Dönüşüm

Bir saat kadar arabanın içinde bekledikten sonra kendilerini güçbela arabalı vapura attılar. Hava güzeldi, güneşin batışını seyretmek üzere güverteye çıktılar. Sarkis, hanımıyla kendisine çay, çocuklara da gazozla gofret söyledi. Canları günlerdir sıkkındı ama şu birkaç günlük tatil hiç de fena gelmemişti. Biraz kendilerini dinlemişler, birlikte olmanın tadını çıkararak yaralarını sarmaya çalışmışlardı. Sırpuhi de Sarkis de Hrant’la şahsen tanışmamışlardı ama onu tanırlar, gazetesini okurlardı. Kaç defa televizyonda fikirlerini kendinden geçercesine savunuşuna, karşısındakilere hadlerini en büyük kozu olan içtenliğiyle verişine, onları alttan alta insanlığa davet edişine tanık olmuş, kaç defa “ağzına sağlık be Hrant!” diye hayır duası okumuşlardı oturdukları yerden. O tartışma programlarında, memleketin sahibi olduklarına bin kere emin kalem ve siyaset erbaplarının onu kendilerince köşeye sıkıştırmak için ille de “bir Ermeni vatandaş” olarak ülkeye sadakatini sorgulamalarına kaç defa öfkelenmişlerdi. Peki ya her defasında, cevap ne olursa olsun kazananın kendileri olacağını bilerek “tabii ki soykırımdır” ya da “tabii ki ‘sözde’dir” cümlelerini onun ağzından almaya çalışmaları… Atgözlüklülerin dar dünyasına inat, anadan atadan kalma gerçek hikâyeleriyle, “su çatlağını buldu”larıyla, “kertenkele Abdullah”larıyla ruhların o karanlık, o çamurlu dehlizlerinde nasılsa kalıvermiş son vicdan kırıntılarına seslenişine kaç defa hayran olmuşlardı. Yine de onu televizyonda her gördüklerinde derinlerde bir yerleri sızlamadan duramazdı: “Ahh, bir şey yapacaklar ona!”

Tavit ve Anna küçüktü daha, olan biteni anlamıyorlardı; yine de, anne babalarının üstüne sinmiş hüznü idrak edebiliyorlardı sanki; onlar da mahzundu. Kavga etmeyi bırakmış, sessiz sakin oynuyorlardı. Sarkis’le Sırpuhi birbirlerine Anna’yı gösterip gülümsediler, ufaklık kendi payını bitirmiş, hayran hayran abisinin gofretini seyredip yalanıyordu.

Gürültü o sırada koptu. Bağırış çağırış, birkaç adamın telaşlı adımlarla kaptan köşküne doğru koşuşu, bir el tabanca sesi, sonrasında birkaç dakikalık sessizlik ve nihayet hoparlörlerden yükselen bir anons. Sinirli bir haykırış: “Dikkat dikkat! Şu an itibarıyla vapuru rehin almış bulunuyorum. Kimseye bir zarar gelmeyecek. ‘Hepimiz Ermeniyiz!” diye bağıran bütün şerefsizleri protesto ediyorum. Burası Türkiye! Hepimiz Türküz, hepimiz Müslümanız, hepimiz din kardeşiyiz! Ermeniler haindir, Ermeniyiz diyenler haindir! Türk’ün Türk’ten başka dostu yok!”

Bir alkış koptu, vapurun dört yanından canhıraş bir tezahürat yükseldi. Karşılarında oturan, daha az önce Anna’nın Sırpuhi’ye “mama!” diye seslenişini duyup, “yabancısınız galiba!” diye merakla soran kadın en ateşlileriydi sanki. “Doğma büyüme İstanbulluyuz” cevabını alınca şaşırmıştı kadın, belli ki inanamamıştı. İşte şimdi de bir yandan “Helal olsun valla! Eve geç de varsam umurumda değil, yetti artık, Türk’üz tabii ya, ne sandınız!” diye yüksek sesle söyleniyor, bir yandan da alkışa devam ediyordu.

Sarkis’le Sırpuhi oturdukları yerde küçüldükçe küçüldüler, çocuklar da onlara sokuldukça sokuldu. O an, yıllardır aklından çıkmış bir hatıra canlandı Sırpuhi’nin gözlerinde. Kendisi Anna’nın yaşındayken, anası her sokağa çıkışta, kapı eşiğinde sıkı sıkıya tembihlerdi: “Surpigim, yavrum benim; sokakta bana ‘mama’ demeyesin he, ‘anne’ diye çağırmayı unutmayasın!” Çocukluğunda biteviye tekrarlanan bir nakarattı bu; “yemeğini ye!” gibi, “dişlerini fırçala!” gibi, uyulmazsa anacığını kızdıran. Sırpuhi yutkundu, bugüne kadar kendi çocuklarına aktarmamıştı bu hayati bilgiyi; unutmuş, gerek duymamıştı. “Eve sağ salim varırsak çocuklara belleteyim ben de” diye düşündü acıyla. Sarkis’le bakıştılar, çocukları daha bir sıkı sardılar kollarında; hep birlikte küçülmeye devam ettiler.

16 Şubat 2007

Kimin için?

Cinayetin bir şeye hizmet etmesi mümkün mü? Oradan siyasi bir kazanım elde etmek? Birine paye çıkarmak? Bin kere hayır elbette… Hrant’ı öldürdüler, nokta. Yine de, değil mi ki yaşıyoruz, yaşadığımız karanlığın Türkiye’nin kimlik buhranının bir sonucu olduğunu da hissediyoruz el yordamıyla. Ne tarafa gideceğine karar veremeyen, neye sığınacağını bir türlü bilemeyen, çocukluk kâbuslarından kurtulamayan bir toplum. Başka hangi ortamda bu kadar çok “hain”, bu kadar çok “düşman” olabilir, başka hangi iklimde katiller böyle yüceltilebilir ki?

Ayşe Önal, gazetem.net’teki “Bağımsız Yahudi Sesleri” yazısında haklı olarak soruyordu: “vicdanımla Türk olmak arasında bir çatışma mı var?” Olmaması gerektiğini biliyoruz. Peki olmaması için ne yapabiliriz? Gidenin arkasında “oh oldu!” demeyecek bir gerçek vicdan yaratmak için? Bir mücadele var; istesek de istemesek de içindeyiz, tenimizde duyuyoruz. Saflar aslında göründüğü kadar keskin değil belki de; bugün gözyaşınıza ortak olanlar, yarın “sözde”li, “hıyanet”li, “ulusal çıkar”lı cümleler kurabilir; bugün sesi çıkmayanlar da yarın vicdana gelebilir. Kaygan bir zemin.

Bundan birkaç ay önce, bir çarşamba akşamı Hrant yine AGOS’taydı. Gergindi. Yerinde duramıyor, ha bire volta atıyor, yüksek sesle söyleniyordu: “Ama düşmeyeceğim onların tuzaklarına. Beni ne öteye ne beriye çekebilirler. Öyle bir dil yaratırım ki, öyle bir yeni yol bulurum ki, şaşar kalırlar.”

Elbette çok umutsuz, çok umarsızız. Ama yaşayacaksak, hele Hrant’ın o pirupak hatırasını canlı tutacaksak, o dilleri kurmalı, o yolları bulmalıyız. Belki o zaman birileri geçmişe bakıp “Hrant hepimiz için öldü” diye yazar; belki de teselliyi ancak böyle bulabiliriz.

