hayat, olduğu gibi
Mamig ve Şuşanig
Türkiye’deki Ermenistanlı göçmenlerin sorunlarını konuşuyorduk geçen hafta; özellikle de yıllardır burada yaşayan ama ebeveynleri yasal statüde olmadığı için eğitim alamayan çocukların yaşadığı sıkıntıları. Oradan devam edelim.
Son günlerde tanık olduğum bir olay, vaziyetin vahametini anlatmaya pekâlâ yeter.
Tarlabaşı’nın fukara ara sokaklarından birinde, bir çamaşırhane. Bir bodrum katı. İçerde üç kişi çalışıyor. Aralarından biri, Ermenistanlı Markırit. 60 yaşlarında. Ayda 350 dolar kazanıyor. Kızıyla ve torunuyla birlikte İstanbul’dalar. Torunu Şuşanig’i, kızının işyeri çocuğu kabul etmediği için, her gün Tarlabaşı’ndaki bu dükkâna getiriyor.
‘Mamig’i çalışırken, küçük Şuşanig bütün gün bir kenarda sessizce oturuyor, kendi kendine icat ettiği oyunlarla vakit geçiriyor; yine kendi kendine icat ettiği yollarla, dükkâna girip çıkanların dikkatini çekmemeye, onlara görünmemeye çalışıyor. Dışarıdan gelenler (genellikle civardaki otel ya da restoranların Kürt garsonları) o izbe dükkânda dört yaşındaki bir küçük kız çocuğunun köşede sessizce oynamasını önce garipsiyor, ama çoğu zaman, yıkanmasını istedikleri eşyaları aceleyle bırakıp işlerinin başına geri dönüyorlar.
Şuşanig, aynı durumda olan kim bilir kaç göçmen çocuğundan biri. Bir okula gitmek, yaşıtlarıyla oynamak yerine, çocuk ruhunda kim bilir nasıl izler bırakan koşullarda yaşamak zorunda. Anneannesi ve annesiyle birlikte her ay otobüsle Gürcistan sınırının yolunu tutuyor ve aynı gün içinde geri dönüp Türkiye’ye giriş yapıyorlar. Çünkü 30 günlük vizenin süresi dolarsa yasadışı duruma düşecekler, ve bu da büyük tehlikeler yaşamak anlamına geliyor. Yolda geçirdikleri zaman işyerinde izin günlerinden sayıldığından, çoğu zaman haftada yedi gün çalışmaları gerekiyor. Bütün bu emeğin karşılığında da, Kumkapı’da yatak niyetine yere serdikleri battaniyelerin üzerine kıvrılarak uyudukları bir odada yaşıyor, para biriktirerek bu koşullardan kurtulmaya çalışıyorlar. Hiç değilse vizenin süresi daha uzun olsa, hiç değilse vizenin süresini İstanbul’da belli bir bedel karşılığında uzatmak mümkün olsa, sınır kapılarında ne idüğü belirsiz insanlara para ödemekten kurtulur, kendimizi daha güvende hissederiz diye düşünüyorlar. Zaten hep düşünüp duruyorlar.
Türkiye devleti, her birinin kökleri Anadolu’nun çeşitli kentlerine dayanan, dolayısıyla 1915’in o karanlık günleri yaşanmamış olsa yurttaşımız olacak Ermenistanlı göçmenleri bugüne dek görmezden geldi ve fakat uluslararası siyasi arenada işine yaradığını düşündüğü şekillerde kullandı. Şu halde sorumuz basit: Dışişleri Bakanlığı’nın büyükelçiliklerden 24 Nisan anmalarına katılmalarını istediği bir garip ‘açılım’ döneminde, atılması gereken asıl ilk adım bu insanların dertlerine bir derman bulmak değil mi? Bu insanlık dışı tavra bir son vermenin zamanı gelmedi mi?
Beri yandan, daha önce de yazdığımız gibi, Ermenistanlı göçmenler, İstanbullu Ermenilere de tutulan bir ayna aslında. Onlarla ilişkisizliğimize, onlarla temas kurmaktaki eksikliğimize, onlardan korkmamıza, onları kendimizden uzak tutmaya çalışmamıza bakarak, kendimiz hakkında fikir sahibi olabiliriz. Katı, hor gören, bencil, sevgisiziz... Vicdanımız, evlerimizde ihtiyarlarımızı, hastalarımızı baktırdığımız, temizliğimizi yaptırdığımız bu insanların çocuklarına şu veya bu yolla yardım etmeyi düşündüğümüz kadar... Gedikpaşa Protestan Kilisesi pastörü Krikor Ağabaloğlu’nun bütün tehlikeleri göze alarak yarattığı ve yetmiş çocuğun yararlandığı, adeta bir okul haline gelen Joğvaran, bizlere bu kadar yıldır hiçbir şey anlatmadı mı? Kurumlarımız, derneklerimiz, vakıflarımız, Ermenistanlı göçmenlerin sorunlarına çözüm bulabilmek için neden bir araya gelmiyor hâlâ?
Atılacak küçük insani adımlardan bizi alıkoyan ne? Yılbaşında, Getronagan okulu öğrencileri onlarla bir araya gelmiş, eğlenmiş, onlara yalnız olmadıklarını hissettirmişti. Bu küçük tanışma, temas etme etkinliklerinin sayısı neden artmıyor? Neden düzenlediğimiz etkinliklere, konserlere, dans gösterilerine onları davet etmek aklımızın ucundan geçmiyor? Neden korolarımıza Ermenistanlıların da katılması için çaba göstermiyoruz?
Çok mu zor? Neden korkuyoruz?
