Yeni yılda Taniel Varujan

1884, Pırknik (Sivas) doğumlu Taniel Varujan (Çubukkâryan), 1910’lu yıllarda Ermenice edebiyatın en dikkat çekici simalarından biriydi. Ermeni geleneğinin köklerine, pagan döneme uzanarak yarattığı yeni dil, modern Ermenice şiire yeni bir yön veriyordu. Tseğin Sirdı (Ulusun sesi, 1909), Hetanos Yerger (Pagan şarkılar, 1912, geçtiğimiz günlerde Öğretmenler Vakfı tarafından yeniden yayımlandı), Hatsin Yerkı (Ekmeğin Şarkısı, 1921) adlı eserleri ve 1914’te yayımlamaya başladığı Mehyan (Tapınak) adlı edebi dergiyle büyük iz bırakan Varujan’ın, aşağıda Türkçe çevirisini ve Ermenice özgün halini verdiğimiz Antasdan (Dünyayı Takdis) adlı şiirinin, okurlara iyi bir yeni yıl hediyesi olacağını düşündük.

_______________

Şiirin eski Türkçe çevirisini Hagop C. Siruni, 1913’te Azadamard gazetesi editörüyken, gazetede yayımlanan bir yazı nedeniyle hapis yattığı sırada yapmış ve güncesine kaydetmişti (İnknagensakragan Noter [Otobiyografik Notlar] adlı kitabından, s. 134-135). Varujan, 24 Nisan 1915’te İstanbul’da tutuklanıp daha sonra öldürülen aydınlar arasındaydı.

29 Aralık 2006

DÜNYAYI TAKDİS

Taniel Varujan

Dünyanın doğu tarafında
Barış olsun.
Tarlanın apak çığırlarına
Kan değil, ter damlasın
Ve çınlarken akşam çanı
Eğilsin herkes takdise...

Dünyanın batı tarafında
Bereket olsun.
Her yıldızdan çiy yağsın
Her başaktan altın saçılsın,
Ve koyunlar tepelerde otlarken
Filiz, çiçek bitsin yerden...


Dünyanın kuzey tarafında
Bolluk olsun.
Buğdayın altın denizinde
Yüzsün daima orak, tırpan,
Ve açılırken ambarların kapıları
Mutluluk sarsın dört yanı.

Dünyanın güney tarafında
Ağaçlar meyveye dursun.
Peteklerden ballar damlasın
Kadehlerden şarap aksın
Ve gelinler yoğururken ak ekmeği
Söylensin aşk şarkıları...

(Çeviri: H. C. Siruni,

günümüz Türkçesine uyarlama: R. K.)

Özgürlüğe pranga

İfade özgürlüğü üzerindeki kara gölgeler, yeni fikirlerin özgürce boy atacağı düşünce dünyasının en büyük prangası. Bu pranga, serbest düşünme ve tartışmanın önüne geçerek hayatımızın her alanına nüfuz ediyor. Serbest düşünme imkanı elimizden alındıkça fikir üretemiyor, fikir üretemedikçe tartışamıyor, tartışamadıkça en basit meselelerde bile uzlaşmaya varamıyoruz. Bu kadar çok kavga edişimizin, bu kadar çok birbirimize girişimizin sebebi, zihinlerimizi her geçen gün daha da sıkıştırmak üzere programlanmış işte bu prangalardır.

İktidar odaklarının hoşuna gitmeyen fikirlerin Mussollini İtalyası’ndan ödünç alınmış yasalarla cezalandırılmasını hedefleyen hukuk sistemi, büyük ölçüde AB sürecinin zorlamasıyla törpülenmeye çalışılsa da, düşünceler cezalandırılmaya devam ediyor. Geçmişte bizzat adalet bakanı Cemil Çiçek, yeni yasaların düşüncenin cezalandırılmasının önüne geçmediği yolundaki ithamları, “uygulamayı görelim” diyerek karşılamaya çalışmıştı. Zaman, bize bu savunmanın nafile olduğunu gösterdi. Yazarlar, çizerler, siyasetçiler, çevirmenler yargılanmaya devam ediyor.

Birkaç gün önce, sekiz meslek örgütü bir araya gelerek, çevirmenlerin çevirdikleri eserlerden dolayı yargılanmasına karşı çıkan bir bildiri yayımladılar. “Tercümana zeval olmaz” başlığı altında, “Bir çevirmenin, sırf işini yaptığı –yani bir kitap ya da bir konuşma çevirdiği– için hapse atılmasını doğru bulmak, mantıklı bulmak mümkün mü?” sorusuyla başlayan bu bildiri, çevirmenlerin yargılanmasına zemin hazırlayan Basın Kanunu’nun 2. maddesinin değiştirilmesini talep ediyor. (http://www.cevbir.org/zeval.html)

Şiddete davet, aşağılama, ayrımcılık vb. amacı gütmeyen her türlü düşüncenin ifadesinin önündeki engellerin kaldırılması talebi, ayakları yere basmayan, memlekenin acil sorunlarıyla temas etmeyen, hayalci bir talep değil. Asıl hayalcilik, düşünce özgürlüğünden çok daha acil meseleler olarak görülen eğitim, sağlık, gelir adaletsizliği, işsizlik gibi meselelerin, düşüncenin serbest olmadığı bir ortamda çözülebileceğini sanmak.

29 Aralık 2006

Alıntı...

(TBMM 17 Aralık 2006 tarihli bütçe görüşmelerinden. bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanak/donem22
/yil5/ham/b03501h.htm)


KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ATİLLA KOÇ (Devamla) – “Ani” demedim, “Anı” diyorum.

İzah edeyim: Ani, bir başka şeyi çağrıştırdığı için, sosyolojik olarak Anı Ören Yerleri demeyi tercih ediyorum, ama…

ALGAN HACALOĞLU (İstanbul) – Öyle bir kompleksimiz olamaz Sayın Bakan.

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI ATİLLA KOÇ (Devamla) – Bir dakika… Sizin kompleksiniz olamaz, ama, bu mevzuda, benim ülkemin insanlarının hassasiyeti vardı. Ben, o hassasiyete dikkat etmek mecburiyetindeyim. (AK Parti sıralarından alkışlar) izah edeceğim kıymetli arkadaşlarım. Eksik olmayın, destek verdiniz, izah edeceğim. Ama, ayın 23’ünde, Anı Ören Yeri’ndeki kiliseyi, Ermeni kilisesini -işte benim kompleksim yok- orada Türklerin yaptığı camiyi, her ikisini beraber onarmaya başlıyorum ve 24 Nisanda da Akdamar Kilisesini dünyanın bütün önde gelen sanatçılarının, önde gelen sanat tarihçilerinin huzurunda ve o harabeleri Ermeni uzmanların danışmanlığında bitirdik, orada açacağız. Yani, benim, bu hususta bir şeyim yok, ülkemin de yok, ama, benim ülkemin başka bir hassasiyeti var, o hassasiyeti sevdiğim için Anı Harabeleri diyorum. O hassasiyet şudur: Türk insanı Sangaryos’u Sakarya yapmıştır, İkonyum’u Konya yapmıştır, Smyrna’yı İzmir yapmıştır, Sagalassos’u da Ağlasun yapmıştır. Gelin, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kültür Bakanı da Ani’yi “Anı” yapsın. Bunu da bana müsaade edin. (AK Parti sıralarından alkışlar)

Ahtamar, 24 Nisan, Willi Brandt


Hafta başında, yaklaşık üç yıllık yoğun bir çalışmanın ardından restore edilen, Van gölündeki Ahtamar adacığında yer alan Surp Haç kilisesinin açılış töreninin 24 Nisan 2007 tarihinde yapılacağı açıklandı. Daha önce, kilisenin açılışının kasım ayında AB İlerleme Raporu’nun açıklanmasından hemen önce yapılacağı duyurulmuş, ancak bir süre sonra erteleme yoluna gidilmişti. O zaman, kilisenin restorasyonuyla verilmek istenen mesajın olumlu olduğunu belirtmiş, ancak bir ihtiyat şerhi koymuştuk: “İcraatlar mesajları destekler nitelikte olmadıkça ve ayrımcı söylemler terk edilmedikçe, dostluk mesajlarının hiçbir kıymeti harbiyesi kalmayacak” (AGOS, 13 Ekim 2006). Aynı yazıda, Ahtamar adının resmi kaynaklarda AKDAMAR olarak geçmesine de itiraz etmiş, kilise restorasyonunun tek başına yeterli olmadığını, Akdamar adının kullanımdan kaldırılmasının da elzem olduğunu belirtmiştik. Gelişmeler, bizzat AKP hükümetinin kültür bakanı Atilla Koç'un ağzından, değil Ahtamar'ın adının iadesini, tarihi Ani kentinin adının da cümle âlemin gözünün içine bakılarak, inatla ANI olarak telaffuz edildiğini gösterdi bizlere.

Gelin, Ani'yi şimdilik bir kenara bırakıp, kilisenin açılışı için seçilen 24 Nisan tarihinin ne ifade ettiğine bakalım. Bilindiği üzere, 24 Nisan 1915, İstanbul'da bir gecede 200'den fazla Ermeni aydınının, bizzat İttihat ve Terakki merkez-i umumisi tarafından hazırlanan listeler doğrultusunda tutuklanıp iç bölgelere, özellikle Çankırı ve Ayaş'a sürüldükleri tarihtir. Yine bilindiği üzere, bu aydınlardan pek çoğu izleyen günlerde, ıssız bir yerde, bir dere kenarında, bir köprü başında katledildi ve bir daha kendilerinden haber alınamadı. Bu tarih, yalnızca bu aydınları değil, 1915'in şubat-mart döneminde başlayan tehcirler ve katliamlar sonucunda ölen yüzbinlerce Ermeni'yi anmak açısından büyük sembolik öneme sahip. Tehcir'den ve katliamlardan sağ kalabilenlerin kaleme aldığı anılar incelendiğinde, 24 Nisan'ın ilk kez 1919'da, mütareke dönemi İstanbul'unda ulusal yas günü olarak kabul edildiği ve kaybedilenlerin o gün çeşitli kültürel etkinliklerle anıldığı görülebilir. 24 Nisan, dünyanın dört bir yanında, bir mezartaşına dahi sahip olamadan yitip gidenlerin yad edildiği bir gün olarak idrak ediliyor.

Sorulacak soru basit, ancak cevabı pek olumlu şeyler vaat etmiyor: AKP hükümeti, kilisenin açılışını 24 Nisan 2007'de yapmakla neyi amaçlıyor? Bu restorasyonla, onyıllardır sistematik olarak her türlü aşağılamaya maruz bırakılan, ahıra çevrilen, yerlebir edilen Anadolu'daki Ermeni kültürel ve tarihsel eserlerinin üzerinin örtülüp, dünyaya “benim Ermenilere karşı bir kompleksim yok!” mesajının verilmek istendiği aşikâr. Durum bundan ibaret olsa, kimsenin, bu tür yeni “jest”lerin devamlı kılınması için dilekte bulunmaktan başka bir şey söyleyemeyeceğini kabul edebiliriz belki. Peki ya şimdi? Kilisenin açılışını bile isteye 24 Nisan'a denk getirmek? Bugün, yaşanan acılar şiddetle reddedilir, kayıplar inkâr edilir, 90 yıllık “arkadan vurdular, biz de sürdük” tekerlemesi ha babam tekrarlanırken, diğer günler torbaya girmiş gibi, gidip 24 Nisan tarihini seçmek? Tepkilere rağmen geri adım atmamak? Bu tercihin acılara ve anılara saygısızlık olarak algılanacağını bile bile, duyarlılıkları hiçe sayarak, bu kadar kıyıcı davranmak? Açıktır ki, seçilen tarih, ancak ve ancak yaşanan acıların resmen tanındığı ve buna uygun resmi söylemin benimsendiği bir siyasal ortamda anlamlı olabilirdi. Öylesi bir ortamda, bu jest, Federal Almanya başbakanı Willi Brandt'ın Aralık 1970’te Varşova’daki Yahudi anıtı önünde diz çöküp özür dilemesine benzer bir etki yaratır, bütün dünyada büyük sempati uyandırırdı. Meseleyi bir de şöyle ortaya koyalım: Misal, açılış günü, diyelim ki Ermeni davetliler “biz kilisede 1915 kurbanları anısına bir ayin düzenleyeceğiz, sonra bir koro adada Rahip Gomidas'ın eserlerini seslendirecek, ardından da Van'a geçip, X otelinin konferans salonunda, 1915'te öldürülen şair Taniel Varujan'ın eserleri için bir okuma toplantısı yapacağız.” dediklerinde, AKP hükümeti “buyrun, gelin” diyemeyecek, demeyecekse, 24 Nisan tarihi neden seçildi? Kim bu tercihin samimiyetine inanacak kadar saf olabilir?

