddia ediyor. Bu çok talihsiz bir açıklama, çünkü gerçeklerin üzerini örtme amacını güdüyor. Biliyoruz ki, değabah, patriğin ölümü halinde, seçim sürecini hazırlamak üzere, öngörülebilir ve geçici bir süre için atanan ruhani görevliye verilen ad. Oysa, patrik genel vekilliği, şu anki haliyle, II. Mesrob ölene kadar, yani belirsiz bir süre için görevlendirildi.<br /><br />Bütün Ermeni toplumunu akbabalar gibi patriğin ölümünü bekler hale sokan bu akıl almaz uygulamayı bu tür yalanlarla savunmak, Ruhani Kurul’un itibarına büyük zarar veriyor. Oysa zaman, bugüne kadar yapılan yanlışları yeni yanlışlarla katmerlendirmenin değil, samimi bir özeleştiriyle, tepkileri dikkate alarak halkın sesine kulak verme zamanı.<br /><br />Hem patriksiz hem de cemaatsiz bir Patrikhane neye yarar ki?</span></span></span></p></td></tr></tbody></table><br /></div></span>rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-65805442376263488882010-12-29T18:01:00.001+02:002010-12-29T18:03:04.106+02:00Vay kez kağak!<span class="Apple-style-span" style="font-family: sans-serif; font-size: 12px; "><table width="100%" border="0" cellpadding="0" cellspacing="0" bg style="color:#FFFFFF;"><tbody><tr><td style="font-family: sans-serif; font-size: 12px; color: rgb(0, 0, 0); "><p><span class="Apple-style-span" style="color:#990000;">Agos, 4 Aralık 2010</span></p><p>Büyükada’daki gasp edilen Rum Yetimhanesi, nihayet gerçek sahibine, Patrikliğe devredildi. Bakmayın büyük gazetelerin haberi Türkiye devletinin gayrimüslimlere yaptığı büyük bir jest gibi sunmasına. Unutmayalım ki, bu işlem, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye’yi mahkûm eden ve genel teamüllerinin dahi dışına çıkarak Türkiye’nin yetimhaneyi iade etmesini “şart koşan” kararının ardından yapılabildi. Yani adalet bir kez daha uzaklardan, ta Strasbourg’dan geldi.<br /><br />Gelen haberlere göre, yetimhane Ekümenik Patriklik tarafından restore edilecek. Oysa, kiliseye kırk yıl önce el konulmasaydı, orası yetim çocuklara veya muhtaçlara hizmet eden bir yer olarak faaliyetine kesintisiz devam edebilseydi, bugün restorasyona ihtiyaç duyulmadan bina doğal haliyle karşımızda olacaktı. Şimdi ise, elimizde harabe halinde, yıkık dökük dev bir yapı var.<br /><br />Zalimin zulmü yüzünden geç tecelli eden adalet, tam adalet olamıyor bir türlü... Eğer Türkiye gayrimüslim vatandaşlarına gerçek vatandaş gibi davranabilme olgunluğunu gösteren adil bir devlet olabilseydi, Rumların sayısı bu kadar azalmayacak, yetimhane yetimhane olarak, kilise kilise olarak, okul okul olarak, şu üstteki fotoğraftaki mutfak da mutfak olarak kalabilecekti.<br /><br />Bugün, iade edilen yetimhanenin kuruluş amaçlarına uygun bir hizmet verebilmesi söz konusu değil, çünkü ayrımcı politikalar nedeniyle ülkedeki Rumların sayısı iki bine kadar düştü. Ve biz adalet bir şekilde tecelli etti diye seviniyoruz...<br /><br />Ermenicede, “Vay kez kağak, vor takavorıt manug e!” diye bir deyim var.<br /><br />“Yazık sana şehir, yazık ki kralın daha çocuk!” diye çevirebiliriz.<br /><br />Yazık bize ki, kralımız bir türlü büyümek bilmiyor.</p></td></tr></tbody></table></span>rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-56600798240947488622010-12-29T17:57:00.000+02:002010-12-29T17:58:09.964+02:00Solcu ve şair Ecevit<span class="Apple-style-span" style="font-family: sans-serif; font-size: 12px; "><p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><span class="Apple-style-span" style="color:#990000;">Agos, 4 Aralık 2010</span></span></span></p><p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Geçen hafta tüm Türkiye, 19 Aralık 2000’de çeşitli cezaevlerine düzenlenen kanlı ‘Hayata Dönüş’ operasyonunun ardındaki gerçekleri, başta mağdurlardan Hacer Arıkan olmak üzere, birinci el tanıklarından dinledi. On yıl önce, o zamanki iktidarın ve anaakım medyanın el birliğiyle önce hedef haline getirilen, ardından da acımasızca katledilen, sakat bırakılan veya kimyasal silahlarla yakılan insanların hikâyeleri ilk kez geniş kitleler tarafından görüldü, duyuldu. O gün çok kötü, çok vicdansız bir sınav veren Türkiye, topluca mahcup bir günah çıkarma seansındaydı adeta.<br /><br />On yıl sonra açılan dava, o günleri bir kez daha anımsamamıza neden olurken, bazı önemli ifşaatları da beraberinde getirdi. Bunlar arasında özellikle Zülfü Livaneli’nin Vatan’daki köşesinde aktardığı tanıklık dikkat çekiyordu (28 Kasım).<br /><br />Livaneli, o günlerde, ölüm orucundaki mahkûmlarla hükümet arasında arabuluculuk görevi üstlenen aydın grubunun bir üyesiydi. Aynı görevi, 1996’da, yani dört yıl önce de üstlenmiş ve anlattığına göre, adalet bakanı tutukluların haklı taleplerini geri çevirince, dönemin başbakanı Necmettin Erbakan’a ulaşılmış, soruna bir çözüm bulunması talep edilmişti. Birçok gencin o geceyi çıkaramayacağını öğrenen Erbakan, “Peki. Bu gece Kadir Gecesi. İsteklerini kabul ediyoruz” diyerek devletin operasyon yapmasını engellemiş ve tutsakların hayatını kurtarmıştı.<br /><br />Livaneli, cezaevinde bu haberin mutluluğu yaşanırken, Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü’nün, Başsavcı Ferzan Çitici’yi arayıp, “Biz ne güzel operasyon hazırlamıştık. Her şeyi berbat ettiniz!’ diye çıkıştığını söylüyor.<br /><br />Ancak, benzer bir talep dört yıl sonraki olaylarda bu kez Başbakan Bülent Ecevit’e iletildiğinde ise, bu kez olumlu yanıt alınamayacak, düzenlenen operasyonda 32 kişi öldürülecek, onlarca kişi yaralanacaktı.<br /><br />Zülfü Livaneli, olayları anlattığı yazısını şu sözlerle bitiriyor: “Sonuçta ‘dinci Erbakan’ genç ölümlere yol açmamış ama ‘solcu-şair Ecevit’ katliam emri vermiş oldu. Bunları anlatmak tarih önünde benim namusum ve sorumluluğumdur.”<br /><br />Livaneli’yle siyasi anlamda epeyce farklı yerlerde olabiliriz, ama devlet vahşetini ve tetikçileri aşikâr eden bu yazısı nedeniyle ona derinden bir teşekkür borcumuz var.</span></span></p></span>rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-4234593240172270742010-12-29T17:56:00.000+02:002010-12-29T17:57:08.274+02:00Marie, Kristina, Bernard<span class="Apple-style-span" style="font-family: sans-serif; font-size: medium; "></span><tr><td style="font-family: sans-serif; font-size: 12px; color: rgb(0, 0, 0); "><p><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="color:#990000;">Agos, 4 Aralık 2010</span></span></span></p><p><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;">Radikal’den Elif Türkölmez’in güzel yazısı (“Yarım kalan viskiler, sigaralar”) düşürdü Fransız rock grubu Noir Desir’i ve solisti Bernard Cantat’ı hatırıma.