Sibop
PKK’nın eylemsizlik dönemini devletten çeşitli talepler eşliğinde sona erdirmesi hakkındaki görüşü sorulan Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, “Devlet bugüne kadar ne yaptıysa bundan sonra da onu yapar. Kimseyle pazarlık yapacak halimiz yok. Bu çok açık ve nettir. Bugüne kadar ülkenin imkân ve kabiliyetlerini, devletin gücünü kullanarak nereye kadar getirdiysek bundan sonra da aynı kararlılıkla götürürüz” dedi.
Hiç eğip bükmeden, bu cümlelerin tercümesini, “Bugüne dek olduğu gibi Kürt sorununun çözümsüz kalması için elimizden geleni yapacağız. Dolayısıyla daha çok genç kanı akacak, daha çok nefret ve milliyetçilik olacak” şeklinde yapabiliriz.
Muhterem bakan, bu tür soruların sorulmasının bile kendisini üzdüğünü ifade etmiş. Çünkü bu örgütlerin en önemli amacı kendilerinden devamlı bahsettirmekmiş, böylece onların ekmeklerine yağ sürülüyormuş. Çiçek bu yüzden, “Siz soruyorsunuz, biz cevap veriyoruz adamların istediği hâsıl oluyor. Keşke siz sormasanız, biz de bu cevapları vermesek. İşin gereği neyse bugüne kadar olduğu gibi tedbirlerimizi güncelleştirerek devam ettireceğiz. Onun için bu soruyu siz sormamış, ben de cevap vermemiş olayım” demiş.
Ne kadar sağduyulu, ne kadar sorumluluk sahibi yorumlar... Memlekette otuz yıldır akan kan, seksen küsur yıldır çözülemeyen Kürt sorunu, sanki PKK’nın kendisinden bahsedilsin diye uydurduğu yalanlar. Sanki insanlar dağa şöhret için, gazetelerde, televizyonlarda adları görünsün diye çıkıyor, sanki kendilerinden devamlı bahsedilsin diye can alıp can veriyorlar.
Cemil Çiçek, hükümetin devlete devamlı olarak teminat veren yüzü. Başbakan’ın ve diğer tüm bakanların, demeçleri ve icraatlarıyla devlete sık sık verdiği teminatların yanında, o daimi bir garanti sibobu; “Yaramaz çocuk değiliz, biz de yüce Türk devletinin yüce ideallerine bağlıyız, sizdeniz” garantisi.
Onun içinde olduğu herhangi bir hükümetin Kürt sorununu da, başka hiçbir kangrenleşmiş, tabulaşmış konuyu da çözmeye niyetli olmadığını anlayabiliriz. Seçimler yakın, akla kara yakında belli olacak.
Ermenistanlı çocuklar
Geçen haftaki Agos’ta Alin Ozinian imzasıyla yayımlanan, İstanbul’daki Ermenistanlı göçmenlerin sorunlarına dikkat çeken bir dizi söyleşi, kanayan bir yaramıza parmak bastığı için çok önemliydi.
Ermenistanlı göçmenlerin, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında ülkelerinde yaşam koşullarının dayanılmaz bir hal alması nedeniyle dünyanın dört bir tarafında ekmek kavgası peşine düşmeleri, büyük bir insani trajedi yarattı. Aslında bu trajedi, Ermenistanlılara özgü de değildi. Doğu Bloku ülkelerinde yaşayan milyonlarca insan, rejimin yıkılmasının ardından ülkelerini terk ederek, alışık olmadıkları koşullarda, üstelik Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle gittikçe azgınlaşan neo-liberal politikalar nedeniyle en hoyrat sömürülere maruz kaldılar.
Yıllar geçtikçe bazı ülkelerde ekonomik durumun göreceli olarak iyileşmesiyle o ülkelerin yurttaşları için bu durum hafiflese de, Karabağ Savaşı bahanesiyle Ermenistan sınırını kapalı tutan Türkiye’nin ambargosu nedeniyle ekonomik krizin kronik hal aldığı Ermenistan’da, nüfusun üçte biri ülke dışına çıktı. Bu insanların bir kısmı da Türkiye’ye geldi.
‘Türkiye’deki Ermenistanlılar’ yeni bir sosyolojik olgu değil. 1990’ların başlarından bu yana çok sayıda Ermenistanlı Türkiye’ye geldi ve ev işlerinden ticarete, fabrika işçiliğinden boyacılığa çeşitli işlerde çalıştı. Aralarında, ailesini geçindirebilmek için bedenini satan kadınlar da vardı. Türkiyeli yetkililer, çoğu zaman vizesiz olarak ikâmet eden bu insanların varlığına göz yumdu. Muhtemelen, bunun ardında, Ermenistan’la sorunlu giden ilişkilerde onları koz olarak kullanabilme düşüncesi vardı.
Koşulları çok zor
Bugün, çok sayıda Ermenistanlı, İstanbul’da, özellikle Kumkapı civarında yerleşmiş durumda. O muhitle bütünleştiler. Dükkânların vitrininde, çarşıda, pazarda Ermenice yazılar göze çarpıyor. Pek çoğu yıllardır burada yaşıyor ve yakın bir gelecekte ülkelerine dönmeyi düşünmüyor. Çünkü Ermenistan’da burada sahip oldukları koşullardan bile daha kötüsüne razı gelmek zorundalar.
Bu sorunun en can alıcı yönlerinden biri çocuklar. Bazıları Ermenistan’ı hiç görmemiş, bazıları ise oraları hiç hatırlamayan, yüzlerce, belki binlerce çocuk bugün İstanbul’da yaşıyor. Ebeveynlerinin yasal bir statüsü olmadığı için onlar da kaçak olarak yaşamak zorundalar. Oysa onlar çocuk ve her çocuk gibi büyüyorlar; okula gitmeleri, bir eğitim almaları gerekiyor. Eğer eğitim alamazlarsa, hayatları boyunca fakirliğin kısır döngüsünü kıramama, daima ucuz işgücü olarak kullanılma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklar.
