İkonlaşan Gomidas

Agos, 24 Nisan 2009


Geçen hafta yaklaşıp baktığımız Gomidas’lı fotoğrafın elimizden tutup bizi getirdiği yerden devam edelim.

Gomidas’ın felaketten önce başlattığı şarkının, kılıç artığı Ermeniler tarafından geleceğe bir ağıt olarak taşındığını, felaketin öncesiyle sonrası arasında var olan en güçlü bağın o notalarda yaşam bulduğunu yazmıştık.

Onun, Anadolu ve Kafkasya Ermenilerinin geleneksel müziklerini çokseslendirerek, uyarlayarak, adapte ederek yaratmaya çalıştığı estetik, modernleşme, sekülerleşme ve uluslaşma arayışının ritmini tutuyordu. Gomidas işte bu yüzden Ermeniler için zamanın ruhuydu. O, geçmişten, gelenekten, radikal olmayan ama derin bir kopuşu işaret ediyor, yaşanan siyasi, toplumsal dönüşüm ve dalgalanmaları sanatsal olana tahvil ediyordu.

1915’ten önce, türlü siyasi çalkantılara rağmen doğal seyrinde devam eden, dünyadaki ve çevresindekileri değişimlerle temas ederek akıp giden Ermeni yaşantısı, bu halkın Anadolu’daki varlığının ortadan kalkmasıyla yatağını değiştirdi. Bu keskin değişim, 1915’i Ermeni tarihinin miladı haline getirdi; Ermenilerle ilgisi olan her şey, o tarihe gönderme yapar oldu ve zamanla durgunlaşıp donuklaştı.

Anadolu’da Ermenilere özgü ne varsa, 1915’te kaldı. Taş, demir işçiliği, elişleri, pek çok zanaat yok oluşa sürüklendi. Yaptıkları ekmeğin üzerine susamı haç şeklinde serpen kadınlar yoktu artık. Ya öldürülmüş, ya Kürt evlerine besleme ya da gelin olarak girmiş, ya da Arap topraklarına, oradan da yeni diyarlara doğru dağılmışlardı.

Ermeni okulları kaymakamlık binası, kiliseler cephanelik, mezarlıklar taşlarından temizlenip tarla oldu. Ermeni evlerinin irileri cumhuriyet bürokrasisine konak, küçükleri muhacirlere hane, yeni evlere temel taşı oldu.

Bütün bir aydın kuşağı halkının kaderini paylaştı; hatta İttihatçı hunharlığın öncelikli hedefi olarak kökünden budandı. Artık ne Taniel Varujan’ın Navasart yıllığı vardı, ne Siamanto’nun lirizmi, ne 20-30 yıl önce Realistlerin başlattığı arayışların varacağı bir yer. Gomidas aklını yitirmişti ama hayatta kalan diğer aydınların durumu da çok farklı değildi. Ermenice roman, Ermenice öykü, Ermenice şiir, artık bambaşka bir mecradaydı. Anadolu toprakları üzerinde küçük de olsa bağımsız bir Ermeni yurdunun kurulmaması, acıyı ve hayal kırıklığını katmerlendiren son darbe oldu.

Gomidas’ın müziği de faciadan nasibini aldı elbette. Ezgiler, edebiyata nazaran, geride kalanların duygularını ifade etmekte daha çok kabul buldu. Birkaç Ermeni’nin bir araya geldiği her yerde onun Kusan’ına öykünen korolar kuruldu, onun ilahileri okundu; halk şarkıları saf hallerine göre değil, onun düzenlemelerine göre seslendirildi.

Onun yeni umutların, yeni arayışların simgesi olan şarkıları geçmişe ve geçmişin kayıplarına yakılan birer ağıt halini aldı. Şarkılar aynıydı ama ifade ettiği duygular bütünüyle değişmişti. Ermeni kültüründe her halükârda önemli bir basamak olarak görülecek, ama belki de sonraki nesiller tarafından hızlı bir şekilde aşılacak olan Gomidas, bu yüzden bir simgeye dönüştü, ikonlaştı.

Onun tarihte donmuş bir figür olarak kalmaya mahkûm edilmesi, Ermenilerin yaşadığı felaketin boyutlarını gösteren en acı örneklerden biri oldu.

DTP’yi köşeye kıstırmanın anlamı

Agos, 24 Nisan 2009

Bu toplumun vicdanı, DTP’nin ‘PKK’ya yönelik operasyon’ görünümü altında köşeye kıstırılmaya çalışılması ahlaksızlığına itiraz edecek gayri-Kürtlerin sayısı kadar.

14 Nisan’dan beri birçok ilde yapılan operasyonlarda, 300’den fazla DTP’li gözaltına alındı, 150’ye yakın kişi tutuklandı. Son olarak, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir ve DTP İl Başkanı Nejdet Atalay, PKK üyelerini “gerilla” olarak nitelendirdikleri için “örgüt propagandası yapmak” suçlamasıyla hapse mahkûm edildi.

PKK’nın Türkiye’deki eylemlerini planlamak üzere kurulduğu iddia edilen Türkiye Meclisi’ne yönelik olduğu söylenen operasyonlar DTP’yi marjinalize etmeyi amaçlıyor. Oysa, bu partiyi PKK’yla bağlantılı olduğu gerekçesiyle kapatmaya çalışmak, yöneticilerini hapse attırmak, Türkiye’nin bataklığa daha fazla saplanmasından başka bir sonuç doğurmayacak.

DTP’nin PKK’yla bağını sosyolojik bir gerçek olarak kabul edip anlamaya çalışmadıkça, bin bir zorlukla Kürtlerin demokratik taleplerini dile getirmeye çalışan partinin örgütle arasına mesafe koymasını şart koştukça, barış yolunda tek bir adım dahi atmanın mümkün olmadığını çok iyi biliyoruz.