16 Şubat 2007

“Sivilim” demekle sivil olunur mu?


İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV), Türk İş, Hak İş, Türkiye İşverenler Sendikası (TİSK), Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB), Memur Sen, Televizyon Yayıncıları Derneği, Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD)… Anlı şanlı dokuz “sivil toplum kuruluşu”, TCK’nın 301. maddesi hakkında değişiklik önermek için bir araya geliyor. Çıkan sonuç şaka gibi: Madde metnindeki “Türklük” tabiri aynen korunuyor; bu yetmiyor olacak, yanına bir de “Türk milleti” ekleniyor; “aşağılama” yerine “tahkir ve tezyif” geliyor. Hatta ve hatta, toplantıya katılan bazı kuruluşların “maddenin aynen kalmasını savunduğunu” öğreniyoruz.

Bu pek “sivil” kuruluşların bir sonraki toplantısından çıkacak sonucu tahmin etmek zor değil: “301 yetmez, Takrir-i Sükûn Kanunu isteriz; İstiklal Mahkemeleri de kurulsun; idam cezası da yeniden tesis edilsin.”

Her an, her ortamda, her platformda, hep daha yüksek sesle söylemeye ihtiyacımız var: “Katil 301 kaldırılsın!”

16 Şubat 2007

“Ben yapmadım o yaptı!”

30 Ocak tarihli Radikal'deki bir haber-yorum, Türk Dil Kurumu'nun internet sitesinde yer alan Güncel Türkçe Sözlük'teki “Ermeni gelini gibi kırıtmak” maddesinden yola çıkarak, kurumun ırkçı bir söyleme yer vermesini eleştiriyordu.

Bir sözlükte herhangi bir deyim veya sözcüğe yer vermekten ötürü yazar(lar)ı itham etmenin yersiz olduğunu düşünüyorum. Zira, sözlükçülüğün temelinde, dilin tüm söz ve deyimlerini bilimsel araştırmaya konu etme arzusu var her şeyden önce. Dilin doğal ortamında varolan bir sözü görmezden gelmek, sonuçta dışarıdan bir müdahale ve zararlı sonuçlara gebe. Buna karşın, sözlüklerde aşağılama içeren sözlerin yanına bu durumu belirten bir açıklamaya yer verme duyarlılığının gelişmesi uygun bir ara-çözüm olabilir. Asıl eleştirilmesi gereken, ırkçılık içeren ifadelerin sözlüklerde bulunması değil, günlük konuşma ve yazı dilinde kullanılmayı sürdürmesidir.








Bu noktada, başkanlığını yaptığı TDK'nın tavrını savunurken “atasözleri ve deyimlerin sözlüğe alınmasında tek ölçütlerinin dil bilimi ve sözlükçülük ilkeleri” olduğunu belirten TDK Başkanı Şükrü Haluk Akalın'a söyleyecek sözümüz yok.


Ancak, bir hususun gözden kaçmamasında yarar var. “Ermeni gelini gibi kırıtmak” deyimi TDK sözlüklerinde sadece bağımsız bir madde olarak yer almıyor; mesela matbu Türkçe Sözlük'te “kırıtma” isminin kullanımına örnek olarak Salah Birsel'in “O kuruntularımız, o tafralarımız, o Ermeni gelini gibi kırıtmalarımız pek boşuna değildir” cümlesi veriliyor. Binlerce örnek arasından yukarıdakini seçerken bağlı kalınan ilkelerin “dil bilimi ve sözlükçülük”le alakalı olduğu savının kadük kaldığı ve Radikal muhabirinin sözlüğe yönelttiği “ırkçı söylem” suçlamasının anlam kazandığı yer tam da burası.


Meselenin bir başka vahim boyutu Akalın'ın şu sözlerinde ortaya çıkıyor:

Ermenice birkaç deyim var ki esas onlarda Türkleri aşağılama var. Örneğin 'Şantz mi vaxi, Türki vaxi'; anlamı 'köpekten değil, Türk'ten kork'. 'Turki lagoh' veya 'Türk dığa'; 'Türk uşağı' demek ve hakaret anlamında kullanıldığı belirtiliyor. 'Turki, Turki Knund'; 'Türklerden türeyen' anlamındadır ki birisine hakaret etmek için kullanılmaktadır. 'Türki Yegav'; uyumayan çocukları korkutmak için 'Türk geliyor, Türk hortladı' gibi bir deyim olarak Ermenicede kullanıldığını görüyoruz.” [Çeviriyazı hatalarını düzeltmedim RK]


Akalın'ın Doğu Ermenicesiyle verdiği örnekleri hangi kaynaklardan aldığını bilmiyoruz, ancak Ermenicenin en itibarlı sözlüğü olan dört ciltlik Hayeren Patsadragan Pararan’da (Erivan, 1944-1945) bu sözlerin hiçbirini bulamadığımızı belirtelim. Bu sözlüklerin ilkinde “Türk” maddesi içinde verilen örnekler şöyle: “Köyün Türkleri ve Ermenileri yan yana barış içinde yaşıyor.” “Türk askeri çilekeştir”.


Üstelik, başkasını işlediği bir kabahatin arkasına gizlenmek, profesör unvanlı TDK başkanının izleyeceği yol olmasa gerek. Öte yandan, herhalde işinin ehli bir dilbilimci olan Akalın'ın Ermenice “lagod” sözcüğünü “lagoh” diye yazması veya “dığa” sözcüğünü “çocuk” yerine “uşak” olarak çevirmesi, kendisinin veya TDK uzmanlarının Ermeniceye hiç vâkıf olmadığına delalet. Akalın'ın, Latin harfleriyle “vakhi” diye yazılması gereken sözcüğü, uluslararası kabul görmüş transliterasyon sistemlerine uygun olmayan bir şekilde “vaxi” diye yazması da, Kürtçe kelimelerin yazımında kullanılan “w, q, x” harflerinin hukuki soruşturmaya konu olduğu bir siyasi ortamda yaşadığımızı getiriyor insanın aklına.


TDK başkanı, Kürtlerin bahar bayramlarını “Newroz” veya adlarını “Beriwan”, “Şexmus” vs. şeklinde yazma istekleri hakkında resmi tezden farklı mı düşünüyor acaba?


9 Şubat 2007

Diğerkâmlık

Giderek unutulan bir duruş bu. Kişisel yarar gözetmeksizin başkasına yardım etmeyi, başkasının iyiliğini gözetmeyi anlatıyor. Yoğun emek isteyen, kafa ve yürek yormayı gerektiren bir tavır; fedakârlıkla, dayanışmayla el ele giden. Yaşadığımız zamanın genelgeçer değerlerine, bireyciliğe, adam sendeciliğe bodoslama meydan okuyarak...