<br /><br />Harıl harıl ve bangır bangır Noir Desir dinlediğim günler vardı. Sekiz on yıl olmuş. Bilen biliyor, Bernard Cantat, sevgilisi Fransız oyuncu Marie Trintignant’ı, Litvanya’da bir otel odasında, içkili ve dumanlı kafalarla yaşanan şiddetli bir tartışmanın ardından öldürdü.<br /><br />Bernard, Marie’yi öldüresiye sevmiş ve erkeklerin sevgisi bir kadını daha öldürmüştü. Cantat sekiz yıl ceza aldı, Litvanya’da hapse girdi.<br /><br />Grubun pek çok seveni, cinayet haberinden sonra bir daha Noir Desir dinlemedi. Ellerimiz ‘Play’ tuşuna gitmedi, gidemedi.<br /><br />2007’de şartlı olarak salıverildiğinde, Cantat’ın yeni bir hayata başlayacak gücü var mıydı bilmiyorum, ama bu yılın başında karısı Kristina Rady intihar edince, onun bir büyük bir yıkım daha yaşadığı kesin.<br /><br />Türkölmez’in yazısının anlattığına göre, kocasını çılgıncasına seven bir kadındı Rady: “İstisnasız her duruşmaya geliyor, ‘evlilikleri boyunca hiç şiddet görmediğini’ anlatıyor, ‘melek gibi adamdır’ diyor gözyaşlarına boğularak. Cantat’ın bir bakışını yakalamak için bekliyor. Sekiz yıl hapse mahkûm olunca en çok o yıkılıyor. 2007’de şartlı tahliye olunca en çok o seviniyor. Macar asıllı, çok güçlü bir kadın. Yakınları çocuklarına çok düşkün olduğunu, onların kendisini hayata bağladığını söylediğini, ancak Cantat’la olan ilişkisinin kadını fena yıprattığını anlatıyor.”<br /><br />Aldatılmaya, kocasının bir hemcinsini öldürmesine, hapse girmesine ve daha bir sürü şeye dayanan bu güçlü kadın, demek artık yükü taşıyamaz hale gelmişti ki, hayatına son verdi. Evinin mutfağında, çocukları okuldayken…<br /><br />30 Kasım tarihli Liberation, Noir Desir’in üyelerinden Denis Barthes’ın yaptığı açıklamaya yer vermiş. Barthes grubun dağıldığını duyurmuş; bütün o acı olayların ardından, grubu yaşatmak için suni teneffüs uygulamayacaklarını söylemiş.<br /><br />Bunca keder, belli ki Cantat’ın çevresindeki kimsede takat bırakmamış.</span></span></p></td></tr>rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-77932759164871910042010-12-29T17:53:00.001+02:002010-12-29T17:55:49.817+02:00Kanayan bir yara: Din özgürlüğü<span class="Apple-style-span" style="font-family: Times; font-size: medium; "><div style="background-color: rgb(255, 255, 255); margin-left: 0px; margin-top: 0px; margin-right: 0px; margin-bottom: 0px; font-family: sans-serif; font-size: 12px; color: rgb(0, 0, 0); "><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="color:#990000;">Agos, 26 Kasım 2010</span></span></span><table width="100%" border="0" cellpadding="0" cellspacing="0" bg style="color:#FFFFFF;"><tbody><tr><td style="font-family: sans-serif; font-size: 12px; color: rgb(0, 0, 0); "><p><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><br /></span></span></p><p><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;">16-17 Kasım’da Brüksel’de düzenlenen “Din Özgürlüğü: Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Köprüsü” başlıklı konferans, ilginç sunumları ve çarpıcı açıklamalarıyla önemli bir toplantıydı. Konferansa, Devlet Bakanı ve Avrupa Birliği Başmüzakerecisi Egemen Bağış’ın, Heybeliada Ruhban Okulu, Patrik Bartholomeos’un Ekümenik unvanı ve Başepiskopos Aram Ateşyan’ın ‘Patrik Genel Vekili’ atanması hakkındaki açıklamaları damga vurdu.<br /><br />Toplantının ev sahibi, ABD’de faaliyet gösteren Archons of the Ecumenical Patriarchate adlı örgüttü. Kendilerini Kilise’ye hizmete adamış olan Archon’lar, hayır işleri ve diplomatik faaliyetlerle, Ana Kilise’nin, yani merkezinde Fener’deki Ekümenik Patrikliğin olduğu Ortodoks Kilisesi’nin yararı için çalışıyor. Brüksel’deki Din Özgürlüğü konulu konferans da, sadece Kilise’ye değil, Türkiye’nin demokratikleşmesine de katkıda bulunmak anlamında yararlı tanışma ve tartışmalara vesile oldu. Oturumlara çok sayıda akademisyen, uzman, siyasetçi ve din adamı katıldı. Konferansa riyaset eden Amerika metropoliti Başepiskopos Demetrios, bilge ve nüktedan kişiliği, soğukkanlı değerlendirmeleri ve tartışmaları teşvik eden tavrıyla gerçek bir ruhani duruşu sergiliyordu.<br /><br />İki günlük konferansın, Avrupa Parlamentosu çatısı altında gerçekleşen ilk ayağı “Köprü” başlığını taşıyordu ve Türkiye’de din özgürlüğü konusunun bir fotoğrafını çekmeyi amaçlıyordu. Bu fotoğraf elbette ki öncelikle sorunları gösteriyordu ve doğaldır ki konuşmalar da bu sorunları göz önüne sermeye odaklanmıştı. Başepiskopos Demetrios’un dikkati çektiği gibi, Türkiye’de mevcut hükümet, Sümela ve Ahtamar’daki ayinler gibi simgelerle, bu meseleleri olumlu bir ruh haliyle konuşma fırsatını sağlıyordu ve şimdi sıra, simgelerin ötesine geçip, gerçek tedavinin yollarını aramaktaydı.<br /><br /><b><span class="Apple-style-span" style="color:#000066;">Dünyanın yüzde yetmişi baskı altında yaşıyor</span></b><br /><br />Konferansın açılış konuşmasını yapan Archon’ların başkanı Anthony J. Limberakis’in dikkatini çektiği gibi, dünya üzerinde insanların yüzde yetmişi dini özgürlükleri sınırlı bir ortamda yaşıyorlar ve bu yüzden baskıya uğruyorlar. Bu alandaki huzursuzluk ve çekişmeler, dünyada barışı tehdit ettiği gibi, din, kötü niyetli siyasetleri de perdelemek amacıyla kullanılıyor sıkça. Bu nedenle de, her türlü inancın özgürce yaşanması, dünya üzerinde istikrarın sağlanması açısından büyük önem taşıyor.<br /><br />Dini özgürlüğün en temel insan hakkı olduğunu söyleyen, ABD’deki Vicdanın Çağrısı (Appeal of Consciesne) Vakfı’nın Başkanı Haham Arthur Schneier, yaptığı konuşmada, kapıları açmak, engelleri aşmak ve kalpleri kazanmak için diyalog ve işbirliğinden başka bir yol olmadığını vurguladı. Bir Holokost kurbanı ve 72 yıl önce yaşanmış Kristal Gece’nin bir tanığı olarak özgürlüklerin kıymetini çok iyi bildiğini ve bunun için de onu bütün insanlık için talep ettiğini söyleyen Schneier, “Bir din adına işlenen suçun, dine karşı işlenmiş suçların en büyüğü olduğunu” ifade etti. Avrupa’nın göçler, İslam korkusu ve Anti-Semitizm gibi sorunlarla cebelleştiğini hatırlatan din adamı, bu sorunları çözmek için büyük krizlerin beklenmeden olumlu adımlar atılması gerektiğini söyledi.<br /><br />Almanya’daki İnsan Hakları Ofisi’nin yöneticisi Otmar Oehring ise, Türkiye’nin jeopolitik önemi nedeniyle dini özgürlüklerin her zaman uluslararası politikanın bir aracı haline geldiğini vurgulayarak, son yıllarda yaşanan suikastların gösterdiği gibi, vaziyetin hiç de iç açıcı olmadığını ifade etti. Türkiye’de azınlık tanımında ciddi bir sorun olduğunu anlatan Oehring, gayrimüslim toplulukların dini kurumlarının tüzel kişiliklerinin tanınmamasının önüne geçilemeyen sorunlara neden olduğuna işaret etti.