22 Aralık 2006

Bir film


Cinq Soeurs (Beş kız kardeş), Jacques Kebadian, belgesel (1984)

Paris'te bir apartman dairesi. Yetmişlerinde bir kadın, uzaklarda batan güneşe karşı, bir başına oturmuş resim yapıyor. Naif bir tarzda, rengârenk resimler bunlar. Eğri büğrü çizgilerden çok, kâğıda art arda düşen renkler ele veriyor ressamın dünyasını. Bir bakıvermek yetiyor ruhunun genç kızlık ümitleriyle kanat çırpmakta olduğunu anlamaya. Ressamın adı Chouchan, bildiğimiz Şuşan. Filmin yönetmeni olan oğlu Jacques’ın sorduğu Fransızca soruları Türkçe cevaplıyor; halis muhlis İç Anadolu ağzı: “Yohğ” diyor, “osandım sabahından ahğşamına evde oturmahğtan, resmetmeye başladım...”

1911'de Yozgat'ta doğan Şuşan, 1915'te babasını kaybedip yetim kalır. Dört kız kardeşi ve annesiyle birlikte yollara düşer; ne yapıp edip hayata tutunmayı başarır, İstanbul'a gelirler. “Baht” bu ya, Şuşan büyüyünce, Fransa'ya yerleşmiş olan Yozgatlı bir tanıdıkları mektupla onu anasından ister. Anası fikrini sorunca, başını öne eğip “sen bilin” der ve elbette Fransa'nın yolunu tutar. Dilini, havasını suyunu bilmediği bu yeni diyarda sıkılmakla geçer zamanı. Neyse ki çocukları olur, onları büyütür. Bir gün kızı, ona evde sıkılmasın diye resim defterleri ve boya hediye eder. Hayatı böylece değişir, başlar içinden geldiği gibi çizmeye. Neye ihtiyacı varsa, canı neyi çekiyorsa... Hiç sahip olmadığı güzel kıyafetleri çizer, çocuklarını güldürmek için çırılçıplak, her şeyi meydanda bir “Arap” çizer, garip şapkalar takmış adamlar çizer, serbestçe birbirine sarılmış kızlarla erkekler çizer... İşte şimdi, koca adam olmuş, büyük yönetmenlerle çalışmış, filmler çekmiş oğlunun karşısında kendi geçmişini bir masalmış gibi tatlı tatlı anlatırken, çizdiği bu resimler sayesinde mutlu mu mutludur. (Paris'te, Ermenistan Yılı etkinlikleri çerçevesinde tesadüfen izlediğimiz, 26 dakikaya bir ömrü sığdırmaya başarabilmiş bu harika filmin Türkiye'de bir festivalde gösterilebilmesi dileğiyle.)

22 Aralık 2006

Diasporada olmak

Geçen hafta bu sütünlarda yayımlanan ve Türk-Ermeni barışmasına hizmet etmesi amaçlanan sivil projelere diaspora Ermenilerinin de dahil olması/dahil edilmesi gerektiğini savunan “Diaspora diye diye” başlıklı yazı, muradını yeterince açık bir şekilde ifade edememiş olacak, okurlardan çeşitli tepkiler aldı. Bu tepkiler özellikle, “Unutmamalı, diaspora bu topraklara aittir, Anadolu'nun diasporasıdır; asıl mağdur, asıl barışılması ve özür dilenmesi gerekendir” diyen son cümle üzerinde yoğunlaşıyordu. Yazılanlardan, bazı okurların, müreffeh batı ülkelerinde “bolluk, bereket ve huzur içinde” yaşayan, dini ve etnik kimliği nedeniyle herhangi bir baskıya maruz kalmayan, geçmişleri hakkında diledikleri gibi yazıp çizen bugünün (Batı) diaspora Ermenilerinin 1915 Felaketi'nin asıl mağduru olarak değerlendirilmesini kabullenmekte güçlük çektiği anlaşılıyor.

Burada öncelikle yapılması gereken, yukarıdaki cümlenin düz okumalarının iddia ettiğinin aksine, mağduriyetler veya kayıplar üzerine kurulacak hiyerarşik bir öncelikler silsilesinin ahlaki olmadığını belirtmektir. Söz konusu cümleyle kastedilen, diasporada yaşayan Ermenilerin mağduriyetlerinin sıkça gözardı edilerek, bu insanların, irrasyonel davranan, şovenizmin kucağına düşmüş, uslanmaz, dolayısıyla kolayca gözden çıkarılabilir bir grup olarak ele alınmasının ve Türkler ile Ermeniler arasında barışın sağlanması için Türkiye ile Ermenistan arasında ilişki kurulmasının yeterli olacağını savunmanın hakça bir tavır olmadığıydı. Zira, Türk-Ermeni Sorunu hakkında konuşulurken vicdanlarını her nedense bir kara kutuya kilitleyenlerin unutturmaya çalıştığının aksine, 1915 ve sonraki yıllarda katledilenlerin çocukları, kardeşleri veya eşleri olan, yurtlarından “Sans retour possible” (geri dönüşü yok) damgalı Nansen pasaportlarıyla uzaklaşmak zorunda kalan ilk nesil göçmenler başta olmak üzere, her kuşaktan diaspora Ermenisi, Büyük Felaket'in doğrudan mağdurudur. Diaspora Ermenilerinin, çoğu Anadolu kökenli olsa da topraklarından tam olarak kopmuş sayamayacağımız, devletten çeşitli baskılar görmesine karşın Türklerle bir arada yaşamaya, dostluk etmeye devam eden, asırlık okullarını ve kiliselerini güç de olsa ayakta tutabilen bugünün İstanbul Ermenilerinden ve “anavatan” Ermenistan'da yaşayanlardan çok daha büyük bir travmayı miras edindiği yadsınamaz. Başlangıçta tek gayesi yabancı bir ülkede tutunmak, sıfırdan yeni bir hayat kurmak olan, ancak zamanla kimliğini yitirme ve asimile olma kaygısıyla Ermeni dili, kültürü ve kilisesi etrafında toplanan, 1915'te yaşananların inkârıyla da en büyük yarasına daimi surette tuz basılan diaspora Ermenilerinin içinde bulunduğu haleti ruhiyeyi anlamaya çalışmayıp, onları aşırı milliyetçilikle, düşmanca duygular beslemekle suçlamak, eğer kasıtlı bir tavır değilse, düpedüz aymazlıktır. Pek çoğu belli korkularla Türkiye'yi, ata toprağını turist olarak dahi ziyaret etmekten çekinen, okulsuzluktan çocuklarına Ermeniceyi öğretemeyen, Türkiye ve Türkler hakkındaki bilgisi duyduğu korkunç hikâyelerle sınırlı diaspora Ermenilerinin milliyetçi aşırılıklarına sövmek yerine, halklar arasındaki iletişimsizliğin aşılması yönünde kafa yormak, bu yönde çaba göstermek, barıştan ve dostluktan yana olan herkesin sorumluluğudur.

15 Aralık 2006

Pinochet’den Evren’e


1973’te, Şili halkının oylarıyla göreve gelen sosyalist devlet başkanı Salvador Allende’nin katledildiği CIA destekli bir askeri darbeyle yönetime el koyan ve 1990’a dek iktidarı kimselere bırakmayan, binlerce muhalifin ölümünün ve akıl almaz işkencelerin baş sorumlusu General Augusto Pinochet, 10 Aralık 2006’da Santiago’da öldü. Pinochet’nin dokunulmazlığı birkaç yıl önce kaldırılmış, ancak diktatör sağlık sorunları nedeniyle yargılanamamıştı. Yaşanan acıların hesabını cunta rejiminin yetkililerinden sorma olgunluğunu gösteren Şili demokrasisi, Pinochet’in ölümünden sonra ulusal yas ilan etmedi, bayraklar yarıya indirilmedi, Şili’nin uluslararası temsilciliklerinde taziye defterleri açılmadı; uluslararası kamuoyunda da “Demir Lady” Margaret Thatcher dışında üzüntü ifade eden olmadı. Hatırlatalım, Şili devlet başkanlığını bugün, babasını darbe sırasında kaybeden, kendisi de cuntanın işkence tezgâhlarından geçen kadın siyasetçi Michelle Bachelet yürütüyor.

Bugün Türkiye’de, 1980 darbesini gerçekleştiren generallerin yargılanması mümkün değil. Üstelik, bizzat darbecilerin hazırlattığı Anayasa’nın “geçici” bir maddesiyle:

Geçici Madde 15: 12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanını oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Millî Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz.

Anayasa’nın geçici 15. maddesi kaldırılmadıkça Türkiye demokrasinin vesayetten kurtulması mümkün değildir.

15 Aralık 2006

Sait Faik 100 yaşında

Türkçe edebiyatta harika eserler vermiş onca yazar arasında Sait Faik'in yeri bambaşkadır. Yaşayışıyla onun kadar kenarda, onun kadar yabani, onun kadar anlaşılmaz olup da sokağın, sıradan insanın, fukaranın, sokak köpeğinin, nah şu Boğaz'daki dilsiz iskorpit balığının dilini onun kadar iyi konuşan kim vardır? Hikâye ettiği her şeyi, Kumkapı'dan denize açılan aksi Ermeni balıkçıyı, geveze berberi, eliçabuk yankesiciyi, hırslı mahalle bıçkınını, gelinlik Rum kızının hülyalarını, İstanbul'u, Burgaz'ı, Sakarya'yı, pek çok yazarın düştüğü tuzağa düşmeden, idealleştirmeden, gerçekte olduğu gibi anlatmasıdır belki de onu farklı kılan. Pislikse pislik, yaraysa yara, kusmuksa kusmuk, terse ter... İnsanı insan yapan erdemleri de zaafları da sanki en iyi o bilir, en iyi o görür, ama ders vermeye, akıl öğretmeye, nasihatte bulunmaya zinhar kalkışmaz. Bunu hikâyesine de, hikâyenin kahramanına da, okura da ihanet gibi telakki eder. 1954’te 48 yaşındayken kaybettiğimiz ve bugün yüz yaşına basan Sait Faik, anlattığı insanlarla, anlattığı mekanlarla ve anlattığı zamanlarla birlikte, dünya varoldukça hep yaşayacak yazarlardan biridir.
15 Aralık 2006

Barış için ortak projeler

Bazen iyi haberler üst üste gelip garipleri sevindirir... Şu günlerde, Türkiyeli ve Ermenistanlı fotoğrafçıların ortak sergisi “Merhabarev” ve Trabzon Sanat Tiyatrosu sanatçılarının özverili bir çalışma sonunda Hagop Baronyan’ın “Bağdasar Ahpar” adlı eserini Ermenistanlı dramaturg Hrant Hagopyan yardımıyla sahneye koymaları, karanlık gecelerin ardından doğan titrek günışığı misali, umutlarımızı yeşertiyor. Fransa'da Ekim ayında kabul edilen yasa tasarısının ardından yükselen milliyetçi salvoların, tehditlerin, hakaretlerin ardından gerilen sinirleri bir nebze gevşeten, barış için her zaman şans olduğunu bizlere bir kez daha duyuran sanatçıları ve projelerde emeği geçen herkesi tebrik etmek gerek. Toplumlar arasındaki kriz dönemlerinde, tansiyonu düşürüp sağduyulu bir ortam yaratmak yolunda sanata, sanatçılara, aydınlara muazzam bir rol düşüyor elbette. Barış için mütevazı da olsa adımlar atmak, gerginlikten beslenen çevrelerin peyleri günbegün yükseltip diyaloğu imkânsız hale getirmelerine engel olacağı gibi, milliyetçi reflekslerle her daim ötekileştirmeye şartlandırıldığımız Türklerle, Ermenilerle, Kürtlerle aslında aynı kumaştan dokunduğumuzu görmek için eşsiz fırsatlar sunuyor.

