Yoldaş Pançuni yüz yaşında (I)

Agos, 20 Kasım 2009

Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde Ermeni devrimci partilerinin faaliyetlerini hayali bir devrimci kahramanın Anadolu’daki maceralarını mercek altına alarak hicveden Yoldaş Pançuni, ilk yayımlanışının üzerinden tam yüz yıl geçmiş olmasına rağmen, her dönemde yeniden okunmayı ve tartışılmayı hak ediyor.

Eserin Osmanlı Ermenilerinin yaşadığı en kritik döneme ışık tutmaktaki başarısı, adeta bir sis çanı gibi, yaklaşan soykırımı haber vermesi, bugün onu daha da değerli ve önemli kılıyor. Türkçe çevirisi Aras Yayıncılık tarafından yayımlanan Yoldaş Pançuni, aynı zamanda Meşrutiyet rejimine, Ermenilerle Kürtler arasında ilişkilere ve bilhassa Türkiye sol hareketinin tarihine bakarken dikkate alınması gereken sorular ve veriler sunuyor bize.

Yoldaş Pançuni’nin yazarı Yervant Odyan, arı misali çalışan, ömrü boyunca –tehcir yılları istisna– yazmayı hiç bırakmayan, gittiği her yerde gazeteler, dergiler çıkaran bir yazı emektarıydı. 1915’te İstanbul’dan Der-Zor’a dek sürüldü ve üç buçuk yıl oradan oraya sürüklendikten, türlü badireler atlattıktan sonra adeta mucize eseri kurtuldu. Mütareke döneminde İstanbul’a döndü ve 1922’de, 1915’te yaşananlar tekrar edilir korkusuyla İstanbul’u terk eden binlerce Ermeni gibi şehirden ayrıldı. 1926’da Kahire’de hayatını kaybetti.

Odyan müthiş bir gözlemciydi. Gittiği her yerde –ki sık sık ‘gitmek’ zorunda kalmıştı– aydınları, ağaları, beyleri, yoksulları, işçileri, ruhanileri ve devrimcileri gözlemiş, daima keskin toplumsal çözümlemelerde bulunmuştu. Farklı tabakalardan insanların sahtekârlıklarına, çıkar elde etmek için değerleri nasıl kullandıklarına ve gereğinde bu değerleri nasıl gözlerini kırpmadan feda edebildiklerine dikkat çekmeyi seviyordu.

Eserlerinde İstanbul’un ekonomik anlamda yükselen, batılılaşan ama manevi anlamda büyük bir çöküntü yaşayan burjuvazisini alaya alıyor, yüksek Ermeni sınıfının yaşadığı dekadansa dikkat çekiyordu. Bu yönüyle, 1850’lerde, Amira sınıfının millet işlerindeki egemenliğine son veren genç aydınların idealizmiyle, yaşadığı dönemin çıkarcılığı arasındaki uçurumu ifade eder gibidir.


Bir baş belası: Pançuni

Odyan, davranışlarını, hayallerini, öfkelerini, düş kırıklıklarını, söylem ve tahayyüllerini çok iyi bildiği devrimcileri, Yoldaş Pançuni ile Anadolu Ermenilerinin acı gerçekliğinin tam da göbeğine yerleştirir. Eser, kahramanının, yani Yoldaş Pançuni’nin, Ermeni devrimci partilerinden birinin merkezine yazdığı mektuplardan oluşur.

Odyan, Pançuni’nin 1909’da yayımlanan ilk bölümünün başında, kısa bir biyografik bölümle kahramanın çocukluğunu ve devrimciliğe doğru yaşadığı evrimi aktarır. Buna göre, çocuk yaşında dahi bir “baş belası” olan Pançuni bir baltaya sap olamayınca, ağabeyi tarafından Marsilya’ya okumaya gönderilir. Ancak, ticaret okulunun ders programı kendisini “açmayınca”, devrimci öğrencilerin Avrupa’daki “Kâbe”si durumundaki Cenevre’ye gider ve Sosyal Bilimler Fakültesi’ne misafir öğrenci olarak kaydolur. Burada, okula pek uğramaz; mekânı daha çok, dünyanın kurtarıldığı birahanelerdir. “Kafa şişirmeyi iyi bildiği için” profesyonel devrimcilik yapmaya başlar.

1908’de Meşrutiyet’in ilan edildiğini duyunca “hevesli kafaları ütülemek için… bir göktaşı gibi” İstanbul’a düşer. Nutukları fazla ilgi çekmeyince, “İstanbul’dan ziyade taşrayı uyandırmak, aydınlatmak ve dönüştürmenin kaçınılmaz bir gereklilik” olduğuna hükmederek, Arapkir’e, oradan da 20 haneli, kendi halinde bir Ermeni köyü olan Dzabılvar’a geçer.

Onun faaliyetleri, tarihçi Anaide Ter-Minassian’ın Ermeni devrimci aydınlarının zihniyeti için yaptığı şu değerlendirmenin karikatürize edilmiş halidir adeta:

“Aydınlanma’nın taşıyıcısı olan [Ermeni] intelijansiya[sı] kendine Mesihvari bir devrimci ve milli görev edinmişti: Ermeni halkını ‘Asyai karanlığı’ndan ve ekonomik geriliğinden çıkarmak, ona yüzyıllardır süren tabiiyeti sırasında yitirdiği saygınlığı geri vermek, milli bir bilinç ve siyasi irade kazandırmak.”

Pançuni, işçi sınıfının ve de burjuvazinin varolduğu bu küçük köyde sosyalist bir mücadele alanı yaratmak ister. Eserin ruhuna hâkim olan mizah da bu gerilimden beslenir. Hemen, az çok uygun gördüğü kişilere, okuduğu kitaplara göre roller biçmeye kalkar. Köyün yaşlı papazı Der Sahak “ortaçağ ruhanilerinin, gericiliğin, obskürantizmin” temsilcisi olur kolayca; burjuvaziyi ise “köylüler üzerindeki asırlık sömürüsünün ürünü olan üç tarlaya, iki ineğe, bir eşeğe ve iki keçiye sahip” olan Res Serko temsil eder. Köyde, “işçi sınıfının” yegâne temsilcisi ise nalbant Mıgo’dur.