Pek çok mülteci ve göçmenin sığındığı Türkiye’de, bu sorunu sadece Ermenistanlı çocuklar yaşamıyor elbette. Afrikalı, İranlı veya Iraklı pek çok ailenin çocuğu da benzer bir çaresizlik içinde.
Oysa Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre, bütün ülkeler çocukların eğitim hakkını kabul etmek ve “eğitim alanında, özellikle cehaletin ve okuma yazma bilmemenin dünyadan kaldırılmasına katkıda bulunmak, çağdaş eğitim yöntemlerine, bilimsel ve teknik bilgilere sahip olunmasını kolaylaştırmak amacıyla uluslararası işbirliğini güçlendirmek ve teşvik etmek” zorunda.
18 yaşından küçük olan her insanın, yani her çocuğun eğitim hakkından yararlanması, evrensel hukukun vazgeçilmez bir değeri.
Ermeni okullarına gidebilmeliler
Geçtiğimiz dönemlerde, Ermeni toplumu, bu çocukların İstanbul’daki Ermeni okullarına devam edebilmeleri yönünde talepte bulunmuş, Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, bu talebe, çocukların yasadışı statüde olmaları nedeniyle çözümün zor olduğu ama konuyu araştıracakları yanıtını vermişti. Bir süre sonra da, yasal statüdeki Ermenistanlı çocukların Ermeni okullarına devam edebileceği açıklandı. Bu, olumlu gibi görünse de, Türkiye’de yasal statüde olan Ermenistanlı çocukların sayısının iki elin parmaklarını geçmiyor olması nedeniyle, esasen işlevi olmayacak bir idari adım.
Oysa Türkiye, Ermenistanlı veya değil, göçmen ailelerin çocuklarına öncelikle ‘çocuk’ olarak bakma olgunluğunu gösterebilir. Yasadışı olan, çocuklar değil. Onlar, kendilerini bu karanlık döngüye hapseden uluslararası sistemin küçük kurbanları. Anne ve babaları ucuz işgücü olarak kullanılır ve varlıklarına göz yumulurken, onların eğitimsizliğe ve cehalete mahkûm edilmesinin hiç kimseye bir yararı yok.
2003’ten beri, Gedikpaşa Protestan Kilisesi, büyük bir toplumsal hizmette bulunarak, bodrum katında Ermenistanlı çocukların eğitim alabilmesi için faaliyet gösteriyor. Kilisenin bodrumunda, ‘okul’ diyebileceğimiz eğitim yuvasında 70 çocuk ders alıyor. Onlara öğretmenlik yapan Heriknaz Avagyan, onların yaşadıklarını şu sözlerle anlatıyor: “Çocukları gruplara ayırıp ders yapıyoruz. Beşinci yılı bitiren her öğrencinin annesine anlatıyorum, ‘Çocukları Ermenistan’a gönderin, eğitimlerine devam etsinler, gelecekleri için’ diyorum. Vartan diye bir öğrencim vardı, çok zeki, çok çalışkan. Göndermedi ailesi onu Ermenistan’a, burada kalıp çalışmak zorunda kaldı, ama onun defterlerini hâlâ saklıyorum ben. Öyle güzel el yazısı vardı ki, kıyamıyorum atmaya. Çocukların hayalleri gerçekleşmiyor, kimse onlara ‘Ne olmak istiyorsun?’ diye sormuyor. Erkekler ya kuyumcu ya da fabrika işçisi oluyorlar, kızların durumu ise çok daha kötü.”
İşte bu çocukların durumunun daha da kötüleşmemesi için artık bir çare bulunması gerekiyor. İstanbul Ermeni toplumu, yetkili kurumları, okulları, vakıfları, Ermenistanlı çocukların eğitim sorunun gündemden düşürmemeli, hükümetten bu konuda talepte bulunmaya devam etmeli. Hükümet ve Milli Eğitim Bakanlığı ise, her birinin ailesi Anadolu kökenli olan bu çocukların hiç değilse ‘misafir öğrenci’ statüsünde okullara devam edebilmeleri için gerekli adımları atmalı. Bu bir siyaset değil, insanlık meselesi.
Agos’u kimler almış!
Bir süredir duyuyoruz, gülüp geçiyoruz, kendi aramızda şakalaşıyoruz, alaya alıyor, dalga geçiyoruz. Ama anlaşılan o ki, mesele birilerinin kendi halindeki abuklamalarının çok ötesine geçmiş, ciddi ciddi konuşulur, tartışılır, hatta hüküm verilir hale gelmiş. Mesele kendi aramızda gene şaka boyutunda kalacak, ama kafası karışan okurlarımız için bir açıklama yapmak zaruri bir hal aldı.
Agos’un şu ya da bu kişilere satıldığına, şunlar ya da bunların yüzde bilmem kaç hisseyle gazeteye ortak olduğuna dair dedikodulardan söz ediyorum.
Anlaşılan bunlar arasında en popülerleri, “Agos’u Kürtler satın aldı!” veya “Agos’a MHP’liler ortak oldu!” saçmalamaları olmuş. Birileri bu lafları ortaya salmışlar, birileri de bunlara inanmış, etrafındakilerle paylaşmış ve abuklamalar dalga dalga büyüyüp olgunlaşmış; kim bilir ne heyecan verici, ne iştah açıcı ayrıntılarla bezenip şevkle yayılmış.
Unutmadan, bütün bu saçmalıkların Ermeni çevreleri içinden çıktığını ve orada yayıldığını söyleyelim. Olup biten her şey bir “cemaat” prodüksiyonu yani.