Geçtiğimiz haftasonu, İstanbul Şehir Tiyatroları'nda işçi statüsünde çalışan 200 kadar dekor, ışık, kostüm ve efekt görevlisi, fazla çalıştırılmaları ve fazla mesai ücretlerinin ödenmemesi nedeniyle iş bırakma eylemi yaptı. Gazetelerin kültür-sanat sayfalarındaki haberler (neden sadece kültür-sanat?), buna rağmen bazı sahnelerde oyuncuların sahneye çıktıklarını, gösterilerin aksayarak da olsa devam ettiğini yazdılar. Mesela Ümraniye Sahnesi'nde sahnelenecek çocuk oyununun oyuncuları dekorsuz sahneye çıkıp şarkı söyleyerek çocukları eğlendirdiler.

Mesai arkadaşları olan ışıkçıların, dekorcuların hak aramak amacıyla eylem yaptığı bir ortamda oyuncuların “şovu devam ettirmek”teki bu ısrarını anlamakta güçlük çekiyorum. Evindeki çocuğuyla daha çok vakit geçirmek veya ona daha iyi bir yaşam sunabilmek için hakkının ödenmesini, sömürülmemeyi isteyen bir işçiyle aynı işyerini paylaşan oyuncunun bu durumu görmezden gelip sahnede şarkı söylemeye devam etmesi, üstelik bunu çocukların karşısında yapması, acıklı bir manzara. Oysa, oyunu izlemek üzere salona gelen çocuklara durumun uygun bir dille açıklanması, sahneden dinledikleri şarkılardan çok daha öğretici olabilirdi. Bu olay 1960-70'li yıllar Türkiyesinde yaşansaydı, bugünün aksine oyuncuların işçilerin yanında yer alacağını tahmin etmek hiç de zor değil. 12 Eylül zihniyetinin sendikaları bin bir hileyle ufarak parçalara ayırarak çalışanlar arasında yarattığı yabancılaşmanın doğal sonucu bu. Memlekette yaşanan hızlı dönüşümün, yaratılmak istenen yeni ahlakın acı meyvelerini yalnızca vurgunda, talanda, kapkaçta toplamıyoruz.

9 Şubat 2007

Bir kitap


Bugün Pazar Yahudiler Azar”, Roni Margulies, Kanat Yay.

Hem coğrafi hem de fikirsel anlamda cemaatinden uzak düşmüş bir fikir adamının, bir sosyalistin geriye dönüp, “aksanından bıyıklarına, konuşurken yaptığı el kol hareketlerinden ismine kadar” benliğini oluşturan pek çok özelliğini aldığı “Yahudiliği”yle hesaplaştığı Bugün Pazar Yahudiler Azar’da Margulies, okurla tatlı tatlı hasbıhal eden kıvrak bir uslupla, “azınlık”ta olanların ortak yazgısına dair önemli ipuçları veriyor. Bugün Türkiye Ermenilerinden pek çok bakımdan farklı olduğu söylenen Yahudi toplumunun, aslında baskın olan kültüre bakışta, iktidarlara güvensizlikte, içselleştirilmiş bazı reflekslerde onlarla ne kadar benzeştiğini görmek insanı hem şaşırtıyor, hem de bir tanıdıklık duygusu uyandırıyor. Margulies’in kitabının bu yönüyle, cemaatinden uzak düşmeye ve yıllar sonra onun yeniden farkına varmaya dair kişisel hikâyesini anlatan Etyen Mahcupyan’ın İçimizdeki Öteki kitabıyla (İletişim Yay.) birlikte okunması zihin açıcı olabilir.

9 Şubat 2007

Ödlekliğe övgü

İyi niyetinden, samimiyetinden asla şüphe etmeyeceğimiz Can Dündar bile "Hepimiz Ermeniyiz!" sloganının ardından yükselen ırkçı tepkilere göğüs germek için yazdığı yazısında Ermenilerin bu ülkenin insanları olduğunu okurlarına hatırlatmak için soruyor: ."..İstanbul'un alınmasında Ermenilerin yaptığı kahramanlıklardan haberiniz var mı? Çanakkale'de Mustafa Kemal'in yanında savaşan Ermeni askerlerin adlarını biliyor musunuz? Atatürk'ün bugün kullandığımız alfabeyi Ermeni dil bilgini Agop Martayan'a hazırlattığını ve sonra ona Dilaçar soyadını verdiğini biliyor muydunuz?" (Milliyet, 30 Ocak). Bağdat Caddesi'nde "Hepimiz Ogün'üz" yazılı bir tişört giymiş bir gencin boy gösterdiği, stadyumlarda "kafamıza sıksanız Ermeniyiz demeyiz!" yazılı pankartların açıldığı, beyaz bereli gençlerin gövde gösterisi yaptığı bir ortamda ne kadar sorunlu bir bellek tazeleme alıştırması... Tehlikeli de. Zira farkında olmadan, üzerinde yaşadığı ülke için kanını akıtmayanın, kahramanlık yapmayanın, tam sadakat göstermeyenin dışlanmasının, hainlikle suçlanmasının meşru olduğu bir anlam dünyasına atıfta bulunuyor, şiddeti, kıyıcılığı yüceltiyor.

Yiğitliğe, kahramanlığa, cesarete ne zaman övgü düzülse, William Saroyan'ın satırları düşüyor hatırıma: "En iyi insanlar ödleklerdir. En ilginç, en kibar, en has ve suç işleme ihtimali en az olanlar gene onlardır. Asla bir banka soymayı düşünmezler. Akıllarından bir suikast düzenlemek gibi bir şey geçmez. (…) Ödlekler iyidirler, ilginçtirler, kibardırlar; bir kuleden insanların üzerine ateş etmeyi asla düşünmezler. Yaşamayı arzularlar…" (Ödlekler Cesurdur, çev. Ohannes Kılıçdağı, İstanbul: Aras, 2001.)

2 Şubat 2007

Sıradanlaşan ırkçılık

Hrant'ın öldürülmesinin ardından vicdanlarının sesini "Hepimiz Ermeniyiz!" sloganıyla dışavuranlar arasında da, onlara "Hepimiz Türküz!" diye diklenenler arasında da Ermeniler bulunmadığı halde, bu çatışma sonucunda yaşanan gerilimin bir numaralı mağdurunun, susturulmaya, sindirilmeye çalışılan Türkiyeli Ermeniler olması ne acı! Hasbelkader Türk, Kürt, Japon, Fransız değil de Ermeni olarak doğmanın, Ermeni olmanın tekinsizliğini her geçen gün daha fazla hissetmek, zihinlerde 1930'ların ırkçı Almanyasında Yahudi olmaya dair çağrışımlara yol açıyor. Son günlerde en sık duyduğumuz teranelerden biri, ırkçılığın, yabancı ve azınlık düşmanlığının Türkiye'de hiçbir zaman varolmadığı, Türk milliyetçiliğinin asla ve kat'a ırkçılık temeli üzerine kurulmadığı. Bu görüşü dillendirenler, kötü misal emsal olurmuş gibi, Avrupa'da Türkiye'dekinin boyutlarını kat be kat aşan bir ırkçı nefretin kol gezdiğini dile getiriyorlar hep bir ağızdan. Bu savunmanın gözden kaçırdığı önemli bir nokta var: Sözü edilen ülkelerin tamamında ırkçılık ayıplanan, marjinalize edilen, başa çıkılmaya çalışılan bir illet olarak görülüyor. Fransa'da, 2002'deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ırkçı Jean-Marie Le Pen'in ilk turda yüksek oy almasının yarattığı dehşetin ardından ikinci turda seçmenlerin kahir ekseriyetinin (%82) Jacques Chirac etrafında birleştiğini hatırlıyoruz. Oysa Türkiye'de, geleneksel olarak aşırı uçlar tarafından dile getirilen ırkçı ve faşizan görüşlerin siyasetin bütününe nasıl da nüfuz ettiğini gözlemliyoruz son birkaç yıldır. Ilımlılaştığı söylenen MHP çizgisinin yaşadığı söylenen değişim değil onu merkeze yaklaştıran, aksine, CHP'siyle, AKP'siyle, DYP'siyle, DSP'siyle merkezin topyekûn MHP'leşmesinden söz edilebilir bugün rahatlıkla. Birkaç yıl önce sözleri genellikle istihzayla karşılanan Doğu Perinçek'in bugün kamuoyu "hassasiyet"lerine ince ayar veren bir bilirkişi konumuna yükselmesi bu sürecin sonucu değil mi?