Çalışmalarına devam eden Pançuni, komşu Kürt köyü Komraş’a gider ve orada bir Karl Marx Kulübü kurulmasına önayak olur. Pançuni’ye göre, arada sırada Dzabılvar ahalisinin mallarını talan eden bu köy, ekspropriatsia (mülksüzleştirme) ile ilgili sosyalist görüşleri hemen anlar ve partinin “propagandası için uygun bir dayanak” teşkil eder.

Pançuni’nin Dzabılvar’daki faaliyetleri, sosyalist kuramları köydeki yaşantıya uygulama girişimleri, bol keseden kullandığı missia, provokatsia, evolutsia, ekspropriatsa gibi Rusçalaştırılmış terimler ve kapitalizm, proletarya, işçi savaşımı, grev, kilise düşmanlığı gibi Batı menşeli kavramlar, Engels ve Marx’tan yaptığı alıntılar, köy gerçekliğinde gülünç bir etki yaratır.

Acta, non verba!”

Köyde açılması için ahalinin para topladığı okula yeterince çağdaş bir binaya sahip olmadığı için karşı çıkmak, öğretmenini taşlayarak köyden kovmak; Komraş köyündekilerin Dzabılvar’ı, istedikleri parayı vermedikleri için basarak birçok kişiyi öldürmeleriyle sonuçlanan bir felakete neden olmak; Van’da bir çuha atölyesinde çalışan 20 kadar kadını atölye sahibine karşı örgütleyeyim derken atölyenin iflas edip kadınların ve patronun işsiz, aç biilaç kalmalarına neden olmak; halk adına Van’daki bir manastıra silah zoruyla el koyup adını Kropotkin manastırına dönüştürmek, ama bu arada manastırın neyi var neyi yoksa satıp savmak, Pançuni’nin kaş yapayım derken göz çıkardığı marifetlerinden bazılarıdır.

Ne de olsa sloganı “Acta, non verba!”dır (Laf değil, iş!).

(Desenler: Aleksandr Saruhan)

Zor makam

Agos, 13 Kasım 2009


Türkiye Ermeni Patrikliği zor makamdır. Sabır, dirayet, zekâ, sağlam bir dünya görüşü ister. 2 milyonlardan 60 binlere düşmüş bir cemaatin ruhani önderi olarak, devletten gelecek baskılara karşı dik durmak, cemaatin sorunlarına çözüm bulmaya çalışmak, Ermeni vakıflarının, okullarının, kiliselerinin dertlerine derman olmak kolay değildir.

Uğradığınız haksızlıkları yüksek sesle dile getiremezsiniz. Buna yeltendiğiniz an, derin devlet ve onun medyadaki sözcüleri hemen devreye girip sizi istenmeyen adam ilan edecek, sadakatiniz sorgulanacak, zaten var olan tehditler iyice artacaktır. Bu sıkıştırmalara boyun eğmeyecek, bunları dünyaya ilan edemese de, hiç değilse gerektiği zaman sessiz kalmayı bilerek üzerine kurulan oyunları bozacak bir patrik, Türkiye Ermenileri için en ideal patriktir.

Devlet, bu nedenle, Patriklik makamında daima zayıf, iradesiz, sorun çıkarmayacak birinin oturmasını tercih eder. Tercih etmekle kalmaz, bunu sağlamak için bizzat sahaya çıkıp hangi adayın seçilmesi gerektiğini dayatmaya çalışır.

Son seçimlerde de, aynı devlet, cemaat içindeki derin uzantıları kanalıyla, Başepiskopos Mesrob karşısında Başepiskopos Şahan’ı desteklemiş, ancak pırıltısı bin kilometre öteden bile fark edilen Mesrob, devletin kendisi için iyi olanı istemeyeceğini çok iyi bilen halkın desteğiyle, görülmemiş bir oy oranıyla patrik seçilmişti.

Büyük umutlar bağlanan, sivilleşme konusunda ilerici adımlar atması beklenen II. Mesrob’un zamanla koltuğundan memnun bir tek adamlığa meyletmesi ve devletin dümen suyunda açıklamalar yapmaktan fazlasına yüz vermemesi, baştaki yargıya dönmemizi gerektirir. Evet, Türkiye Ermeni Patrikliği zor makamdır.

Art niyet

Patriklik Ruhani Meclisi Başkanı Başepiskopos Aram Ateşyan’ın Kayseri Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi’nin yeniden takdis töreni sırasında ettiği sözleri okudunuz mu?

Haberlere göre, Başepiskopos Aram, “bizlerin” Diaspora ve Ermenistan’ı tanımadığını, Ermenistan’a sadece ruhani anlamda bağlılığı olduğunu, hiç kimsenin, özellikle diasporadakilerin Ermeniler ve Türkleri karşı karşıya getirmemesini, Beyrut, Ermenistan, Kudüs’teki ruhani önderlerin ne söylediğinin “bizleri” bağlamayacağını söylemiş.

Başepiskopos Aram, daha sonra, bildik birlik beraberlik klişesini tekrarlayan sözler etmiş: “Dünya üzerinde başka iki toplum yoktur ki, birbirleri için şiirler yazsınlar, gözyaşı döksünler. Ermeniler, Türk komşusunun ölüsü için, Türk Müslüman kardeşlerimiz Ermeni komşusunun ölüsü için gözyaşı dökmüştür. Bütün sıkıntılarda bu iki toplum yan yana olmuştur. Sonradan olan üzücü olaylar, tabii ki biraz sıkıntı yaratmıştır. Ama bu, iki toplumun yan yana gelmesine engel değildir.”