<br /><br /><b><span class="Apple-style-span" style="color:#000066;">Türkiye çok yol almal</span></b><b><span class="Apple-style-span" style="color:#000066;">ı</span></b><br /><br />Türkiye’de, Lozan Anlaşması’na aykırı bir şekilde sadece Rum, Ermeni ve Yahudilerin azınlık olarak değerlendirilmesinin kabul edilemez olduğunu söyleyen Avrupa Hukuk ve Adalet Merkezi yöneticisi Gregor Puppinck ise, AB’nin Yeni Vakıflar Yasası’nın alkışladığını, oysa yasanın önemli bir yenilik sağlamadığını belirtti. Aynı tuzağın Sümela ve Ahtamar ayinlerinde de geçerli olduğunu söyleyen Puppinck, bu tip adımların keyfi kararlara bağlı olmaması gerektiğini ve sistemli bir hal alması gerektiğini ifade ederek, tüzel kişiliğe sahip olmamaları nedeniyle Patrikhanelerin bir banka hesabı açmak imkânından dahi mahrum bırakıldığını vurguladı.<br /><br />Alevilerin ibadet yerlerinin resmen tanınmadığını ve din eğitiminin de büyük sorunlar taşıdığına dikkat çeken Puppinck, Türkiye’nin din özgürlüğü konusunda alması gereken çok yol olduğunu söyledi.<br /><br />Konferansın ilgi çekici oturumlarından birinde, Türkiyeli Aleviler adına Alevi Vakıfları Federasyonu Başkanı Doğan Bermek, Katolikler adına Türkiye Dinler Birliği Başkanı Peder Claudio Monge, Rumlar adına Azınlık Vakıfları Temsilcisi Laki Vingas, Protestanlar adına Protestan Kiliseler Birliği’nden Mine Yıldırım, Süryaniler adına ise Dünya Süryani Birliği’nden Johnny Messo konuştular. Aynı oturumda Başepiskopos Aram Ateşyan da konuşmacıydı. Sunumlarda genel vurgu, yasalarda ayrımcılık içermeyen hükümlerin dahi uygulamada ayrımcılığa dönüştüğü, bununla mücadele etmenin de hiç kolay olmadığı yönündeydi.<br /><br />Doğan Bermek, konuşmasında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın misyoner bir örgüt gibi işleyerek Alevileri Sünnileştirmeye çalıştığını, herkesin ödediği vergilerle yapılandığı halde Sünni inancı dışındakilerin bütçeden pay alamadığını anlattı. Peder Monge dini azınlıkların milli birliğe tehdit olarak algılandığını ve bunun sonucunda da şiddet eylemleriyle karşılaştığını, tek çözümün ise gerçek anlamda laikliğin hayata geçirilmesiyle sağlanabileceğini söyledi.<br /><br />Konuşmasında Yeni Vakıflar Yasası’nın hükümleri gereğince, daha önce el konulmuş gayrimüslim mülkleri için tanınan yasal başvuru sürecini anlatan Laki Vingas ise, yaklaşık 1700 mülk için yapılan başvurunun sadece 100 kadarının iade edildiğini, diğerlerini bekleyen akıbetin henüz belli olmadığını anlattı. Kanunun olumlu düzenlemelerin yanı sıra pek çok eksikliği de olduğunu anlatan Vingas, farklı dini gruplara ait kurumların yasal statülerinin olmaması nedeniyle büyük zorluklar yaşadıklarını, ayrıca, yeni bir vakıf kurma hakkının hâlâ yasada tanınmadığını anlattı.<br /><br />Konferansın sonraki oturumlarında Türkiyeli ve yabancı çok sayıda aydın ve hukukçu, sorunların çözüm yolunu tartışmaya devam ettiler. İnsan hakları savunucusu ve hukukçu Orhan Kemal Cengiz gayrimüslim toplulukların Türkiye hukuk sisteminde sahip olduğu hakları anlatırken, Avukat Kezban Hatemi Heybeliada Ruhban Okulu’yla ilgili süreci irdeledi. Dilek Kurban, Cole Durham ve Muna Ndulo’nun katıldığı bir başka oturumda uluslararası hukuk standartlarına göre dini özgürlük konusu irdelendi. Mustafa Akyol Türkiye’de çoğunlukta olan nüfusun gayrimüslimler hakkındaki algı ve paranoyasına ve bunun eğitim kanalıyla nasıl sistemik bir hal aldığına dikkat çekerek meselenin toplumsal ve kültürel yönünü vurguladı.<br /><br />Konferansa konuşmacı olarak katılan Avrupa Parlamentosu milletvekilleri Renate Sommer ve Konrad Szymanski’nin 11 Eylül sonrası İslam karşıtlığından izler taşıyan ve hiç de yapıcı sayılamayacak konuşmaları durumun Avrupa kültürü açısından da hiç iç açıcı olmadığını gösterirken, Prof. Hüseyin Hatemi’nin, ‘Medeniyetler Çatışması’ teorisinin zararlarını gösteren ve barışçı söylemi öne çıkaran konuşması, doğru yolun hangi değerleri yüceltmekten geçtiğini gösteriyordu.<br /><br />Konferans boyunca birlikte yenilen her öğünün sonunda, Yahudi, Müslüman ve Hıristiyan inancına mensup bir din adamının kendi dili ve dinince ettiği duaya herkesin eşlik etmesi, konferansa katılanların bu değerleri özümsediğinin bir göstergesi gibiydi. Darısı Türkiye’nin, Avrupa’nın ve tüm dünyanın başına…</span></span></p><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><br /></span></span><p><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="color:#000066;"><b>Egemen Bağış’tan Patriklik gafları</b></span><br /><br />Başmüzakereci Egemen Bağış konferansın ilk gününde konuştu. Bir önceki oturumda din özgürlüğü konusunda dile getirilen karamsar ve gerçekçi tablonun aksine oldukça mutlu bir Türkiye profili çizen Bağış, hükümetin din özgürlüğü için attığı adımları sıralarken iddialıydı. Müslüman çoğunluğun da din özgürlüğü konusunda ciddi sıkıntılar yaşadığını söyleyen Bağış, yaşadığımız topraklarda Osmanlı döneminden gelen bir ortak yaşam geleneği olduğunu ve bunu yeniden tesis etmek için gerekli reformların yapıldığını anlattı kendisini dinleyenlere. Başmüzakereci, hükümetin Sümela ve Ahtamar gibi jestlerinin yarının daha iyi olacağının müjdecisi olduğunu belirtti.<br /><br />Bağış’ın konuşmasında daha çok pozitif gelişmeleri öne çıkarması bir politikacı açısından anlaşılır olsa da, kendisini bu toplantıya davet eden ve konuşmasından önce de ödüllendiren organizatörlerin beklentilerini karşılamaktan uzaktı. Archon’lar ve Ekümenik Patriklik, kendisinden özellikle Ruhban Okulu, Patrikliğin tüzel kişiliği ve Ekümenik sıfatının tanınması konusunda geçmiş dönemlerin ulusalcı politikalarını geride bırakacak bir açıklama bekliyorlardı şüphesiz. Ancak bu konularda bırakın bir umut ışığı bulmayı, hayal kırıklığı yaratan açıklamalara tanık oldular.<br /><br />Konuşmanın ardından kendisine iletilen yazılı sorulara cevap veren Bakan Bağış’ın yanıtları salondaki kimseyi memnun etmedi. Örneğin, Patriğin Ekümenik sıfatının neden tanınmadığı yönündeki soruya Bağış, bu tabirin dini bir içeriği olduğunu, kendisinin de Hıristiyan inancına mensup olmadığı için bu konuda bir değerlendirme yapamayacağını, ancak Ortodoksların diledikleri unvanı kullanmakta özgür oldukları yanıtını verdi. Bağış’ın, ülkede gittikçe azalmakta olan gayrimüslim nüfusun artması için ne gibi planları olduğu yönündeki bir soruya verdiği cevap ise, gayrimüslimlerin bu ülkede hangi koşullar nedeniyle azaldığını hiç dikkate almayan, bu nedenle pek de şık olmayan bir hazırcevaplığı gösteriyordu. Başmüzakereci, nüfuslarının artması için, Başbakan Erdoğan’ın “üç çocuk yapma” önerisini gayrimüslimlerin de benimsemesinin hayırlı olacağını söyledi gülümseyerek...