Hrant'ın cenaze töreninden sonra "Hepimiz Ermeniyiz" sloganı etrafında koparılan fırtınanın nasıl hazırlandığına kabaca bir göz atmak bile vaziyeti açık ediyor. Saadet Partisi'nden Şevket Kazan'ın açtığı bayrağı ("Hepimiz Müslümanız, hepimiz Mehmet'iz!") yükseltenler BBP başkanı Yazıcıoğlu'yla MHP başkanı Bahçeli oldu; milliyetçilik yarışında geri kalmak istemeyen başbakan Erdoğan da bu söylemin bayraktarlığına soyundu. Stadyumlarda ("ayağa kalkmayan Ermeni olsun!") ve televizyonlarda ("Ermeni gibi üstüme gelme!") dile getirilen herzeler, siyasilerin verdiği mesajı büyük bir hevesle alanların durumdan vazife çıkararak, baskı altındaki bir grupla duygudaşlık geliştiren duyarlı insanları sindirme operasyonuna katkı sağlamasından başka bir şey değil.

2 Şubat 2007

Tetikçiler ve azmettirenler

Kamuoyu tepkisi, Türkiye'de iktidarların canlarının çektiği zaman kullandığı bir koz. Bu tepkinin, rejimin sacayaklarına, sözgelimi kapitalist sistemin işleyişine, milliyetçiliğe ve militarizme yöneldiğinde hemencecik en şedit yollarla bastırıldığını hepimiz biliyoruz. Bunun için yurttaşların örgütlenme hakları gasp edilir, sokağa çıkıp hakkını arayanlar bütün milletin gözü önünde dövülür, işkence görür; hak aramanın vatana ihanet olduğu hissiyatı toplum bilincinin kılcal damarlarına ağır ama kararlı bir şekilde zerkedilir. Oysa, güç odakları birilerine gözdağı vermek istediklerinde, tu kaka ettikleri o kamuoyu tepkisine can simidi gibi sarılırlar. Bu tür tepkinin ateşleyeni de körükleyeni de bizzat kendileridir aslında. Böylece, ellerini bulaştırmak istemedikleri pis işleri kamuoyuna veya kamuoyunun "hassasiyetleri"ne havale ederek hem amaçlarına ulaşmış, hem de temiz kalmış olurlar. Öncülüğünü İttihatçıların yaptığı bir stratejidir bu. 1913'te İzmir civarındaki 100.000 kadar Rum'un birtakım tehditlerle yurtlarını terk etmek zorunda kalması, 1914'te cihat ilan edilmesinin hemen ardından Pera'daki Tokatlıyan Oteli'nin basılıp yağmalanması, 1922'de milli mücadele karşıtı gazeteci Ali Kemal'in İzmit'te linç edilmesi, 1928-29'da Anadolu'da her nasılsa kalmış olan Ermenilerin Suriye'ye göçe zorlanması, 1934'te Yahudilere yönelik Trakya olayları, 1945'te Tan Gazetesi'nin basılması, 6-7 Eylül 1955 olayları ve daha pek çokları, yukarılardan organize edilen, ama sahne üzerinde hep kamuoyu tepkisinin, sıradan insanların, çoğunlukla da şiddete meyyal, gözlerini kan bürümüş kesimlerin yer aldığı birer gölge oyunudur.

2 Şubat 2007

Bir karikatür


"Çiziyorum" Ercan Akyol, Milliyet, 28 Ocak

"Yukarıdaki karikatürde eksik olanı bulunuz" diye sorup ardından şıkları sıralayabilirdik: "a. milliyetçi-ulusalcı dalga, b. ırkçılık, c. şovenizm, d. komplo teorileri, e. hepsi..."

Âlemin gördüğü en oportünist siyasetçilerden Süleyman Demirel 1977'de, milliyetçi örgütler tarafından onlarca cinayet işlendiği bir ortamda gazetecilere "Bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz!" diye çıkışmıştı. Karikatürist Ercan Akyol'un fırçası yapbozun en önemli parçasını atlamış. Eli tespihli "Siyasal İslam" simgesi bir nevi hedef şaşırtma işlevi gördüğüne göre, masum bir unutkanlıktan söz edilemeyeceği de aşikâr. Sağ alt köşedeki "vs" yazılı o küçük kol da vaziyeti kurtaramıyor; yalnızca çizerin uğradığı akıl tutulmasını daha da görünür hale getirmeye yarıyor.

2 Şubat 2007

Bir cenaze, yüz bin Hrant

veda gününde, İstanbul yaşlı gözlerle Hrant'ın ardından yürüdü

İçimizdeki karanlığa inat, apaydınlık bir sabah. Kadıköy'den kalkan vapur Kız Kulesi'ni selamlayarak yola devam ediyor. Yediğimiz dehşetli darbenin etkisiyle mecalsiz zihnimizi yolcuları gözlemleyerek meşgul etmeye çalışıyoruz. Bu sefer de, kimlerin bizimle aynı yöne, Hrant Dink'i uğurlamaya gitmekte olduğunu tahmin etmeye çalışırken buluyoruz kendimizi. Elindeki gazetenin magazin ekini okuyan şu yeniyetme değil mutlaka; Radikal'deki Hrant'ın resminin altındaki yazıyı okuyan birbirine sokulmuş şu çift herhalde; kara gözleri hüzünlü bakan şu adam belki; cigara tüttürüp çay kahve içen diğerleri? Kim bilir...

Beşiktaş-Harbiye dolmuşundan Valikonağı'nda iniyoruz. Trafikle birlikte diğer günlerin telaşı, gürültüsü, hercümerci de kesilmiş. Ağır adımlarla yürüyoruz, acelemiz yok ne de olsa. Şairin dediği gibi “kurşun gibi ağır” bir hava beklerken, güneşin muzipliğine şaşıyoruz. Hrant'ın hoşuna gitmiştir mutlaka ama elimizde değil, güzel havaya rağmen “bağır bağır bağırıyor” yüreklerimiz. Bir de uzaktan gelen duduk sesine sesini katıp “Sari gyalin”i söyleyen şu konfeksiyon atölyesindeki kadın olmasa...