Türkiye’nin siyasi örgütleri, sivil toplum kuruluşları, sendikaları, aydınları, bugün “Ben DTP’liyim!” diyerek sokaklara dökülmezse, askeri vesayet rejimi altında daha çok çatışma, daha çok ölü asker ve militan, daha çok operasyon göreceğiz.

Che varken Evren’i kim hatırlasın!

Agos, 24 Nisan 2009

Gazeteler yazdı. Antalya’da, 4 lisede 289 öğrenciyle yapılan bir araştırmada, çocuklara tarihi ve siyasi kişiler, sanatçı ve düşünürler ile tarihi yerlerin fotoğrafları gösterilmiş, ‘Tanıyorum’, ‘Tanımıyorum’ şıklarını işaretlemeleri istenmiş.

Radikal’in “Kenan Evren ‘50 Cent’ etmedi” başlığıyla verdiği haberde, liselilerin ‘50 Cent’ adı ile popüler olan rap müzik sanatçısı Curtis James Jackson’u 12 Eylül’ün baş generali Kenan Evren’den daha çok tanıdığına vurgu yapılıyordu.

“Asmayalım da besleyelim mi!” sözünün sahibi darbeci generalin, baş müsebbibi olduğu karanlıktan çıkma mücadelesi halihazırda sürerken, topu topu bir kuşak sonra unutulmuş olmasını kaderin hoş bir cilvesi olarak selamlamak gerek.

İşin daha da güzel tarafı, ankette Evren’le aynı kategoride yer alan Che Guevara’nın tanınmışlıkta ona ciddi bir fark atması.

Evet, çocukların Kenan Evren’i tanımaması, bir yandan toplumsal hafıza kaybının boyutlarını, bir yandan da demokrasi mücadelesinin gelecekte daha da zor olacağını gösteriyor. Evet, Che’nin daha çok tanınması onun imgesinin ticarileşmesiyle yakından alakalı. Ancak yine de, bütün bunlara rağmen, bir anlığına durup, Che’nin kazandığı bu ‘başarı’nın tadını çıkarmalı.

Gelecekte, umutları karartanların değil umudu olanların, gaddarların değil vicdan sahibi olanların hatırlanacağını bilmek insanın yüreğini ferahlatıyor.

Korkunun teyel çizgilerinde

Agos, 17 Nisan 2009


Kanadalı dünyaca ünlü yönetmen Atom Egoyan, 28. İstanbul Film Festivali kapsamında gala gösterimi yapılan son filmi Adoration’da (Tapınma), kamerasını yine tehlikeli sulara yöneltiyor ve yaşadığımız dünyanın en temel siyasal meselelerinden biri olan, farklı etnik-dinsel kökenlerden insanlar arasındaki çatışma ve gerginliklere odaklanıyor.

Ancak Tapınma, salt büyük toplumsal meseleleri, o uğursuz tabirle söylemek gerekirse “medeniyetler çatışması”nı, Judeo-Hıristiyan ve Müslüman kültürleri arasındaki çarpışmayı ve bunun Batı dünyasındaki yansımalarını ele alan bir film değil. Egoyan, filmde, bireye ve aileye, insanlar arasındaki ilişkilere ait, can yakıcı, cevaplandırması zor pek çok soru sormaktan da çekinmiyor.

Ünlü yönetmen, Tapınma’da, izleyiciyi iletişim çağında bireyselliğin, mahremiyetin ve insanların birbirleriyle ilişkilenme biçimlerinin girdiği yeni şekiller üzerine düşünmeye davet ederken, bir yandan da terör, teknoloji, değişen kimlikler ve korku temaları etrafında geziniyor.

Simon (genç oyuncu Devon Bostick zor bir rolün altından başarıyla kalkıyor), okul için bir ödev hazırlarken, gazetedeki bir haberde bahsi geçen terörist çiftin yerine trafik kazasında yitirdiği anne babasını koyup olayı kafasında yeniden kurar. Sahte bir kimlik altında hikâyesini internette yayımlar ve insanlar bundan hiç beklemediği kadar etkilenir. Bu arada, Fransızca öğretmeni Sabin (her zamanki güzelliği ve duruluğuyla Arsinée Khanjian) de onun bu oyununa dahil olur. Hatta, Müslümanların, içinde yaşadıkları toplumda maruz kaldığı ayrımcılığa dikkat çekmek için, Simon’ın dayısı Tom’u (dünyaya küsmüş genç adam rolünde hayli inandırıcı bir oyunculuk sergileyen Scott Speedman) gizlice test edecekleri bir oyuna dahi dahil olur.

Sabin’in, oyun için abartılı bir tesettür içerisinde yüzünü gizleyerek Müslüman bir kadın kılığında Tom ve Simon’ın birlikte yaşadıkları eve gelmesi, filmin doruk noktalarından birini oluşturuyor. Bu yabancı (ve zeki) kadının, başlayan küçük sohbet sırasında yumuşacık bir şekilde dile getirdiği makul (ve masum) görüşler karşısında çaresiz duruma düşen Tom’un, onu “Burası özel mülk bayan!” diyerek kovmasıysa (ne de olsa o fikirleri dile getiren bir Müslümandır), kapitalist dünya değerlerini özümsemiş sıradan insanların, güç oyununun kurallarını uygulamaya nasıl da teşne olduğuna dair çarpıcı bir örnek.

Filmde, Simon oyununu sürdürdükçe, anne babasının ölümüyle ve diğer aile bireylerinin bu olaya dair suçluluk hissi nedeniyle parçalanmış olan ailesine dair hiç bilmediği sırların da kapısını aralamaya başlıyor. Bu sırlarda, sadece anne babasına değil, Sabin ve Tom’a da yer vardır.