Türkiyelilerle dünyanın dört yanındaki Ermenilerin birbirleriyle konuşabilmelerine, birbirlerini dinleyip birlikte bir şeyler başarmalarına mükemmel bir örnek, Ağustos 2005'te Helsinki Yurttaşlar Derneği tarafından düzenlenen “Yavaş yavaş... Gamats gamats” adlı projeydi. 10 Ermenistanlı ve 10 Türkiyeli üniversite öğrencisinin bir hafta süreyle Antakya'da bir arada yaşayıp, Murat Belge, Sevan Nişanyan, Ferhat Kentel, Nazan Maksudyan, Markar Esayan, Sezin Öney gibi danışmanlarla birlikte çeşitli konular üzerinde tartışmaları ve ortak çalışmalar yürütmeleri temelinde gelişen proje, bu kısa sürede gençlerin birbirlerini öyle hiç de “gamats gamats” değil, hızlı bir şekilde tanımaları, kaynaşmaları, sevgi dolu ilişkiler kurmaları sonucunu doğurmuştu (Sürmekte olan bu dostluğun meyvelerini görmek için www.yavasgamats.org internet adresine bakılabilir).

İnsancıllığın değil ulusal çıkarların ve o soğuk reel-politiğin diliyle konuşan diplomasiye bel bağlamanın pek akıl kârı olmadığı artık malumumuz olduğuna göre, sivil grup ve girişimlerin Ermenistanlılar ve diaspora Ermenileriyle Türkiyelileri bir araya getirecek projeler geliştirmeleri, Markar Esayan'ın geçen haftaki yazısında sözünü ettiği o insanî dili oluşturmaları açısından elzemdir. Burada kastedilenin, Ermenistanlı sanatçılara –yüzde doksanı İstanbullu Ermenilerle dolu– Lütfi Kırdar veya AKM salonlarında konser verdirmekten farklı bir derinlik ve içeriğe sahip olması gerektiği açıktır. Katılıma açık, sorun ve çözüm odaklı, kim bilir, belki de “conflict resolution” (çatışma çözümü) uzmanlarının desteğiyle geliştirilecek küçük projeler, minik adımlar, içinde bulunduğumuz koşullarda paha biçilmez değerdedir. Yeni bir dil öğrenmek zordur, yeni bir dil yaratmaksa çok daha zor.

8 Aralık 2006

Diaspora diye diye


“Barış İçin Ortak Projeler” başlıklı yazıda sözünü ettiğimiz girişimleri diaspora Ermenileriyle birlikte ve onların içinde bulunduğu koşulları göz önünde bulundurarak geliştirmek önemli bir gereklilik... Türkiye'de, diasporanın daha baştan “milliyetçi, şahin, ırkçı, uzlaşmaz, katı” gibi sıfatlarla tu kaka edilmesi hem kolaycı, hem de çözüme katkıda bulunmayan bir yaklaşımdır (bazı diaspora çevrelerindeki “Türklerden bir şey olmaz!” tavrının bundan farkı olmadığını söylemeye gerek var mı?). Temmuz 2002'de, Helsinki Yurttaşlar Derneği tarafından düzenlenen “Türk Ermeni Diyaloğunda Sivil Yaklaşımlar” toplantısında konuşan değerli tarihçi Mete Tunçay, diyaloğu sağlama yolunda kendince bir önem sıralaması yapmış, yurttaşı olduğu Türkiye Ermenilerinin ve komşu Ermenistan halkının kaygılarının kendisi için çok daha önemli olduğunu belirtmiş, sorunlu bir grup olarak gördüğü diaspora Ermenilerini son sıraya yerleştirmişti. Bugün İstanbul Ermenileri de, üzerlerindeki siyasi baskıların etkisiyle olsa gerek, yabancı topraklarda Ermeni dilini ve kültürünü koruyup geliştirmek için nesillerdir muazzam bir çaba harcayan ve Ermenistan'la iletişimin bugünkü kadar kolay olmadığı 80 yıl boyunca pek çok alanda öncülük eden diasporayı bir kalemde silip atmaya çok zaman teşnedir. Bu tutum adil ve hakbilir olabilir mi? Yüzyıl önce Anadolu topraklarında yaşayıp katledilen veya topraklarından koparılan kuşağın ağır travmasını miras alan bugünkü diasporayla empati kurmayan, onun üzerinde yaşadığımız coğrafyayla manevi bağını hiçe sayan böylesi bir yaklaşım için barışçıldır denilebilir mi? Türkiyelilerle Ermeniler arasında bir barışmanın umudunu içimizde taşımaya devam edeceksek, bunun yolu öncelikle, sivil bir diyaloğa katılmaya istekli olanların bir araya gelecekleri zemini oluşturmaktan geçiyor. Türkiye'de de, diasporada da, Ermenistan'da da bu adımı atmaya istekli kesimlerin –sınırlı da olsa– varlığı sır değil. Çerçeveyi genişletecek hamleler bu ilk adımların atılmasına bağlı. Kimi kulaklara garip geleceğini biliyor ama söylemekten kendimi alamıyorum: Unutmamalı, diaspora bu topraklara aittir, Anadolu'nun diasporasıdır; asıl mağdur, asıl barışılması ve özür dilenmesi gerekendir.

8 Aralık 2006

Göçmenler köle mi?

Birgün gazetesinden Berna Akkıyal'ın 3 Aralık’ta dikkati çektiği bir haber nedense gazetelerin ve televizyonların gündemine hiç girmedi. Habere göre, Papa'nın İstanbul ziyareti sırasında Kumkapı, Aksaray civarında yaşayan Afrikalı göçmenler polis baskınlarıyla toplu halde gözaltına alınıp “tehditler eşliğinde... polis barikatlarının yerleştirilmesi ve yolların temizlenmesi işlerinde çalıştırıldılar.” Üç gün boyunca, zorla, ücretsiz...

Memleketlerindeki siyasi ve ekonomik baskılar ve güç koşullar nedeniyle yollara düşmüş, ekmeğini başka ülkelerde arayan Afrikalı göçmenleri köle olarak gören zihniyetin hâlâ hüküm sürdüğü bir dünyada yaşamak, insanda kızgınlığın yanı sıra hicap duygusu uyandırıyor. Konunun pek muhterem ve pek akademik uzmanları, yaşananlara karşın, Türkiye'de ırkçılığın ve ırkçı uygulamaların varolmadığını, bunun maddi, manevi ve fikirsel altyapısının bulunmadığını soğukkanlılıkla savunmaya devam ederler mi acaba? (Yeri gelmişken, Hakan Erdem’in köleci geçmişimiz hakkında ezber bozucu “Osmanlı’da Köleliğin Sonu” adlı kitabını hatırlatmakta fayda var).

8 Aralık 2006

Herkesin göçmenliği kendine

Göçmenlik halleri hakkında bugüne dek söylenmemiş söz, yazılmamış cümle kaldı mı? Doğduğu, biçimlendiği topraklardan uzakta yeni bir hayat kuran, gününün büyük çoğunluğunu anadilinden başka bir dilde sürdüren, çocuklarıyla kendi anadilinden başka bir dille anlaşan insanın ruhunda yaşanan dönüşüm, asırlardır hikâyelerin, romanların, fotoğrafların, filmlerin konusu olmadı mı? Bir boks ringinin mavi köşesindeki, melankolik, insanı tüketen sıla hasretiyle, karşı kırmızı köşedeki ateşli “ölürüm de bir daha o topraklara adımımı atmam!” andı arasındaki karmaşık ruh iklimleri yelpazesinde, didik didik edilmemiş tavır, duruş, duygu kalmadığı halde, insanlığın önünde dağ gibi yığılmış kimlik sorunlarına derman bulunamıyor olması nasıl açıklanabilir? Yoksa, kaçınılmaz olarak toptancılık eğilimi içeren onca sosyolojik, siyasal, sanatsal analize karşın, herkesin kendine göre, kendine has bir göçmenlik hali, bir göçmen duruşu mu var? O insanların kimi isteyerek ya da istemeyerek memleketinden ayrılıp uzak bir diyara yerleştiği için sudan çıkmış balığa döner, kimi de yeni ortamına çabucak uyum sağlar, yeni dilini şıp diye konuşmaya başlar. Göçmenlik her koşulda zor zenaattır, ama kimileri bu zor zenaata bir türlü hakkıyla vâkıf olup doğal yoldan nefes almaya başlayamaz. “Göçmen sorunu”na çözümler üretmek iddiasındaki siyasi projeler, bu insanî durumu göz ardı ettikleri ölçüde çözümden uzaklaşıyorlar. Bugün pek çok ülkede, zihinlerdeki “biz” ve “onlar” ayrımının cisimleşmiş hali olan göçmen karşıtı ayrımcı politikalar (hedefi ister Afrikalılar/Asyalılar, ister Türkiye Kürtleri gibi iç-göçmenler olsun) veya söylemler (örneğin diaspora Ermenilerini yekpare bir bütün olarak sunan söylem) yaşamı zorlaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Göçmenlerin ortak kültüre yapacakları katkıların desteklendiği, onların toplumu dönüştürme hakkına saygı duyulduğu özgürlükçü bir siyaset tahayyülü, bütün insanlığın yararınadır.

1 Aralık 2006

Bir kitap

İnknagensakragan Noter (Otobiyografik Notlar), Hagop Siruni, Erivan, 2006


Geçtiğimiz günlerde Ermenistan’da yayımlanan bir kitap, zorluklara karşın ayakta durmayı daima başarabilmiş bir göçmenin, yazar, araştırmacı Hagop Cololyan Siruni’nin kimi zaman akıllara durgunluk veren yaşamöyküsünü gözler önüne seriyor.

Siruni’nin arşivindeki otobiyografik notlarının bir araya getirilmesiyle oluşturulan kitap, yüz yıl öncenin İstanbul’una, Esayan ve Getronagan okullarına, İstanbul’da 1915’te bir kaçak olarak yaşamaya, dönemin siyasal ve kültürel ortamına dair altın değerinde, birinci ağızdan tanıklıklar içeriyor.