Ruhani Meclis Başkanı, konuşmasında, Türkiye yurttaşı olan Ermenilerin memleketlerine ne kadar bağlı olduğunu anlatmak için, İncil’deki (Matta 15: 15-22) ‘Sezar’ın hakkı Sezar’a’ meselini anımsatan şu örneği vermiş: “Türk parasının üzerinde Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün resmi olduğuna göre, o halde Mustafa Kemal’in yani Türkiye Cumhuriyeti’nin hakkını vereceksin. Hizmet edeceksin, vergini ödeyeceksin, askerliğini yapacaksın, yasalara saygılı olacaksın ve diğer taraftan tanrıya olan görevinizi de yerine getireceksin.”

Bu sözler üzerine ne söylenebilir? Mesela ben, Türkiyeli bir Ermeni olarak, diasporadan da Ermenistan’dan da yükselen seslerin önemli olduğuna, onlara kulak verilmesi gerektiğine inanıyorum. Bu durumda, Başepiskopos Aram benim adıma diaspora ve Ermenistan’ı “tanımama” hakkını nereden buluyor? Peki, birbirine şiir yazan iki toplum ne demektir? Toplumlar şiir yazar mı? Yazarsa, bu haslet neden Ermenilerle Türklere özgü olsun? “Bütün sıkıntılarda bu iki toplum yan yana olmuştur” ne demektir? İki toplum aynı zamanda birbirinin canını sıkmamış mıdır? Sonradan olan “üzücü” olaylar sadece “biraz” mı sıkıntı yaratmıştır? Başepiskopos Aram neden Ermenilerin Türkiye’ye bağlılıklarını böyle ilginç bir örnekle anlatma ihtiyacı duymuştur? Paranın üzerinde Atatürk’ün resmi olmasa, Ermenileri bu topraklara bağlı olmayacak mıdır?

Soruları çoğaltmak, çeşitlendirmek mümkün, ama bunlarla yetinelim. Zira bu kadarı bile, Başepiskopos Aram’ın kötünün kötüsü bir hatip olmak bir yana, ya bu konuşmayı yaparken art niyetle hareket ettiğini, ya da çevresinde olan biteni algılamakta güçlük çeken vasatın altında bir zekâya sahip olduğunu gösterir.

Şu halde, Ermeni Kilisesi’nin kademelerini birer birer geçmiş, herkese nasip olmayacak başepikoposluk unvanını almış bir ruhaninin zekâsından şüphe edilemeyeceğine göre, Başepikopos Aram’ın asıl niyetinin başka olduğunu söylemeliyiz.

Seçim çalışması

Demek ki, Ruhani Meclis Başkanı, Patrik II. Mesrob’un hastalığından sonra, özel bir çabayla uzun süre sürüncemede bıraktığı, en etkili Patriklik yetkilisi olduğu imajının yerleşmesini sağlayan bir buçuk yıldan sona, artık seçim çalışmalarına başlıyor. Başbakan Erdoğan’la Dolmabahçe’de yaptığı görüşmede, kendisini seçecek olan cemaate “Bakın, devlet benim arkamda. Beni seçerseniz daha az sorun yaşarsınız” derken, Kayseri’de yaptığı konuşmada da, diasporaya ve Ermenistan’a veryansın ederek, devlete “Türk devletinin çıkarlarını sonuna kadar savunurum” mesajını veriyor.

Ancak Başepikopos Aram’ın bilmesi gereken şeyler var. Devlete sadakat beyan ederek belki Patrik olabilirsiniz, ancak cesaretli olmadıkça, hakkınızı talep etmedikçe, dahası adil olmadıkça, gerçek bir ruhani ve bir önder olmanız mümkün değildir. Cemaatinizin Türkiye’de bir cennette yaşadığı zehabını verecek, sorunları masanın altına süpüren demeçlerle bir yere varamazsınız. Hrant Dink cinayetinin gerçek sorumlularının açığa çıkarılmasını yetkililerinin gözünün içine bakarak istemedikçe, bir kukla olmaktan öteye geçemezsiniz. Diasporada ve Ermenistan’da, uğradıkları haksızlığın telafisini isteyen kardeşlerinizin seslerini bastırmak için devletle giriştiğiniz işbirliği ise, sizi tarih sahnesinde mahkûm edecektir.

Dahası, Türkiye’nin barışçı geleceği, bugün sizin iman edip bağlılık bildirdiğiniz odakların karanlığında değil, diasporadaki ve Ermenistan’dakilerin acılarını da içine almayı bilen yeni bir ruhta yatıyor. O ruhu elbirliğiyle yoktan var edemezsek, zaten hepimizin geleceği karanlık... Siz, o eski, derin Türkiye’ye, yani yanlış ata oynuyorsunuz Başepikopos Aram.

Ve bizim gözlerimiz bunu çok iyi görüyor, kulaklarımız da duyuyor.

Comprendre la Diaspora...

CollectifVan “Diasporayı anlamak” yazısını Fransızcaya çevirmiş, Nouvelles d’Armenie de oradan iktibas etmiş. Burada da dursun istedim.

Comprendre la Diaspora...
par Rober Koptas

vendredi13 novembre 2009, par Stéphane/armenews

Info Collectif VAN - www.collectifvan.org - A n’en pas douter, les lignes bougent en Turquie. Les minorités cachées, voire niées, ainsi que des démocrates turcs et kurdes, se font entendre. Après les voix claires et dignes d’Ayse Gunaysu (militante turque des droits de l’homme) et de Talin Suciyan (journaliste arménienne d’Istanbul), du député kurde Selahattin Demirtas (dirigeant du Parti kurde DTP) qui a, en pleine séance au Parlement turc, pris à partie le gouvernement pour manipulation et négation des faits concernant les massacres des Arméniens, c’est au tour de la voix de l’Arménien de Turquie, Rober Koptas, de s’élever avec force pour condamner l’amalgame fait dans la presse turque, entre l’ultranationalisme turc et la diaspora arménienne. Dans un passé relativement proche, la diabolisation de la diaspora arménienne était souvent relayée par une communauté arménienne de Turquie, prise en otage et devant faire acte d’allégeance.

