Muradyan’a cevaben

Agos, 28 Ocak 2011

Armenian Weekly dergisinin yayın yönetmeni Khaçig Muradyan’ın ‘Kimse Hrant Dink Değil’ başlıklı yazısına çeşitli itirazlarım var. [İngilizce aslı şurada]

Ancak öncelikle, o yazıda serdedilen görüşlere dair bence son derece isabetli tespitlerin, geçtiğimiz hafta Köxüz internet sitesinde, Garbis Altınoğlu tarafından, benim yapabileceğimden çok daha net bir şekilde dile getirildiğini söylemeliyim. (Her iki yazıyı da Basın sayfamızda okuyabilirsiniz) [Köxüz linki açılmazsa şurayı da deneyebilirsiniz]

Muradyan, “Hrant Dink’in sokak ortasında öldürülmesinden dört yıl sonra bile, cenazede binlerce insanın, daha sonra da yüzlerce yazarın Dink’in ölümünü takip eden aylar ve yıllar boyunca tekrarladıkları ‘Hepimiz Hrant’ız, ‘Hepimiz Ermeniyiz’ sloganıyla bir türlü barışamadım” diyerek başladığı yazısında, “kimsenin Hrant Dink olmadığı” gerçeğinden ve gerçek katillerin ortaya çıkmamış olmasından hareketle, “Türkiyeli bir aydın ya da aktivistin klimalı salonlarda Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesinin önemi üzerine konuşmalar yapması, ona, Ermeni olmak şöyle dursun – Ermenilerin acılarını ‘paylaşma’, ‘hissetme’, ‘anlama’ yok edilen ve mülksüzleştirilen Ermeniler için yas tutma hakkı tanımaz” diyor.

Muradyan’a göre, “Türkiye’de aydın, yazar ve aktivistler onun ismini proje ve üretimlerinin markası gibi kullanarak Ermenilere, Türklere ve tüm dünyaya sunuyorlar” ve böylece eleştirilemez hale gelmeye çalışıyorlar. Muradyan, Türklerin, Ermenilerin acısına dair “paylaşma, hissetme ve anlama” beyanlarının ise hiçbir anlamı olmadığını, çünkü Türk milli ekonomisinin, büyük ölçüde Ermenilerin mallarına, mülklerine el konmasıyla oluştuğunu, Ermenistan ile Türkiye arasındaki güç asimetrisinin de bu mülksüzleştirmenin sonucu olduğunu söylüyor. Muradyan son olarak, “Ermenilerle gerçek bir duygudaşlık kurabilmenin yolu” nun, Türk “aydın, yazar, ya da aktivistlerin (…) klimalı salonlarından çıkıp Der Zor çöllerinde anmalar düzenlemekten” geçtini belirtiyor.

Ahlaki olmayan zemin

Muradyan’ın durduğu yerden bakıldığında, ‘çıkarcı ve fırsatçı Türk aydınları’na had bildiren bir yazı bu. Ama kanımca, tarihte dondurduğu ‘Türk’ denen varlığa hiçbir değişme şansı bırakmayan, sinik bir bakış açısının ürünü olan bu yazı, ahlaki kabul edilemeyecek, milliyetçi bir bakış açısının ürünü. Çünkü bir halkı bir suçtan bütünüyle mahkûm eden bir anlayıştan hareket ediyor.

Biz Ermenilerin düştüğü en önemli tuzaklardan biri, mağduriyetimizin, kurbanlığımızın, adaletsizliğe uğramışlığımızın bizi otomatikman haklı kıldığına dair bir önkabule sahip olmamız. Oysa demokrat bir bakış açısını içselleştirmedikçe, haklı olmak için sahip olduğumuz meşru zeminin ayaklarımızın altından kayması işten bile değil. Türkiye’de geçmişi anlamak için gösterilen içten çabayı görmezden gelip mevcut somut koşulları tahlil etme çabasına girişmeden, yukarıdan ve suçlayıcı bir tonla “soyulmanın ve aşağılanmanın ne olduğunu” anlamanın yolu olarak Der Zor’u adres göstermek, Türklerin kendilerini gerçekten sorgulamalarını sağlayacak demokratça bir tavır değil ne yazık ki.