1 Aralık 2006

Siruni veya “Gezgin”

1890'den 1973'e, yazıyla, siyasi mücadeleyle, takibatlarla, zorunlu göçlerle geçen bir ömür. Kaderin kendisini sürüklediği her ortamda dik durmayı, kendini yoktan ve yeniden var etmeyi becermiş bir entelektüel, bir göçmen ruh: Hagop Cololyan Siruni, müstear adıyla Şırçig, yani “gezgin”... Çocuk yaşında, ailesinin fakirliği nedeniyle, memleketi Adapazarı'ndan ayrılıp İzmit'te bir Ermeni ailenin yanına verilmeyle başlayan yaşam mücadelesi; oradan, kardeşiyle birlikte, annesinin el kapılarında temizlikçilik yaptığı İstanbul'a kaçış: Esayan ve Getronagan'da öğrencilik; Abdülhamit döneminde, 1907'de, daha 18 yaşında bir “velet”ken yasak siyasi gazeteler bulundurmak suçuyla hapsediliş; 8 ay sonra, Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte salıverilme... Taşnaktsutyun saflarında verilen siyasi mücadeleyle birlikte yürüyen edebiyat, tiyatro çalışmaları; Azadamard gazetesinde yazarlık, büyük şair Taniyel Varujan'la birlikte, edebiyata yeni bir soluk getirmeye çalışan Navasart yıllığı editörlüğü; Getronagan ve Esayan'ın öğrenci derneklerinin kuruculuğu. 1915'te, Harbiye Kışlası'nda askeri eğitim almakta olan bir yedek subayken, siyasi faaliyetleri nedeniyle tutuklanıp sürgün edileceği sırada asker üniformasını çıkarma; askeri ve siyasi kaçaklığın çifte cenderesi altında gitgide ezilme; Elmadağ'da, Kurtuluş'ta, Ermeni ailelerin yanında, 2.5 yılı gün yüzü görmeden, havasız bir odacıkta geçen üç yılı aşkın gizlilik hayatı... Mütarekeden sonra, darmadağın olmuş halkının bütün acılarına rağmen yeni bir şevkle hayata sarılış, yazarlarının çoğu öldürülmüş veya dört bir yana dağılmış Azadamard'ı diriltme çabaları; yardım cemiyetlerindeki faaliyetler; Hay Arvesdi Dan (Ermeni Sanat Evi) kuruculuğu. 1922'de ikinci büyük göç... Kuva-yı milliyecilerin İzmir'i Yunanlılardan almasının ardından, zoraki olarak Bükreş'e yerleşme. Ermenice ve Romence çıkarılan çeşitli gazeteler; Romanya'da Şarkiyat, Armenoloji ve Türkoloji çalışmalarının gelişmesi için çalışma; ünlü sosyalbilimci Nikola Iorga ile yakın dostluk; Balkan ülkelerindeki çeşitli üniversitelerde Klasik ve Modern Ermenice ile Türkçe dersleri. İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru yeni bir darbe... Romanya'da Sovyet rejiminin güçlenmesiyle birlikte Sibirya'ya sürgün; 10 yıl boyunca, SSCB'nin çeşitli hapishanelerinde mahkûmiyet; 1954'te salıverildiğinde, 20 yılı aşkın süredir yürüttüğü bütün çalışmalarını sakladığı 5 sandıklık arşivinin yok olduğunu öğrenme; bütün emeklerin heba olduğu duygusuna karşın pes etmeyip, çalışmayı hiç bırakmayış; Romanya Şarkiyatçılar Birliği kuruculuğu ve onursal başkanlığı. Dev eserler... Dört ciltlik bir tarih başyapıtı olan “Bolis yev ir Terı” (İstanbul ve Rolü), “Tanzimat yev Hayerı” (Tanzimat ve Ermeniler), İstanbul patrikleri Yeğişe Turyan, Mağakya Ormanyan, Karekin Haçaduryan (yeni baskısı İstanbul, Aras Yay., 2003), ve Rahip Gomidas hakkında eşsiz monografiler, Ermenistan ve diasporadaki onlarca gazete ve dergide yayımlanmış yüzlerce makale... Belki de hüzünlü geçen çocukluğunun hatıraları nedeniyle bir türlü sevemediğini itiraf ettiği memleketi Adapazarı'ndan sonra, hiç istemeden ayrılmak zorunda kaldığı İstanbul'un biçimlendirdiği kişiliğini bambaşka ortamlarda, Romanya'da bir göçmen, ardından Sibirya'da siyasi bir sürgün olarak zenginleştirme yolunda gösterilen çaba. İnsanı, bir hayata bunca heyecanın, bunca acının, bunca emeğin nasıl olup da sığabildiği konusunda hayretler içerisinde bırakan bir yaşama azmi, direnç ve sebatkârlık timsali olan Hagop Cololyan Siruni'nin hikâyesi bizlere belki de, yaşadığı dünyayla barışık olmanın, kendini üzerine bastığı toprağa ait hissetmenin, hangi coğrafyada olursa olsun kendini evinin salonundaymışçasına rahat hissetmenin zorlukları aşmak konusunda en temel şart olduğunu duyuruyor.
1 Aralık 2006

Kısa bir Paris seyahatinden izlenimler


Metro

Paris'i Paris yapan, Eyfel kulesinden çok, metrodur. Kentin ulaşım yükünü çeken metronun damarlarından her sınıftan ve her renkten insan akar. Paris'te yaşıyor, çalışıyor veya turistçe aylaklık ediyorsanız, her gün metroda uzun dakikalar, saatler geçirmeniz kaçınılmazdır. Yürüyen merdivenler, güvenlik kameraları, 2 Euro'ya şipşak foto kabinleri, turnikeler, yılankavi uzayan correspondence (aktarma) koridorları, koca koca billboard reklamları, birbiri ardı sıra akan vagonlar... Vazgeçilmez metro mobilyaları, para toplayan müzisyenler (kimi panflüt, kimi keman, kimi ud çalar), dilenciler, berduşlar, evsizler... Bazen tıkış tıkış, bazen tenha vagonlarda kadınlar, erkekler, siyahlar, beyazlar, o kadar siyah ve beyaz olmayanlar, Araplar, Afrikalılar, Pakistanlılar, Uzakdoğulular, Meksikalılar, Türkler... Kim bilir kaç kişinin elinin değdiği tutamaklara dokunmaya çekinen şık hanımlar ve beyler, mini etekli kızlara yiyecekmiş gibi bakan fırlamalar, makyaj tazeleyenler, koca bir muzu soyup yiyenler, gürültücü okul çocukları, cep telefonları Kabe resimli, adları “Abdül”le başlayan Afrikalı veletler, siyahların yanına oturmayanlar, hiphopçular, iPod'unun kulaklığını bir an bile çıkarmayanlar, Faulkner, Kundera, Pamuk okuyanlar, pencereden dışarda bakacak bir şey olmadığından iç sıkıntısıyla bakışlarını yere, havaya veya karşısındakine saplayanlar, yüz yaşına gelmiş koketler, sinemaya giden emekli çiftler, elindeki haritadan gideceği güzergâhı belirlemeye çalışan turistler, takım elbiseli yuppie'ler, başlarında takkeleri, her daim dua mırıldanır gibi duran Arap hacı amcalar... İnsanlar... Paris'i Paris yapan...

24 Kasım 2006

Göçmenler

Fransa'da siyasetin ana ekseni önümüzdeki yıl yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimleri. İlginçtir, seçimin sonucunu belirleyecek en önemli etken adayların göçmen meselesine yaklaşımı olacak gibi görünüyor. Sosyalistler ılımlı mesajlar verirken, ırkçı Jean Marie Le Pen'den ödünç aldığı dışlayıcı göçmen politikasının gereklerini her fırsatta yerine getiren Nicolas Sarkozy önderliğindeki sağcılar, “beyaz” Fransızları ve kendilerini Fransız hissedenleri peşinden sürüklüyor. Duvarlarda bir seçim afişi: “Hedef sıfır göçmenlik!” Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkeleri, yaratıldıkları ülkede, ayaklar altında...

Gariptir, yakın akraba ve dost meclislerindeki sohbetlerden anlaşılıyor ki, daha sadece on-on beş yıl önce Fransa'ya göç eden Türkiyeli Ermeniler bile, yoğun bir Arap, siyah ve Müslüman karşıtlığı söylemi tutturmuşlar ve şiddetli bir şekilde Sarkozy'nin ayrımcı siyasetini destekliyorlar. Kendileri Fransız değerlerini benimsemişken, Arapların ve siyahların asimilasyona (kendi ifadeleriyle 'entegrasyon') direnmelerine öfke duyuyorlar. Huntington'un meşum medeniyetler/kültürler çatışması (bazıları “savaşı” diyor) tezi hepsini etkisi altına almış durumda: İslam, özünde savaşa ve şiddete yatkındır ve Müslümanlarla medeni bir iletişim mümkün değil... Daha birkaç yıl önce ailelerinin İstanbul'da kalan kısmını kaçak yoldan Fransa'ya sokmaya çalışanlar, Fransa'nın kapılarını göçmenlere kapatması gerektiğini söylüyor hararetle. Bu fikri savunurken her tür ırkçı argüman havada uçuşuyor: siyahların kötü koktuğundan, Arapların tembel ve asi olduğundan, çoğunun Fransa'ya salt işsizlik aylığından faydalanmak için geldiğinden söz ediliyor. Bütün bunlar, İstanbul'da sıkça rastlayabileceğimiz bir görüntüyü getiriyor gözümün önüne: Soğuk, yağmurlu bir havada, kalabalık bir otobüse son anda kapı boşluğuna sıkışarak binebilen yolcular, sonraki durakta üşüyerek bekleşen birkaç kişiyi almak için yavaşlayan şöföre çıkışırlar: “Ne duruyorsun şöför bey, zaten burada kalabalıktan nefes alamıyoruz!”

24 Kasım 2006

Librairie Orientale Samuelian


Rue Monsieur-le-Prince, 51 numaradaki Librairie Orientale Samuelian, Paris'teki binlerce kitabevinden biri. Aynı zamanda, ciddi koleksiyonuyla şehirde Ermenice kitap edinebileceğiniz en önemli mekân. Şarkiyat araştırmaları ve doğu halklarının edebi ve tarihsel mirası alanlarında uzmanlaşmış Samuelian'da Fransızca, Ermenice, Arapça, Farsça, Türkçe, Gürcüce, Rusça vb. pek çok dilde kitap raflarda karıştırılmayı bekliyor. Modern kitabevlerinin katı, soğuk tasnif anlayışından uzak, el yordamıyla sıralanmış kitap rafları arasında aradığınızı bulmak için didinirken, kâh vurgunu olduğunuz eski bir kitaba, kâh sevdiğiniz yazarın duymadığınız bir romanına, kâh Türk Yurdu dergisinin1911 tarihli ilk sayısına rastlayarak saatlerinizi harcamanız mümkün. İstanbul göçmeni Hrand Samuelian tarafından 1930'da kurulan ve bugün onun çocukları Armen ve Alice tarafından işletilen Samuelian, İstanbul'un efsanevi Ermeni kitabevi Balents Kıradun'un geleneğini uzaklarda, Paris'te sürdürmeye çalışıyor. Eğer şanslı bir gününüzdeyseniz, o küçük kitabevi içerisinde durmadan bir şeylerle uğraşan, kitaplar arasında gezinen, merdivenle üst raflara uzanan, bir şeyler okuyan, velhasıl durmadan devinen, yaşını almış iki kardeşin, Armen ve Alice'in sohbetlerinden de nasiplenebilirsiniz.
24 Kasım 2006

Bir çizgi roman

Tenten (Ermenice), Paris, Sigest, 2006

Aksi kaptan Hadok her zamanki gibi kızgındır. Yağmurlu bir havada üzerine su sıçratan şöföre haykırır: “Hazar paylag u gaydzag! Anbidan varortiner, avazagner, kheğgadagner, martasbanner, anasunner” (“Bin şimşek ve yıldırım! Adi şöförler, haydutlar, soytarılar, katiller, hayvanlar!”) İkizler, yani müfettiş Dupont'lar kaş yapayım derken göz çıkarmaya, sakarlığa devam ederken, dalgın Profesör Balthus farkında olmadan gizli gerçekleri ortaya çıkarmayı, Fındık, namı diğer Milu, ne yapıp edip bir şekilde işleri çığrından çıkarmayı başarır. Bütün bu sevimli beceriksizlikler arasında, bedeni çelimsiz ama zekâsı gelişkin kahramanımız Tenten, kötü adamların hakkından gelmek için çareler düşünmektedir... Fransa'da “Arkadaşım Ermenistan” (Arménie, Mon Amie) sloganıyla kutlanan Ermenistan Yılı çerçevesinde, ilk kez Ermenice olarak yayımlanan Tenten'in, “Püreğya 7 Kıntignerı” (7 Kristal Küre) adlı macerası her zamanki gibi eğlendiriyor. Tenten'in Ermeniceye bunca geç çevrilmiş olması belki şaşırtıcı, ancak bu gecikme, yediden yetmişe bütün çocukların bu maceraların tadını çıkarmasına engel değil.

24 Kasım 2006

Şamiram ve Ara Keğetsig (Güzel Ara)


Ermeni mitolojisinin “ötekisi”, “kötü kadını” şehvetli Şamiram'a bir başka gözle bakış.