Aujourd’hui, certains Arméniens d’Istanbul, ainsi que leurs proches amis turcs, ont donc choisi, avec un courage qu’il faut saluer ici, de prendre la défense de la diaspora. Et ce faisant, Rober Koptas va plus loin et souligne l’injustice historique, le négationnisme de l’Etat turc, la spoliation des terres et des biens.

On souhaite que les journalistes, homme politiques, intellectuels, Turcs et non-Turcs, tous se sentent interpellés par ces discours de membres d’une minorité opprimée de Turquie et celui de démocrates turcs et kurdes. Des femmes et des hommes qui ont du cran et qui n’hésitent pas à se mettre en danger, pour réagir et imposer le respect dû aux descendants des rescapés du génocide arménien de 1915, engagés corps et âme dans une lutte contre l’injustice et le déni. En cela, elles et ils défendent les valeurs mêmes de l’humanité tout entière. Le Collectif VAN vous propose la traduction de cet article en turc paru le 19 octobre 2009.

Comprendre la Diaspora...

19 Octobre 2009 ROBER KOPTAS

Rober Koptas, un Arménien de Turquie, attire l’attention sur les raisons psychologiques du refus des protocoles signés entre la Turquie et l’Arménie.

“Ma conscience m’appelle à témoigner : moi, je suis la voix des déportés qui gémissent” Armin T. Wegner

Cet article a été écrit en mettant de côté, l’espace d’un instant, l’ambiance optimiste créée suite aux protocoles signés, afin d’attirer l’attention sur la perception dominant en Turquie, au sujet de la nature nationaliste et discriminatrice de la diaspora. Je sais que ce n’est pas un sujet agréable pour un dimanche, mais c’est justement le moment, en pleine lune de miel, de parler des vérités que l’on fait semblant d’ignorer ; car l’avenir sera ce que l’on en fait aujourd’hui ; la solidité des constructions dépendra des briques que l’on va poser l’une sur l’autre. Sans doute, la résolution des problèmes entre les deuxs pays, la normalisation de leurs relations, l’initialisation d’une période de dialogues, sont porteurs d’espoir pour l’avenir. Il est évident que toute personne partisane de la paix, soutient ces démarches, et souhaite que cet état d’absence de relations touche à sa fin, que les relations entre les deux peuples se normalisent, que les générations futures grandissent loin de la haine.

Toi, la méchante diaspora

Cependant, il n’est pas possible de réduire la vraie réconciliation entre les deux peuples, aux traités signés entre les Etats. De ce fait, la prise en compte et le suivi de la tension des dynamiques en Arménie, en Turquie et dans la Diaspora, ont une importance vitale. La perception des réactions de la diaspora vis-à-vis des protocoles, et son écho en Turquie, plus particulièrement dans le monde politique et dans les médias, nous prouvent la force de l’entêtement et l’insistance à ne pas comprendre la vérité de la diaspora et son état psychologique. Ceci montre que la Turquie, les habitants de Turquie, ne veulent pas vraiment parler avec les Arméniens et qu’ils ne sont pas prêts à cela. Certes, les réactions les plus fortes et les plus virulentes sont venues de la diaspora. En protestant par des meetings, par des campagnes, les Arméniens dispersés aux quatre coins du monde, ont crié leurs souhaits de ne pas voir signer les protocoles. Cette opposition forte a complètement fait remonter à la surface les préjugés existants contre la diaspora. L’attitude de la diaspora a été utilisée, exploitée, pour démontrer encore une fois, combien les ‘Arméniens’ sont nationalistes, combien ils sont inconciliables, à quel point ils sont radicaux, à quel point ce sont des faucons, des ennemis des Turcs.

Comme si ces réactions [de la diaspora] n’avaient aucun rapport avec l’entêtement de la Turquie à refuser d’affronter son passé, tous les sentiments néfastes à l’encontre des Arméniens, ont été exprimés sous le masque de la critique de la diaspora.

L’ouverture des frontières est une avancée attendue, rêvée depuis tellement d’années. Mais le bonheur de se rapprocher de ce rêve ne doit pas écarter l’injustice historique de notre perspective ; il ne faut pas la cacher sous une couverture. Nous devons avoir la responsabilité de réagir face aux efforts d’étouffer les voix de la diaspora, c’est-à-dire la voix des Arméniens exilés de leurs terres, de ceux qui ont été forcés de vivre en diaspora. Nous devons montrer notre objection. Faire des déclarations caressant la fierté nationale des Turcs dans le sens du poil, en disant que les Turcs sont des gens de bonne volonté, qu’ils sont tolérants, et dire en contrepartie que les Arméniens sont rigides, qu’ils ont la tête dure, et tout ceci sans prendre en compte les facteurs psychologiques et l’arrière-plan historique qui sont à l’origine des réactions de la diaspora, n’apporte aucune solution. Titrer « La diaspora a perdu la tête » comme l’a fait le quotidien Taraf, ne fait qu’attiser le feu et accentuer encore plus les injustices.

Quelle conscience peut accepter ceci ?