Türkiye’nin 1915’le ilgili esas sorunu, ‘bilmeme’ sorunudur. Bugün Muradyan’ın eleştirdiği, Ermeni sorunuyla yüzleşmek için çaba gösteren aydınların tamamı, çocukluklarında ve gençliklerinde, 1915’te ne yaşandığını bilmiyordu. İnsanların hayatlarının önemli bir bölümünde bilmeden yaşadığı ve sonradan vâkıf olduğu tarihsel bir gerçeklik hakkında, henüz son 15 yıldır, o da hayli mayınlı bir tartışma zemini varken, üstelik devletin balyozu da resmi söylemin dışına çıkanların her daim tepesindeyken, hep daha fazlasını istemek ve bunu bulamayınca da “Bakın işte, yine aynı hesapçı, yalancı Türkler!” diye parmak sallamak kabul edilebilir mi?

Muradyan’ın sözünü ettiği aydın grubu ve onların hitap ettiği toplumsal kesimin önemli bir çoğunluğu, geçmişte devlet şiddetinin en hasına, darbelere, hapis cezalarına, işkencelere maruz kaldı. Bugün Türkiye’nin gerçekten demokratikleşmesi ve geçmişiyle yüzleşmesi için çaba gösteren her kişinin bedel ödemeyi göze almış olduğunu ve hep hedefte olduğunu da biliyoruz. Hal böyleyken, bu insanları “klimalı odalarda konuşmak” gibi belaltı tabirlerle vurmaya çalışmak hangi akla hizmet ediyor?

Kimin haddi

Türkiye’de geçmişle ve 1915 soykırımıyla yüzleşme çabasının karşısında göz ardı edilemeyecek aktörler var. Devlet, milliyetçiler, toplumun damarlarına nesiller boylunca zerkedilen önyargılar... Buradaki güç dengesini, devletin ve milliyetçilerin Ermeni meselesinde gösterdiği sistemli çabayı, ve bu mücadelenin ne gibi riskler içerdiğini hesaba katmadan, toplumda bu konuda bir farkındalık yaratma yolundaki uzun erimli girişimleri bir çırpıda mahkûm etmek, insanlara “Ermenilerle duygudaşlık kurma” hakkını dahi tanımamak, daha baştan bütün kapıları kapamak değil mi?

Türkiye’de bugüne dek önemli kazanımlar elde eden mücadele bin bir farklı cephede ilerliyor. Ermenilerin daha yalınkat 1915 gündemlerinin aksine, Türkiyeli aydınlar için 1915, pek çok simgesel sorundan biri. Elbette ki önemli bir tanesi. Ama mücadelenin bütün amacı, Türkiye toplumunun geçmişiyle hakkıyla yüzleşebileceği, bu arada da 1915’te yaşananları gerçekten idrak edebileceği demokratik bir zemini yaratmak. Bu kadar geniş bir cephede mücadele sürerken, devletle bireyler arasında hiçbir ayrım yapmayıp bütün Türkleri suçlu ilan etmek ne kadar insaflıca?

Hrant Dink’in ölümünden sonra, onun adını kullanarak kendi siyasi amaçlarına ulaşmak isteyenler olduğu doğrudur. Ama bu durumu genellemek ve Hrant Dink’in temas edip gerçekten dönüştürdüğü, uyandırdığı ve etkilediği insanları görmemek büyük bir haksızlık. Muradyan’ın, mensup olduğu siyasi geleneğin Hrant Dink’in sağlığında ona hangi suçlamaları yönelttiğini anımsayıp bu konuda bir özeleştiriye girişmek yerine, onun tüm benliğiyle yan yana durduğu Türkiyeli demokratlara yüklenmesi, üstelik bunu Hrant Dink’in adını kullanarak yapması ne kadar ahlaki?

“Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” sloganı, kişisel düzlemde, biz Ermenilere, olup biteni geri çevirmek mümkün olmadığından, boş, anlamsız gelebilir. Ama siyasi analizler yaparken, bu sloganın Türkler için ne ifade ettiğini, milliyetçi zihniyet karşısında bu sloganın ne anlama geldiğini düşünmek gerekmez mi? Türkiye’de milliyetçilerin bu slogandan neden bu kadar rahatsızlık duyduğu üzerine kafa yormadan, Hrant Dink’i yüreklerinin en derininde anan ve onun yolunda yürümeye çalışan insanlara onun adına had bildirmeye çalışmak, kimin haddine allahaşkına?

Öz ve söz

Agos, 21 Ocak 2011

Manzara net. Cinayetten sonra dört yıl boyunca mahkeme kapısında bir arpa boyu yol kat edemedik.

Peki ya, bundan sonra?


Bundan sonra da her şey aynı mı olacak? Yine oyalanacak, yine eziyet görecek, yine alaya mı alınacağız?

Bu faili meçhuller diyarında, toplum vicdanının bu kadar derinden gördüğü, derinden bildiği, derinden lanetlediği bir başka cinayet daha olmadı. Tetikçinin, onu bulanın, ona akıl verenin, onu azmettirenin, ona atış talimi yaptıranın, yani bildiğimiz çoluk çocuk takımının ötesine geçen bağlantılar artık cümle âlemin malumu. Avukatların ve gazetecilerin ortaya çıkardığı gerçekler, ilmek ilmek, düğüm düğüm, adım adım bizi devlet görevlilerine, askeriyle, polisiyle, bürokratıyla devlet yapısına ve zihniyetine doğru götürüyor. Devletlu zevatın suçluluğu ‘bö’ diyor! Bunu artık hepimiz biliyoruz.

Gazeteciler Nedim Şener’in, Kemal Göktaş’ın, Demet Bilge Ergün ve Timur Soykan’ın, İsmail Saymaz’ın, adını anmadığım çok sayıda muhabir arkadaşın ve son olarak Adem Yavuz Arslan’ın ortaya çıkardığı gerçekler, en ufak şüpheye yer bırakmayacak şekilde, devlet içinde birilerinin önce Hrant Dink’in kalemini kırma kararı verdiğini, sonra da bu kararın infaz edilmesi için, yine devlet görevlileri tarafından desteklenen bir çetenin harekete geçirildiğini gösteriyor bize.

Bildiklerimiz zaten bini aşıyordu, son bir hafta içerisinde Nedim Şener ve Adem Yavuz Arslan’ın kitaplarıyla ortaya çıkan yeni bilgiler de, ezberden bildiğimiz resmin doğruluğunu teyit eden kanıtlar içeriyor. Geçen hafta Şener’in kitabından alıp Agos’un manşetine taşıdığımız belgelerde, İstanbul Emniyeti’nin, Emniyet arşivinde Hrant Dink’in tehdit edilmesine ilişkin herhangi bir istihbari belge bulunmadığına dair yalanından; Erhan Tuncel’in Nedim Şener’e gönderdiği mektuplardaki ifadelere; Trabzon’dan İstanbul’a hareketinde Ogün Samast’a astsubay Satılmış Şahin’in eşlik ettiğine; gayrimüslimlere yönelik saldırıların hangi MGK politikalarıyla başlatıldığına varana dek, normal bir ülkede dağı taşı yerinden oynatacak yeni kanıtlar ortaya çıktı.

‘Operasyonlar’ arasında bağlantılar

Özellikle Rahip Santoro cinayeti ve Malatya katliamıyla Hrant Dink cinayeti arasındaki bağlantılar, askeri plan ve belgelerde ‘operasyon’ diye anılan bu cinayetlerin devlet içerisinde uzandığı yerleri açıkça ortaya çıkarıyor. Her üç cinayette jandarmanın oynadığı rol üzerine, Malatya’daki mahkemeye gizli bir tanık tarafından verilen ifadeyle ortaya çıkan kanıtların üzerine gidilebilirse, Adem Yavuz Arslan’ın deyişiyle, “2005, 2006 ve 2007’de yapılan derin operasyonlar hakkında fotoğrafın berraklaşması sağlanabilir.”