<br /><br />Bağış’a, konuşması sırasında, salonda bulunan Başepiskopos Aram Ateşyan’dan “patrik”, “eş patrik” gibi sıfatlarla söz etmesinin nedeni; Türkiyeli Ermeni yurttaşların oylarıyla seçilmeyen bir ruhaniyi patrik olarak kabul etmedikleri ve hükümetin “patrik genel vekili” uygulamasıyla neden sürece müdahale ettiği de soruldu... Bağış’ın yanıtı çok sayıda gaf içeriyor ve Patrik II. Mesrob’un rahatsızlığının ardından yaşanan sorunların neden bu kadar çetrefil bir hal aldığını gösteriyordu.<br /><br />Bakan Bağış, öfkeli bir ifadeyle, bu sorunun Başepiskopos Ateşyan hakkında çok haksız bir suçlama olduğunu söyledi öncelikle. Ateşyan’ın büyük fedakârlıkla, Ermeni toplumunun kendisine patrik olması için bulunduğu ricaları geri çevirdiğini iddia etti. Ruhani büyüğü olan Patrik II. Mesrob’u kardeşi gibi sevdiği için o ölene kadar patrik olmayı, “O koltuğa oturmayı reddettiğini” savundu. Üstelik, ardından da, Ateşyan’ın hükümete, II. Mesrob’un sağlığında kendisine güvenerek vekâlet verdiğine dair belgeler gösterdiğini anlattı ve bunun üzerinde de kendilerinin Ermeni kilisesinin geleneklerince “patrik genel vekili” uygulaması yoluna gittiklerini, Ruhani Kurul’un da Ateşyan’ı oybirliğiyle seçtiğini anlattı.<br /><br />Neresinden tutsanız elinizde kalacak bu açıklamalar cevaplanması gereken pek çok soru doğuruyordu elbette.<br /><br />Ermeni Patrikliği makamı, bir ruhaninin bir başkası hakkındaki kardeşlik duygularına bırakılacak bir kurum muydu? Hükümet, bu kilisenin geleneklerinde halkoyuna dayanan bir seçim olduğu gerçeğini nasıl göz ardı edebiliyordu? Patrikhane II. Mesrob’un hastalığı nedeniyle seçim kararı aldığı, bu karar üzerine bir Seçim Müteşebbis Heyeti oluşturulduğu ve seçim için resmi başvuru yapıldığı, hatta aday ruhaniler dahi ortaya çıktığı halde seçim yapılamayacağına hükmeden hükümet, Ermeni Kilisesi’nin iç işlerine hangi hakla karışabiliyordu? Üstelik bu tavrı “din özgürlüğü” konulu bir toplantıda nasıl savunabiliyordu? Başepiskopos Ateşyan’ın kendilerine gösterdiği iddia edilen belgeler hangileriydi? Patrik II. Mesrob, Başepiskopos Ateşyan’a seyahatleri sırasında vermiş olabileceği vekâletler dışında, daha genel, daha kapsayıcı bir vekâlet vermiş olabilir miydi? Eğer durum buysa, Patrik rahatsızlanıp fiilen patriklik yapamayacağını nasıl bilmiş ve Ateşyan’a vekâlet vermişti? Yoksa Ateşyan geçici bazı vekâlet belgelerini hükümete ‘patrik genel vekil’liği için verilmiş gibi mi göstermişti?<br /><br />Bu soruların hiçbir makul yanıtı olamayacağı aşikâr. Hükümet ve Başepiskopos Ateşyan, görünen o ki, gerçekler üzerine kurulu olmayan bir senaryoyla bir ‘patrik genel vekilliği’ ucubesi yarattılar ve bu durumu tüm Türkiyeli Ermenilere dayattılar.<br /><br />Bunu yaparken halkın seçim ve söz hakkını görmezden geldiler. Hükümet bu tavrıyla din özgürlüğü konusunda çok olumsuz bir sınav verdiği gibi, halkın sesini bastırıp sadece Başepiskopos Ateşyan’ı muhatap alarak demokratlık açısından da sınıfta kaldı.<br /><br />Hükümetin neden ısrarla Başepiskopos Ateşyan’ı muhatap kabul ettiği ve Ermeni Kilisesi’ne müdahale eden bir tavır içine girerek eleştirilmeyi göze aldığının yanıtı ise yine aynı konferanstaydı. <br /><br />Bağış’ın konuşmasından sonra, Türkiyeli farklı dinsel grupların sorunlarının tartışıldığı oturumda, Türkiyeli Aleviler, Katolikler, Rumlar, Protestanlar ve Süryaniler, dilleri döndüğünce, güçleri yettiğince, kendi meşreplerince sorunlarını anlattılar, taleplerde ve önerilerde bulundular. Aynı oturumda Ermeniler adına konuşan Başepiskopos Ateşyan ise, sanki Ermeniler açısından her şey tozpembeymiş gibi, suya sabuna dokunmayan, tatsızlıklara ve olumsuzluklara hiç değinmeyen bir konuşma yaptı ve hükümetin neden kendisini Ermeni Patrikhanesi temsilcisi olarak görmek istediğini de göstermiş oldu.</span></span></p></td></tr></tbody></table></div></span>rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-17553895845499869962010-12-29T17:52:00.001+02:002010-12-29T17:53:36.000+02:00Eksikburada 19 Kasım 2010 tarihli yazı olması lazım. aradım ama bulamadım. bulunca yerine koyarım.<div>r.</div>rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-37827959421144787632010-11-24T14:19:00.001+02:002010-11-24T14:20:48.341+02:00Gülünç oyunlara devam mı?<p style="font-family: arial;"><span style="color: rgb(153, 0, 0);">Agos, 12 Kasım 2010</span><br /></p><p style="font-family: arial;">Patrikhaneyle, vakıf yönetimleriyle, okulların bütçe açıklarıyla ilgili meseleleri konuşurken, bir yandan da ve asıl olarak, İstanbullu Ermenilerin kendileri için nasıl bir gelecek tasavvur ettiklerini tartışıyoruz.<br /><br />Mevcut durumdan kimsenin memnun olmadığı bir gerçek. Sorunların ne olduğu konusunda hemen herkes ittifak halinde; çözüm konusunda herkesin söyleyecek sözü var, ancak ne gariptir ki, çözümü getirecek irade ve pratik adım hiç kimseden gelmiyor.<br /><br />Herkesin şikâyet ettiği, herkesin konuştuğu ama kimsenin esasen bir şey söylemediği bir acayip dönemdeyiz.<br /><br />Manzara net. Patriklik seçimi konusunda her şeyi elimize yüzümüze bulaştırmış durumdayız. Organizasyondan yoksunuz. İstanbul’da kaç Ermeni’nin yaşadığını, kaçının neyle uğraştığını, maddi olarak ne durumda olduklarını bilmiyoruz. Vakıflarımız iyi yönetilmiyor. Doğru düzgün bir seçim bile yapamıyoruz. Okullarımız giderek öğrenci ve güç kaybediyor, eğitim kalitesi düşüyor. Ermenice hayattan bütünüyle çekilmiş durumda. Geçmişte kültür hayatının lokomotifi durumundaki dernekler neredeyse atıl halde. <br /><br />Velhasıl yolunda giden pek bir şey yok ve hepimiz de bunun böyle olduğu konusunda hemfikiriz.<br /><br />Peki, neden çözüm üretemiyoruz?<br /><br />Ne acı ki, çözümsüzlüğün birinci nedeni samimiyetsizliğimiz. Hepimiz ortak bir yalanlar havuzunun içinde yüzüyoruz. Sorunları tarif ederken, çözüm önerirken, eleştiri yaparken, hep bir –mış gibi yapma halindeyiz. Sorunları tarif ediyormuş gibi yapıyoruz, eleştiriyormuş gibi yapıyoruz, çözüm öneriyormuş gibi yapıyoruz.<br /><br />Ermeni toplumu, dehşet verici bir kapalılığın esiri durumunda. Göz önünde olan aktörlerin neredeyse hiçbiri sistemi eleştirmeyi göze alamıyor. Göze alamıyor, çünkü sistem bütünüyle güç ve para odaklı bir düzen öneriyor ve kimse bunu kökten eleştirerek kendisinin ve temsil ettiği kurumun çıkarlarını riske etmek istemiyor. Maddi açığı olan vakıfların yöneticileri, daha rahat durumdaki vakıfların yöneticilerini, onlardan gelecek yardımlardan mahrum kalacakları korkusuyla eleştiremiyor. Eğitimciler, işlerinden olacakları kaygısıyla yöneticiler karşısında söz söyleyemiyor. Bu zincir böyle uzayıp gidiyor.<br /><br />Dolayısıyla, eninde sonunda hepimiz, var olan sorunların parçası ve bu sığ girdabın da sorumlusuyuz. Eğer durum tahlilini içten bir şekilde yapmaz ve ona göre hareket etmezsek, hızla yuvarlanmakta olduğumuz toplumsal ve kültürel çöküşün de sorumluları olacağız.