Çok katmanlı, derinlikli, nüfuz etmesi her zaman için kolay olmayan işler çıkarmasıyla tanınan, filmlerinin senaryo ve kurgusunu, görüntü ve sesini adeta oya işler gibi işleyen Egoyan’ın bu on birinci uzun metrajlı filmi de, bu bakımdan diğerlerinden ayrılmıyor. Film, olay örgüsünün merkezinde bir kazanın yer almasıyla ve bu kazanın geride kalanların hayatlarını daha sonraki yıllarda nasıl etkilediğini anlatmasıyla, yönetmenin 1997 tarihli harikulade filmi ‘The Sweet Hereafter’la da benzerlikler taşıyor.

Tapınma’nın bizca en önemli başarısı ise, ele aldığı çetin, netameli, büyük harflerle konuşmaya, büyük sözler etmeye, dolayısıyla sarpa sarmaya gayet açık konunun, bireylerin hayatlarıyla, kişisel ve ailevi hikâyelerle temas ettiği noktaları gayet sarih bir şekilde göstermesi. Tekil olanla çoğul olanı önce ustaca ve hissettirmeden teyelledikten sonra, hikâyenin ilerleyen kısımlarında mahir bir terzinin elinden çıkma dört başı mamur, sofistike bir kıyafet ortaya çıkarması.

(Raffi Şirvanyan adıyla, 'Yer Göstericisi' bölümünde)

Resimdeki Tanrı

Agos, 17 Nisan 2009



Resimde yüz elliyi aşkın kişi var. Belli ki mutlu bir vesileyle toplanmış, kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu bir grup insan. Tüccarlar, esnaflar, öğretmenler, ev kadınları, terziler, öğrenciler, işçiler. Hepsi, bayramlık kıyafetlerini giyip de gelmiş gibi.

Tam ortalarında, fotoğrafın tam kalbinde, ilk bakışta dikkati hiç mi hiç çekmeyen, diğerlerinden ayırt edilemeyen bir adam.

Siyahlar içinde, sakallı, kara kuru bir adam.

Benim gibi gözleriniz bozuksa, yüz hatlarını görebilmek için iyice yaklaşmanız gerekir. Dikkatli bakarsanız, diğer tüm erkeklerin aksine, başında bir başlık olduğunu, kıyafetininse yakasız, siyah bir kumaştan ibaret olduğunu görebilirsiniz.

Biraz daha, biraz daha dikkatli bakarsanız, onun, fotoğrafın varoluş nedeni olduğunu da görebilirsiniz. Çevresine bunca insanı toplayan, onları bir araya getiren, o günü ölümsüzleştirmek arzusuyla fotoğrafçının karşısına geçiren, onun kişiliğinden başka bir şey değildir.

İskenderiye’de, kolonyal şapkalı, takım elbiseli, şık giyimli beylerle şık hanımların, en güzel kıyafetlerini giymiş çocukların, bu yüz elliyi aşkın insanın bunca önemsediği adam, zamanın kültür ortamında, dünyanın dört bir tarafındaki Ermeniler arasında Tanrı muamelesi gören bir ruhanidir.

Onun Tanrılığı, ihtirasla, hırsla, güçle ‘elde edilen’ değil, mütevazılığı, sadeliği, iyi kalpliliği, işini ciddiye alması ve çalışkanlığıyla, insana, insan yüreğine yakınlığıyla ‘layık görüldüğü’ bir Tanrılıktır.

İskenderiye’de, bu fotoğrafın çekildiği 1911’de 42 yaşında olan Gomidas, din adamlığına adım atmadan önceki adıyla Soğomon Soğomonyan, bu fotoğraftan hepi topu dört yıl sonra, sürgüne ve ölüme gönderildiği Çankırı’dan, Halide Edip, Mehmet Emin ve Amerikan Büyükelçisi Henry Morgenthau’nun çabaları sayesinde alınan özel izinle dönüşünde, Tanrılıktan, bir başka uhrevi boyut olan deliliğe geçecek, hayatının son yirmi yılını hastane odalarında, beyaz çarşaflar, ilaç kokuları ve geçmişin karabasanlarıyla mutlu günleri arasında, bilincinden ve dünyadan kopmuş bir halde geçirecekti. (1919’a kadar İstanbul’da, fiişli’deki La Paix’de, 1919’dan 1935’e Paris’te, Villejuif’teki bir akıl hastanesinde.)

Fotoğrafa hiçbir büyütecin gösteremeyeceği kadar yakından, yüreğinizle bakarsanız, ruhunu, çocukluğunda yetim kalışından sonra insan sevgisiyle, müzikle ve Tanrı inancıyla besleyen bu hassas adamın gözlerinde o deliliğin ilk işaretlerini görebilirsiniz belki. Yüzünün ortasındaki o iki çukurun ışıltılı saydamlığının ardına geçerseniz, bu topraklar üzerinde yaşanmış ve yaşanacak bütün kederleri biz, siz, hepimiz adına sırtlanmış bir ahir zaman dervişi bulabilirsiniz.

Geçmişin belleğinde bıraktığı yol izlerinin gelecekte hangi kara günlere çıktığını bilen bu derviş, sanki ömrünü halkının son nefesine, o son nefesin notalarını bulmaya adamış, insanlarını, Eçmiyadzin’den Berlin’e, Paris’ten Tiflis’e, Kahire’den Bursa’ya, Bakü’den İstanbul’a kadar, müziğiyle çevresine toplamıştır. Gomidas, bu topraklar ve Ermeniler için zamanın ruhudur.

Onun o son Ermenilerle başlattığı şarkı, onların yeryüzünden pala, bıçak, tabanca, tüfek darbeleriyle silinmesinin ardından, kılıç artıkları tarafından bir ağıt olarak geleceğe taşınmış, felaketin öncesiyle sonrası arasında durmaksızın devam eden en güçlü bağ, o notalarda yaşam bulmuştur.