Nereye baksam seni görüyorum Ara Keğetsig... Aptal askerlerimin, seni sağ ele geçirmeyi beceremeyip savaş meydanında güzel tenini kana buladıkları o kara günden beri, tam dört bahardır neye baksam sen varsın. Maiyetimle güneye indim; Tuşpa denizi yakınlarında, ilerde adımın bir tanrıça olarak anılmasını sağlayacak dev bir şehir ve bugüne dek eşi görülmemiş bir baraj inşa ettirdim. İstediğim her şeye ulaştım ama, Ninova'daki sarayımda, kocam Ninos'un verdiği ziyafette hepi topu beş dakikalığına gördüğüm o güzel yüzüne olan hasretim bir an olsun dinmedi.

Beni neden reddettin Ara? O koca burunlu, kara kuru karın Nıvart'ı bana, Asur kraliçesi Şamiram'a nasıl tercih ettin? Dudağım dudağına değmemişken, bir kez olsun yatağıma girmemişken bana nasıl hayır dedin? Ordumla üstüne yürüdüğümde, önüme çıkan Armen köylerini yakıp yıkarak, kadınları ve erkekleri kılıçtan geçirerek ilerlerken, neden benden af dilemedin? Gururun, binlerce yiğidin kanının soğuk Ayrarad toprağına akmasından daha mı önemliydi? O perperişan askerlerin cihan hâkimi muzaffer ordumun karşısına çıktığında, belki artık akıllanırsın diye umarak sana son bir şans verdiğimde, elçimi aşağılayarak geri göndermen şart mıydı? Mağlubiyetin kaçınılmaz olduğunu göre göre, savaş meydanını izlediğin o yüksek tepeden dörtnala inip, yüzlerce Asur askerinin ortasına yalınkılıç dalışının sebebi neydi? Beni tanımadan benden nasıl bu kadar nefret edebildin Ara, nasıl bu kadar gaddar olabildin?

Ölüsoyucularım cansız bedenini önüme bir köpek leşi gibi bıraktıklarında, gözyaşlarımı bastırmak için, cesedinin sarayımın tavanarasına taşınmasını buyurdum hemen. Tek umudum, yaralarını yalayarak iyi edecek, yeryüzüne tanrılar tarafından gönderilmiş yarı köpek yarı insan yaratıklardaydı. Olmadı... Günahların ne çokmuş ki onlar bile seni hayata döndüremedi. Halkın, öldüğünü anladığında, içinde bulunduğu sefalete aldırmadan ayaklanınca, çaresiz, komutanlarımdan birini senin kılığına sokup sarayımın balkonuna çıkardım. Onları yaşadığına inandırmak için kurbanlar kestim, Ninova'dakilere benzer yüce tapınaklar inşa edeceğim sözünü verdim.

Ah Ara, bilsen oğlun Gartos sana ne kadar benziyor. Onu büyük bir kumandan olarak yetiştirdim ve senin adını vererek şereflendirdim. O şeytan Nıvart oğlunu bana bırakmamak elinden geleni ardına komadı ama nafile. Bugün, senin esirgediğin sevgiyi, kimi geceler oğlun Ara sunuyor bana bonkörce. Onu hep senmişsin gibi seviyorum Ara, gözümü kapattığımda hep o kara gözlerin...

Beni öz oğullarımın ve ahmak kocam Ninos'un şerrinden de Araoğlu Ara koruyacak, biliyorum. Ninos senin hayalini bırakmayacağımı, artık Ninova'ya dönmeyeceğimi anlayınca Girit'te inzivaya çekilmişti. Şimdilerde, hem benden öcünü almak, hem de Armen yurdunu ele geçirmek için, oğullarımla birlikte Şamiramagerd üstüne yürümeye hazırlanıyor. Biliyorum ki, Tanrılarım hepsini taşa çevirecek ve ben Miyafarikin'den getirttiğim işçilere o taşlarla domuz ahırı yapmalarını buyuracağım.

Ah Ara! Boncuklardan fal tutup boş yere kaderim hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum. Sana karşı beslediğim arzu içimde sönmek bilmiyor. Şehvetimi dindirmediğin, beni reddetme cesaretini gösterdiğin için senden nefret ettikçe arzularıma daha çok yenik düşüyorum. Ne garip, sanki önceki hayatımda sensiz bir anım bile geçmemiş gibi hissediyor, adını andıkça heyecandan titriyor, ulu İştar'la Tammuz'un, güzeller güzeli Afrodit'le Adonis'in sevdalarını hor görüyor, her yere ikimizin adını yazmak istiyorum.

17 Kasım 2006

Ecevit'in ölümü

Bülent Ecevit'in ölümünün ardından gelen yas ortamı bazı yönleriyle ciddi bir toplumsal riyakârlık özelliği gösteriyor. İki haftadır yazılıp çizilenler, Türkiye kültüründe ciddi bir yeri olan “ölünün arkasından kötü konuşulmaz” geleneğinin boyutlarını aşan bir güzelleme yarışı haline dönüştü. Siyasi yaşamı gelgitlerle dolu bir politikacının ölümünden sonra soğukkanlılıkla değerlendirilip hata ve sevaplarının mercek altına alınmaması, eleştirel düşünce eksikliğinin toplumu nasıl hamaset sularına ittiğinin açık bir örneği. Koparılan vaveylanın nedeninin, bu ölümün, “laikçi, ulusalcı, milliyetçi, orducu” kesimle AKP'nin temsil ettiği muhafazakâr kesim arasındaki kamplaşmanın hızla heskinleştiği bir döneme denk gelmesi olduğu açık. “Barış adamı” kimliğini her nasılsa askeri bir harekatla almış; solculuğu, sistemin sola kaymasını engellemekten başka bir amaç gütmeyen; Merve Kavakçı olayı sırasında Meclis'te sergilediği saldırgan tutumla türban meselesini içinden çıkılmaz bir hale sokan; seçim barajı hakkında muhalefetteki söylemini iktidara gelince unutan; “solculuğuna” rağmen MHP'yle iktidar ortaklığı yapmayı içine sindirebilen bir siyaset adamının ölümü, iki siyasi kamptan birine, berikine yüklenmek için ciddi bir fırsat vermiş ve böylece stratejik bir önem kazanmıştır. Ecevit’in arkasından samimi gözyaşları dökenler tenzih edilmeli elbette; ancak. bir önceki seçimde tarihin en dramatik kaybını yaşayarak yüzde 1.2 oranında oy almış bir partinin genel başkanının ölümünün bu denli büyük bir toplumsal çalkalanma yaratmasının başka bir açıklaması olamaz.
17 Kasım 2006
17 Kasım 2006

Muzip bir saygı duruşu

Sonuçta sivil bir siyaset adamı olan Bülent Ecevit'in cenaze törenindeki, insanı şaşırtan bütün o militarist ritüellerin, top arabalarının, askeri bandoların, hazırolda durmaların ardından, eğlenceli bir saygı duruşu hikâyesi...

İngiltere'de bir amatör kupa futbol karşılaşması. Ifield ile Phoenix takımları sahada yerlerini alıyorlar. Phoenix takımının iki yöneticisi maçtan önce hakemin yanına giderek, eski bir futbolcularının birkaç gün önce hayatını kaybettiğini, bu yüzden maçın başlamasından önce saygı duruşunda bulunmak istediklerini söylüyor. Ifield'lilerin de kabul etmesiyle hakem onay veriyor. Gariptir, saygı duruşu esnasında Phoenix'li birkaç futbolcu, ağlamak, duygulanmak yerine, kızarıp bozarıyor, gülmemek için kendini zor tutuyor. Rakip Ifield'liler, ciddiyetlerini koruyarak saygı duruşunu tamamlıyor ve sonrasında maçı oynuyorlar. Phoenix'lilerin sırrı ertesi gün yerel gazetenin spor sayfalarına yansıyor. Ortada ölmüş bir futbolcu yoktur. Phoenix'ten, yıllardır her maça ilk 11 başlayan as bir futbolcu ilk kez yedek kalmış, takım arkadaşları bunun şerefine ona bir muziplik hazırlamıştır. Oyuna alet olan Ifield takımının menajeri Ali Rennie'nin sert çıkışı nafiledir, gol atılmıştır bir kere: “Bu utanç verici bir olay. Saygı duruşu sırasında Phoenix'ten birkaç futbolcu kıkırdıyordu, oradan anlamalıydık!”

17 Kasım 2006

Bayram Meral özür dilemeli!

Geçtiğimiz hafta Radikal gazetesi yazarı Turgut Tarhanlı'nın “Bir Irk Ayrımcılığı” başlıklı yazısıyla dikkatleri çektiği bir konu, nedense sessiz sedasız gündemin dışına itildi. Tarhanlı yazısında, TBMM'nin 31 Ekim günkü oturumunda, CHP'nin, Vakıflar Yasa Tasarısı'nın genel kurulda ele alınmasının önüne geçmek için verdiği, esnafın sorunlarıyla ilgili önergenin görüşülmesi sırasında yapılan bir konuşmaya dikkat çekiyordu. Önerge lehine söz alan CHP Ankara milletvekili, Türk-İş eski genel başkanı Bayram Meral'in kürsüde dile getirdiği ayrımcı, ırkçı sözler Türkiye'de gayrimüslimler hakkındaki hâkim değer yargılarını göstermesi bakımından anlamlıydı; bir o kadar da öfke uyandırıcı.

Meral'in konusmasının bir bölümü meclis tutanaklarından aktarıyorum:

Kim istiyor bu yasayı (Vakıflar Yasası)? Avrupa Birliği. Ne olacak? Agop'un mallarını vereceksiniz. Gözünüz aydın, tebrik ederim sizi. Esnafı bir tarafa bıraktınız, köylüyü bir tarafa bıraktınız, işçiyi bir tarafa bıraktınız, çiftçiyi bir tarafa bıraktınız, Agop'un işiyle uğraşıyorsunuz. AK Parti'ye de bu yakışır. (...) Agop bekliyor, Agop! Vakıflarda alacağı var, onun için yıldırım hızıyla koşmaya çalışıyorsunuz. (...) Ne oldu değerli arkadaşlarım? Hani işsize iş, aşsıza aş idi. Çifte diplomalılar boş geziyor. Bu vakıflarda Agop'u düşüneceğinize, üniversiteyi bitirmiş boş gezen gençleri niye düşünmüyorsunuz? (...) Yani, esnafın sorununu görüşemezsek, memurun sorununu görüşemezsek, (...) halkın sorununu görüşemezsek neyi görüşeceğiz? Onları görüşelim, arkasından Agop yasasını görüşürüz.”

On dakikalık konuşması boyunca milletvekili Meral, bir yandan “Agop” diye etiketlediği gayrimüslimlere ait vakıfların sorunlarının bugüne dek neden çözülmediğini açık şekilde gösterirken, bir yandan da Anayasa hükümlerini alenen çiğneyerek yurttaşlar arasında ayrımcılık yapıyor. Meral'in temsilcisi olduğu zihniyet düpedüz faşizandır ve görüldüğü gibi, meclis kürsüsünden apaçık ırkçı bir dil kullanabilmektedir. Bu ve benzeri saldırgan konuşmalarla, sosyal demokratlığı çoktan kâğıt üstünde kalmış CHP, sendikacılığı sırasındaki faaliyetiyle işçi sınıfının ortak hafızasında kesif bir mide bulantısından başka bir iz bırakmayan Meral'in ağzından, halkçılık ve dargelirli vatandaşların haklarının savunusu görünümü altında, suni paranoyalarla pompalanan milliyetçi dalgaya göz kırpmaktadır. Sanki hakkı savunulması gerekenler arasında Agoplar, Eleniler, Avramlar yoktur. Sanki Agoplardan esnaf, bakkal, terzi çıkmaz. Sanki o Agop TC yurttaşı değildir. Belki de Agop'un dedesinin kurucularından biri olduğu o vakfın malına zorla el konulmamıştır sanki. O vakıflarda bir yoksul Agop'un, bir ihtiyar Mari'nin dertlerine derman bulunmaz, bir yetim Tateos'un eğitim görmesi sağlanmaz sanki.