Ceux qui, en Turquie, osent parler contre la diaspora, devraient, s’ils avaient un petit peu de conscience, trouver les réponses aux questions suivantes avant de prononcer le mot ‘diaspora’. Il leur serait même utile de réfléchir quarante fois avant de parler :

Comment la diaspora s’est-elle formée ? Sans les événements de 1915, ces gens-là seraient aujourd’hui des citoyens de la République Turque, ces gens-là ont été dispersés aux quatre coins du monde, à partir de ces terres : de Sivas, de Malatya, de Diyarbakir, de Tekirdag, de Samsun et ceci à cause d’une injustice inhumaine, subie sur ces terres. Quelle conscience peut accepter de parler de la diaspora sans tenir compte de toutes ces vérités ? Quelle conscience peut oser parler de la diaspora en oubliant que ces gens-là sont les enfants des générations qui ont survécu aux massacres, aux déportations, qu’ils ont été les témoins de l’assassinat de leurs propres parents, de leur viol, qui ont grandi dans les orphelinats, dans la misère, à Alep, au Liban, qui ont été exploités dans les pays occidentaux comme main-d’œuvre bon marché, qui se sont accrochés à la vie en s’efforçant de faire vivre leur langue, leur religion et leur culture, qui ont résisté face à l’assimilation, à ce qu’on appelle un « génocide blanc » ?

Le langage qui diabolise

Comment peut-on oser parler de la diaspora ? lls [les Arméniens de la diaspora] ont été déplacés de leurs maisons, de leurs terres, leurs biens ont été spoliés, leurs écoles, leurs églises ont été pillées, détruites, leurs propriétés ont été utilisées comme bâtiments officiels, comme étables, comme dépôts de munitions. Les biens abandonnés par ces gens-là ont été saisis et spoliés sans aucun remord, et vous en avez pris possession tranquillement, alors quelle conscience peut encore oser accuser la diaspora ? Alors que, depuis des dizaines d’années, la Turquie nie les souffrances vécues, qu’elle essaye d’effacer les traces de l’existence arménienne sur ces terres, on dit à ces gens-là en les regardant dans les yeux “Non, vous n’avez pas été assassinés, vos biens n’ont pas été spoliés, au contraire vous avez tué, vous étiez des traîtres, vous avez vendu votre terre !” Quelle conscience peut encore oser parler de la diaspora ? La diaspora dépense toute son énergie pour la reconnaissance de toutes ces souffrances depuis des dizaines d’années, pour que l’opinion publique internationale entende les vérités niées. Pour cette raison, elle est condamnée à vivre dans un état de folie. Les enfants aliénés d’un peuple à la débandade, sont condamnés à veiller devant le cadavre de leur culture inerte, parce qu’elle a été déracinée. Alors que deux Arméniens qui se rencontrent ne peuvent même pas communiquer correctement dans leur langue maternelle, comment peut-on critiquer leur pauvreté de vision politique, leur incapacité à être clairvoyants, quelle conscience peut oser se plaindre de la diaspora ? On peut encore trouver d’autres questions du type de celles ci-dessus. Malgré toutes ces questions et leurs réponses, on peut défendre la thèse que l’attitude de la diaspora n’est pas correcte et que sa stratégie n’est pas bonne et qu’on respecte cette vision. Mais la diabolisation délibérée de la diaspora comme l’a fait le quotidien Taraf dans sa manchette « Bahçeli ou Diaspora, même combat » [Nota CVAN : Bahçeli est le leader du MHP, mouvement ultranationaliste turc], ne peut être expliquée, après tant de souffrances, que par l’immoralité. Face à cette immoralité, face à cette perversion, on peut seulement, pour exprimer notre impuissance et notre désespoir, dire « Que des pierres grandes comme la diaspora tombent du ciel sur votre tête ! ». [Nota CVAN : malédiction populaire qui fait allusion à la fin du monde].

Traduction du turc : S.C. pour le Collectif VAN - 02 novembre 2009 - 09:00 - www.collectifvan.org

Açılıma devam

Agos, 6 Kasım 2009

Diyarbakırspor’un, Antalya, Bursa ve Gaziantep maçlarında yaşadıkları hepimizin malumu. Futbol Federasyonu’nun bu vahim gidişata dur diyecek kararları almak konusunda gösterdiği basiretsizlik ve lakaytlık da.


Bir okur şikâyet ediyor:

“Çok ciddi bir illet olan ırkçılığa yönelik çok şiddetli cezalar verme zamanı geldi de geçiyor. ‘Türkiye’de spor sahalarında ırkçılık yoktur’ gibi şeyler diyenler bu dediklerine gerçekten inanıyorlar mı? 2007’de Malatyaspor-Elazığspor maçında ‘Ermeni Malatya’ tezahüratı, yine aynı yıl, ırkçı katiller olan Ogün Samast ve Yasin Hayal için destek pankartı açan ve de tribünde Samast’ın taktığı tarzdan bere takan bir sürü Trabzonspor taraftarı ve de yine çeşitli illerde Hrant Dink’in katillerine destek tarzı ve Ermeni aleyhtarı tezahüratlar, İsrailli futbolcu Balili’ye yönelik çirkin tezahüratlar ve de tabii Diyarbakırspor’un birçok ilde maruz kaldığı durum…”

Irkçılık ve Kürtlere yönelik nefret futbol sahalarıyla sınırlı değil. Daha dün, Bolu Cumhuriyet Savcılığı “Türk, işte karşında düşmanın” diye haykırarak, “Şehit edilen her güvenlik görevlisi için bir DTP’li öldürülmeli” diye yazan Bolu Ekspress gazetesi yazarı Işın Erşen hakkında dava açılmasına gerek görmeyen bir karara imza atmadı mı.

Oysa Erşen, yazısında, bakın nasıl ölüm tehditleri savuruyordu:
“Yüce Türk Ulusu, işte karşında düşmanın. ‘PKK bölücü terör örgütüdür, onun mensupları da vatan hainidir’ demedikten sonra bunların topu Türk düşmanı olarak bundan sonra ‘sivil yurtsever’ unsurların hedefi olacaktır. Kahpece pusu kuran dağdaki teröristin peşinde koşmaktansa üç-beş mikrobu temizleyip bundan sonra ‘bir bizden, beş sizden, tamam mı, devam mı?’ demek gerekir.”