AKP bürokrasi karşısında güçsüz

Agos, 10 Nisan 2009

Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim üyesi Elçin Macar’la cemaat vakıflarının mülkiyet sorunları üzerine


Rober Koptaş

Geçtiğimiz günlerde Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) tarafından yayımlanan, Dilek Kurban ve Kezban Hatemi’nin kaleme aldığı ‘Bir Yabancılaştırma Hikâyesi: Türkiye’de Gayrimüslim Cemaatlerin Vakıf ve Taşınmaz Mülkiyet Sorunu’ başlıklı rapor, cemaat vakıflarının bugüne dek uğradığı haksızlıkları bir kez daha gündeme getiriyor ve çözüm önerileri sunuyordu.

Türkiyeli gayrimüslimlerin tarihi üzerine çalışmalarıyla tanınan Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Elçin Macar’la, TESEV raporunun ışığında, sorunun geçmişteki temellerini, bugününü ve geleceğini konuştuk. Macar, AKP hükümetinin, cemaat mülkleri konusunda bürokrasiden gelen baskılar karşısında güçsüz olduğuna dikkat çekiyor ve sorunun çözümü için AB mevzuatına uyumun şart olduğuna inanıyor.



GEÇMİŞTE • Cemaat vakıfları dediğimiz vakıflar, Osmanlı döneminde padişah iradesiyle kurulan cemaat kurumları. Bu kurumlar, İslami bir kavram olan ve bir Müslüman’ın gelir getiren bir akarını, hayır işine vakfetmesi anlamındaki ‘vakıf’la benzerlikler göstermesine karşın, esas olarak bir kişiye değil, bütün cemaate ait. Bunlara şahsi mülk gözüyle bakmamak gerekiyor. Aslen vakıf olmayan bu kurumları Vakıflar Genel Müdürlüğü çatısı altında toplayan Cumhuriyet rejimi, sorunların temelini de atmış oluyor.

Osmanlı döneminde, 1912’ye kadar bu kurumların tüzel kişiliği tanınmıyor ve mal mülk edinmelerine, kendi adlarına kaydetmelerine izin verilmiyordu. O tarihe kadar iki tür kayıt söz konusuydu: Mülkler ya cemaatten birinin adına ya da ‘nam-ı mevhum’ denilen, bir azizin, bir azizenin, Katoliklerde görüldüğü gibi tarikatların kurucusunun adına kaydediliyordu. Bunlar, daha sonra cemaatlerin başına türlü sorunlar açılmasına vesile edildi.

Geçmişte, İslami vakıfların maddi ve siyasi anlamda ciddi bir gücü vardı. İslam’la hesaplaşan Cumhuriyet rejimi de bunları denetimi altına almayı amaçladı. 1936’da, muhtemelen bu gayeyle, vakıflardan birer beyanname istendi. O tarihte, cemaat vakıfları da, ellerinde ne kadar mal olduğunu Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bildirdiler.

İLK CİDDİ SORUNLAR • Altmışlı yıllara kadar vakıfların mal mülk edinebildiklerini ve tapuya kaydettirebildiklerini görüyoruz. Ancak o yıllarda, Kıbrıs meselesi nedeniyle Yunanistan’la ilişkilerin bozulması üzerine, özellikle Rum vakıflarına zorluklar çıkararak Yunanistan’a baskı yapmak ve Kıbrıs konusunda masaya oturmaya zorlamak gibi bir politika uygulanmaya başladı. Diğer cemaatler de aynı uygulamalardan nasiplerini aldılar. Bir süre sonra, tapu idarecileri, yeni edinilen mülkleri kaydetmeyi reddettiler. 1960’ların sonlarında, bu duruma itiraz etmek için davalar açıldı. Sorunun kaynağında, bu vakıfların birer vakıf senedine sahip olmaları mümkün olmadığı halde, 1936 Beyannamesi’nin vakıf senedi olarak yorumlanması yatıyor. Bu tarihten sonra edinilen mallar eski sahiplerine, mirasçısı kalmadıysa Hazine’ye veya Milli Emlak’a devredilmeye başlandı.

HUKUKİ KILIF • 1970’lerin ilk yarısında iş Danıştay ve Yargıtay’a kadar vardı. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, 1971’de, “Tüzel kişilerin gerçek kişilere göre çok güçlü olduğu, bu nedenle taşınmaz mal edinmelerinin kısıtlanmamış olması halinde devletin çeşitli tehlikelerle karşılaşacağı ve türlü sakıncalar doğabileceği açıktır. Bu nedenle, karşılıklı olmak şartıyla, yabancı gerçek kişilerin Türkiye’de satın alma ve miras yoluyla mal edinmeleri mümkün kılınmış olduğu halde, tüzel kişiler bundan yoksun bırakılmışlardır” diyor. Burada, bu ülke vatandaşı olan gayrimüslimler hakkında karşılıklılık ilkesi getirilmesi ve onlardan ‘yabancı’ olarak söz edilmesi gibi garip bir durumla karşı karşıyayız. Böylece, 1960’ların ikinci yarısından itibaren fiilen uygulanan koşullar artık hukuk tarafından da onaylanmış oluyor.

MAZBUT VAKIFLAR • Yakın bir zamana kadar cemaat vakıflarının yöneticilerinin vakfın bulunduğu bölgede ikamet ediyor olma zorunluluğu vardı. Halbuki gayrimüslimler, nüfuslarının da giderek azalmasıyla, güvenlik gibi gerekçelerle kentin çeşitli yerlerine toplandılar. Bazı semtler, mesela Boğaz semtleri nüfus kaybettiler. Bu semtlerde vakıf yöneticisi seçebilme durumu fiilen ortadan kalktı. Vakıflar Genel Müdürlüğü, yöneticisi olmadığı, semtte ikamet eden kalmadığı gibi gerekçelerle, bu tür vakıfları ‘mazbuta’ya almaya başladı. Bu da, o vakfın tüm malının genel müdürlükte görevli bir memurun insafına bırakılması demekti. Oradan ne kadar kira alınacağı, kime kiraya verileceği, kiralayanın orada ne kadar kalacağı gibi konular, bürokrasinin iki dudağı arasındaydı artık. Bu sorun neyse ki çok yakın bir tarihte çözüldü. Yöneticilerin, vakfın bulunduğu ilçede ikamet ediyor olması zorunluluğu kaldırıldı.