Bu laflara ciddi ciddi ne cevap verilebilir bilmiyorum. Onları “iddia” mertebesine yükseltip üzerine iki kelam etmeyi açıkçası gururuma yediremiyorum. Ama dedim ya, okurlarımızın duyduklarından ötürü bilgi almaya hakları var ve onları aydınlatmak boynumuzun borcu.
Şöyle anlatmaya çalışayım.
Agos birilerinin sandığı gibi alınıp satılacak, hisselerine ortak aranacak, ortak olunabilecek bir ticari mal, bir meta değil. Agos’un, başkalarının sandığı anlamda sahibi ve ortağı yok ki hisseleri alınıp satılsın, şu ya da bu sermaye grubunun malı olsun, şu ya da bu siyasi grup para koyup yönetiminde söz sahibi olsun. Agos’un hisselerinin para değeri yok ki. Sadece manevi ve simgesel değeri var ve o hisseler de Agos’a gönül verenlerle emek verenlerin yüreğinde, başka hiçbir yerde değil.
O yüzden, bir güzel anlaşılsın diye açık açık yazalım. Hayır, ahpayriglerim, kuyriglerim. Sandığınız ya da duyduğunuz gibi değil. Agos’u kimse almadı, Agos’a kimse ortak olmadı. Kimse alamaz, kimse olamaz. Nokta.
Kaynağı ne?
Gelin, mürekkep, kâğıt, sayfa harcamaya acıdığım bu abuklamaları vesile edip biraz daha düşünelim.
Nereden çıkıyor bu laflar? Nasıl oluyor da böyle ciddiye alınabiliyor? Neden birileri bir telefon ya da bir e-mail uzağındaki bizlere işin aslını astarını sormayıp kulaktan kulağa oynayarak meselenin daha da dallanıp budaklanmasına yol açıyor?
Ermeni toplumu içerisinde bizden hazzetmeyenler olduğunu biliyoruz. Onlar, siyaseten karşısında olduklarımız, eleştirdiklerimiz, fikirleriyle mücadele ettiklerimizdir. Kapalılıktan, kapı arkasında iş bitirmekten, hesap vermezlikten memnun oldukları için makbul saymadıklarımız ve bu yüzden bizi makbul saymayanlardır. Bu lafları türetenlerden bazılarının onlar olduğunu biliyoruz.
Onlar, Agos’un Ermeni toplumunun halk tabakası tarafından sevilmesini, benimsenmesini, sahiplenilmesini kıskanırlar. Agos kendi ayakları üzerinde duramasın diye ellerinden geleni artlarına koymazlar. Onlara söylenecek sözümüz yok. Diledikleri gibi düşünebilirler ve onlarla gücümüz ölçüsünde mücadele etmeye devam edeceğiz.
Peki nasıl oluyor da başkaları bu lafları ciddiye alıyor? Acaba gazeteyi ellerine alıp baktıklarında gördükleri mi onlara ortalıkta dolaşan lafların doğru olduğunu düşündürüyor? Agos’un Türkiye gündemi hakkında haberleri takip etmek için çaba göstermesi, onlara gazetenin bir siyasi partiye yakın olan birileri tarafından satın alındığını nasıl düşündürebiliyor? Yahut, Türkiye üzerine biraz fikri olan herkesin memleketin en önemli meselesi olduğunda uzlaştığı Kürt sorunu hakkında haber, röportaj ve yorumlara sıkça yer vermeye çalışmamız mı acaba gazeteyi Kürtlerin satın aldığını düşündürüyor birilerine? Peki bunlar hangi Kürtler? Yoksa “bir kısım cemaat”in horgörüyle baktığı Ermeni Kürtler mi?
Peki ama, Agos’un, yayın çizgisinde Türkiye ve Dünya haberlerine yer vermekten başka bir alternatifi olabilir mi? Agos zaten başından beri böyle bir gazete olmadı mı? Kendini cemaat gazetesi olmanın çok ötesinde tanımlamadı mı? Türkiye’nin demokratikleşmesi, Kürt Sorunu, AB süreci, ve daha bir sürü mesele bu gazetenin yayın perspektifi içinde yer almadı mı? Agos başka türlü Agos olabilir miydi?
Nasıl bir zihniyet gazetede Kürt sorunuyla ilgili haberlerin sıklığına bakarak Agos’un Kürtler tarafından satın alındığını düşünür. Hangi akıl, Agos’ta Türkiye’yle ilgili haberlerin yer almasına bakıp Agos’un Türkleştiği sonucuna varır? (Evet, böyle bir hüküm de dolaşıyor “cemaat” kulislerinde) Peki sizce, böyle düşünen insanlar nasıl bir Ermenilik, nasıl bir cemaat, nasıl bir gazetecilik, nasıl bir dünya görüşü tahayyül ediyor olabilir? Galiba sırf bu söylentiler bile, Ermeni toplumunun içine düştüğü fikirsel darboğazı, bağnazlığı, kötücüllüğü anlatmalı bize… Dönüp aynaya bakmanın vakti geldi de geçiyor.
Yoksa mesele yayın kadromuz, muhabirlerimiz ve yazarlarımız arasında Ermeni olmayan arkadaşlarımızın bulunması mı? Peki bunun 1996’dan beri böyle olduğu ve hep de böyle olacağını bilmiyor musunuz? Agos, Türkiye Ermenileri içinden çıkmış, ama devamında Ermeni olmayan aydınların ve emekçilerin desteğiyle gerçeğe dönüşmüş bir hayaldi. Ermenilerin sorunlarını görünür kılmayı ana eksen edinse de, bunun ancak Türkiye’nin demokratikleşme macerasında bir anlamı ve değeri olacağı fikrinden hareket etti. Fikri bu olan bir gazetenin zikri de öyle olacaktı elbette. Agos’a ve Agos Kirk’e katkı verenler arasında bugün de Ermenilerin yanında gayriermeniler olması bize ancak mutluluk verir.