CHP'liler, her fırsatta “kul”dan “yurttaş”a dönüşümü sağladığı için yücelttikleri Cumhuriyet'in ilkelerini samimiyetle içlerine sindirmiş olsalardı, yurttaşlar arasında din, dil, etnik köken ayrımı yapmanın, cumhuriyetçiliğe de demokratlığa da fena halde halel getirdiğini idrak edebilirlerdi. Esnafın, dargelirlinin haklarını savunur görünerek icra ettiklerini sandıkları sınıf temelli siyaseti gerçekten özümsemiş olsalardı, sosyal demokratlığın sınıf olgusuna ırkçı gözlüklerle bakmayı kaldırmayacağını anlarlardı.

Milletvekili Bayram Meral, konuşmasıyla, kestirmeden “Agop” diyerek ötekileştirdiği, adeta düşmanlaştırdığı gayrimüslim yurttaşlara karşı ayrımcılık yapmış, hayatın her alanında çeşit çeşit ayrımcı uygulamayla boğuşan, milliyetçi hezeyanların günbegün daralttığı bir cendere içerisinde nefes almaya çalışan bir avuç gayrimüslimin sırtındaki yumurta küfesine bir yumurta da kendisi eklemiştir. Bayram Meral, Agoplara, Elenilere, Avramlara “ayıp” etmiştir ve onlardan özür dilemelidir!

10 Kasım 2006

Margos ve Marquez

Gabriel Garcia Marquez Amerika için neyse, Mıgırdiç Margosyan Diyarbakır için odur. Onlar halklarının cin fikirli hikâyeci “emiceleri”, dengbej emoları”, hekyatçı “kerileri”dir. Gözlerini kısar, ellerinde tuttukları gözlüklerinin saplarını kemirerek uzaklara dalar, bizim görmediğimiz âlemlerdeki koca sinema perdelerine bakar gibi, sanki görünmez film kareleriyle zihinlerine düşen hikâyeleri, ninemizin, dedemizin, kendi nine ve dedelerinin hikâyelerini, velhasıl bin kere dinleyip hiç doymadığımız hikâyelerimizi, ağızlarından bal ve kaymak ve bilimum tatlı mayiler damlayarak anlatırlar. Bir bakıverirsiniz o hikâyelerde dedelerin ve ninelerin yerine kendileri –Marquez'le Margos– geçmiş, bir bakmışsınız onlar aslında sizmişsiniz, sizin doğmamış çocuklarınızmış; nesiller iç içe, sahnenin etrafında döne dolaşa, çamurlara, sürgün, “kafle” tozlarına bata çıka, kâh kahraman, kâh mazlum, kâh zalim postu giye giye yaşamış, tarih olmuş, unutulmuş, dilden dile anlatılan mesel olmuş, sonra bir kır kahvesinde etrafınızda toplananlara, gözlerinizi kısarak, elinizde tuttuğunuz gözlüğün sapını kemirip uzaklara dala dala olan biteni anlatmaktasınız.
10 Kasım 2006

Bir Kitap

Tespih Taneleri, Mıgırdiç Margosyan, Aras Yay.


Yeni kitabı Tespih Taneleri'nde Mıgırdiç Margosyan okura hoş bir sürpriz yapıyor. Görünüşte, anlattığı özbeöz kendi hikâyesidir. 15 yaşında Diyarbakır'dan İstanbul'da okumaya, anadilini öğrenmeye, “büyük adam olmaya” gelmiştir. Onun İstanbul'la tanışmasına, yeni çevresinde yaşadıklarına tanık olacağımızı düşünürüz, ama Margosyan küçük bir kamera hareketiyle bizi sık sık Diyarbakır'a uçurur; İstanbul'da tanık olduğu her şey, her olay, her söz, her yeni kelime onu ve beraberinde bizleri memleketine götürür. Mıgırdiç'le evlerinin avlu kapısından içeri girer, kapıda ayakkabılarımızı çıkartıp, ocaklarına konuk olur, anası Hanım/Ğhıno'yla babası dişçi Sarkis/Sıke/Ali'nin yanı başına otururuz. Orada kâh Diyarbakır'da nasılsa kalıvermiş Ermeni ailelerin sayısını tespih taneleri yardımıyla hesaplar, kâh öğleyin kahvedeki radyodan dinlediği haberleri anlatan Sıke'ye kulak kabartır, kâh onun Sovyet Ermenistanı'na göç hayaline hüzünle gülümseriz. Margosyan, İstanbul'dan Diyarbakır'a kurduğu hayali köprünün üzerinden bizi roman boyunca defalarca geçirir. Belki de roman bu yönüyle hayatı tekrarlar, küçük Mıgırdiç'in yaşadığı sıla hasreti, romanın bu çiftzamanlı yapısına temel olur. Bize “Kafle” yollarında her birinin ailesi berdan berdan olmuş Diyarbakır Ermenilerinin, Kürt komşuların ve dönemin İstanbulunun resmini çizen Mıgırdiç, sevdaya da düşer ama, sakarlık bu ya, gider, ilk randevusunu o karanlık gecenin sabahına, 7 Eylül 1955'e –üstelik Beyoğlu'nda– verir. Nereden bilsin nüfuzlu zevatın kürsülere çıkıp kitleleri gayrimüslim mülklerini talana davet ettiğini...

10 Kasım 2006

Devlet eliyle cinsel taciz

Geçtiğimiz hafta, vicdani retçi Mehmet Tarhan'a askeri makamlar tarafından reva görülen muameleyi kısaca özetlemeye çalışırken, Tarhan'ın baskı altına alındığı konulardan birinin, askeri mevzuatta “psikoseksüel bozukluk” olarak kabul edilen eşcinselliğinin ispatlanması için anal muayeneye zorlanması olduğundan söz etmiştik. Bu mesele üzerinde şöyle kısa bir araştırma yapıldığında, eşcinsellerin askerliğiyle ilgili sorunun onyıllardır nasıl hasıraltı edildiğinin farkına varmak işten bile değil.

Askerlikle ilgili arkadaş sohbetlerinde, eğlenceli bir şeymişçesine, çoğu zaman kahkahalar eşliğinde anlatılan, aslında doğruluğuna kimsenin pek inanmadığı, komik bir şehir efsanesi olarak dilden dile dolaşan bir resmi uygulama, eşcinsellere bir karabasan gibi eziyet ediyor.

Bugün, 2006 yılında, varlık nedenini muassır medeniyet seviyesine ulaşmak olarak belirlemiş Türkiye Cumhuriyeti'nde, eşcinsel yurttaşlar, askerlik yaşları gelip de askeri hastanede muayeneye gittiklerinde, askerlikten muaf tutulmak, “çürüğe çıkarılmak” için, ya bedenleri üzerinde devlet eliyle tahakküm kurulması anlamına gelen anal muayeneye zorlanıyorlar, ya da kendilerinden cinsel ilişki anında çekilmiş fotoğraf yahut video kaydı isteniyor. Bugün, 2006 yılında, demokratik bir hukuk devleti olan Türkiye'de, yasal merciler, yurttaşın özel yaşantısının gizliliğini ta köküne kadar ihlal etmeyi, onun bedenine bir tür tacizde bulunmayı meşru hak addediyor.

Bu konudaki örneklerden yalnızca birini aktarmak durumun vahametini kavramaya yeter. Kişisel “çürüğe ayrılma” deneyimini “http://gaykedi.blogspot.com” adlı internet sayfasında okurlarıyla paylaşan 34 yaşındaki İstanbullu bir eşcinsel anlatıyor:

Önce askerlik şubesine gittim ve “psikolojik sorunlarım var, askere gitmek istemiyorum!” dedim. Beni Kasımpaşa Deniz Hastanesi'ne sevk ettiler. Askeri psikiyatriste her şeyi anlattım. Gayet makul karşıladı, ama “askere gitmek istemiyorsan seks anında, ilişkiye girerken fotoğrafını getirmelisin!” dedi. O zaman yaşım ufaktı ve gay arkadaşım da yoktu. Böyle bir uygulama olduğunu bilmiyordum, doktoru sapık zannettim. Fotoğrafları kendi sapık arşivi için istediğini düşündüm. Ona, “Yok, ben öyle şey yapamam!” dedim. Doktor demez mi ki “Ağzına alırken de olur!” “Ulan!” dedim kendi kendime, “tam adamına düştün, full sapık bu doktor!”

Meğerse adamın günahını almışım, gerçekten de öyle bir uygulama varmış. Her neyse, beni GATA'ya sevk etti bazı psikoloji testleri için. İlk önce bir sene erteleme verdiler. Sonraki sene, bir sene erteleme daha. Üçüncü sene gittiğimde, doktora, her sene birkaç gün gelgit yapmaktan bıktığımı söyledim, alacaklarsa askere almaları, yoksa beni çürüğe çıkarmaları için yalvardım. “Tamam, bu sene son,” dedi ve o sene beni çürüğe çıkardılar. Bazı arkadaşlarım hemen ilk gidişte aldılar, ama onlar ya fotoğraf verdiler ya da anal muayene yaşadılar ve çoğu ağlaya ağlaya, içki içip yarı sarhoş kadın kılığına girip gittiler. Ben tüm bunlara direndiğim için üç sene sonunda çürük raporunu zor aldım.

Eşcinselliği tedavi edilmesi gereken bir hastalık olarak gören egemen zihniyet, namus kavramına verdiği önemin bir kıymığını insanlık onuruna vermediği için, eşcinsellerin bedeni üzerinde istediği icraatta bulunuyor. İnsan hayatının mahrem odalarına çamurlu postallarıyla teklifsiz dalıp, zararlı bir yaratık olarak gördüğü eşcinselin bedensel bütünlüğünü hoyratça hiçe sayıyor, onun kişiliğini ayaklar altına almaktan gocunmuyor. Eşcinseller söz konusu olunca, hayattan soyutlanmış, yerleri çamaşır sularıyla tertemiz edilmiş aydınlık hastane odalarında, beyaz gömlekler içerisindeki aydınlık yüzlü doktorlar, 20 yaşındaki bir gence “ağzına alırken de olur!'” diyebiliyor ve bunu mesleğe başlarken ettiği yeminle bağdaştırabiliyor… Yapmayın efendiler, hapsolduğunuz havasız, penceresiz, insansız dünyalarınızın acısını başkalarının bedeni üzerindeki iktidarınızla unutturmaya çalışmayın. O odalardan kimseyi gözü yaşlı çıkarmayın. Buna hakkınız yok.

3 Kasım 2006

Yerçanik Aram

Bahçekapı'daki lokantan parmakla gösterilirdi. Onlarca garson masaların etrafında fırdöner, müşterilerin, yiyip içtiklerinden ve senin ev sahipliğinden memnun, masalarında ağır ağır hasbıhal ederdi. Her birini tek tek tanır, huylarını sularını, kimin hangi teline bastığında hangi notanın çalacağını ezbere bilirdin. Derdi olanın derdini alır, yüzü gülenin neşesine ortak olur, hangi işin, hangi dairede, hangi memurla halledileceğini adeta içgüdüsel bir şekilde kestirirdin. Adın boşuna Yerçanik (Mutlu) Aram diye çıkmamış, 40 kişinin ekmek parası kazandığı o koca lokantanın tabelasına boşuna yazılmamıştı. Akşam öğünlerinde masaların hatırı sayılır, sözü dinlenir kimselerden geçilmezdi. Moda olan Pera'ydı, Tokatlıyan'dı, Pera Palas'tı ama senin havan hiçbir devirde sönmez, güzel yemek ve tatlı tatlı içmek isteyenler, al yanaklı toparlak Yerçanik Aram'ın yerinden şaşmazdı. Hele Meşrutiyet ilan edilip Mebusan Meclisi açılınca, mebuslar, nazırlar kapından eksilmez olmuş, Meclis'in kulislerinde harlanan ateşli siyasi tartışmalar, senin beyaz örtülü masalarında, içi beyaz mai dolu kadehlerinde söner hale gelmişti. İstanbul'un bütün büyük Ermeni aşçıları gibi sen de Vanlı mıydın? Bir soyadın var mıydı? Hanımın seneler önce ölmüşken, bu kadar işin arasında iki güzel kızına o güzel terbiyeyi vermeyi nasıl becermiştin? Şu lakerdayı böyle tam kıvamında çıkarmayı sana Rum ustan Yani mi öğretmişti?