18 Ocak tarihli Zaman’daki yazılarında Şahin Alpay ve Bülent Korucu, Malatya cinayetinin bu anlamdaki kilit rolüne dikkat çekiyordu. Ayrıca, konuyu yakından takip eden ve geçtiğimiz hafta bir rapor yayımlayan European Stability Initiative (Avrupa İstikrar Girişimi Derneği) de, 2007 ve önceki yıllarda işlenen cinayetlerle ilgili olarak, “Siyasi şiddet ve sorumlularının cezasız kalmaları geleneği son bulduktan sonra ancak Türkiye’nin güvenilir ve geri dönülmez bir biçimde demokratikleşme yoluna girdiği söylenebilir” sözleriyle, meselenin Türkiye demokrasisi açısından kilit rolünün altını çizdi.

Geçen haftaki yazıda, yeni bir Türkiye’nin ancak siyasetler üstü bu suç birliğinin bozulmasıyla doğacağını, bu dönüşüm gerçekleşene kadar da her açılımın eksik, her demokratikleşme adımının yarım, her reformun şüpheli kalmaya mahkûm olacağını yazmıştım.

Hrant Dink son yazılarında medyanın, Kemal Kerinçsiz grubunun, daha sonra Veli Küçük’ün mahkemeye gelmesiyle Kerinçsizlerin de ötesine geçen bir yapının kendisini tehdit ettiği açıkça yazdı. Hrant Dink, adeta canlı yayında işlenen bir cinayetle katledildi.

Bu cinayet aydınlatılmazsa, değiştiğine, demokratikleştiğine inandığımız Türkiye’de hep bir şeyler eksik kalacak. Dava üç, beş çocukla sınırlı tutulursa Türkiye’nin aslında hiç değişmediğini anlayacağız. İttihatçılıkla başlayan, devleti ve Türk etnik kimliğini yücelten, bir hâkim millet psikolojisini Türklerde yerleştiren, ‘diğerleri’ni ise bilinçli ya da bilinçsiz olarak hakir gören, katlanılır gösteren zihniyetin hükmünü sürmeye devam ettiğini anlayacağız.

Tetikçi bulmak neden bu kadar kolay?

Buradan baktığımızda, Hrant Dink cinayetinin neden bir simge olduğunu anlarız. Yakın tarihlerde, Rahip Santoro öldürülmüştü. Cinayetten sonra ise Malatya’da üç Hıristiyan hunharca katledildi. Bütün bunlar birtakım darbe planları dahilinde yapıldı muhtemelen. İktidar kavgasının çok daha ötesine geçen asıl ve derin sorun ise, bu memlekette bu tür planları yapanların ve onların tetikçilik için kandırabilecekleri 18 yaşından küçük çocukların bu kadar kolay bulunuyor olması.

Ergenekon devlet içinde yuvalanmış bir grubu temsil ediyor, ama cinayeti işleten zihniyetin daha derin kodları var. Bugüne dek hep cinayetin arkasındaki “büyük ağabeyler” ortaya çıksın dedik. Ama büyük ağabeyler, asıl o devletçi zihniyetin yıkımını sağlayabilirsek önemli olacak. Çünkü o ilişkilerin ucunun gittiği yerler Türkiye’deki devlet yapısını kökten tehdit ediyor.

Bir kez daha açıkça görelim: Türkiye gelecekte, yakın tarihteki darbe girişimlerini ve bunlara karışan subayları mahkûm etmiş, darbeyi tarihinden silmiş bir ülke olabilir, ama tek başına bu, gerçek demokrasiye kavuştuğumuz anlamına gelmeyecek. Ancak bu cinayetler, faili meçhuller, Toplumsal Bellek Platformu’nda birleşen ailelerinin yakınlarının ve Cumartesi annelerinin çocuklarının nasıl öldürüldüğü ortaya çıktığında gerçekten demokratik bir ülke olacağız. Sözde değil, özde…

Ancak o zaman Derin Devlet, JİTEM, Kontrgerilla korkumuz olmayacak. Ancak o zaman sorunlarımızın gerçek çözümü yoluna girmiş olacağız.