Kerteriz
Bu gazeteye ruhunu veren kişi, Hrant Dink, çok değil, bundan beş yıl önce, 20 Ocak 2006 tarihli ‘Zik-Zak’ başlıklı yazısında şöyle diyordu: “Doğrudur, Agos solcu ve devrimcidir. Doğrudur, Agos’u Ermeniler, Türkler ve hatta Kürtler birlikte hazırlamakta, birlikte okumaktadırlar. Doğrudur, Agos dini bir cemaatten ziyade daha sivil bir toplum için çabalar. Doğrudur Agos bu özellikleriyle sadece çizmeyi aşmaz çoğu kez haddini ve çapını da aşar; cüretkârdır.”
Kerteriz almaya çalıştığımız anlayış tam da budur. O pirûpak mirasa layık olmak ve onu yaşar kılmaktır.
Türkiye’de kaç gazeteci öldürüldü?
Agos, 11 Şubat 2011
Son haftalarda üst üste yıldönümleri vesilesiyle gündeme gelen gazeteci cinayetleri hakkında Türkiye’de çokça görmezden gelinen bir tarihsel gerçekliğe dikkat çekmek istiyorum. O gerçek, öldürülen gazetecilerin sayısının aslında sanılandan çok daha kabarık olduğu ve 1915’te öldürülen Ermeni gazetecilerin, Türkiye’deki basın meslek örgütlerinin yayımladığı listelerde yer alması gerektiği gerçeğidir.
Öldürülen gazeteciler konusunda meslek örgütleri birbirinden farklı iki rakam veriyor. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Hasan Fehmi (1909) ile başlayıp İsmail Cihan Hayırsevener (2009) ile sona eren 62 gazetecinin ismini sayarken, Çağdaş Gazeteciler Derneği, Tevfik Nevzat (1905) ile başlayıp yine Hayırsevener ile biten 67 kişilik bir liste veriyor. Her iki örgüt de, 6 Nisan Öldürülen Gazeteciler Günü’nde bu isimleri anarken, toplumun dikkatini gazetecilere yönelik şiddete çekmeye çalışıyor. Bu listelerde Hrant Dink’ten başka bir Ermeni gazetecinin adı yer almıyor.
Kaynaklar, 1915’te İttihat ve Terakki yönetimi tarafından düzenlenen tehcir ve katliamlar sırasında farklı meslek gruplarından yüz binlerce insanın öldürüldüğünü yazıyor. Elbette ki bu insanlar arasında çok sayıda gazeteci de yer alıyordu. İlk elden yapılacak hızlı bir tarama bile, yaşadığımız topraklar üzerinde gazete çıkarmış, editörlük, gazete yazarlığı yapmış ve 1915’te katledilmiş olanların sayıca hiç de az olmadığını gösterir.
Kendisi de bir gazeteci olan Bülent Tellan, geçtiğimiz yıl, 1915’te öldürülen 22 Ermeni gazetecinin ismini tespit ettiği çalışmasını bir dosya haline getirdi ve Gazeteciler Cemiyeti’nin “Öldürülen Gazeteciler Araştırma Yarışması”na sundu. “Kanla Sansür” başlığını taşıyan bu dosyada, adı geçen 22 gazeteci ve on kadar Ermeni olmayan gazetecinin de söz konusu listeye eklenmesi gerektiği tezini işleyen Tellan’ın çalışması, Gazeteciler Cemiyeti jürisi tarafından “dikkate değer” bulundu. Ancak Cemiyet, dikkate değer bulduğu bu çalışmayı ne hikmetse henüz dikkate almadı. Cemiyet’in başkanı Orhan Erinç, geçtiğimiz hafta Abdi İpekçi’nin mezarı başında yapılan anmada, öldürülen gazetecilerin sayısını 63 olarak zikretti.
İsimler... isimler...
1915’te öldürülen Ermeni gazetecilere baktığımızda, dönemin Ermenice basının en önemli simalarına rastlıyoruz. Rupen Zartaryan, Yervant Sırmakeşhanlıyan (Yeruhan), Diran Kelekyan, Krikor Zohrab, Ardaşes Harutyunyan, Taniel Varujan, Rupen Sevag (Çilingiryan), Dikran Çögüryan, Keğam Parseğyan, Hovhannes Harutyunyan (Tılgadıntsi), Melkon Gürciyan gibi isimler, çok sayıda gazete çıkarmanın, oralarda editörlük, yazarlık, başyazarlık yapmanın yanı sıra, Ermenice edebiyatın en önemli eserlerini vermiş, düzyazı ve şiirde dönemin nabzını tutmuş büyük isimlerdi.
Öldürülen gazeteciler listesine eklenebilecek başka pek çok isim var. Her bir ismin koskoca bir hayat hikâyesi olduğunu hatırda tutarak, bazılarının adlarını sayabiliriz. Armen Doryan (Hraçya Surenyan), Levon Larents (Kirişçiyan), Haçadur Malumyan (Agnuni), Karekin Khajak, Krikor Hürmüz, Sarkis Minasyan, Şavarş Krisyan, Sımpad Pürad, Krikor Torosyan, Nerses Papazyan, Parseg Şahbaz, Kevork Diratsuyan (Ferid), Mardiros Kundakçıyan, Karekin Gozigyan (Yesalem), Isdepan Kürkçiyan, Harutyun Şahinyan, Dr. Nazaret Dağavaryan, Karekin Paşayan Han, Jak Sayabalyan (Paylag).