<br /><br />Bizi bu noktaya getiren sistemin gerçek bir eleştirisini yapmamız ve kendimize yeni bir yön çizmemiz gerekiyor. Türkiye Ermenilerinin önündeki hayati sınav, olmak ya da olmamak kavgası bu.<br /><br />Öncelikli hedef, Ermeniliğini ve Türkiyeliliğini gerçekten yaşayabilen, anadilinde konuşup yazabilen, kendini iyi ifade edebilen, dünyayı demokrat ve insancıl bir perspektiften algılayabilen bireyler yetiştirmek olmalı. Çünkü bütün kurumlar ancak insan gücüyle ayakta kalabilir ve gelecek nesillere aktarılabilir.<br /><br />Bunu yaparken toplumun hali pür mealini ortaya çıkaracak bir röntgenin çekilmesi için çalışmalar yapmalıyız. Mevcut ekonomik sıkıntıların nerelerden kaynaklandığını, hangi alanlarda yetişmiş insan gücü sıkıntısı olduğunu tespit etmeliyiz. Yoksul durumdaki, kendisini dışlanmış hisseden insanlarla bağ kurmalı ve onları kendi hayatlarını idame ettirebilecekleri bir düzeye çıkarabilmeliyiz.<br /><br />Bunu nasıl gerçekleştirebiliriz?<br /><br />Patrikhane’nin odakta olduğu, vakıf yönetimi için seçilen yöneticilerin toplum lideri gibi davrandığı, parası çok olanın sözünün geçtiği bir ortamda işlerin yolunda gitmediği çok açık. O zaman, Patrikhane’nin görev ve yetkilerini konuşmalıyız. Vakıfların asli amaçlarını tartışmaya açıp belki yeni örgütlenme modelleri aramalıyız. Okullarda hangi metotları uygularsak başarılı olacağımızı, işinin uzmanı insanları bir araya getirerek kararlaştırmalı ve bu kararları uygulamayı birilerinin iki dudağı arasına bırakmamalıyız.<br /><br />Velhasıl, yeni zamanların ruhuna uygun arayışların içinde olmalıyız.<br /><br />Az olmamız, azalıyor olmamız, daima koruma ve korunma güdüsüyle hareket etmemize neden oluyor. Bu bizi akıl almaz bir muhafazakârlığa götürüyor ve salt muhafaza ederek de hiçbir şeyi koruyamıyoruz.<br /><br />Bunları gerçekten tartışmazsak, Başepiskopos Ateşyan ona nişan vermiş, Üç Horan seçimi yapmamış, baldırıçıplaklar yönetime talip olmuş gibi muhabbetlere daha çok devam ederiz.<br /><br />Bu sığ çekişme ortamını heyecanlı bulanlar da vardır elbette. Böyle yaşamaya devam da edebiliriz. Bu da bir tercih… Ama bu oyunu oynayanları gülünç hale düşürecek bir tercih.<br /><br />Gülünç olmaya razıysak, aynen devam.</p>rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-68374277572671331302010-11-24T14:09:00.002+02:002010-11-24T14:15:45.423+02:00Bizi geçmişe bağlayan<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiYSM9DrqP0_1oIV_j8OTBN_qXPhqD3fmvScBd2RBmTEFQyBpNDwu6cIoD2yNzqBIEd8EGDDghmXtlEgJoF1AZqPK36Haebtjsn7kAYIJqliahWYc6dKabjaJ6agkf89ghfCYIijQ/s1600/misak-toros-hayatini-kaybetti.jpg"><img style="float: right; margin: 0pt 0pt 10px 10px; cursor: pointer; width: 200px; height: 152px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiYSM9DrqP0_1oIV_j8OTBN_qXPhqD3fmvScBd2RBmTEFQyBpNDwu6cIoD2yNzqBIEd8EGDDghmXtlEgJoF1AZqPK36Haebtjsn7kAYIJqliahWYc6dKabjaJ6agkf89ghfCYIijQ/s200/misak-toros-hayatini-kaybetti.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5543087499222993922" border="0" /></a><span style="color: rgb(153, 0, 0); font-family: arial;">Agos, 12 Kasım 2010</span><br /><p><span style="font-family: arial;">Misak Toros’u yakından tanımazdım, sadece merhabamız vardı.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">İstanbul’daki Ermeni tiyatro sahnelerinin sevilen bir emektarıydı. Gitaristliğiyle, tasarımcılığıyla, oyun-culuğu ve yönetmenliğiyle, hayatı boyunca sanatla yoğrulmuş bir büyüğümüzdü.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Onyıllarca çabalamış, gülmeye, güldürmeye, insanları eğlendirmeye çalışmıştı. Bu, neresinden bakarsanız bakın saygı duyulacak bir emek demektir.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Onu kaybettiğimizi duyduğum an, onunla birlikte kaybettiğimiz şeyin geçmişle kurduğumuz ince bir bağ olduğunu düşündüm. O bağ, bizi dolaylı da olsa Osmanlı zamanlarının İstanbuluna, eski zamanlara ve eskilerin tiyatro sahnesine bağlıyordu.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Misak Toros, bir zamanlar Ermeni oyuncuların ve yönetmenlerin en önemli sürükleyicisi olduğu Osmanlı tiyatro geleneğine doğrudan mensup değildi belki, ama onun gölgesini üzerinde taşıyan, biraz uçarı, biraz çelebi bir havası vardı.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Misak Toros’un gidişiyle, bizi geçmişe bağlayan o ince bağ biraz daha inceldi.</span><br /><br /><span style="font-family: arial;">Sevenlerinin başı sağ olsun.</span><br /></p>rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-37872864554830684162010-11-09T19:42:00.002+02:002010-11-09T19:47:59.915+02:00Zirveden dibe ve yeniden umuda<span style="font-family:arial;"><span style="color: rgb(153, 0, 0);">Agos, 5 Kasım 2010</span><br /><br />1990’lar, Ermenilerin, onyıllarca süren korkuların ardından, o zamanlar için hayli cesur sayılabilecek eşit yurttaşlık talebiyle ortaya çıktığı ve bu talebin altını da sözle, eylemle doldurduğu bir çıkış dönemiydi.</span> <span style="font-family:arial;"><br /><br />ASALA suikastları döneminde bir kez daha ‘hain’, ‘köpek’, ‘düşman’ gibi sıfatlarla anılmaya başlanan ve yurtdışına göçe zorlanan, zaten bir avuç kalmış Ermeniler, Kürt siyasi mücadelesinin şiddetlendiği yıllarda bir kez daha itilip kakılırken, aynı Kürt hareketinin açtığı yolu adımlayarak, kendi kimliklerini anlatmaya, uğradıkları haksızlıkları ifade etmeye başladı.</span><br /><br /><span style="font-family:arial;">Bu dönemin iki önemli simgesi vardı. İlki, cumhuriyet döneminde kamusal alanda söz söyleme cesaretini gösteren ilk Ermeni entelektüeli olan Hrant Dink’ti şüphesiz. Konuşur ve eylerken hem kendi küçük toplumunun dertlerini dile getiren, hem de onun ve bütün Türkiye’nin dönüşmesine katkıda bulunan bir yordam öneren, o güne kadarkilerden çok farklı, alternatif bir duruştu onunki. İkinci simge ise, doksanlarda yaşanan o toplumsal dönüşümün bir meyvesi olarak patrik seçilen Başepiskopos Mesrob Mutafyan’dı.</span><br /><br /><span style="font-family:arial;">Bu iki simgenin 1996’da Agos’ta ve 1998’deki patrik seçimlerinde yan yana gelmesi, birlikte fikir üretmesi tesadüf değildi. Zamanın ruhuyla ilgiliydi. Agos nasıl Ermeni toplumunun içindeki muhafazakâr, tektipçi, dediğim dedikçi zümreye karşı bir başkaldırıysa, patrikliğe, devletin ve onun Ermeniler arasındaki uzantılarının tüm karşı çabalarına rağmen Mutafyan Sırpazan’ın seçilmesi de, Agos’la dışa vurulan cesaretin Ermeni tabanında gördüğü kabulün ilanıydı.</span> <span style="font-family:arial;"><br /><br />Bu gelişmeler, Türkiye Ermenilerinin yarattığı dönüşümün, karanlık ve sancılı bir devreden geçen, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra kendine bir yol çizmeye çalışan Türkiye’nin epeyce ilerisinde bir siyasal söylem yaratmasına yol açtı. Elli bin kişilik küçücük bir toplum, 70 milyonluk koca bir denizin içinde başka türlü bir vaha yaratma yolunda ilerliyordu.