CEMAATİNDEN KOPUK VAKIFLAR • Yapılan değişiklikler kapsamında, yönetim için yapılan seçimlerde seçmen tabanının İstanbul bütünü olarak belirlenip belirenemeyeceği ,vakıf yönetimlerine bırakıldı. Bu da, bazı vakıfların birkaç kişinin elinde kalması demek. Ayrıca, bu vakıflar cemaatlerine karşı hesap vermez hale geliyor. Bu da, Cumhuriyet’le birlikte, daha önce var olan cemaat içi sivil kurumların kaldırılmasıyla ilgili bir sorun. Bu üst irade ortadan kalkınca, her vakıf kendi başına buyruk, cemaatinden kopuk, canı istediği şekilde davranır hale geliyor. Bu da sanırım, cemaati kendi içinde birbirine düşürmenin güzel bir yoludur.

GAYRİMÜSLİME YER YOK • Bürokraside, Osmanlı’nın son döneminden miras kalmış bir anlayış hâkim. Büyük devletlerin müdahaleleri, bazı milliyetçi grupların bu devletlerle işbirliğine gitmesi, misyonerlerle ilgili korkular, devletin parçalanacağına dair kaygılar, birtakım reflekslerin içselleştirilmesi sonucunu doğurmuş. Öte yandan, inşa edilmek istenen, Türklüğe ve Müslümanlığa dayanan Türkiye Cumhuriyeti profili içerisinde gayrimüslimlere yer yok. Geçmiş uygulamalara baktığımızda, Lozan’da gayrimüslimlerin Türkiye’de yaşamasına istemeye istemeye razı gelindiği sonucuna varırız. İdareciler, Cumhuriyet’in kurucu anlaşmasında bazı vatandaşlara özel haklar verildiği hissiyatına sahip. Bu, Cumhuriyet’in eşitlik idealini yıkan bir unsur olarak algılanıyor. Halbuki, o maddelerin felsefesi bütünüyle farklı. O düzenlemelerin ruhunda, tam aksi yönde, azınlıkların çoğunlukla eşitliğini sağlamaya yönelik bir irade var.

CEMAAT VAKIFLARININ ÖNEMİ • Vakıflar, cemaatleri ekonomik olarak ayakta tutan, onları besleyen, çocukların gideceği okulun masraflarını karşılayan, insanların yaşlandıklarında gidecekleri dinlenme evini idare eden müesseseler. Siz cemaatlerin geleceği açısından bu kadar önemli olan vakıfların ekonomik kaynaklarını kurutursanız, gayrimüslimlerden kurtulmayı amaçladığınıza dair şüpheleri haklı çıkarmış olursunuz.

BİRKAÇ CENGÂVER AVUKAT • Sorunlarla başa çıkmak için, gayrimüslimler arasında zaman zaman birkaç cengâver avukat çıkmış. Dini kurumlar bu konularda pek seslerini çıkaramamışlar. Mesela Rum cemaatinde 1930’larda Vladimir Mirmiroğlu adında bir avukat çok koşturmuş. Cengâver avukatlardan söz etmişken, Diran Bakar’ı hatırlamamak mümkün değil. Bu konularla uğraşan herkesin yolu ondan geçmiştir; çünkü kimse bu dertlerden haberdar değilken, o yıllardır bunlarla uğraşıyordu; bürokrasinin ve yargının mantığını çoktandır çözmüştü. Onun gibiler, idealist, cemaatlerinin haklarının peşinden koşan bir avuç insandı.

NİYET İYİ DEĞİL • Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi sürecinde, çok ciddi rakamlardan söz ediliyor. Şu ana kadar dört dava sonuçlandı. Sadece Beyoğlu’nda bir Rum vakfına ait mülk için ödenen tazminat 900 bin Euro. Bütün sorunlu mülklerin aynı akıbete uğradığını düşünürsek, ortaya inanılmaz bir rakam çıkıyor. Bu rakam hepimizin cebinden çıkacak. Bir tane politikacının, üç tane bürokratın dargörüşlülüğünün ceremesini hepimiz çekiyoruz.

DSP-MHP-ANAP koalisyonundan bu yana, yasa üç kez değiştirilmiş, iki kez de yeni yasa yapılmış. Bunu açıklamak mümkün değil. Siyasiler, olaya “Bundan nasıl en az zararla çıkarız? Bu yaptıklarımızı en az değişiklikle nasıl çözeriz?” gözüyle bakıyorlar. Hiçbir değişiklik, sorunların tümünü gidermek gibi bir amaçla yapılmıyor.

Benim açımdan, meselenin bir başka çarpıcı boyutu da şu: Hazine’nin ya da Milli Emlak’ın, bu kadar sorunlu olduğu bilinen vakıf malları konusunda, el koyduğu vakıf mallarını satmasını nasıl açıklayabiliriz? Düz mantıkla, madem ki ihtilaflı bir durum var, bunların elde tutulması gerekirdi. Oysa mülkleri adeta yangından mal kaçırır gibi satmaya çalıştıklarını görüyoruz. Bunu, gayrimüslimleri dışlayan genel politikanın bir parçası olarak görmek gerekiyor.

YENİ YASADAKİ SORUNLAR • En son yasal düzenleme, üçüncü şahıslara geçmiş mülkler hakkında hiçbir düzenleme getirmiyor. Bu, sorunların bir kısmının çözülmesi, ama bir kısmının da olduğu gibi kalması sonucunu doğuruyor. Kamunun elinde olanlar, belli bir prosedür sonucunda geri verilecek, ama özel kişilere geçenler hakkında hâlâ bir düzenleme yok.