Ragıp Zarakolu, bu yıl, 24 Temmuz’da, yani sansürün kaldırılmasının yıldönümünde kaleme aldığı “Basın da geçmişine sansür uyguluyor” başlıklı makalesinde, kendisi de ölümden kurtulan bir Ermeni yazar olan Teotig’in 1919’da yayımladığı albümden yararlanarak, bu listeye, birçoğu Anadolu’da yaşayan ve orada öldürülen çok sayıda gazeteci ekledi. Teotig’in yayımladığı Huşartzan Abril 11i (11 [24] Nisan Anıtı) adlı kitap, 1915’te katledilen Ermeni aydınlarının, öğretmenlerinin, din adamları hakkında ayrıntılı bilgiler veriyordu ve geçtiğimiz yıl Belge Yayıncılık tarafından Türkçe ve Ermenice olarak yeniden basıldı. Yani, artık el altında, kolaylıkla ulaşılabilir bir kaynak.
Zarakolu’nun Teotig’den yararlanarak oluşturduğu bu listede yer alan isimleri de buraya ekliyorum: Aris İsraelyan (İsrael Dıkhruni), Mihran Tabakyan, Hagop terziyan, Arisdages Kasparyan, Sarkis Parseğyan, Bedros Kalfayan, Sarkis Sıvin (Süngücüyan), Edvar Beyazyan, Hayk Tiryakyan, Adom Şahen, Nerses Zakaryan, Hagop Avedisyan (Ardzruni), Sako, Vıramşabuh Arapyan, Levon Ağababyan, Onnik Mağazacıyan, Onnik Sırabyan, Partoğ Zoryan, Hovhannes Kılıçyan, Ardaşes Ferahyan, Artin Mısırlıyan ve Armenag Arakelyan (Azadarmard gazetesinin makinistleri), Suzigyan, Bedros Kürdyan, Asadur D. Madteosyan, Yervant Çavuşyan, Hagop Şahbaz, Niğogayos Boğosyan (İşkhan), Onnik Tertzagyan (Vramyan), Ardaşes Solakyan, Dikran Odyan, Garabed Danteyan, Prof. Garabed Soğigyan, Prof. Donabed Lüleciyan, Jirayr Hagopyan, Mihran İspiryan, Senekerim Kalyoncuyan, Garabed Barsamyan, Karnik Tuğlacıyan, Rupen Rakupyan, Aram Adruni, Aram Şişeyan, Pilos, Arşag Tütüncüyan, Arakel G. Sivaslıyan, Prof. Hovhannes Hagopyan, Gagig Ozanyan, Hovhannes Kazancıyan, Aşuğ Şahnazar, Vartan Misiryan, Episkopos Nerses Tanielyan, Rahip Barkev Tanielyan, Papaz Vartan Aslanyan, Rahip Isdepan Saryan, Rahip Garabed Der Sahagyan, Rahip Boğos Kasparyan.
Meslek örgütlerine çağrı
Bu isimleri özellikle tek tek saymak istedim. Yukarıda, 1915’te öldürülmüş tam 88 Ermeni gazeteci-yazarın isimleri yer alıyor. Bu insanlar, bu topraklar üzerinde 1915’te yaşanan tehcir ve katliamlar sırasında öldürüldüler. Birkaç ay içinde öldürülen 88 gazeteci ve bunlara eklenmesi muhtemel başka isimler, gazetecilik örgütlerinin son yüz yılda Türkiye’de öldürülen gazeteci sayısı için verdiği rakamdan daha yüksek bir yeküna ulaşıyor. Bu gerçek, bir halkın sadece entelektüel sınıfının ortadan kaldırılmasının bile ne kadar büyük bir trajedi olduğunu hatırlatmalı sanırım bize.
Bugünün Türkiyesinde gazeteci örgütleri, 1915’te yaşanan felaketin bütün boyutlarıyla ilgilenmeyebilirler belki. Ancak ömürlerini kendileri gibi kalemleriyle kazanan, kavgalarını yazı yazarak veren meslektaşlarının adlarını, katledilen gazeteciler arasında anmak, onlara gönüllerinde bu yeri açmak, tarihe bir de böyle not düşmek, vicdanın ve meslek etiğinin gereği değil midir?
İstifa bazen 'mübarek' bir yoldur
Geçen hafta, Patriğimizi Seçmek İstiyoruz İnisiyatifi’nin çağrısıyla Feriköy Kilisesi’nin Nazar Şirinoğlu salonunda düzenlenen panelde Patriklik’teki krizle ilgili olarak dile getirdiğim, Başepiskopos Ateşyan’ın istifa etmesi gerektiğine dair görüşleri bir de burada açıklamak istiyorum.
Bu krizin geçmişi ve sorumluları hakkında daha önce pek çok defa yazdığım ve başkaları da görüşlerini çokça dile getirdiği için, “Kim, ne yaptı, neden yaptı, nasıl yaptı, ne yapmalıydı, nasıl oldu?” ve geçmiş zaman kipli başka bilumum sorulara yanıt aramadan, içinde bulunduğumuz derin kuyudan çıkıp, Patriklik makamına halk tarafından seçilmiş bir ruhaniyi nasıl oturtabileceğimiz ve bunun için izlenecek yol üzerinde durmakta yarar var.
Ancak yine de, hükümet ve Patriklik yetkililerinin birlikte yarattıkları ‘Patrik Genel Vekili’ ucubesinin beraberinde getirdiği vahim bir sonuca dikkat çekelim. Patrik II. Mesrob’un ağır rahatsızlığının ardından seçim hakkımızın belirsiz bir süre için askıya alınmasıyla, ne acıdır ki, Patriğin ölümünü bekler olduk. Doktorlar dahil hiçbirimiz bu rahatsızlığın ne kadar süreceğini bilmiyoruz, ve yaratılan durum, koskoca bir toplumu ‘Patriğin ölümünü bekleyen akbabalar’ haline getiriyor. Bu utancın vebali, her şeyden önce, patriğin ölümüne kadar seçim yapılmayacağı aldatmacasının ardına saklanan pek muhterem ruhanilerimizin boynuna.