Açık ki, Türkiye bugün, Kürt açılımının milliyetçi-ulusalcı çevrelerde yarattığı tepkinin rüzgârına teslim edilmeye çalışılıyor. Hükümetin, Kürt halkının barış sevincini bastırmaya yönelik açıklamaları ve açılımı “silbaştan” yapma tehditleri, milliyetçi şiddetin daha kolay zemin bulmasına neden oluyor.

Oysa, Kürt açılımında yaşanacak her tereddüt, her gecikme, savaş halinin sürmesini isteyenlerin ekmeğine yağ sürecek.

Demokratikleşme adımlarının gerçeklik kazanması, ete kemiğe bürünmesi için, barış yanlılarının tepkilere boyun eğmemesi, mücadeleyi artırması, ‘ama’ların arkasına sığınmadan safları sıklaştırması gerekiyor.

Taraf ve çıta

Agos, 30 Ekim 2009

Taraf önemli. Türkiye’nin demokratikleşmesini, sivilleşmesini, 12 Eylül ikliminden sıyrılmasını, askeri vesayetten kurtulmasını, geçmiş günahlarıyla yüzleşmesini isteyen herkes için önemli. Çok önemli. Bundan kim şüphe duyabilir?

Taraf’ın önemi, onun kerameti kendinden menkul bir özgüvenle, muktedirlerin, galiplerin kurum kurum kurulan dilini konuşmasını meşru veya eleştiriden azade kılmıyor, kılmamalı.

Taraf, Kürtlerin barış sloganını bir tabanca gibi kullanıp “Edi bese PKK” derken de, Taşnaktsutyun’un Uluslararası İlişkiler Sekreteri Giro Manoyan’ı “Ermenistan’ın Bahçelisi” ilan ederken de, “Ermeni kuyumcu çetesi” haberini verirken de, veya, daha dün, 27 Ekim’de yaptığı gibi, seks işçisi bir kadın hakkında “Bu kadına dokunan yanıyor” başlığını atarken de, züccaciye dükkânına girmiş fil gibi davranıyor.

Türkiye’nin demokratlarının, Hürriyet’in diline, söylemine, sinizmine, hoyratlığına ve kendinden memnuniyetine öykünen bir gazeteye ihtiyaçları yok. Aksine, tevazuu pusula edinecek, kendini her saniye sorgulayacak, ezilenlerin, ayrımcılığa uğrayanların gerçek anlamda sesi olmaya çalışacak, bunu yaparken de adalet duygusunu zedelememeyi en kıymetli hazine bilecek bir ‘fikre’ ihtiyacı var.

Taraf’ın bir fikri var elbette. Ama, daha ilk sayıdan itibaren, onun öncelikler hiyerarşisinde, karşı tarafı alt etmek o kadar açık arayla önde ki, o fikrin uç vereceği bahçeyi taşlarından ayıklamaya, o fikrin yeşerip boy atacağı toprağı ekip biçmeye ne zamanı var ne de hevesi. O yüzden, Taraf kendini ve bizleri gündemle sarhoş ediyor, o yüzden Taraf sloganvari manşetler patlatmadan duramıyor. O adrenalin bağımlılığının bu memleketin insanı aşağılara çeken vasatına katkıda bulunduğunu, çıtayı bir tık olsun yükseltmediğini görmek istemiyor.

Taraf’taki arkadaşların ne kadar zor şartlarda, imkânsızlıklar içinde çalıştığını biliyoruz, duyuyoruz; Taraf da bunu saklamaya çalışmıyor zaten. Ama emeklilerinin yüzde doksanının açlık sınırının altında yaşadığı, asgari ücretin yoksulluk sınırının altında olduğu bir memlekette, gazetenin yukarda sözü edilen söylemsel ve fikirsel tutarsızlıklara yönelik eleştiriler karşısında yoklukları öne sürmesi, salt tepkileri savuşturmaya yönelik bir bahane olarak kalmaya mahkûm görünüyor. Taraf, üstelik, bu bahaneyi öne sürerken, emeğiyle geçinen sınıfların hak ve hukukuyla ilgili haberlere yüz vermemeyi yayın politikası bellemek, hatta kendi Ankara bürosu çalışanlarına kapıyı öfke ve hatta nefret yüklü sözlerle göstermek gibi zaaflarla da malul.

Bu sözlerin, basında kalem oynatan ve Taraf’la polemik arayan bir köşe yazarının taşlamaları değil, bir Taraf okurunun, Taraf’ı önemseyen ama ondan daha fazlasını beklediği için bir sepet de şikâyeti olan bir okurun içini dökmesi olarak okunmasını dilerim. Başka bir niyetle yazılmadı çünkü.

Ahlak testi

Agos, 30 Ekim 2009

İki hafta önceki ‘Diasporanın ahını almak’ yazısı, bilhassa, bazı ufak değişikliklerle Star’ın pazar eki Açık Görüş’te yayımlanmasının ardından, olumlu-olumsuz epey tepki aldı. O yazıyı, Talin Suciyan’ın, benzer şikâyetleri dile getiren, fevkalade çarpıcı ‘Diaspora kim?’ yazısıyla birlikte ele alıp eleştirenlerden biri de Ayşe Hür’dü. Hür, Taraf’ta yayımlanan “Diaspora olmak zor zenaattır” başlıklı yazısında, Suciyan’ın ve benim yazılarımız hakkında şunları yazıyordu:

“Konuyla ilgili olarak, 19 Ekim tarihli Star gazetesinde Rober Koptaş’ın; 20 Ekim tarihli gazetemizin Hertaraf sütunlarında Talin Sucuyan’ın sert eleştiri yazıları çıktı. Diasporanın şeytanlaştırılmasına yönelik eleştiriler yerinde ama her iki yazarın da Taraf’ı (Sucuyan ima yoluyla, Koptaş açıkça) ahlaksızlıkla suçlaması doğrusu çok ağır kaçmış. Bana göre ortada, ahlaksızlık değil, (elbette ayıplanacak kadar) derin bir bilgisizlik ve önyargı var. Benzer bir yaklaşımın Ermeni diasporasının bazı kesimlerinde olduğunu da biliyoruz. ‘Herkes kendi evinin önünü süpürsün’ prensibinden hareketle, ben üzerime düşeni yapmaya, başta Taraf’ın yazıişleri olmak üzere, Ermeni diasporasını yekpare, tektip, durağan ve daha kötüsü şeytani bir oluşum gibi görenlere ufuk açmak amacıyla, bu haftayı Ermeni diasporasına ayırmaya karar verdim.”