Bir başka rahatsız edici husus da, karşılıklılık ilkesine hâlâ atıfta bulunulması. Başbakan yardımcısı, katıldığı bir televizyon programında bu ifadenin, yasaya, yabancı vakıflar için konduğunu söylemişti. Ancak bu durum kanunda açık bir şekilde belirtilmezse, gelecekteki iktidarların veya bürokrasinin onu başka bir şekilde kullanmayacağını nereden bilebiliriz? Lozan, Baskın Oran’ın belirttiği gibi, karşılıklı yükümlülük getirdiği halde, onlar bu yükümlülüğü ‘karşılıklılık’ olarak anlamakta ısrar ediyorlar. Rumları bir yere kadar anladık diyelim, peki ya Ermenileri ne yapacaksınız? Ermenistan’da Türk mü var? Yahudiler için muhatabınız İsrail mi olacak? Bunları açıklamak mümkün değil.

DEMOKRATİK TOPLUM • Demokratik bir toplumda, 2009 yılında bu tür hak ihlallerinin olmaması gerekir. Bu konular, özgürlükler çerçevesinde çözülmelidir. Azınlık-çoğunluk değil, tam bir eşitlik söz konusu olmalıdır. Eğer siz ülkede herkes için hak ve özgürlükleri genişletir, Lozan’ı aşarsanız, bu tartışmalar da sona erecektir.


HÜKÜMET, BÜROKRASİ KARŞISINDA GÜÇSÜZ • Resmin bütününe baktığımızda, AKP iktidarının vakıflarla ilgili sorunlar konusunda bürokrasi karşısında güçsüz olduğunu, geçmiş yıllardan birikmiş sorunların ağırlığı altında ezildiğini görüyoruz. Onlar da, anladığım kadarıyla, AİHM’ye giden davaların çoğalmasıyla baskıların artmasını, böylece bir değişim iradesinin ortaya çıkmasını arzu ediyorlar.

ÇÖZÜM AB MEVZUATI • Bu işin hukuki çerçevesi, Türkiye’nin resmen aday olduğu AB mevzuatının kabulü, aktarılması ve uygulanması olmalı. AKP iktidara geldikten sonra işlerin bir dönem iyiye gidiyor gibi görünmesinin nedeni, AB rüzgârıydı. Ancak, özellikle başörtüsü kararından sonra, AKP’nin Avrupa’yla ilişkileri dondurduğunu, bir mesafe koyduğunu, içeride yükselen milliyetçilikle yarışır hale geldiğini görüyoruz. Bu işin çözümünün AB sürecine ciddi bir dönüş yapmak, mevzuatı içselleştirmek ve müzakereleri hızlandırmaktan geçtiğini düşünüyorum.

Ölünün arkasından konuşulmaz mı?

Agos, 10 Nisan 2009

Bu memlekette “Ölünün ardından konuşulmaz” denir ve gerçekten de konuşulmaz.

Sıradan insanların dünyasında, ölümü tevekkülle karşılamaya, ölenin günah ve sevaplarını ancak Tanrı’nın bileceğine yönelik inanç nedeniyle anlamlı görünür bu kadim kural. Peki, kitleler üzerinde etkisi olan, bir sözüyle insanları harekete geçirebilen siyasi önderlerin ve onların siyasi ‘kariyer’lerinin ölümlerinden sonra salt ‘devlet adamlığı’ prizmasından görülmesinin, bilhassa hatalar konusundaki sessizliğin anlamı nedir?

Muhsin Yazıcıoğlu ve kendisine eşlik eden beş kişi, feci bir kaza sonucunda hayatını kaybetti. Adı cinayetlerle, kanla, şiddetle anılan, partisiyle bağlantılı Alperen Ocakları üyelerinin Hrant Dink cinayetiyle ilgisini cümle âlemin bildiği bir siyaset adamının ardından yapılan analizlerin yüzeyselliğinin ve siyasi yaşantısının karanlık yanları hakkındaki suskunluğun ardında, şu mahut hikmet-i hükümet tavrı yok mu sizce de?

Yazıcıoğlu’nun geçmişte yaptıklarından dolayı pişmanlık duyması, değişmiş olması ihtimalini göz ardı etmek elbette ki haksızlık olur. Ancak, son yıllardaki siyasi performansının bu yönde emare göstermediği de bir gerçek. Yazıcıoğlu eğer gerçekten değiştiyse, iki yılı aşkın sürede, Hrant Dink’in öldürülmesi ve bunun partisiyle ilişkisi hakkında elle tutulur bir şeyler söylemez miydi?

Taha Akyol, Yazıcıoğlu hakkındaki yazısında, BBP liderinin Hrant Dink’in ardından bir şiir yazmasının onun demokratlığına işaret ettiğini söylüyordu. Halbuki Yazıcıoğlu, bu şiirde bile, “insan hakları söylemleriniz, medya maydanozu liberalleriniz” diyerek demokratlara demokrasi dersi veriyordu.

Neyse ki Yıldırım Türker geçen pazar Radikal İki’de yayımlanan ‘Katilin Kibri’ başlıklı yazısında tarihe bir not düşerek, bizlere Yazıcıoğlu-Kırcı-Çatlı üçgeninin Bahçelievler katliamıyla ilişkisini anımsattı bir kez daha.

Yazıcıoğlu’nun marifetlerini anlatmak, bugün artık öte dünyalara göçmüş pek çok masum kurbana karşı bir vicdan borcudur.

Eyvah, azınlık!￿

Agos, 10 Nisan 2009

Elif Kalaycıoğlu, yerel seçim sonuçlarını değerlendiren en dikkat çekici yazılardan birine imza attı 7 Nisan tarihli Taraf’ta.