Katilin kameraya yakalandığı köşeden sapıp AGOS'a varıyoruz. Organizasyonu İstanbul'un çeşitli semtlerinden bir grup özverili Ermeni gencin sağladığı küçük bir meydana dönüşmüş Sebat apartmanının önü. Ertan Tekin duduğunu üfler ve pek çok insan usul usul ağlarken, gazete bürosuna taziye ziyaretleri sürüyor. Çiçeklerle süslü cenaze arabası saat tam 10'da geliyor gazetenin önüne. Yaklaşık bir saatlik bekleyiş sırasında hüzün ağır ağır doruğa varıyor. Derinden gelen Ermenice ezgiler, insanları alıp başka diyarlara götüren kara kedere karışıp göğe yükselirken, yaklaşan bir uğultu, Osmanbey tarafında kalabalığın giderek artmakta olduğunu haber veriyor bekleşenlere. Düzenleme komitesi bir anonsla bir kez daha duyuruyor Hrant'ın vasiyeti gereği tören sırasında slogan atılmamasını, sessizliğin muhafaza edilmesini. Meydandaki ağırbaşlı hava bu dileğe gün boyunca uyulacağının habercisi.

Rakel Dink'in konuşması, acıyla “sevgili”sine seslenişi, hele “Yaşı kaç olursa olsun, 17 veya 27 olsun, katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek olduğunu da biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratan karanlık sorgulanmadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim!” deyişi, parçalanmış yürekleri bir yandan ana şefkatiyle dağlıyor, bir yandan da binleri hep birden ağlatıyor. Rakel Dink, acıların en büyüğünü yaşarken bile, yaptığı konuşmayla ortamın duygusal rengini belirliyor böylece: Acı, yas, metanet, vakar, ama hep sevgi...

Binlerce insandan oluşmuş bir sel akmaya başlıyor Hrant'ın cansız bedeninin taşındığı cenaze arabasının ardından. Ağır adımlar, gözyaşları, eğilmiş başlar, derinden gelen yaslı müzik. Ellerinde “Amenkıs Hay enk!”, “Em hemû Hrantın!”, “Hepimiz Hrant'ız!” yazılarıyla, çoluk çocuk, kadın erkek on binlerce insan. Kortejin öndeki kısmı, yani cenaze arabası ve Dink ailesi Divan Oteli'nin önünde yürüyüş kolundan ayrılıyor. İstikametleri Kumkapı Surp Asdvadzadzin Patriklik Kilisesi. Belleğin azizliği, bir zamanlar bugünkü Divan Oteli'nin yerinde uzanan Surp Agop mezarlığı ve Surp Krikor Lusavoriç kilisesi düşüyor aklımıza. 1931 yılında İstanbul Belediyesi'nin taraf olduğu bir “mahkeme” sonucunda “devletleştirilen” bu alan, 1945'ten sonra istimlak edilmiş, 1958'de kilisenin yerine Divan Oteli inşa edilmişti. Eğer kilise ayakta kalmayı başarabilseydi, önünden geçerken, Hrant Dink'in naaşını selamlayan çan seslerini duyacaktık bugün. Duyamıyor ve yolumuza sessizce devam ediyoruz.

Kalabalığın arasında dostları, tanışları görmek insana buruk bir mutluluk veriyor. Utangaç baş selamları, bir bakışla aktarılan hisler... Hepimiz biliyoruz söylenemeyenlerin söylenebilenlerden çok olduğunu; kelimelerin öfkemizi, dehşetimizi, şaşkınlığımızı, umutsuzluğumuzu anlatmaya kifayetsizliğini. Kalabalığın arasından arkadaşımız Zafer'i görüp selam veriyoruz: “Yüzüne bakamam senin!” diyerek kederle yoluna devam ediyor. Birazdan, birlikte yürüdüğümüz bir başka arkadaş, Duygu, “Çok utandık Rober” diyecek yaşlı gözlerle. Vicdanlı insanlar elem içindeyken, yürekleri taşlaşmış korkaklar internet sitelerinde sıradaki kurbanın kim olacağını tartışıyorlar. Bazı şeyler hiç değişmiyor.

Yürüyüş için kapatılmış yollardan, Tarlabaşı'ndan, Tepebaşı'ndan, Unkapanı'ndan geçerken, yol kenarında birikmiş insanlar korteji alkışlıyor, el sallıyorlar. “Bu noktaya varmak için Hrant'ın katledilmesini mi beklemek gerekiyordu?” diye düşünmeden edemiyor insan. Ermeniler her gün televizyonlarda, gazete sütunlarında hedef gösterilirken, AGOS ve Hrant Dink tehditler alırken, TCK’nın 301. maddesinden yargılanıp hırpalanırken duymayıp, görmeyip, bilmeyip, durmadan yükseltilen bayrak direklerinin huzurunda selama duranlar kimlerdi? Hrant'ın katli kimileri için demokrasi mücadelesinin bir aşaması olarak görülse de, pek çok insan, hele Ermeniler için belki de “sonun başlangıcı” anlamını taşıyor. Neticede bir sürü insanın, mesela bir bakkalın, “Niye uğraşıyorlar ki? Bu memlekette bu kadar vatan evladı var. Elbet biri yapacaktı...” diyebildiği bir yer burası hâlâ.

Kumkapı'ya vardığımızda, pek çok insanın kiliseye yaklaştırılmadığını görüyoruz. Polisler barikatlar kurarak insanların kiliseye ulaşmasını engelliyor. Yaptıkları açıklama, kilisenin dolmuş olması nedeniyle bekleyenlerin içeri alınmadığı yönünde. Ancak başka bir yönden kiliseye girişlerin devam ettiğini görebiliyoruz. Maalesef, AGOS çalışanları ve Hrant Dink'in yakın dostlarının, hatta akrabalarının da dahil olduğu pek çok kişi kiliseye yaklaşamadan geri dönmek zorunda kalıyor. Yakamızdaki AGOS çalışanı kartı sayesinde kavga dövüş kendimizi kiliseye attığımızda, içerisinin, sözgelimi bir Paskalya gününe göre nispeten tenha olduğunu görüyoruz. Protokol için ayrılan yer ve muhtemelen kilise içi organizasyonu üstlenenlerin, daha modern, daha medeni bir görünüm arz etme arzusu, Dink ailesiyle birlikte cenazenin asıl sahipleri olan İstanbul Ermeni cemaatini kilisenin dışında bırakıyor. Bu tatsızlık, kiliseye girebilenlerin, kendilerini orgun ve harika bir koronun okuduğu ilahilerin insanı alıp götüren sesine bırakmasına engel değil. Patrik Mesrob II, vaazında Hrant Dink'in insan olarak hasletlerini, yurt sevgisini ve ülkede oluşturulan anti-Ermeni dalganın bertaraf edilmesinin gerekliliğini ön plana çıkarıyor. Cenaze ayininden sonra Hrant Dink cemaatin omuzları üzerinde yükselerek Balıklı Ermeni Mezarlığı'ndaki aile kabrine defnediliyor. Ardında sorular, kaygılar, karabasanlar, güzel işler, doldurulamayacak bir boşluk ve gözü yaşlı yüz binler bırakarak...

26 Ocak 2007

Kör kuyularda, merdivensiz

Mayıs 2005'te Boğaziçi Üniversitesi'nde düzenlenecek olan Ermeni Konferansı'nın düzenleyici ve katılımcılarını “hıyanet” ve “vatanı arkadan hançerlemek”le itham eden adalet bakanı Cemil Çiçek hâlâ görevde, Hrant Dink cinayetiyle ilgili soruşturmayı yürüten mercilerin üzerindeki en yetkili makam konumunda.