Hür, yazısının devamında, Ermeni diasporasının 1915’ten sonra yaşadıklarını, sosyal, kültürel ve politik yönleriyle ele alan bir döküm yapıyor, bunun da, diaspora hakkındaki “vahim” hataları ortadan kaldıracağına dair umudunu ifade ediyor.

Öncelikle, Ayşe Hür’ün, Taraf’ın manşetinin ve benzer çıkışların önyargıdan, cehaletten veya bilgisizlikten kaynaklandığı düşüncesi, en hafifinden, epeyce naif bir yaklaşımın ürünü. Çünkü bu başlıkları atan kişilerin, diasporanın nasıl oluştuğunu, hangi mağduriyetlerin ve hangi öfkelerin sonucunda şu anki ruh hali içerisinde olduğunu bilmemeleri mümkün değil.

Dolayısıyla, o tavırda, cehaletten çok, bir politik duruş var ve o politik duruş, Türkiye ile Ermenistan yakınlaşırken, geçmiş dertlerin fazla kaşınmaması, mağduriyetlerin, acıların dile getirilmemesi, Türkiye Soykırım’dan dolayı bir özür beyan etmese de, bu konudaki resmi pozisyonundan milim şaşmasa da, el konan mülklerin sahiplerine iadesini hiç telaffuz etmese de, diasporadaki veya başka yerlerdeki grupların seslerini çıkarmadan oturmalarını öngörüyor. Bu tavrın, güçlülerin, tarihi yazma hakkını elinde tutanların duruşu olduğunu görmemek mümkün mü?

Öte yandan, Ayşe Hür, diaspora hakkındaki önyargıları, yazısında sıraladığı ansiklopedik bilgilerle kırmak umudunu taşırken, kendisi de, şikâyetçi olduğu “yekpare, tektip diaspora” algısını düpedüz içselleştirdiğini açık eden, “üzerinde güneş batmayan Ermeni diasporası”, “ABD, Kanada ve Avrupa gibi gelişmiş ülkelerdeki Ermeniler ise, işin folklorik boyutuyla ilgili değiller. Onlar Türk tarafı ile tarihi hesaplaşmanın teorik ve maddi taşıyıcıları” gibi özcü yargılarda bulunmaktan kaçamıyor.

İlginçtir, Ayşe Hür, Ortadoğu’daki, Amerika’daki, Rusya’daki diaspora toplulukları hakkında bilgiler verdiği yazısını “Sonuç olarak, diasporayı görmezlikten gelmek ya da ona düşmanca davranmak öncelikle ahlaki ve insani değil” sözleriyle bitiriyor. Hür’ün, yazısının başında “çok ağır kaçmış” sözleriyle kınadığı düşünceyi, yazısının sonuna geldiğinde benimsemesi, herhalde, sözünü ettiğimiz ahlaksız tavra ortak olmama kaygısından ileri geliyor.

1914 Ermeni Reformu (II)

Agos, 23 Ekim 2009


9 Ekim tarihli ‘Hayat Olduğu Gibi’de sözünü ettiğim, İttihatçılarla Taşnaklar arasındaki Reform müzakereleri, 1908’den sonra iki parti arasında genellikle iyi niyet çerçevesinde yürüyen ilişkileri kopma noktasına getiren son halkalardan biriydi. İttihatçılar adına müzakereleri yürüten Talat, Cemal, Mithat Şükrü ve Halil’in, bu görüşmelerde Ermenilere dış müdahale sayılabilecek adımlar atmaktan kaçınmaları gerektiğini anlatırken kullandıkları tehditkâr üslup, iki partinin kısa tarihleri içerisinde bir ilki ve önemli bir dönüm noktasını temsil eder.

Taşnak yayın organı Azadamard’da (Özgürlük Kavgası), Mayıs ve Haziran 1913’te yayımlanan söyleşilerde, İttihatçı liderler Hüseyin Cahit, Talat ve Cavit, Ermenileri hükümetin reform meselesini çok ciddi bir biçimde ele aldığına, toprak meselesinin çözülmesi için adımlar atılacağına ve yabancı müdahalesinin gereksiz olduğuna ikna etmeye çalışıyordu.

Bir süre sonra, iki partinin ileri gelenleri Büyükada’da bir araya geldiler. Van mebusu Vahan Papazyan, Cemal Paşa’nın o görüşmede kendilerine, “Gerçekten de şimdiye kadar sizin taleplerinizi yerine getiremedik, çünkü üzerimizdeki dış baskılar çok fazla ve mali durumumuz felaket. Ermeniler içinde bulunduğumuz vaziyeti anlamalı ve boğazımıza sarılmamalı” dediğini aktarır. Cemal Taşnaklara ayrıca, “Ruslar sobadan kestaneleri almak için sizi maşa olarak kullanıyor, bunu anlamalısınız” da demiştir. Papazyan, Cemal’in eğer Ermeniler onları dinlemezse İttihat ve Terakki’nin kendisini daha sert tedbirler almakta özgür hissedeceğini söylediğini de ekler ve şöyle der: “Bu sözlerin altında ne tür tehditler yattığını tabii ki anlıyorduk. Ama Türkiye’yi bunu yapmaktan aciz sanıyorduk.”