Bütün bu hayaller gerçek olana kadar, mücadeleye devam.

Siyasetler üstü suç birliği

Agos, 14 Ocak 2011

İnsanlık adına yapılmış bir heykelden ucube diye söz eden ve onun kaldırılacağı müjdesini veren bir Başbakan’la, “90 bin şehit daha vermek için” ant içmiş bir Dışişleri Bakanı’na sahip bir ülkede, yetim bir halkın yetim bir çocuğunun katledilmesinin hakkını nerede arayacaksınız?

Hrant Dink’in oğlu Arat’ın geçen sene bütün Türkiye’nin gözünün içine baka baka söylediklerinden sonra artık söylenecek hangi söz kaldı?

Her şey o gün de göz önünde değil miydi?

Onun nasıl adım adım hedef haline getirildiği görülmüyor muydu?

Nasıl katledildiği daha ilk dakikadan bilinmiyor muydu?

Tetikçi daha ilk günden kahraman muamelesi görmedi mi?

Daha ilk ayda bütün Emniyet ve Jandarma bağlantıları ortaya çıkmamış mıydı?

Devletin onun kalemini kırdığını, bu cinayetin müştereken ve taammüden işlenmiş bir suç olduğunu en cahilinden en okumuşuna Türkiye’de her vatandaş en son hücresine kadar bilmiyor muydu? Bilmiyor mu?

Hrant’ın Arkadaşları’nın 19 Ocak için yaptıkları çağrıda söylendiği gibi, “Dört yıldır yürekleri yok, yüzleri yok” ki bu sorulara ve daha yüzlercesine cevap versinler.

Görene görünür

Maktul bir gazeteci olduğuna göre, yazılarının tanıklığı her şeyden daha önemli olmalı. Fazla uzağa gitmeye hacet yok. Artık herkesin çok iyi bildiği o son iki yazıya bir kez daha bakmak yeter. Bizim için kerteriz noktası orada. O yazılarda sözünü ettiği, kendisini “açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç”ün kimler olduğunu anlamak için allame-i cihan olmaya gerek yok.

Türk Ceza Kanunu’nun Türklüğü aşağılamayı cezalandıran 301. maddesinden mahkûm olmasının ardından sorduğu sorunun yanıtı da hiç zor değil. “Benim Ermeni olmamın bu sonuçta bir rolü oldu mu?” diye sormuştu, hatırlıyor musunuz?
Kerinçsiz grubuyla ve daha ötesiyle ilgili söyledikleri yeterince açık değil miydi anlayan için: “Peşimde tekrar birileri vardı. Onları seziyordum. Ve onların Kerinçsiz ekibiyle sınırlı ve salt onlardan oluşacak denli sıradan ve görünür olmadıklarını çok iyi biliyordum.”

Avukatımız Fethiye Çetin, cinayetin dördüncü yıl raporunda bakın ne diyor: “Sıradan ve olağan bir cinayet olayında şayet maktul, ölümle tehdit edildiğine, hedef gösterildiğine ilişkin bir yazı, bir mektup bırakmış ise, soruşturmayı yürüten savcı, bu mektubu, ya da yazıyı dikkate almak ve bu mektupta adı geçenler hakkında soruşturma yapmak zorundadır.”

Hal böyleyken, soruşturmayı yürüten savcılar, Hrant Dink’in söz konusu yazılarını görmezden gelmediler mi?

Derdimiz çoktur, hangisine yanalım?

Kötü kopya

Türkiye’nin sağcıları, solcuları, ilericileri, muhafazakârları, devrimcileri, dindarları, Türkleri, Kürtleri… Evet, hepimiz bin bir türlü badirelerden geçiyor, bin bir türlü mücadelenin içinde yoğruluyoruz. Bu mücadelenin gidişatına göre kâh o tarafa kâh bu tarafa eğiliyor, öyle veya böyle bir yol alıyoruz.