Bu sorular neden cevapsız kaldı Yerçanik Aram? O 24 Nisan gecesi, senin lokantanın gediklisi olan olmayan, siyasete az buçuk karışmış, partili diye adı çıkmış bütün Ermeniler toplanırken, senin onların arasında ne işin vardı? Hadi koluna girip seni zorla Sirkeci'deki o kara binaya götüren iki gariban zaptiye Yerçanik Aram'ı tanımazdı, tutuklanıp sürülecekler listesine adını yazan efendiler de mi senin siyasetten anlamadığını, yemeğin tuzundan, rakının iyisinden ve müşterilerinin yüzünün gülmesinden başka tasan olmadığını bilmezdi? Duyduk ki, mebus Keğam Efendi Ayaş yolunda o kadar ısrar etmiş sana geçen aydan kalan borcunu ödemek için; nuh demiş peygamber dememiş, “Isdanbol'a dönünce verirsin Keğam Efendiciğim,” diye tutturmuşsun. Sen o yolun dönüşü olmadığını bilmeyecek adam değildin Yerçanik Aram, belli ki o zindanda bile birilerini neşelendirmeye çalışmış, gene yerçanikliğini yapmışsın.

3 Kasım 2006

Teotig'den, Yerçanik Aram hakkında iki satır


Bahçekapı'daki Yerçanik adlı lokantanın sahibiydi. Bu lokanta, aydınlar ve siyasetçiler için önemli bir toplantı yeri olmuştur. Sırf bu nedenle tehcir edildi; 50 yaşında, taşralı, maharetli ve neşeli bir adamdı.

(Teotig'in 1915'te ölen Ermeni aydınlara adanmış 1919 tarihli Huşartzan Abril Dasnımegi [11 (24) Nisan Anı Albümü] adlı kitabının 80 numarası, s. 62)


Vicdani Ret

Bir bireyin, ahlaki tercih, dini inanç ya da politik görüşleri nedeniyle askerlik yapmayı reddetmesi anlamına gelen vicdani ret, kökleri yüzlerce yıl öncesine uzanan bir haktır. Bugün Türkiye’de, ağır ağır kanamasına karşın siyasi yapı tarafından inatla görmezden gelinen bir vicdani ret yarası var. İnançlarına aykırı olduğu için askerlik yapmayacağını, silah altına girmeyeceğini, herhangi bir askeri merciden emir almayacağını beyan eden kimseler, bu konuda herhangi bir hukuki düzenleme olmaması nedeniyle, zorla askere alınıyor, askeri kıyafet giymeye, emirlere uymaya zorlanıyor ve nihayetinde ciddi cezalarla karşı karşıya kalıyor; hem de askeri mahkemelerde.

Türkiye siyaseti, üstelik Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından verilmiş bir kararın üzerine oturarak, parmağını kıpırdatmamayı ve yarayı derinleştirmeyi sürdürüyor. Vicdani reddi nedeniyle 2,5 yıl hapis yatan, sonrasında da hiçbir medeni hakkını kullanamadığı bir tür “sivil ölüm”e mahkûm edilen Osman Murat Ülke’nin yaptığı başvuruyu görüşen AİHM, 24 Ocak 2006'da onun yaşadıklarını kötü muamele olarak tanımlayıp Türkiye'yi tazminata mahkûm etti. Dünyanın bütün gelişmiş demokrasilerinde hukuk sistemine yıllar önce girmiş bir insan hakkı olan vicdani ret, ülkemizde hâlâ hukuken “asker kaçaklığı / emre itaatsizlik” cenderesine kıstırılmaya çalışılıyor.

Hayatı karartılmak istenen son retçi Mehmet Tarhan. 2001 yılında vicdani reddini ilan eden Tarhan, Nisan 2005’te İzmir’de tutuklandıktan sonra, askeri mahkemenin verdiği emre itaatsizlik kararıyla Sivas Askeri Cezaevi’ne gönderildi. Burada bir linç girişimine maruz kaldı, birkaç vicdanlı mahkûmun müdahalesiyle belki de ölümden döndü. O günden bu yana defalarca aynı suçlamayla askeri hâkimin karşısına çıktı ve her defasında birkaç aya varan hapis cezaları aldı. Vicdani retçiyi bir tür müebbet hapse mahkûm etmeyi amaçlayan mevcut uygulamanın gereği olarak bu yargılamalar ve hapis cezaları döngüsel bir hal aldı. Yargılama, hapis, tekrar askeri birliğe teslim, retçinin askeri kıyafet giymeyi yeniden reddetmesi üzerine yine yargılama, yine hapis, yine askeri birliğe teslim, retçinin askeri kıyafet giymeyi yeniden reddetmesi üzerine yine yargılama, yine... Mehmet Tarhan’ın karşı karşıya olduğu bir başka baskı da eşcinselliğiyle ilgili. Sistem, eşcinsel olduğunu beyan eden Mehmet Tarhan’a, askerlik yapmamasının ancak alacağı “çürük” raporuyla mümkün olduğu dayatmasında bulunuyor. Zira, eşcinsellik askeri hukuk içerisinde hâlâ “psikoseksüel bozukluk” olarak görülüyor. Tarhan’a gösterilen çıkar yolun kendisi başlı başına bir aşağılama: Madem hem vicdani retçi hem de eşcinselsin, yaptır bir anal muayene, “bozukluğunu” belgelet, askerlikten yırt!

Bu sürecin sonunda Tarhan, Ağustos 2005’te Sivas Askeri Mahkemesi tarafından emre itaatsizlikten dört yıl hapse mahkûm edildi. Ekim 2005’te Askeri Yargıtay bedensel (“anal” diye okuyunuz) muayene yapılmadığı gerekçesiyle yerel mahkemede verilen bu kararı bozdu. Tarhan, 9 Mart 2006’da Askeri Yargıtay Daireler Kurulu kararı uyarınca tahliye edildi. Mevcutsuz olarak Tokat'taki birliğe gitmesi istendi, bunu yapmayacağını söylemesine rağmen salıverildi. Böylece, bir buçuk yıl süren fiili mahkûmiyet hali, nihai bir hukuki karar değil, yetkililerin kendisini görmezden gelme tavrını takınması nedeniyle son buldu. 10 Ekim 2006’da ise, Askeri Yargıtay’ın bozma kararının ardından yeniden görülen davada Tarhan gıyabında 25 ay hapis cezası aldı. Şu anda nerede olduğu bilinmesine rağmen hakkında herhangi bir işlem yapılmıyor.

Mehmet Tarhan’ın serüveni bize çok şey anlatıyor. İnandığını savunmanın, güce direnmenin tu kaka edildiği bir zamanda, vicdanının sesini dinleyerek dayatmalara boyun eğmeye direnenlerin bunca “süründülmesi”nin yegâne amacı var: Arkadan başkaları sökün etmesin, hakkını isteyenler çoğalmasın, kimse gücü elinde tutanların tavuğuna kışt demesin, bu devran böyle dönsün. Geçtiğimiz bahar, her daim gözümüzün önünde olan şeylerin görmediğimiz yanlarını yüzümüze çarpmakta mahir bir sanatçı olan Mihran Tovmasyan’ın koreograflığını yaptığı “Mehmet Barış’ı Seviyor” adlı modern dans gösterisinde, ucuzcu dükkânlarında çokça gördüğümüz şarkı söyleyen bebekler, asker kıyafetleri içinde meşhur “yaylalar, yaylalar” türküsünü çığırıyordu. İstenildiği zaman kurulan oyuncak bebekler olmadığımıza göre, giyeceğimiz kıyafeti de, söyleceğimiz türküyü de seçmek, hakkımızdır.

(Vicdani ret kavramı ve Mehmet Tarhan’la ilgili yazılar için www.savaskarsitlari.org internet sitesine; Türkiye’de militarizm konusunda Ayşe Gül Altınay’ın derlediği Vatan Millet Kadınlar adlı kitaba bakılabilir [İletişim Yay., 2004])

27 Ekim 2006

Suretin Sureti

1882’de Londra’da doğan Virginia Woolf, seçtiği temalar ve başarıyla uyguladığı “bilinç akışı” yöntemiyle modern edebiyatı derinden etkilemiş, fikirleriyle feminist kuramın önünü açmış büyük bir yazardır. Günümüzde geniş kitlelerce tanınması Nicole Kidman’ın oynadığı Stephen Daldry filmi Saatler’le oldu. Birkaç haftadır yayımlanmakta olan “K” edebiyat dergisinin 20 Ekim tarihli sayısının kapağında Woolf vardı. Ancak nedense, K’yı hazırlayanlar kapak resmi olarak Woolf’un onlarcası bulunabilecek fotoğraflarından birini değil, “güzel” Nicole Kidman’ın makyajla “çirkinleştirilmiş” Virginia Woolf tiplemesini tercih etmişler. Bir dalgınlık mı, bilinçli bir seçim mi? Dünya edebiyatında büyük iz bırakmış, ardından gelen nesilleri etkilemiş, birbirinden değerli on beş roman yazmış bir yazarın ele alındığı bir dergide, yazarın sureti yerine, onun taklidinin, onu kamera karşısında canlandırmaya çalışan aktrisin “performans”ının suretini kullanmak neyle açıklanabilir? Anadolu’da ardında hiçbir hatıra bırakamadan yok olan kuşağın acısı yüreğinde sızlayan William Saroyan, “hakkında bir şey yazılmadan kimse bu dünyadan göçüp gitmemeli”* demişti. Popüler kültür, milyonlarca satır yazmış, ardında pek çok fotoğraf bırakmış bir romancının suretini dahi belleklerden kazıyıp, onun kopyasını gerçek sanmamıza yol açacak kadar güçlü mü? Eğer öyleyse, hayatın belki de ölümden bile acı bir gerçeği olan unutulmaya, kim, nasıl karşı koyacak? Woolf gibi bir abide ona yenik düşerken, ömrü şu yalan dünyada bir küçük iz bırakabilmek için tırnaklarını sivriltmekle geçen biz faniler için umut var mı?

* Paris-Fresno Güncesi 1967-68, çev. Beril Eyüboğlu, Aras Yay., 2001.

27 Ekim 2006

Edebiyat çevirisi, Türkler ve Ermeniler

Türkler ve Ermeniler arasındaki ilişki 1915’le ilgili tartışmalar üzerinde donup kaldığı için midir bilinmez, Türkçe edebiyatın başarılı eserlerinden çevirilere Ermenicede pek rastlamayız; aynı şey Türkiye’de Ermenice eserler için de söz konusudur; Aras Yayıncılık’ın yayımladığı çalışmalar bir yana, Ermenice romanların, edebiyat eserlerinin çevirileri parmakla sayılır. Sovyet dönemi Ermenistanı’nda, Moskova’nın onay verdiği bazı Türk yazarların eserleri Ermeniceye çevrilmişti. En çok bilineni, İstanbul göçmeni bir aydın olan Haçik Amiryan’ın çevirdiği, Yaşar Kemal’in unutulmaz romanı İnce Memed’dir (Ermenicesiyle Tzakh Memed).

Aslında, 1915 öncesinde de iki dil arasında bu tür bir alışverişin ciddi örnekleri nadirdir. Ancak, iç içe yaşayan iki halkın, birbirleri hakkında bugünkünden daha çok bilgi ve görgüye sahip olduğu kesindir. Edebiyat ve sanat alanında, sözgelimi Abdülhamit döneminde, dönemin önemli mecmuası Servet-i Fünun’un Ermeni hikâyecilerden çevirilere yer verdiğini biliyoruz. 1913’te sekiz Ermeni hikâyecinin eserlerinin çevirisine yer veren Ermeni Edebiyatı Nümuneleri adlı kitap ise, 1915’in hemen öncesinde bu alanda bir hareketlenmenin uç vermekte olduğunu gösterir belki de.