</span> <span style="font-family:arial;"><br /><br />Ancak, II. Mesrob’un daha seçilir seçilmez, o güne dek kendisini alaşağı etmek için her yolu mubah sayan devletlû zümreye mavi boncuk dağıtmaya girişmesi, kendisine umut bağlayan halktan kesimi hor görüp kendini onlardan soyutlaması, büyük bir hayal kırıklığı yaratacaktı. Ermenilerin devri sabıkı, yani eski rejimi, ayakta duracak zemini bizzat Patriğin şahsında buluyordu bir kez daha.<br /><br /></span><span style="font-family:arial;">2000’lerin ilk yıllarında Türkiye’de rüzgârların sertleşmesi, dönüşümü büyük ölçüde sekteye uğrattı. Hrant Dink sistemli bir kampanyayla önce hedef haline getirildi ve sonra aramızdan alındı. II. Mesrob, devletle fazlasıyla içli dışlı olmaktan dolayı, dil ve adalet terazisini yitirdi; Genelkurmay Başkanı’yla görüşerek sorunlara çözüm bulmaktan medet umacak kadar düştü; kendisine verilen yakın koruma polisi kanalıyla kim bilir hangi etkilere, hangi telkinlere maruz kalıp akıl sağlığını yitirdi.<br /><br /></span><span style="font-weight: bold; color: rgb(0, 0, 102);font-family:arial;" >Karanlık bir manzara</span><br /><br /><span style="font-family:arial;">Bugün artık başka bir zamanda yaşıyoruz ve bu zaman hiç de iç açıcı değil. Ermeni okullarına giden öğrenci sayısının giderek azaldığı, kültürün gerilediği, ben yaptım olduculuğun, gücün ve paranın egemen olduğu bir dönemden geçiyoruz.<br /><br />Öncekinin zıddı bu dönemin iki simgesinin, patriklik makamını rehin alan Başepiskopos Ateşyan’la, kendi kendini cemaat başkanı ilan eden Bedros Şirinoğlu olması da tesadüf değil elbette.</span> <span style="font-family:arial;">Meydanı adeta bomboş bulan, devlete biat edip kendi halkını duymazdan gelen bu iki şahsiyetin yarattığı karanlıktan cesaret alan fırsatçılar da, başlarını artık çok daha rahat çıkarıyor. Her türlü toplumsal ilişki çok daha hızlı kirleniyor.</span> <span style="font-family:arial;"><br /><br />Onyıllardır pervasız bir güç odağı oluşturan, bütün Ermenilere ait kıt kaynakları dilediği gibi kullanıp göstermelik bilançolar dışında kimseye hesap vermeyen, çöreklendikleri vakfı adeta bir arpalık gibi yöneten Beyoğlu yönetiminin gösterdiği performansın bu kadar bayağılaşabilmesi de elbette ki bu sığlığın ürünü.</span> <span style="font-family:arial;"><br /><br />Seçimde alışık olmadığı bir şekilde rakip bir liste aday olunca ne yapacağını şaşıran, oylamayı İstanbul geneline açmayıp Feriköy’den, Kurtuluş’tan, Şirinevler’den seçmen taşıyan ve bu durum belgelenince de, dürüst insanların yapacağı gibi istifa etmek yerine dava üstüne dava açan, üstelik açtığı her davayı da kaybeden Beyoğlu yönetimi, bugün de, seçmen listelerini halktan kaçırıyor, yasal sürelere uymadığı gibi, listelerin askıda kalma ve itiraz günlerini resmi tatillere denk getirerek uyanıklık yaptığını zannediyor.</span> <span style="font-family:arial;"><br /><br />Son birkaç yılda yaşanan sarsıntılar geleneksel ağalık sisteminin hortlamasına, “ağababa” kültürünün canlanmasına yol açtı. On yıl önce Türkiye’nin ilerisinde bir atılımı gerçekleştiren Ermeni toplumu, bugün demokrasi ve çokseslilik kültürü önemli mevziler kazanırken, bu kez büyük bir çöküntü yaşamaya başladı.</span> <span style="font-family:arial;"><br /><br />Bugünkü zorlu mücadele, ağalık kültürüne, hesap vermez yöneticilere, komisyoncu ruhanilere, halkın olanı halktan saklayan fırsatçılara karşı.</span><br /><br /><span style="font-family:arial;">Bu mücadele uzun soluklu olacak, ama atalet içinde kaybedecek vakit yok. Kurtarıcı kahramanlar, ancak çaresiz olanların umududur. Haksızlıklara tepki gösterecek, doğru bildiğimizi ve elimizde kalanları savunacak, patrikhaneyi gerçek bir patrikhane, vakıfları gerçek vakıflar, okulları gerçek okullar, gazeteleri de gerçek gazeteler haline getirecek olanlar yine bizleriz.</span> <span style="font-family:arial;"><br /><br />Bu muhalefet dinamiğini siz, biz, hepimiz, eninde sonunda bir avuç insan oluşturacağız. Kerameti kendinden menkul başkanlara, koltuk işgalcilerine karşı toplanan imzalar, tepkimizin ateşini gösteriyor. Şimdi artık o ateşi harlandırmanın zamanı.</span><br /><br /><span style="font-family:arial;">Bugün Beyoğlu, yarın başka bir mücadele. Kazanılır, kaybedilir... Önemli olan, ilkeli ve dürüst ruhu her daim canlı tutmaya çalışmak. Gerçek ve köklü değişimi ancak bu temiz ruh sağlar. Manzara karanlık olabilir, ama korkması gerekenler bizler değiliz.</span>rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-49454381258585854352010-10-27T00:33:00.002+03:002010-10-27T00:38:47.274+03:00Katil kime denir?<meta equiv="Content-Type" content="text/html; charset=utf-8"><meta name="ProgId" content="Word.Document"><meta name="Generator" content="Microsoft Word 11"><meta name="Originator" content="Microsoft Word 11"><link style="font-family: arial;" rel="File-List" href="file:///C:%5CDOCUME%7E1%5CKULLAN%7E1%5CLOCALS%7E1%5CTemp%5Cmsohtml1%5C01%5Cclip_filelist.xml"><!--[if gte mso 9]><xml> <w:worddocument> <w:view>Normal</w:View> <w:zoom>0</w:Zoom> <w:hyphenationzone>21</w:HyphenationZone> <w:punctuationkerning/> <w:validateagainstschemas/> <w:saveifxmlinvalid>false</w:SaveIfXMLInvalid> <w:ignoremixedcontent>false</w:IgnoreMixedContent> <w:alwaysshowplaceholdertext>false</w:AlwaysShowPlaceholderText> <w:compatibility> <w:breakwrappedtables/> <w:snaptogridincell/> <w:wraptextwithpunct/> <w:useasianbreakrules/> <w:dontgrowautofit/> </w:Compatibility> <w:browserlevel>MicrosoftInternetExplorer4</w:BrowserLevel> </w:WordDocument> </xml><![endif]--><!--[if gte mso 9]><xml> <w:latentstyles deflockedstate="false" latentstylecount="156"> </w:LatentStyles> </xml><![endif]--><style> <!-- /* Style Definitions */ p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal {mso-style-parent:""; margin:0cm; margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:12.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-fareast-font-family:"Times New Roman";} @page Section1 {size:595.3pt 841.9pt; margin:70.9pt 70.9pt 70.9pt 70.9pt; mso-header-margin:35.45pt; mso-footer-margin:35.45pt; mso-gutter-margin:70.9pt; mso-paper-source:0;} div.Section1 {page:Section1;} --> </style><!--[if gte mso 10]> <style> /* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;} </style> <![endif]--><span style="color: rgb(153, 0, 0); font-family: arial;">Agos, 29 Ekim 2010</span>