Siz görseniz de görmeseniz de, anlasanız da anlamasanız da, idrak etseniz de etmeseniz de, bu mücadelede asıl test, Ermeni meselesidir. Ermeni olmamıza bakıp da bunu Ermeni davasının bayraktarlığına soyunmamıza yormayın, muradımız bu memleketin geleceğiyle ilgili. Ve tam da bu yüzden, tarihte kaldığı sanılan Ermeni kıyımının o kadar da tarihte kalmadığını, bugün hâlâ devam ettiğini gösteren Hrant Dink cinayetidir asıl sınav.

Öncesi ve sonrasıyla, esas olarak Türkiye’de devleti ve Türk etnik kimliğini yücelten bir zihniyetin ürünü bu cinayet; biraz izan sahibi olanlar bu nokta üzerinde anlaşıyor. İttihatçılık, Kemalizm, vatanseverlik, İslamcılık, Nizamı alemcilik, Neo Osmanlıcılık, milliyetçilik, ulusalcılık, ırkçılık, ülkücülük, Hıristiyan karşıtlığı… Bu toprakların şiddet besleyen bütün ideolojilerinin ortaklaşa peydahladığı kara bir leke 19 Ocak.

Bu ideoloji çorbasının yarattığı iklim sayesindedir ki, askerle, polis, darbeciyle istihbaratçı, beyaz Türk gazeteciyle muhafazakâr bürokrat, cinayeti işleyip sonra da üzerini örtmeye, unutturmaya çalıştı. Birlikte.

Buna karşılık, Hrant Dink’in katledilmesinin milyonlarca Türkiyelinin ruhunda açtığı derin yarığın nedeni, bu suç birliğinin farkında olmaktı. Agos’un kuruluşundan sonra yaptığı her şeyle kendini göstere göstere Türkiye toplumuna ‘emanet’ etmiş bir Ermeni’ye sahip çıkamamanın suçluluğuydu aynı zamanda. Hepimizin gözü önünde, adeta canlı yayında gerçekleşen bu ölüm, ta doksan küsur yıl önceki cinayetlere bağlanıyordu.

İşte bu yüzden, yeni bir Türkiye de, ancak bu siyasetler üstü suç birliğinin bozulmasıyla doğacak. Bu hayırlı milat gerçekleşene kadar da her açılım eksik, her demokratikleşme adımı yarım, her reform şüpheli kalmaya mahkûm olacak.

Cinayetin işlendiği gün, Hrant Dink’le birlikte, içimizdeki değişime dair umutları toprağın bin kat dibine gömüldüğünü düşündük. Ne kadar çalışıp çabalarsanız, ne kadar ter dökerseniz dökün, yeni bir geleceği inşa etmek, geçmişi konuşup tartışmak için elzem olan en küçük siyasal zeminin dahi var olmadığını görmekti en büyük hayal kırıklığını yaratan. Umudu yeniden gün yüzüne çıkarmak, ancak ve ancak bu davanın arkasındaki bütün pisliğin ortalığa saçılmasıyla mümkün. Hep birlikte makûs talihimizi ancak o gün yenebileceğiz. Yanımızdakini kimliğimizin şu ya da bu yüzüyle alt etmekten vazgeçmeyi öğrendiğimiz gün.

Yarın darbe girişimlerini mahkûm etmiş bile olsa, Hrant Dink cinayetini üç beş tetikçiyle sınırlı tutup kapatmış bir Türkiye, belki bugünkünden daha demokratik bir görünüme sahip olabilir. Ama geçmiş cinayetlerin çamurları eteklerinden temizlenmemiş bir demokrasi, gerçekten adil bir yönetimin ancak kötü bir kopyası olabilir. Zamanla koflaşacak, içi boşalacak, sonra da puf diye yıkılıp gidecek kötü bir kopya.