Günümüzde ise, Türkiye Ermenilerini dışarıda bırakırsak, Türkiye-Ermenistan-Diaspora üçgeninde halkların birbirleri hakkındaki bilinç derecelerini tanımlayacak sözcük herhalde ancak “cehalet” olacaktır. Diaspora ve Ermenistan’daki Ermeniler için “Türk”, doğrudan 1915 felaketiyle tanımlanan bir olgudur; aynısı, “Ermeni” söz konusu olduğunda Türkler için geçerlidir. Ferhat Kentel ve Kevork Boğosyan’ın TESEV desteğiyle gerçekleştirdiği ve geçtiğimiz yıl yayımlanan “Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi” adlı çalışma, bu durumu doğrular örneklerle dolu. Bu ankete göre, Ermenistan’da sorulan “Ünlü Türk kişi veya kuruluşların ismini verebilir misiniz?” şeklindeki soruya katılımcıların verdiği cevaplarda ilk sırayı şu kişiler alır:

"Atatürk (%18), Talat (%14), Enver (%10), Sultan Hamid (%7).” Türkiye’de bu sorunun muadiline katılımcıların %82’si herhangi bir cevap verememiştir.

Üzerine düşürülmeye çalışılan gölgelere rağmen, Orhan Pamuk’un aldığı Nobel ödülünün iki dil arasındaki çevirilerin artmasına katkısı olabileceğini umuyoruz. Edebiyatın, halklar arasında doksan küsur yıl önce atılmış köprülerin yeniden ihdasını sağlama imkânı vardır. Türkçeden yapılacak çevirilerin, bugün Paris’te, Los Angeles’te yaşayan, dedeleri-nineleri vaktinde Türkçe konuşan, ne ki kendileri Türkiye hakkında herhangi bir pratik bilgiye sahip olmayan Ermenilerin, Türkiye toplumunu tanıması yönünde önemli rolü olabilir. Aynı şekilde, bugün Sivas’ta veya Erzurum’da, vaktinde Ermenilerin bulunduğu bir mahallede yaşayan, hatta Ermenilerden kalma bir evde oturan Türkiyeli’nin de, kopmuş tarihsel bağları yeniden kurmasında, misal, yaşadığı yerle ilgili bir Ermenice kitabın çevirisini okuması, etken olabilir.

“İnternet çağı”nda kitapların kitlelere ulaşma gücü sorgulanabilir elbette; ancak zaman içerisinde olumlu bir etkinin yaratılabileceği de yadsınamaz. Bu bağlamda, Diaspora, Türkiye ve Ermenistan’da, iki dili iyi derecede bilen, profesyonel seviyede iş çıkarabilecek çevirmenler yetiştirecek projeler geliştirilmesi, uzun vadede, Türkler ve Ermeniler arasındaki barışmanın mihenk taşlarından biri olabilir.

20 Ekim 2006

Orhan Pamuk’u tartışmak



Orhan Pamuk’un Nobel ödülünü kazandığının açıklanmasının ardından koparılan fırtınayı izliyoruz bir haftadır. Milliyetçi kesimin (buna kendilerine “ulusalcı” diyen “sol” milliyetçiler de dahil) Pamuk’a karşı olan keskin tavrı, onun İsveç gazetesi Svenska Dagbladet’e verdiği söyleşiden çok daha öncesine dayanıyor aslında. Pamuk’un, Türkiye’nin demokratikleşmesi, ifade özgürlüğü, Kürt meselesi gibi sorunlarda dile getirdiği görüşleri, 1994’te bombalanan Özgür Gündem gazetesine destek vermek için sokaklarda gazete satması, onu uzun yıllardır önemli bir boy hedefi haline getirmişti zaten. Pamuk’u eleştirenler, en çok, onun aslında çok kötü bir yazar olduğundan dem vuruyor. Onun Nobel’i kazanması karşısında “Türkiye’yi satışa çıkardılar!” diyebilecek kadar gözü dönen şair ve eleştirmen Özdemir İnce bu grup içinde öne çıkanlardan yalnızca biri. Pamuk’a verilen ödülün siyasiliği vurgulanıyor da, onun yazarlık kariyerini yerin dibine batıranlar, kendi tavırlarının tamamen siyasi olduğunu asla kabul etmiyor. Yazarların elbette iyi ve kötü romanları, kötü dönemleri olabilir; ancak bir “yazarlık serüveni” açısından değerlendirdiğimizde, Türkiye’nin bugüne dek Pamuk’a, Nazım Hikmet’e ve Yaşar Kemal’e eş uluslararası değerler çıkarmadığı görülecektir. Pamuk’un Nobel ödülünü reddetmesi gerektiğini söyleyenler, hiç hakları olmadığı halde, onun bugüne dek tırnağıyla kazıyarak inşa ettiği yazarlığının reddiyesini imzalamasını istiyorlar. (Edebiyat eleşirmeni Jale Parla’nın Orhan Pamuk’un yazarlığıyla ilgili tartışmaları ele aldığı yazısı için bkz. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=144509)

20 Ekim 2006

Bir dergi

Dergicilik ve istikrar kavramları her nedense pek hazzetmezler birbirlerinden. Bir dergi çıkar, merakla alır, karıştırırsınız. İlk sayılar bir oturma, kendini bulma evresidir; hata bol olur ama hoş görülür. Bu ilk dönemin asıl sorusu “bakalım tutacak mı?” olur hep. Zamanla, pekçokları içinden o dergiyi seversiniz; müptelası olur, her hafta, her ay, artık hangi aralıkla çıkıyorsa, sabırsızlıkla beklersiniz. Bazı aylar müthiş formdadır, kimileyin yerlerde süründüğü de olur. Bazen kulağınıza, tirajı ya da ekonomik sıkıntıları nedeniyle yayına son vereceği çalınır. İnanmak istemez, bir yandan da korkar, “inşallah kapanmaz” kaygısını duyar, her yeni sayıda rahatlarsınız.

Türkiye’nin en iyi kitap ve eleştiri dergisi Virgül, yüzüncü sayısına ulaştı. Bugün artık daha çok kitap tanıtma işlevini yüklenmiş eleştiri kurumunun o en has halini yaşatmaya çalışan, ince işlenmiş, emek verilmiş bir dergi olan Virgül’ün her sayısında farklı alanlarda pek çok yazı yayımlanır ve her sayıda birkaç yazı mutlaka ilginizi çeker. Görüp duyma şansına sahip olmadığınız, gürültülü popüler kültür ırmağının kıyısındaki bir kuytuya sığınmış serinkanlı kitaplar en çok orada çarpar gözünüze. Virgül o dolu içeriğiyle, her seferinde, ne kadar az kitap okuduğunuzu hatırlatıp vicdanlara işkence etse de, hep daha çok okuma şevki verir. Eh, bu da az şey değildir.

20 Ekim 2006

Kutu-CUK!

____________________________________________________

“Bayrak direklerini ne kadar yükseltirseniz yükseltin, bayraklar o ülkeden ilk kez Nobel ödülü almış bir yazar kadar görünemiyor dünyadan.”

Çetin Altan, Milliyet, 13 Ekim 2006

____________________________________________________


Fransa, özgürlükçülük ve samimiyet

1915’te yaşanan büyük felaketin inkârını cezalandırmayı amaçlayan Fransa’daki yasa tasarısının düşünce özgürlüğü fikrinin özüne aykırı olduğu açık. Fransız siyasilerinin tasarı üzerindeki çeşitli art niyetli yatırımlarını bir an için unutsak bile, özgürlükçü bir rejimde fikir beyanını cezaya bağlamak, kabul edilemez. Demokratik ülkelerde, bir etnik grubu rencide eden, bir diğerinin üstünlüğüne vurgu yapan, ırkçı, şiddete yönelten söylemlerin önünü alacak tedbirlerin alınması zorunludur. Ne ki, tarihsel araştırma konusunu, sosyal bilimlerde mutlak doğrular varmışçasına belli bir çerçeveye mahkûm etmek otoriter rejimlerin işidir.

1915 Felaketi hakkındaki uluslararası tartışmalarda, olayları kati bir şekilde “soykırım” olarak adlandıranların yanı sıra, katliamları, bir halkın yok edilmesini amaçlayan sürgünleri vs. içtenlikle kabul eden, ancak literatüre 1945’ten sonra giren “soykırım” terimini, hukuken 1915 örneğine uygulanamayacağı düşüncesiyle (ya da terimin üzerindeki siyasi yükün ağırlığı nedeniyle) kullanmaktan imtina eden saygın akademisyenler de var. Fransa’daki tasarı yasalaşırsa, bu insanlar cezalandırılacak mı? Fransız Ermeni toplumunun, bu ve benzer mahzurlarından ötürü tasarı hakkında vicdanen rahat olmadığı, iktidar partisi milletvekili Patrick Devedjian’ın Meclis’e sunduğu “söz konusu cezalar bilimsel çalışma yürütenlere uygulanamaz” yollu değişiklik önerisinde de kendini gösteriyor aslında.

Bir de madalyonun öbür yüzüne, Türkiye’ye, yasa tasarısı gündeme geldikten sonra doğan tepkilere bakalım. Görülüyor ki, seslerini yükseltenlerin çoğu, zevahiri kurtarmak için düşünce özgürlüğünün ardına sığınıyor olsalar da, aslında idealist değil oportünist bir tavır içindeler. İroniktir, şu günlerde demokrasi havarisi kesilenlerin önemli bir kısmı, çok değil birkaç ay, hatta birkaç hafta önce, Orhan Pamuk, Hrant Dink ve Elif Şafak davalarında (ve Kürt sorunuyla ilgili açılan pek çok davada), söz konusu değerleri savunanların yanında değil, tam karşısında, mahkeme kapılarında küfür, sumsuk, yumurta savuranların saflarında yer aldılar. Soralım: Tüketici derneklerinin, ticaret odalarının, Türk-İş’in, son on yılda düşünce özgürlüğünü savunduğu vaki midir? Orhan Pamuk yargılanırken “oh!” deyip, Fransa’daki yasa tasarısına karşı özgürlük meleği kesilenlere, “tutarlıdır!” denilebilir mi?

Velhasıl, tasarıya karşı çıkanların pek çoğu, özgürlük idealine bağlılıktan değil, yaşananların soykırım değil, vatan savunması olduğuna; söylenen sayıda Ermeni’nin ölmediğine, ölenlerin de bunu hak ettiğine ve nihayet Türklerin böyle bir suçu asla işlemeyeceğine inandıklarından tepki gösteriyor; bir yandan da Türkiye’de “1915’te yaşananlar soykırımdı” fikrini savunanların hain olduğunu, yargılanmaları, ceza almaları gerektiğini savunuyorlar. Bu insanlar, “Ermeni Sorunu”nu konuşurlarken, kendilerini zafer yolunda her şeyin mubah olduğu bir savaş alanında görüyor, insanların acılarını, hassasiyetlerini, hatıralarını kolaylıkla ayaklar altına alabiliyorlar. Mart ayında İstanbul Üniversitesi’nde düzenlenen konferansta kimi “devletlu” akademisyenlerin söylediklerinin kulaklarımızdan silinmesine imkân var mı?

Türkler Ermenileri uğurlamışlardır, komşuluk vardır. Paşa paşa, geze geze gittiler / Ermeniler tarihte efendilerini hep değiştirmişler ve efendilerini satmışlardır / Saldırılar sonucu ölenler 6.500-8.500 arasıdır / Sadece suçlular tehcire gönderildi / 1915 bir kriz yönetim biçimiydi. (Talin Suciyan’ın haberinden, http://www.bianet.org/2006/04/12/76695.htm)

Bu tür “akademik inci”lerin yasaklanması veya cezalandırılması değil, fikirsel zaaf ve kofluklarını ortaya çıkaracağından, kürsülerden serbestçe dile getirilmesi faydalı olacaktır; böylece belki zamanla Ermeniler ve Türkler arasında aracısız, gerçek bir diyalogun yolu açılabilir.

13 Ekim 2006