<br /><p class="MsoNormal" face="arial" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;"><b style=""><o:p></o:p></b></p> <p class="MsoNormal" face="arial" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Lafı fazla uzatmayalım. Devlet bu cinayetin suç ortağıdır. Yani katildir.</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Hem de gözünü kan bürümüş bir katil. </p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Sadece cinayet işlediği, işlettiği için değil.</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Sadece arkadan vuranların arkasında durduğu için değil.</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Sadece AİHM’e “o hak etmişti zaten” diyen savunmalar gönderdiği için değil.</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Katildir. Çünkü yüz yıldır bitmeyen, bitmek bilmeyen bir Ermeni düşmanlığıyla hareket etmektedir. O düşmanlıkla, devlet içi bütün hesaplaşmalar rafa kalkmakta, öldürülen bir Ermeni olduğu için sessizlik anlaşması yürürlüğe girmekte, başka meselelerde birbirlerini yiyenler, söz konusu bir Ermeni olduğunda birbirlerinin ayağına basmaktan dahi çekinmekte, birbirlerini koruyup kollamaktadır. </p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Bu, yüzyıllık nefret, yüzyıllık suç ortaklığı, yüzyıllık cinayettir.</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; text-align: center; font-family: arial;" align="center">*</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;"><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgO6EBtTjnAiYS3F8qHQiHrkZA5JljmTkGOSKM8B9numfNVokEeR15_Pm7Vk5pODMeRw3DJQqugK8_Dg48FCS32mvVpYO1uCTVMElMCZ1oPm31M1nb5dkpc9UkruGjfreG1xmfQPw/s1600/DSC_0929.JPG"><img style="display: block; margin: 0px auto 10px; text-align: center; cursor: pointer; width: 400px; height: 268px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgO6EBtTjnAiYS3F8qHQiHrkZA5JljmTkGOSKM8B9numfNVokEeR15_Pm7Vk5pODMeRw3DJQqugK8_Dg48FCS32mvVpYO1uCTVMElMCZ1oPm31M1nb5dkpc9UkruGjfreG1xmfQPw/s400/DSC_0929.JPG" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5532472188800815042" border="0" /></a>Cevabı malum sorular o kadar çok ki.</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">301’den yargılanan, adı kamuoyunda duyulmuş onca insanın arasından sadece Hrant Dink’in ceza alması, hapse mahkûm olması tesadüf müydü? </p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Onun “Türklüğe hakaret eden Hrant Dink” olarak tanınmasını sağlayan medya operasyonu tesadüf müydü?</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Arkasından timsah gözyaşları dökenler, onu hedef haline getirenler değil miydi?</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; text-align: center; font-family: arial;" align="center">*</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Gönlümüzden geçeni, aklımızdan geçeni, aramızda fısır fısır konuştuğumuzu yazalım. </p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Devletin, katilken çocuk olana, tetikçiye yaptığı muameleyi hatırlayalım.</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Onu içerde kim semirtti? </p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Ona kim sahip çıkıyor?</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Onu içerde kim evlendirdi? </p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Katilin gözlerindeki o küstahlık, kimlerden bulduğu cesaretin alevi?</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Onu içerde semirtenler, onu içerde everenler, o birkaç sene sonra dışarı çıktığında ona nasıl bir gelecek sunacak? </p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Plan yaparken katildi, Agos’un önünde beklerken katildi, tetiği çekerken katildi, kaçarken katildi, yakalanırken katildi. Şimdi, dört sene geçti ve çocuk oldu.</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">O dört senede adaleti yerine getirmek için en ufak bir çaba gösterilmiş değil. Avukatların hiçbir talebine hakkıyla yanıt verilmiş değil. Devlet görevlilerinin soruşturulması için hiçbir ciddi adım atılmış değil. </p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Eğer bunların biraz yapılmış, bu yönde biraz iyi niyet gösterilmiş olsaydı, emin olun, tetikçinin çocuk mahkemesinde yargılanmasını dünyanın en olağan gelişmesi olarak değerlendirilecektik. </p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Oysa şimdi, adalete pranga vurulduğu hissiyatı içimizi kavurup geçiyor. <span style=""> </span></p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; text-align: center; font-family: arial;" align="center">*</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">MİT mahkemeye yazı göndermiş. Sabiha Gökçen haberinden sonra Hrant Dink’in İstanbul Valiliği’ne çağrılmasından kurumlarının haberdar olduğunu itiraf etmiş. </p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Ona, yazdığı yazıların toplumda ‘infiale’ sebep olacağını söylenmiş.</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Siz söyleyin Allah aşkına, Türkiye’yi az çok bilen herkes için o davetin tercümesi, “Ayağını denk almazsan kalemin kırılır” demek değil midir? </p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">MİT, şimdi altı sene sonra, bunu itiraf ediyor. Ediyor ama, o dönemki MİT Müsteşarı hakkında, diğer görevliler hakkında neden yaprak kımıldamıyor?</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Tetikçi çocuk olabilir, peki katiller kim?</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; text-align: center; font-family: arial;" align="center">*</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Pazartesi günü, mahkemede, devletimiz bize, “AİHM katilin kim olduğunu işaret etti diye sevinmeyin, son sözü hep ben söylerim” dedi.</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Tetikçiyi çocuk mahkemesine gönderdiler. </p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Yarın öbür gün salıverirler de…</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Peki katil kime denir?</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Katile vur diyen katil değil midir?</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Katilin arkasında duran katil değil midir? </p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; text-align: center; font-family: arial;" align="center">*</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Ben bu hafta Çoğunluk filmi hakkındayazacaktım. Seren Yüce’nin çektiği gerçek Türkiye fotoğrafını anlatacak, onun açtığı yoldan bir tartışma yürütecektim.</p> <p class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt; font-family: arial;">Ben Çoğunluk’u yazamadım, ama bu yazıyı bana çoğunluk yazdırdı.