Fransa meclisinden geçen inkâr yasasının tartışıldığı günlerde “70.000 Ermenistanlıyı sınırdışı edelim!” önerisinin sahibi Şükrü Elekdağ'ın, Vakıflar Yasası'yla ilgili meclis görüşmelerinde “milleti bir tarafa bıraktınız, Agop'un işiyle uğraşıyorsunuz” diyen Bayram Meral'in partisi CHP’nin genel başkanı Deniz Baykal Dink ailesinin evinde, Patrikhane'de taziyede.

Cemaat vakıflarını yabancı vakıf gibi mütalaa ederek Vakıflar Yasası'nı veto eden cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in çelengi kilise avlusunda.

Lübnan'a asker gönderilmesini protesto eden bir gruba yönelik linç girişimini “vatandaş tepkisi” olarak yorumlayan emniyet müdürü, yetkisi olmadığı halde, cinayetle ilgili “örgüt bağlantısı yok” açıklaması yapmakta.

AGOS'un önünde “bir gece ansızın gelebiliriz” “ya sev ya terk et” diye çığıranlar internet sitelerinde zaferlerini kutlamakta, Kadıköy Surp Takavor Kilisesi duvarını kirletmekte...

Malları satmak için pozitif milliyetçilik diye diye sokaktaki milliyetçi hassasiyetleri okşayan reklamcılar yeni kampanyalar peşinde. “Ermeni Soykırım Yalanı” başlığı altında program üstüne program yapan, bir de hiç hicap duymadan, ırkçılıktan geçilmeyen bu programların Türk-Ermeni dostluğuna adandığını iddia eden TRT, cenazeden canlı yayında. Paris'teki Gomidas anıtının fotoğrafına işeyen bir köpek çizimi eklemeyi marifet sayan gazeteler derin teessür içinde(!). Mersin'de birkaç çocuğun bayrağa karşı yaptığı saygısızlıktan sonra, yukarılardan gelen bir işaretle bayraklarını kapıp “sözde vatandaş”lara haddinin bildiren “gerçek” vatandaşlar kim bilir hangi magazin programına dalıp hayallenmede.

Liste uzadıkça uzayabilir. Memleketi sevmenin ölçüsünün kendi sığ dünya görüşleri olduğunu sananlar, kendilerine benzemeyeni, kendileri gibi düşünmeyeni, kendilerinden olmayanı bir çırpıda vatan haini ilan edenler, TCK’nın 301. maddesi değişmesin diye bin bir takla atan siyasiler, kanaat önderleri...

Daha somut ve güncel örnekler verelim: Hrant Dink cinayetinin haklı gerekçeleri olduğunu, Hrant'ın ileri gittiğini ima edenler; cinayeti komplo teorileriyle, hatta “Ermeni oyunu”yla açıklayanlar; söz ederken Talat Paşa cinayetini, ASALA terörünü anımsatmadan geçemeyenler; Hrant'ın Ermeni kimliğinden ötürü ve sırf 1915'te yaşananları tartışılabilir hale getirmeye çabaladığı için öldürüldüğünü söylemekten imtina ederek sorunu salt düşünce özgürlüğü düzlemine, hatta daha da hazini, Türkiye'nin prestijini sarsmak için düzenlenen bir komplo ucuzluğuna indirgeyenler; Hrant'ı sevebilmek için onun illa ki bir yurtsever olduğuna, diasporayla görüş ayrılığı içinde bulunduğuna veya kendi cemaati içerisinde yalnız kaldığına vurgu yapmak zorunda hissedenler...

*

Yaşanan acı olayın insanı en çok üzen tarafı, Hrant'la birlikte, içimizdeki değişime dair umutların toprağın bin kat dibine gömülmesi… Ne kadar çalışıp çabalarsanız, ne kadar ter dökerseniz dökün, yeni bir geleceği inşa etmek, geçmişi konuşup tartışmak için elzem olan en küçük bir siyasal zeminin dahi var olmadığını görmek, insanda yıllardır inandığı, uğruna mücadele ettiği değerlerin kumdan kaleler olduğu duygusunu, son on yılda yaşandığını sandığımız değişimlerin birer yanılsama olduğu, aslında bir mayın tarlasında gözlerimiz bağlı yürümekte olduğumuz hissiyatını uyandırıyor.

Yüreğimizde kapladığı yer, uzanmış kanayan cansız bedeninden çok daha büyük olan Hrant’ın yokluğu akıllara Ümit Yaşar Oğuzcan’ın “Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın, / Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın, / Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı; / Beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın” dizelerini düşürüyor en çok.

26 Ocak 2007

Bir damla bal

Hovhannes Tumanyan'a selamla

Kıprız nam adanın birinde iki köy varmış, biri kuzeyde biri güneyde.

Köylerden birinde, bir dükkânda, bir adam, mutlu mesut, bal satarmış.

Komşu köyden günün birinde, elinde değneği, yanında köpeği, bir çoban gelmiş dükkâna:

“Ey dükkâncı, günaydın, var mı balın?”

“Olmaz mı çoban kardeş, halis muhlis ada balı, istediğin kadar alıver.”

İşte böyle huzur içinde, baldan tatlı sözlerle, tartarlarken güzel baldan, bir damla akmış yere yavaştan.

“Vızz vızz” diye gelmiş aç bir sinek, yumulmuş bala sevinerek; ama dükkâncının mırnav kedisi, fırlayıp saklandığı yerden usulca, bir patiyle haklamış sineği hınzırca.

Kedi dışarı çıkar çıkmaz, çoban köpeği “hav hav” etmiş, kedinin tepesinde bitmiş, zavallının ölüsünü yere sermiş.

“Gebertti gebertti, güzel kedimi mahvetti!” diye haykırmış dükkâncı; elindeki sopayla, kuvvetlice vurup köpeğin alnına, serivermiş onu da kedinin yanına.

“Vay, gitti yiğit köpeğim; gitti evim barkım, geçimim!” deyip çoban indirince değneği adamın başına, serilmiş dükkâncı dükkânının ortasına.

Kulaktan kulağa yayılmış fecaat, “Katil var, hey imdat!”

Aşağıdan yukarıdan, kim varsa, anası, bacısı, kardaşı, çoluk çocuk, genç yaşlı, dayı yenge, hala amca, kaynana ve kaynata, işi gücü bırakıp, başlamışlar adamı marizlemeye: “Vay seni gidinin gidisi, alışveriş yapmaya mı geldin, aklını peynir ekmekle mi yedin?”

Alınınca çobanın da canı, kara haber tez yayılmış, komşu köye ulaşmış. Ahali anlayınca meseleyi, hep öfke dolmuş, gözlere kan yürümüş: “Kalkın ayağa! Gidelim öcümüzü almaya!” deyip koyulmuşlar yola.

Kiminde paslı tüfek, kiminde orak değnek, tabanca, kama, kazma, yalınayak başıkabak, efendisi ırgatı varmışlar komşu köye.

“Seni gidi allahsız, vicdansız, hayasız köy! Çoban alışverişe gitti, üste bir de canını verdi! Sakın bizden, geldik kırmaya, kesmeye!”