Türkiye Ermenileri, eninde sonunda 85. patriğini seçecek. Hiçbir güç, kazanılmış demokratik hakkımızı elimizden alamaz. Ancak bu dönemi nasıl geçireceğimiz önemli. Onurlu bir şekilde, şeffaf mekanizmaları işleterek, seçimi hakkıyla gerçekleştirip temel değerler etrafında uzlaşacak mıyız, yoksa hasta Patriğin nasılsa öleceği, dolayısıyla seçim için ısrar etmememiz gerektiği mesajını ortalığa yayan ruhani kisveli tacirlere boyun mu eğeceğiz?
Mekanizma demişken, unutmayalım ki, bugüne kadar pek zikredilmeyen ‘istifa’ mekanizması, ahlakın geçerli olduğu ortamlarda onurlu bir duruşu simgeler. Başepiskopos Aram Ateşyan’ın, Ermeni halkının ezici çoğunluğunun içine sindiremeyip reddettiği ‘Patrik Genel Vekili’ görevinden istifa etmesi gerekir. Ateşyan, bu uğursuz unvanı kullanmaktan vazgeçerek istifasını açıklarsa, seçimin önündeki engelleri de kaldırmış, böylece, tarihe, taşıdığı unvan gibi uğursuz bir adla geçmesini de engellemiş olur. Böylece belki düşen itibarını yükseltebilir ve ‘koltuk sevdalısı ruhani’ imajını silme şansına kavuşur.
Peki, eğer Başepiskopos Ateşyan bugüne kadar izlediği tavrı terk etmez, halkın tepkilerine kulaklarını tıkar ve bildiğini okumaya devam ederse ne olur? Ne olacak; belki seçim için biraz daha bekleriz, ama kendisinin akıbeti pek ‘mübarek’ bir akıbet olmaz. Halkına sırt dönen önderlerin başına eninde sonunda neler geldiğine dair örnekleri son haftalarda çokça gördük. Ateşyan’ın istifa edip seçimin yolunu açması, onu devrik müstebitlerin akıbetinden koruyacak tek yoldur.
Yerimiz dar... Dilerseniz biraz da bu haftasonu yapılacak olan Üç Horan seçimlerinden konuşalım ve istifadan sonra izlenecek yolu başka bir yazıda tartışalım.
Muhalefet: İçerden? Dışarıdan?
Yılan hikâyesine dönmüş Üç Horan Vakfı seçimleri iki yıldır bize çok şey öğretti. Herhangi bir son dakika gelişmesi olmazsa, seçim bu Pazar tek listeyle yapılacak.
Muhalif Sarı Liste’yle yola koyulan Efrim Bağ’ın, mevcut yönetim kontenjanından aday olmayı kabul etmesiyle fotoğraf bir hayli değişti. Sarı Liste’nin seçimi kazanacağı zaten düşünülmüyordu, ancak Bağ’ın Apik Harabetoğlu başkanlığındaki yönetime girmesi ve Sarı Liste’nin adaylık başvurusunun kabul edilmemesiyle, seçim yine tek listenin ‘yarışacağı’ bir hal aldı.
Baştan beri demokratik bir mücadele yürüten ve bizlere, tutulmuş köşelerde, kapalı kapılar ardında dönen dolaplara karşı da mücadele edilebileceği mesajını veren, bunu yaparken sürekli olarak şeffaflık ve katılımcılık ilkelerini vurgulayan Sarı Liste’ye teşekkür etmek gerek. Bu mücadelenin uzun soluklu olduğu biliniyordu, ve bugünden sonra da sona ermeyeceğini biliyoruz.
Yola Sarı Liste’yle çıkıp Harabetoğlu yönetimine sert ve haklı eleştiriler yönelttikten sonra saf değiştiren ve seçime Beyaz Liste’den girmeyi kabul eden Efrim Bağ ve arkadaşları, bu tutumlarını, içeriden verecekleri mücadeleyle Üç Horan’ı demokratikleştirecekleri, halka açabilecekleri teziyle savunuyor ve anlayış bekliyorlar.
Bu tip kapalı yapılar söz konusu olduğunda, ‘içerden/dışarıdan muhalefet’ tartışması bütünüyle anlamsız değil. Mutlak surette şunun ya da bunun doğru olduğunu söylemek de her zaman mümkün değil. Gönül ister ki, Bağ ve arkadaşları haklı olsunlar ve Üç Horan’ı şeffaflaştırmak, gerçekten Ermeni toplumunun bütününün yararı haline çalışır hale getirmek, yönetimin içerisinde azınlık grubu olarak verecekleri mücadeleyle mümkün olabilsin.
Ancak, bunun çok zor olduğunu görmek için kâhin olmaya gerek yok. Efrim Bağ, daha bir ay önce öfkeyle karşı çıktığı insanlarla aynı masanın etrafında oturacak. Sırf bu bile, zihinlerde bir sürü soru işareti doğmasına neden oluyor, ve yönetim içindeki muhalefet temsilcileri, üzerlerindeki soru işaretlerini giderecek bir yol izlemek zorunda. Öncelikle, Üç Horan’ın sonraki seçimlerinin İstanbul geneline açılmasını sağlamak boyunlarının borcu; çünkü benzer bir trajikomedyanın bir daha yaşanması, Beyoğlu cephesinde hiçbir şeyin değişmediğini gösterecek. Ardından, Üç Horan yönetimi hakkındaki iddiaların üzerine giderek, bunların doğru olup olmadığını ortaya çıkarmalılar. Vakfın mülklerinin kiracıları arasında yönetim kurulu üyeleri veya vakfın avukatları var mı sahiden? Varsa, bu insanlar ne kadar kira ödüyorlar? Kiraladıkları mülkleri üçüncü şahıslara yeniden kiralayarak haksız kazanç elde ediyorlar mı? Vakfın bankada yüklü miktarda birikmiş parası var mı? Varsa, bu para neden toplum yararı için kullanılmıyor?