Kürtler ve geçmişin karabasanları

Agos, 7 Ocak 2011

Kürtlerin demokratik özerklik ve iki dillilik talepleri iktidar ve muhalefet partilerinin yüksek perdeden tepkisiyle karşılandı. Geleneksel tek devlet, tek millet, tek dil, tek bayrak söylemini daha daha yükseltmekte herkes birbiriyle yarışıyor. Kürtlerin her yeni siyasi talebi, memleketin batısında, kimin daha has Türk milliyetçisi olduğunu ispatlamak için yeni bir davet olarak algılanıyor.

Bu taleplerin zamanlaması ve içeriği konusunda DTK veya BDP çizgisiyle hemfikir olmayabilirsiniz, bundan daha doğal bir şey yok, ama şeytan görmüş gibi, daha fazla kandan başka hiçbir sonucu olmayacak milliyetçiliğe sarılmanın kabul edilebilir, mantıklı bir açıklaması da yok. Bir avuç daha fazla oy için bunca bedel ödemeye değer mi?

Milliyetçiliğin sahneye çıkmak için sürekli olarak fırsat kolladığı bir ortamda, hükümet Ergenekon yargılamaları nedeniyle esasında kırılgan bir durumdayken, atılacak olası barış adımlarını engelleyecek adımlardan kaçınmak Kürt siyasilere düşen önemli bir sorumluluk şüphesiz. “İki ayrı bayrak” gibi, hem Türk milliyetçiliğine prim sağlayacak hem de özünde milliyetçi açıklamalardan kaçınmak gerektiğinden söz ediyorum. Nitekim, Abdullah Öcalan’ın avukatlarıyla son görüşmesinde, DTK’nın duyurduğu taslağı belirli noktalarda eleştirmesi de, Kürt siyasetinde bağımsız bir aydın duruşu geliştirmek için çaba sarf eden Orhan Miroğlu’nun daha önce dile getirdiği “yanlış zamanda doğru talepler” eleştirisinin çok da haksız olmadığını gösteriyor.

Ancak Kürt siyasi hareketinin, konforlu koltuklarımızda otururken tespit etmekte zorlanmadığımız bu tip göreli stratejik hataları, ‘Türk’lere pervasızlaşma hakkını neden veriyor? Bunu anlamak sahiden zor.

Bağımsızlıktan vazgeçeli çok oldu

Beğenelim ya da beğenmeyelim, Kürt partileri yıllardır, bağımsız bir ulus-devlet projesini artık benimsemediklerini her fırsatta ilan ediyor, bu konuda güvenceler veriyor. Bu tavır DTK’nın demokratik özerklik taslağıyla ortaya çıkmış değil, daha öncelere uzanıyor. Misal, üç buçuk yıl önce yine Diyarbakır’da, toplanan DTP kongresinin sonuç bildirgesinde, partinin yaklaşımı şu sözlerle ortaya konuyordu:

“(H)er ulus için ayrı bir devlet talep etme gibi felsefik ve konjönktürel gerçeklikten uzak ve halkların birbirini boğazlamasına kadar gidebilecek bir süreci tetikleyecek siyaset anlayışı yerine, halkların demokratik birliğini esas alan, demokrasiyi genel bir meclise hapsetmeyen, halkın tartışma ve karar mekanizmalarına katılımını kolaylaştıran, toplumun temel bütün sorunlarını en iyi şekilde ve yerinde çözüme kavuşturacağı bir siyasi ve idari yapılanma modeli, kendini büyük bir ihtiyaç olarak dayatmaktadır. Kongremiz, ülke bütünlüğü içinde halkın yerelde söz ve karar sahibi olmasını sağlayacak ve tüm farklılıkların kendini özgürce ifade edebileceği düzeyde özerklik kazanması temeline dayanan modelin çağdaş kavramlaştırılışını ‘demokratik özerklik’ biçiminde tanımlamaktadır. Demokratik öz yönetim anlamına gelen demokratik özerklik, Demokratik Cumhuriyet’in içinin doldurulmasıdır.”