1913’ün sonbaharına dek yürütülen müzakerelerin sonuçsuz kaldığı anlaşılıyor. Bunun nedenlerini sıralarken, Ermeni tarafı genelde İttihatçıların vaatlerini o güne kadar tutmamış olmalarına vurgu yapıp güvensizlik duygusunu ön plana çıkarırken, İttihatçı liderler ise anılarında Ermeni siyasilerini yabancıların müdahalesine bel bağlamakla suçlar ve bu tavrı “hülyaperverlik” olarak nitelendirirler.

Anlaşmanın doğası

1914 Reform anlaşması, uluslararası konjonktür dikkate alındığında, büyük devletlerin Birinci Dünya Savaşı öncesinde dengeleri bozacak değişiklikler yapmama kaygısının izlerini taşır. Varılan anlaşma neticesinde aslında kaybeden olmamıştı. Osmanlı devleti yabancıların müdahalesini en aza indiren bir anlaşma imzalamanın yanı sıra Ermenileri memnun etmeyi de başarmıştır. Bölgeye iki yabancı genel müfettişin atanması üniter bir ulus devletin bakış açısını içselleştirmiş bizim gibi zamane yurttaşları için hayli sarsıcı olabilir. Ancak o günün şartlarında çok uluslu bir imparatorluktan söz ettiğimizi unutmamak gerekir. İki farklı kuşaktan iki saygın tarihçi, Roderic Davison ve Hans Lukas Kieser, bu anlaşmanın olumlu ve realist bir uzlaşma olduğunu yazarlar. Bazı Türkiyeli tarihçilerin öne sürdüğü gibi Ermenilere verilmiş bir özerklik, ya da bölgeyi tamamen Rusya’nın kontrolüne terk etmek gibi bir durum söz konusu değildir.

Bugün geriye dönüp, 1914 reform görüşmeleri ve imzalanan antlaşmayla 1915’te gerçekleştirilen soykırım arasında bir nedensellik ilişkisi aramak mümkün olabilir. Ben, imzalanan anlaşmanın koşullarının İttihatçılara Ermenileri ortadan kaldırma fikrini verdiği kanaatinde değilim. Bunu iddia etmek tarihsel anlamda da hatalı olur, zira atanan genel müfettişler Norveçli Hoff ve Danimarkalı Westenenk, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girdikten kısa bir süre sonra, aralık ayında ülkelerine gönderilmişti. Yani Ermeni tehciri ve katliam yönünde henüz ortada bir uygulama yokken zaten reform programı askıya alınmış, belki de tarihin çöplüğüne gömülmüştü. En azından artık İttihatçıları korkutacak bir yükümlülük olmayacağı açıktı. Zaten İttihatçılar daha genel müfettişler İstanbul’dayken onlara birtakım zorluklar çıkarıp çalışmalarını güçleştirmeyi başarmışlardır. Dolayısıyla, yine bazı tarihçilerin, 1914 reformları sonucunda Ermenilerin elde ettiği kazanımları abartarak özerk ya da bağımsız bir Ermenistan’ın var oluşunun ilk adımının atıldığı izlenimi yaratmaları, bu yolla 1915-16’daki kırımlara mazeret bulmaya çalışmaları çok da anlamlı değildir.

Reformdan soykırıma

Öte yandan, Ermeni reformlarıyla 1915’teki soykırım arasında –eğer İttihatçılar tarafından bu yönde çok daha önceden alınmış bir karar yoksa– ikincil bir bağ kurulabilir ve bu bağ büyük ölçüde psikolojiktir. İttihatçılar ve Ermeniler, özellikle Taşnaklar, II. Meşrutiyet’i birlikte sahiplenmiş konumdaydılar. İşbirliklerinin sınırları Abdülhamid rejimini devirmekten öteye geçmiş, ülkeyi modernleştirmek temelli siyasi bir angajman üzerine oturmuştu. Unutulmamalı ki, iki grup 1907, 1908, 1909 ve 1912’de dört kez anlaşma imzalamışlardı. Cemal Paşa’nın anılarında Ermeni devrimcileri hakkında “Biz Ermenileri ve hususile onların ihtilâlcilerini Rumlardan ve Bulgarlardan daha fazla severiz. Çünkü onlar daha fazla merd ve kahramandırlar. İkiyüzlülük bilmezler. Dostluklarına sadık, düşmanlıklarına kavidirler,” Taşnaktsutyun’dan ise “Ermeni komitelerinin en namuslusu ve esaslısı,” diye söz etmesi boşuna değildir.

Yani, 1914 Ermeni reformunun 1915’le bağlantılandırılabilecek boyutu, müzakereler sırasında İttihatçıların ve Taşnakların ilişkilerinin gerginlemesi, hatta kopma noktasına gelmesiydi. Bu görüşmeler sırasında İttihatçılar tarafından açık ya da örtülü tehditler savrulmuş, Taşnaklar da bu tehditlere aldırmamayı tercih etmiş, üstelik İttihatçıların Krikor Zohrab aracılığıyla yaptıkları son teklifi reddetmişlerdi. İttihatçı liderlerin kafasında Ermeniler arasında kendilerine dayanak olarak bulabilecekleri bir grubun kalmamış olması çok rahatsız edici bir durumdu. Çünkü o güne dek Ermeni toplumuyla yaşanan her türlü soruna ve gerginliğe rağmen son kertede hep bir uzlaşma mümkün olabilmişti.

Reform müzakereleri sırasında İttihatçıların ve Taşnakların birbirlerine diş göstermeleri, ortak bir gelecek ihtimalinin ortadan kalktığı fikrinin ağırlık kazanmasına neden olmuş olabilir. Bu durumun, İttihatçıların kafasında Ermenilerden kaynaklanan bir hastalığı, her daim sorun yaratan bir tür cerahatı temizleyip yola sağlıklı bir şekilde devam etmek isteyen toplumsal-demografik mühendisi uyandırmış olması ihtimal dahilindedir.