İşte böylece, iki köy girmiş birbirine, yakmış yıkmış, coşmuş kudurmuşlar; nihayet bitip tükenmiş, yerle yeksan olmuşlar.

Gel gör ki, dip dibe iki köyün sahibi, iki ayrı devletmiş ve krallardan biri, duyunca olup biteni, ferman buyurmuş hemen: “Ey benim aziz milletim! Askerim, işçim, emeklim! İmansız komşu, çiğnedi sınırları; aldı uykudaki yetimin canını! Şehitler şimdi 'intikam, intikam' diye ağlıyor! Bizi öç almaya çağırıyor! Ün yapmış olsak da sulhseverliğimizle, çekinmedik ordumuzu donatmaya en modern tüfeklerle! Ordularımız etti yemin, Tanrı yanımızdadır, amin!”

Öbür kral da geri durmamış, halkını meydanlara toplamış: “Tanrı'nın huzurunda, bütün kuralları çiğneyen, iki dost halkın arasına nifak tohumu eken hain komşuyu kınarken, aslında hiiiç mi hiç istemeden, haysiyet ve adalet adına, dökülen masum kanı hatırına, yüce vatanımız uğruna, Tanrımızın buyruğu yolunda, giriyoruz işte savaşa; yükseltiyoruz sesimizi, eh, kılıcımızı da tabii.”

Böylece başlamış korkunç savaş, bomba, mayın, kıyım, yıkım; kan, gözyaşı, feryat ve figan, ne köy kalmış ne konak; almış herkesi can korkusu, sarınca ortalığı ceset kokusu.

Geçmiş yazlar, kışlar ve yıllar, sahipsiz tarlalar, bomboş kalmış ovalar; sürmekteyken savaş, kıtlık gelmiş yavaş yavaş; sonrası salgın, göç ve bitmez acı, yemyeşil ada olmuş çalı.

Ve geride kalanlar, şaşkın gözlerle bakıp birbirlerine, sorup durmuşlar korkak yavru kediler gibi: “Sahi, neydi güzel Kıprız'ı vuran bu büyük felaketin sebebi?”

(Resim: Rupen Manukyan)

_________

(Geçtiğimiz günlerde Kıbrıs’ta yaşanan “Lokmacı üstgeçidi traji-komedyası”nın verdiği esinle, çok bilinen bir Ermenice masalın uyarlaması.)

19 Ocak 2007

Cumhurbaşkanı neden bir kadın olmasın?

Makam: Cumhurbaşkanlığı; seçilme kriteri: "Kırk yaşını doldurmuş, yükseköğrenim yapmış, TBMM üyeleri veya bu niteliklere ve milletvekili seçilme yeterliğine sahip Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı." Bağımsız İletişim Ağı'nın internet sitesi Bianet.org, bir süredir bu açık tarife uygun “kadın” adaylar öneriyor cumhurbaşkanlığı için. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde koparılan fırtınada adları hiç geçmeyen, ancak kişilikleriyle o makamı pekâlâ doldurabilecek isimler. Bianet soruyor: “Cumhurbaşkanı neden Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı Ioanna Kuçuradi (yanda) olmasın?” “Cumhurbaşkanı neden psikiyatrist ve insan hakları savunucusu Şahika Yüksel olmasın?” “Cumhurbaşkanı neden ilk kadın büyükelçi Filiz Dinçmen olmasın?” Her soru, yasal bir engel bulunmadığı halde kamuoyunda söz konusu makam için neden bir kadının adının tartışılmadığını düşündürüyor insana, zihinlerdeki prangaları daha net görebilmemizi sağlıyor. Cumhurbaşkanının kadın olmasının kendi başına bir anlamı yok elbette. Maçonun maçosu kadın siyasetçiler, Tansu Çiller, Meral Akşener örnekleri hatırımızdan hiç çıkmayacak; kadın ve aileden sorumlu devlet bakanı Nimet Çubukçu'nun yapıp söyledikleri de ortada. Ancak bütün bu “sui emsaller” o makama −herhangi bir makama− oturacak herhangi bir kadının sırf kadın olduğu için o görevi herhangi bir erkekten daha kötü yapacağı sonucunu doğurmuyor. Bianet'in kampanyasına biz de buradan katılıp soralım: Cumhurbaşkanı neden, TBMM İnsan Hakları Komisyonu başkanlığı sırasında iz bırakan çalışmalarda bulunan Sema Pişkinsüt olmasın? Peki, sizin adayınız kim?
19 Ocak 2007

Kürtçe gerçekten serbest mi?

Diyarbakır'a bağlı Sur belediyesi meclisi bundan bir süre önce yerel yönetim seviyesinde çokdilli hizmet verilmesiyle ilgili bir karar aldı. Buna göre, belediye hizmetlerinde Türkçenin yanı sıra, ilçede yoğunluklu olarak konuşulan Kürtçe ve Arapça da kullanılacak. Bastırılacak çeşitli broşür ve tanıtım metinlerinde bu dillerden başka, ilçe nüfusunun %3'ü tarafından kullanılan Süryanice ve Ermeniceye de yer verilecek. Haberin duyulmasının hemen ardından İçişleri Bakanlığı ilçeye bir müfettiş göndererek soruşturma başlattı. Tahmin edileceği gibi tepkiler de sağanak halinde geldi. Bugün Kürtçenin kamusal alanda kullanımının ülkeyi bölmek anlamına geleceğine inanan geniş bir kesim var memlekette. Kürtlerden oluşan bir kitleye hitaben yaptığı konuşmaya Kürtçe selam vererek başladığı için yargılanan ve ceza alan siyasetçiler oldu. İlginç olan, Kürtçeye bu denli tepki duyanların, sözgelimi Almanya’da belediyelerin hizmetlerinde Türkçenin kullanımına dair adımlar atmasını destekliyor olmaları. Akıl ve vicdan tartısı içerde başka dışarıda başka tartınca, samimiyet de nihayetinde o semtlere hiç uğramıyor.

19 Ocak 2007

Bir kültür emekçisi: Haçik Bedros Amiryan


Yol! Yol!
ben Musa değilim ama
işte kazmamın ucundan akan
damla damla terimle

böyle açarım seni.

Şair, hikâyeci, araştırmacı Haçik Bedros Amiryan, 2. Dünya Savaşı yıllarındaki nafıa askerliği sırasında yaşadıklarının etkisiyle yazdığı yukarıdaki dizelerinde dile getirilene benzer karınca misali bir çalışmanın, emekle ve terle yoğrulu eserlerin yazarıdır. Toplumsal adaletsizlikten, yaşam mücadelesinden, sömürüden söz eden şiir ve hikâyelerinin yanı sıra, Türkoloji alanındaki çalışmalarıyla da tanınan Amiryan, Yaşar Kemal’in ölümsüz eseri İnce Memed’in de Ermenice çevirmenidir (Hagop Mardirosyan’la birlikte). 1915’te İstanbul’un Kumkapı semtinde doğan, 1963’te Ermenistan’a göç eden Amiryan, 1990’da sağlık sorunları nedeniyle Los Angeles’a yerleşmiş, hayatını da 1998’de orada kaybetmişti.