Kalaycıoğlu, laik kesimin seçimden özeleştiri durağına hiç uğramayan bir rahatlamayla çıktığına dikkat çekerken, çok ilginç bir noktaya da parmak basıyordu. Buna göre, AKP iktidarında ‘hayat tarzı’na yönelik kaygılar duyan kesimin kendisini ‘azınlıkta’ hissetmesiyle ortaya çıkan hâletiruhiye, bu zümrenin memleketin gerçekten azınlıkta olan unsurları hakkındaki yaklaşımının da vahim bir itirafı: “Bu grup (…) azınlık olmaktan ve hayat tarzına gelecek müdahalelerden korkarken aslında bu ülkede azınlık olmanın istediği hayatı yaşayamamak anlamına geldiğini itiraf ediyor. Demek ki Türkiye’de azınlık olmak, kendisini siyasi güce sahip olanlar karşısında savunmasız hissetmek ve hayat tarzına her an müdahale edilebileceği korkusuyla yaşamak anlamına geliyor.”

Laik kesim, muhafazakârların siyasal ve sınıfsal yükselişi karşısında eski ayrıcalıklı konumunu kaybetme korkusunu ‘azınlıkta kalmak’ hissiyatıyla yaşarken, azınlıkta kalanın ezilmesinin kader olduğu ‘bilgi’sini de dışavurmuş oluyor.

Bu gruplar, kendilerini azınlıkta hissederken, azınlık olmanın, haklarınızın gasp edilmesini, ötekileştirilmenizi, ayrımcılığa uğramanızı meşru kılmadığını öğrenebilir mi acaba? Demokrasinin azınlıkları koruyan, onların varlıklarını sürdürmesini kolaylaştıran değerlerde saklı olduğunu? Azınlıkta da kalsalar, ayrıcalıklardan medet ummadan, yurttaşlarıyla hiyerarşik olmayan ilişkiler kurmaya gönül vermeleri gerektiğini?

Ne mutlu bize ki, geçmişte bu tavrı iliklerine benimsemiş biri yaşadı Türkiye’de. Bütün Türkiyelilerin sıkıntılarını teninde hisseden, başörtülülerin, Kürtlerin, yoksulların, cinsel yöneliminden dolayı aşağılananların dertlerini kendi derdiymişçesine sahiplenen, bu arada, azınlıkta olanların ensesine vurup lokmasını almanın hak olduğuna dair hâkim düşünce kalıplarını kırmak için mücadele eden biri geçti bu topraklardan.

Bugün kendilerini azınlıkta hissettiğini söyleyenler, vakti zamanında ondan pek hazzetmemişti. Belki bundan sonra biraz olsun anlamaya gayret ederler.

Beyaztürkleşen Ermeniler

Agos, 10 Nisan 2009

Yerel seçimin ilginç sonuçlarından biri de, tahminlerin aksine, hatırı sayılır sayıda Ermeni’nin CHP’ye oy vermesi oldu. Bakırköy ve Adalar gibi ilçelerde CHP adaylarının kazandığı başarı, İstanbul’da Ermenilerin AKP’ye karşı CHP’de birleştiği gerçeğine işaret ediyor.

Bu durum, AKP döneminde ‘hayat tarzı’na dair yükselen korkuların Türkiyeli Ermeniler tarafından da paylaşıldığını gösteriyor. Belki Alevilerin AKP’den duyduğu korkuya benzer bir şekilde, Ermeniler de, dinsel söylemi ağır basan bir parti yerine, –özgürlükçü bir laiklikten söz etmese de– laikliği savunur görünen partiden yana kullanıyorlar tercihlerini. Bu durumu, partinin ne cemaat vakıflarıyla ilgili düzenlemeler sırasındaki muhalefeti, ne derin devlet savunuculuğu, ne de Ermeni meselesiyle ilgili tavrı değiştiriyor. Öte yandan, unutmayalım ki, AKP de, Ermeni sorununda açılım ve Ermenistan’la normalleşme yönündeki mesajlarına karşın, milliyetçilere göz kırpan icraatlardan hiç geri durmayarak bu durumun oluşmasına zemin hazırladı.

Manzarayı ‘Ermenilerin Beyaztürkleşmesi’ olarak değerlendirmek mümkün. Ermeni toplumunun önemli bir kesimi, oylarını, bu kez, uğradığı haksızlıkların baş müsebbibi olan devletçi geleneğine verdi. Bu durum, Ermeniler hakkında bir şeyler anlatıyor elbette bize; hiç değilse, Beyoğlu Üç Horan Vakfı seçimleri sırasında, yabancı olana karşı gösterilen ‘şehirli-modern’ tepkiyi daha iyi anlamamızı sağlıyor.

Mağdur Ermeni, gaddar Ermeni

Agos, 3 Nisan 2009

İktidar, makamı, tanınmışlığı, maddi ve manevi gücü ima ettiği ölçüde sert çarpışmalara sahne olan bir alan. Binlerce yıllık toplumsal yaşam pratiğimiz, bu mücadelede sertliğin sınırının olmadığını, çoğu zaman her türlü ahlaksızlıklığın mubah sayılabileceğini gösteriyor. Buradan ortalığa saçılan zengin malzeme ise bizlere salt iktidarın değil, insanın ve toplumun doğasına dair önemli bilgiler sunuyor. Beyoğlu’ndaki seçimler de, bizleri Ermeni toplumu içerisinde alttan alta kaynayan ayrımcılıkla yüz yüze getirdi.

Türkiye’de yaşayan Ermenileri, devlet ve toplum katında gördükleri baskıların, ayrımcılık ve dışlamaların mağduru olarak görmeye alışkınız. Buna göre, Anadolu’daki varlığı yüz yıl önce hoyrat bir plan dahilinde sonlandırılan Ermeni halkının bakiyesi, cumhuriyet döneminde de ötekileştirilerek, dışlanarak, ayrımcılığa maruz bırakılarak, ezel ebed mağdur, her daim kurban haline gelmiştir.