Olası yanlış anlamalara ve çarpıtmalara karşı supap niyetine, bildirgede bir de şu cümle yer alıyordu:

“Bu yapı federalizmi ya da etnisiteye dayalı özerkliği ifade etmez; merkezi yönetimle iller arasında kademelendirilmiş demokratik bir yeni idari takviyedir.”

Manzara bu kadar açıkken ve Kürtler, o günden bu yana tüm baskı ve engellemelere, operasyonlara karşı, el yordamıyla da olsa bu taleplerin altını doldurmaya çalışırken, Türklerin büyük çoğunluğu, içeriği bir türlü anlaşılamayan ve Habur’daki karşılama töreninden sonra rafa kalkan açılım sürecini baltalamakla meşguldü. Bugün de hâlâ, aynı büyük çoğunluk, Meclis’te Gülten Kışanak’a Türkçe sözlük armağan eden aklıevvellerin tepkileri destekliyor.

Peki bu iş nasıl olacak? Karşınızdakini hep döverek onunla nasıl barışacaksınız?

Abagetronatsum

Yazmıştım. Bugün Kürt sorunu çevresinde yaşadıklarımız, bana sık sık, 1915 öncesinde İttihatçılarla Ermeni siyasi partileri arasında geçen reform tartışmalarını hatırlatıyor. 1908’de Sultan Abdülhamid istibdadına son veren İttihatçıların yanında saf tutan Ermeniler, daha özgür bir rejim için Meşrutiyet yönetimini desteklemişti. Temel beklenti, adem-i merkeziyet (Ermenicede ‘abagetronatsum’, yukarıdaki DTP metnindeki ‘öz yönetim’) ilkesinde vücut buluyordu. İdari yapılanmanın adem-i merkeziyet esasına göre yeniden örgütleneceği, dolayısıyla zikredilen sorunların çözüleceği yolundaki büyük bir umut vardı.

Ancak İttihatçılar iktidarda güçlendikçe, sözlerini unuttular. Ermeni vilayetlerinde öz yönetimi güçlendirmenin özerklik ilanına zemin hazırlayacağı korkusuyla, reform taleplerini daima geri plana ittiler. 1914’te, uluslararası koşulların dayatmasıyla, iki yabancı genel valinin kontrolünde gerçekleşecek bir reform taahhüdüne girmiş olsalar da, I. Dünya Savaşı’nın çıkmasını fırsat bilip bu planı tarihin çöplüğüne göndermekten çekinmediler.

Sonrası hepimizin malumu: Tehcir, katliamlar, Anadolu Ermenilerinin kökünün kazınması.

Bu geçmişe ve bugün de reform taleplerinin yükselttiği milliyetçi tepkilere bakınca, ‘adem-i merkeziyet’, ‘yerinden yönetim’, ‘öz yönetim’, ‘abagetronatsum’, ‘demokratik özerklik’, adına ne dersek diyelim, bölgesel yönetimleri güçlendirme yönündeki taleplerin ‘Türk’ devlet geleneğinin kırmızı çizgisi olduğunu ve bu noktada taviz vermeme tavrının zaman içinde pek değişmediğini görebiliriz.

Bu talepler bugünün Batı dünyasında her ne kadar doğal ve demokrasinin gereği sayılsa da, otoriter bir tek parti rejimi altında kurulan ve on yılda bir darbelerle demokrasisi kadük kılınan bu devletin yönetsel özü, yerinden yönetime uygun görünmüyor. Bu bakımdan bir zihniyet devrimine ihtiyaç olduğu kesin. Türkiye’de demokrasi mücadelesi işte tam da bu yüzden hayati.

Türkiye, Kürtlerin barışçı talep ve önerilerine kulak tıkadıkça, “Yüz yıl öncenin karabasanları tekerrür eder mi acaba?” sorusu başımızın üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallanmaya devam edecek. Barışa en yakın olduğumuzu sandığımız bir zamanda, aslında en zorlu sınavlardan geçiyoruz.