1940’lı yılların ikinci yarısında, 1915 felaketinin üzerinden otuz yıl ve bir nesil geçtikten sonra, İstanbul Ermeni toplumuna mensup bir grup genç, çıkardıkları gazete ve dergilerle “bitti, bitiyor, tükendi” denilen Ermenice edebiyata yeni bir soluk getiriyordu. II. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle, memlekette göreli bir özgürlük ortamı oluşmuş, çok partili siyasi düzene ve demokrasiye geçmek için adımlar atılmıştı. Yaklaşık bir buçuk yıl yayımlanan sol eğilimli Nor Or (Yeni Gün) gazetesinden ötürü “Nor Or Kuşağı” adıyla anılan bu grupta kimler yoktu ki? Avedis Aliksanyan, Zaven Biberyan, Aram Pehlivanyan, S. K. Zanku, Vartan ve Jak İhmalyan, Hagop Arad... Nor Or kapansa, yazarları hapse düşse veya ülkeyi terk etmek zorunda kalsa da onların kaldığı yerden devam etmeye çalışan Rupen Maşoyan, Yervant Gobelyan, Zahrad... Her biri eserleri, duruşlarıyla toplumsal ve kültürel yaşamda iz bırakmış nice isim…

Haçik Amiryan’ın edebi eserleri, birlikte ürün verdiği Nor Or’cularla birlikte anıldı hep. Ermenistan’a göçtükten sonra yazdığı hikâyelerde bile Nor Or’un toplumsal gerçekçi çizgisi hâkimdi. İstanbul’da yayımlanan Yerker Siro yev Baykari (Sevda ve Kavga Şarkıları, 1949), Azadarar İnknaşarj (Ambülans, 1959) ve Erivan’da yayımlanan Şuk Dzakhoğ Alin (Gölge Satan Ali, 1964) adlı eserlerinde kapitalist düzenin ezdiği küçük insanların dertlerine odaklandı ama sevda şarkıları söylemekten de hiç vazgeçmedi. Lumumba (1962) adlı kitapçığında, Belçika’dan bağımsızlık mücadelesi vererek Afrika halkları için bir umut ışığı olan, ancak bir askeri darbe sonucu öldürülen Kongo başbakanı Patrice Lumumba’nın ardından bir ağıt yaktı. 1970’te Erivan Üniversitesi Türkoloji Kürsüsü’nde göreve geldikten sonra bu bölümün öğrencileri için ders kitabı niteliğindeki bir Türkçe okuma kitabı hazırladı. Bu çalışma için pek çok çağdaş Türkiyeli yazarın eserini Ermeniceye çevirdi. 1991’de Paris’te yayımlanan Turkalezu Hay Aşuğner (Türkçe Söyleyen Ermeni Âşıklar) adlı çalışması alanındaki en önemli kaynak oldu. Bu çalışmada Amiryan, Fuat Köprülü’nün Ermenice edebiyatın bütünüyle Türkçe edebiyatın tesiriyle şekillendiği yolundaki tezlerine karşı çıktı, 200’den fazla Ermeni aşuğun hayat hikâyesine ve onların eserlerinden örneklere yer verdi. 1996’da Erivan’da yayımlanan Hayerenits Pokharyal Parer Arti Turkenerum (Günümüz Türkçesine Ermeniceden Geçen Sözcükler) çalışmasında ise iki dil arasındaki güçlü etkileşimi gözler önüne serdi.

Büyük ölçüde siyasi koşulların zorlamasıyla ayrılmak zorunda kaldığı İstanbul’a −kısa bir ziyaret dışında− bir daha dönmeyen Amiryan, doğduğu kenti hiç unutmadı. Bu derin hasreti, İstanbul’u ziyaret eden ahbapları vasıtasıyla elde ettiği anasonu havanda dövüp votkaya katarak yaptığı Erivan usulü rakıyla bile gideremedi.

12 Ocak 2007

İstanbul'dan Elisabethville'e ağıt

Lumba-mumba Lumumba / Eğer aşağılık bir cinayetse, / Eğer feci bir ihanetse / Kahramanın ölümü, / Gerçek ölüm değildir” diyordu Haçik Amiryan 1962'de İstanbul'da cebindeki kısıtlı parayla bastırdığı 16 sayfalık şiir kitapçığı Lumumba'da. Dizeleri arasında dolanırken kara Afrika'nın kalbinden gelen davulların sesini duyduğunuz Ermenice bu ritmik şiir, uzun mücadelelerin sonucunda Kongo halkının oylarıyla başbakanlığa seçilen ama sadece 67 gün sonra Belçika devleti ve CIA tarafından desteklenen albay Mobutu tarafından düzenlenen bir darbe sonucunda öldürülen Patrice Lumumba'nın ardından yakılmış bir ağıttı. Ülkesinin Belçika boyunduruğundan kurtulması ve halkın kendi kaderini tayin etmesi için mücadele veren Kongo Ulusal Hareketi'nin lideri Lumumba, BM'in ve bütün büyük devletlerin gözü önünde, kanunsuz bir şekilde tutuklanmış, işkence görmüş, televizyon kameraları ve gazetecilerin önünde aşağılanmış ve nihayet, 17 Ocak 1961'de, 36 yaşında, öldürülmüştü. Karısına yazdığı son mektupta “Hiçbir barbarlık, hiçbir acı, hiçbir işkence beni merhamet dilemeye zorlayamadı. Başım dik olarak, sarsılmamış bir inanç ve ülkemin kaderine dair derin bir güvenle ölmeyi, kutsal ilkelerimizin küçümsenmesini izleyerek yaşamaya tercih ederim.” diyen Lumumba için dünyadan yükselen haykırışlara İstanbul'dan katılan acı çığlık Haçik Amiryan'ındı.

12 Ocak 2007

Bir alıntı

Bu da başka bir iş ağbi! Bu iş yalnızca sıcak yaz günlerine mahsus, üstelik benim buluşum. Bu ağacı, koca koca dalları olan bu çınarı görüyor musun? Kambur eğer Büyükdere’deki çeşmenin sahibiyse, ben de bu ölümsüz çınar ağacının sahibiyim. Pazarları alacakaranlıkta burada olurum ben. Yemekle, meyveyle dolu şu çantalar bizim komşuların malıdır. Bunları yüklenir, bir buçuk saat yürüyerek varırım buraya. Eğer sabahın bu erken saatinde bu ağacın gölgesini tutmazsam, benden evvel başka yoksul aileler toplanır ve bu çeşmenin yanı başında akşama kadar güzelce eğlenirler. Esnaf adam bu hayat pahalılığında gazinoya, biraya, masaya, sandalyeye para veremez ağbi! Bizim komşular da zaten bir saate kadar burada olur, sonra da bu düzlükte, benim rüzgârlı çınarın serin gölgeleri altına güzelce yayılırlar. Bana da biraz meyve ve iki lira verirler. Fena para değil ağbi! Ben gölge de satarım… (...) Ağbi, Boğaz’ın en güzel manzaralı tepelerinde başka ağaçlarım da var benim; kimse yerlerini bilmez. Eğer gölgeye ihtiyacın olursa bana birkaç gün önceden haber ver. Sen iyi bir adama benziyorsun, az bir paraya anlaşırız.

Haçik Amiryan, “Şuk Dzakhoğ Alin” (Gölge Satan Ali)
adlı öyküden, Erivan, 1964. Çeviri: R. K.

12 Ocak 2007