</p> <p class="MsoNormal" style="font-family: arial;"> </p> rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-34062835.post-80196882024128775842010-10-26T00:38:00.004+03:002010-10-26T00:45:16.067+03:00Sınıf ve kimlik arasında<table bg="" style="color: rgb(255, 255, 255); font-family: arial;font-family:arial;" border="0" cellpadding="0" cellspacing="0" width="100%"> <tbody><tr> <td> <p style="color: rgb(0, 0, 102);"><span style="color: rgb(153, 0, 0);">Agos, 22 Ekim 2010</span><br /></p><p style="color: rgb(0, 0, 0);">ÖDP’nin düzenlediği ‘Kürt Sorununda Çözüm Önerileri’ başlıklı çalıştay, anlamlı bir girişimdi. Hem sol adına çözüme mütevazı bir katkı sunmak bakımından, hem de son yıllarda yapıcı siyaset anlamında pek de olumlu bir görüntü çizmemiş partinin bu durumu değiştirmeye çalışması bakımından.<br /><br />Sosyalist solun Kürt meselesiyle ve Kürtlerle ilişkisi, önemli sorunlar barındırır. Kürt siyasi hareketini kalabalığa ihtiyaç duyulduğunda başvurulacak bir tür insan deposu olarak görmek, Kürtlere karşı bir tür ağbilik konumundan konuşmak, sınıf mücadelesi gibi daha yüce bir alan varken kimlik siyaseti gibi aşağı bir siyaseti tercih ettikleri için onları hor görmek, Kürt hareketinin kökünün dışarıda olduğu iddiasının arkasına gizlenmek bu sorunların başlıcaları.<br /><br />Çalıştayda, bu arızaların pek çoğunun hafiflemiş, törpülenmiş olduğunu görmek sevindiriciydi. ÖDP Başkanı Alper Taş’ın konuşması, Kürt sorununda demokrat bir perspektifi ortaya koyuyordu. Bunda, sol hareketin giderek daha sınırlı bir kitleyi etkiler hale gelmesinden ileri gelen bir gerçekçilik kadar, Kürt hareketinin geçmişe nazaran rüştünü ispat etmiş olmasının da önemli payı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Sol açısından, ‘Kürtlerden nasıl yararlanabiliriz?’ sorusundan, ‘Kürtler için ne yapabiliriz?’ sorusuna geçmek kendi içinde önemli bir dönüşümü ifade ediyor.<br /><br />Elbette ki, BDP’lilere, kimlik siyasetini bir kenara bırakıp sınıf siyasetini yükseltmeleri gerektiğini söyleyen konuşmalar da yapıldı salonda, ama onlarda dahi, Kürtlerin Kürt olmaktan kaynaklanan baskılara uğradığını gören daha makul bir anlayışın izleri okunuyordu.<br /><br />Kürt sorunu elbette ki sınıfsal ‘da’ bir sorun. Ama eski sınıfsallık algılarına sığmayacak kadar çok boyutlu ve kompleks bir mesele aynı zamanda. BDP şüphesiz bu durumun farkında, dolayısıyla, stratejilerini gözden geçirmek, onlardan daha acil olarak sola düşüyor. Sınıf mücadelesinin salt sınıflarla ilişkiden ibaret olmadığına, bütün hak taleplerine duyarlı olmayı gerektiren daha esnek bir mekanizmayı gerektirdiğine dair bir iradeden söz ediyorum.<br /><br />Kürtlere ağbilik eden anlayışın dönüşmesini olumlu bulurken, Kürt hareketini bir tür siyasi eleştirilmezlik ve dokunulmazlık halesiyle donatmak yolunda bir yüceltmeye gidilmemesi gerektiğini de bir uyarı olarak not etmek lazım. BDP içinde veya dışında, parti politikasından biraz daha bağımsız hareket eden Kürt seslerinin bu toplantıda temsil edilmemesi bir eksiklikti. Bu anlamda, Kürt hareketinde çoğulculuğa kapıları kapatmanın ve BDP yönetimini tek muhatap kabul etmenin sol açısından sorunlu bir tutum olacağını görmek gerekir. Doğru pozisyon, daimi bir dayanışma çağrısı ve yapıcı bir eleştirellik içinde olmaktan geçiyor:</p> <p style="font-weight: bold; color: rgb(0, 0, 0);">Haklı olmak yeter mi?</p> <p style="color: rgb(0, 0, 0);">Siyasi tutuklamalar ve baskılarla boğuşmak zorunda olan BDP’nin, bir yandan da bölgede geniş bir seçmen tabanına sahip olan ve bunu giderek genişletmeye çalışan AKP’yle rekabet etmesi elbette kolay değil. Ancak bu noktada, rakip partinin Kürt nüfus nezdindeki varlığını kategorik olarak reddetmenin pek de demokratça bir tavır olmayacağını söylemek gerek. ‹ktidar partisinin bir siyasi parti olarak örgütlenme ve çoğalma arzusunu her seferinde “AKP kendi Kürtlerini yaratıyor” diyerek mahkûm etmek de sorunlu ve mücadeleyi sekteye uğratacak bir bakış açısı.<br /><br />BDP Eşbaşkanı Gülten Kışanak çalıştayda, Kürtlere “Ya asimile ol ya ayrıl!” diyen ulus devlet politikasının yok ediciliğine dair güçlü bir tespitle girdiği konuşmasında, partinin Demokratik Özerklik siyaseti hakkında bilgi verdi. Bir tür yerinden yönetim modeli olan bu programı sadece Kürt illeri için değil bütün Türkiye için arzu ettiklerini söyleyen Kışanak, devletin zaten Kalkınma Ajansları yoluyla Türkiye coğrafyasını 23 bölgeye ayırdığını, kendi önerilerinin de etnik değil bölgesel nitelikli olduğunu ve bunu da çağdaş demokrasinin gereği olarak gördüklerini söyledi.<br /><br />Yerinden yönetim gerçekten de Türkiye’nin yaşaması gereken dönüşümün en önemli ayağı. Koca bir coğrafyayı Ankara’dan belirlenen yekpare politikalarla yönetmek, yerelin sesine ve taleplerine kulak tıkamak, siyasetin yerinden üretilmesine engel olmak bu köhnemiş rejimin kadim alışkanlığı ve bu alışkanlığın yeni zamanlarda yeri yok. Ancak BDP’nin de bu programın içini nasıl doldurduğunu net bir şekilde açıklaması gerekiyor. <br /><br />Öte yandan, içi nasıl doldurulursa doldurulsun, tepesinde ‘özerklik’ yazan bir yerinden yönetim paketinin, Türkiye’nin batısında bir bağımsızlık projesi olarak algılanacağına ve daha baştan reddedileceğine de emin olabiliriz.<br /><br />Bu bakımdan, Orhan Miroğlu’nın demokratik özerklikle ilgili olarak “yanlış zamanda doğru talep” şeklinde ifade ettiği eleştiriyi dikkate almak şart. Koşullar olgunlaşmadan dile getirilen haklı taleplerin, var olan kutuplaşmaları derinleştireceği gibi, meşruiyetini de yitireceğini hesaba katmalı. Bu bakımdan, Türklerin Kürtleri dinlemesinin elzem olduğu kadar, Kürtlerin de Türklerin ruh halini göz ardı etme lüksü olmadığını söyleyebiliriz.<br /><br />BDP’nin AKP yayılmacılığı karşısında kendi kitlesini toparlama yönünde bir çaba içinde olması elbette ki anlaşılır, ancak meselenin asıl çözümünün Türkleri ikna etmekten geçtiği de unutulmamalı. Milliyetçi pompalamaların etkisi altındaki nüfustan koparılacak her taş, daha demokratik bir Türkiye hedefine biraz daha yaklaşmak anlamına gelecek.<br /><br />Velhasıl, sadece haklı olmak değil, o haklılığı karşısındakine anlatacak yolları bulmak gerekiyor. Bu da, sadece devletle, hükümetle mücadele etmeyi değil, topluma bakmayı, onları muhatap almayı ve siyasetin dilini buna göre kurmayı gerektiriyor. BDP içerisinde, “Taleplerimizi Fırat’ın batısına nasıl daha inandırıcı ve etkili bir şekilde anlatabiliriz?” sorusuna yanıt arayacak bir farkındalığın daim kılınması büyük önem taşıyor.<br /><br />Ödevi daha çok Kürtlere yüklemenin haksızlık olarak algılanabileceğinin farkındayım. Ama mevcut durumdan memnun olmayan ve onu değiştirmek isteyenler bizlersek, daha ince stratejiler geliştirmesi gerekenler de bizleriz.</p> </td> </tr> </tbody></table>rober koptaşhttp://www.blogger.com/profile/13665158116985252942noreply@blogger.com0