Bu deneyimlerin, Ermenileri ayrımcılık konusunda duyarlı hale getirmesini bekleriz genellikle. Oysa hayat, kâğıt üzerinde durduğu gibi durmaz hiç. Ermenilik, nihayetinde, günlük hayata dair tercihlerimiz üzerinde çok da belirleyici değildir. Etnik aidiyetimiz, nasıl insanlar olduğumuzu belirleyen karakter katmanlarımız arasında yer almaz bile. Bizler, hayatın içinde, Ermeni, Türk, Kürt olmaktan çok, kadın, erkek, sevgili, öğrenci, patron, işçi, arkadaşız. Dolayısıyla, herhangi bir olay karşısında belli bir ‘Ermeni’ tavrından söz etmek anlamlı değildir. Ancak bir dış göz bizi Ermeni, Türk, Kürt yapar; kimliğimizin Ermeni yanı, ancak Ermeni olduğumuz için dışlandığımızda görünürlük kazanır.

Bütün bunlar, fırsatını bulduğumuzda başkalarının canına okumak için pençelerimizi çıkarmamız, Beyoğlu seçimi sırasında görüldüğü gibi, birbirimizin kurdu olmamız önünde engel teşkil etmez.


Güç siyaseti

Peki, Üç Horan seçimleri sırasında Ermeni toplumunu İstanbullular-taşralılar, Sinoplular-Sasonlular diye ayrıştıran dinamikler nerelerden besleniyordu?

Bu sorunun yanıtı, her şeyden önce, Ermeni toplumu içerisindeki bazı hâkim eğilim ve tutumlara bakmayı gerektiriyor. Burada, bilimsel bir araştırmaya dayanmayan, son derece öznel değerlendirmeler olarak kabul edilmesi gereken bazı genellemelerde bulunacağım – bunların her genelleme gibi kolayca yanlışlanabilir olduğunu ve özünde kişisel gözlemlere dayandığını hatırlatarak.

Öncelikle, İstanbullu Ermenilerin büyük bir çoğunluğunun Anadolu kökenli olduğunu akılda tutmak gerekir. Ermeniler arasında bugün kendilerine İstanbullu diyenlerin en fazla üç, bilemediniz dört kuşak öncesinde Sivas’tan, Van’dan, Trakya’dan İstanbul’a göç eden ailelere mensup olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, İstanbullu Ermeni - taşralı Ermeni ayrımından söz ederken, esasında, şehre daha önce gelenlerle daha sonra gelenler arasındaki bir ayrışmaya işaret ediyoruz. Bu ayrışma, İstanbul Ermeni toplumuna entegre olmakla, henüz kabul gör/e/memiş olmak arasındadır ve bunun sınıfsal bir yönü de vardır. Zira, varlıklıysanız cemaat kurumlarına bağışta bulunarak muteberler katına hızlı bir geçiş yapmanız zor değildir; ancak yoksulsanız, yüksek cemaatçi duvarları aşmanız hiçbir zaman mümkün olmayabilir.

Peki, sonradan gelenleri, daha kıdemli İstanbulluların gözünde ötekileştiren şey nedir?

Konuştukları aksanlı, kırık dökük Türkçe, kaba saba tavırları, paspal kıyafetleri ve elbette Ermenice bilmemeleri, özellikle güneydoğu illerinden göçenleri cemaatin çeperlerinde bırakır. Çünkü hâkim bir yanlış algılamaya göre, Ermeniler kentli, medeni, hatta Avrupalıdır (Ermenilerin Anadolu’ya Avrupa’dan göç ettiğine dair tarihsel tez, bilimsel tutarlılığı çok şüpheli olsa da, bu yüzden her daim revaçtadır). O köylüler, bu sakillikleriyle Ermeni sayılmayı hak etmezler, çünkü Ermeni imajına zarar vermektedirler. Kolayca ‘Kürt’ diye yaftalanarak aşağılanmaya çalışılmalarının ardında da, Ermeniliği ‘temiz’ tutmaya dönük bu anlayış yatar.

Öte yandan, yaşadıkları toplum içerisindeki asırlık tahakküm ilişkisinin ezilen tarafında yer aldıklarından, bazı Ermeniler güç siyasetine, gücün kendisine hayranlık derecesinde bir inanç beslerler. Buna göre, güçlü olan haklıdır. Onun beğenisini ve güvenini kazanmak, mesela devlete yakın durmak, hayatta kalabilmek için en önemli güvencedir. (Kimi Ermenilerin Abdülhamit rejimiyle nasıl içli dışlı olduğunu, Taşnakların İttihatçılarla girdiği koalisyonu hatırlayın. Benzer bir başka örnekse, temsil ettiği toplum da devletle derin sorunlar yaşarken, Patrik II. Mesrob’un, Ortodoks Patriği Bartholemeos’a karşı devletin yanında saf tutmasıdır.)

Velhasıl, devletle çatışan odaklarla, misal Kürtlerle, misal solcularla empatik bir ilişki kurmak, pek çok Ermeni açısından söz konusu dahi değildir; bu gruplara karşı genellikle devletçi reflekslerle hareket edilir. Güce duyulan bu bağlılık, Ermeni toplumu içerisinde de, gücü yetenin, hasım gördüğünü altına alması sonucunu doğurur. Bu, güçlü olanın zayıfı yok ettiği bir tür Sosyal Darwinizm siyasetidir. Tam da bu yüzden, yabancı olan, yeni olan, muhalif söyleme sahip olan, korku yaratır; güce yakın durma, tanıdıklara sokulma refleksini harekete geçirir.

Beyoğlu seçimlerinde, kentli, modern, üst sınıf duyarlılıkların temsilcisi olan Ermenilerin, taşralı, yabancı, köyden gelmiş ‘Kürt-Ermeni’lere karşı, hayata dair günlük kaygılarla Apik Hayrabetyan yönetimini destekleyen başka taşralılarla, yani Sinop ve Kastamonulularla adı konmamış bir ittifaka girmesinin temelinde, işte bu dinamikler yatıyor.