Gün gibi ortada… Görev zorlu. Ama gözler bundan sonra çok daha dikkatli bir şekilde Üç Horan yönetiminin üzerinde olacak. Yönetime girecek muhalif üyeler, vakfın bugüne kadarki çizgisini değiştiremezlerse büyük bir güven kaybına uğrayacaklar. Topluma verdikleri sözü tutmalı ve Üç Horan’ı sorgulanabilir hale getirmeliler. Aksi takdirde eleştirilerin en sertine muhatap olmaları kaçınılmaz.
Muradyan’a cevaben
Armenian Weekly dergisinin yayın yönetmeni Khaçig Muradyan’ın ‘Kimse Hrant Dink Değil’ başlıklı yazısına çeşitli itirazlarım var. [İngilizce aslı şurada]
Ancak öncelikle, o yazıda serdedilen görüşlere dair bence son derece isabetli tespitlerin, geçtiğimiz hafta Köxüz internet sitesinde, Garbis Altınoğlu tarafından, benim yapabileceğimden çok daha net bir şekilde dile getirildiğini söylemeliyim. (Her iki yazıyı da Basın sayfamızda okuyabilirsiniz) [Köxüz linki açılmazsa şurayı da deneyebilirsiniz]
Muradyan, “Hrant Dink’in sokak ortasında öldürülmesinden dört yıl sonra bile, cenazede binlerce insanın, daha sonra da yüzlerce yazarın Dink’in ölümünü takip eden aylar ve yıllar boyunca tekrarladıkları ‘Hepimiz Hrant’ız, ‘Hepimiz Ermeniyiz’ sloganıyla bir türlü barışamadım” diyerek başladığı yazısında, “kimsenin Hrant Dink olmadığı” gerçeğinden ve gerçek katillerin ortaya çıkmamış olmasından hareketle, “Türkiyeli bir aydın ya da aktivistin klimalı salonlarda Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesinin önemi üzerine konuşmalar yapması, ona, Ermeni olmak şöyle dursun – Ermenilerin acılarını ‘paylaşma’, ‘hissetme’, ‘anlama’ yok edilen ve mülksüzleştirilen Ermeniler için yas tutma hakkı tanımaz” diyor.
Muradyan’a göre, “Türkiye’de aydın, yazar ve aktivistler onun ismini proje ve üretimlerinin markası gibi kullanarak Ermenilere, Türklere ve tüm dünyaya sunuyorlar” ve böylece eleştirilemez hale gelmeye çalışıyorlar. Muradyan, Türklerin, Ermenilerin acısına dair “paylaşma, hissetme ve anlama” beyanlarının ise hiçbir anlamı olmadığını, çünkü Türk milli ekonomisinin, büyük ölçüde Ermenilerin mallarına, mülklerine el konmasıyla oluştuğunu, Ermenistan ile Türkiye arasındaki güç asimetrisinin de bu mülksüzleştirmenin sonucu olduğunu söylüyor. Muradyan son olarak, “Ermenilerle gerçek bir duygudaşlık kurabilmenin yolu” nun, Türk “aydın, yazar, ya da aktivistlerin (…) klimalı salonlarından çıkıp Der Zor çöllerinde anmalar düzenlemekten” geçtini belirtiyor.
Ahlaki olmayan zemin
Muradyan’ın durduğu yerden bakıldığında, ‘çıkarcı ve fırsatçı Türk aydınları’na had bildiren bir yazı bu. Ama kanımca, tarihte dondurduğu ‘Türk’ denen varlığa hiçbir değişme şansı bırakmayan, sinik bir bakış açısının ürünü olan bu yazı, ahlaki kabul edilemeyecek, milliyetçi bir bakış açısının ürünü. Çünkü bir halkı bir suçtan bütünüyle mahkûm eden bir anlayıştan hareket ediyor.
Biz Ermenilerin düştüğü en önemli tuzaklardan biri, mağduriyetimizin, kurbanlığımızın, adaletsizliğe uğramışlığımızın bizi otomatikman haklı kıldığına dair bir önkabule sahip olmamız. Oysa demokrat bir bakış açısını içselleştirmedikçe, haklı olmak için sahip olduğumuz meşru zeminin ayaklarımızın altından kayması işten bile değil. Türkiye’de geçmişi anlamak için gösterilen içten çabayı görmezden gelip mevcut somut koşulları tahlil etme çabasına girişmeden, yukarıdan ve suçlayıcı bir tonla “soyulmanın ve aşağılanmanın ne olduğunu” anlamanın yolu olarak Der Zor’u adres göstermek, Türklerin kendilerini gerçekten sorgulamalarını sağlayacak demokratça bir tavır değil ne yazık ki.
Türkiye’nin 1915’le ilgili esas sorunu, ‘bilmeme’ sorunudur. Bugün Muradyan’ın eleştirdiği, Ermeni sorunuyla yüzleşmek için çaba gösteren aydınların tamamı, çocukluklarında ve gençliklerinde, 1915’te ne yaşandığını bilmiyordu. İnsanların hayatlarının önemli bir bölümünde bilmeden yaşadığı ve sonradan vâkıf olduğu tarihsel bir gerçeklik hakkında, henüz son 15 yıldır, o da hayli mayınlı bir tartışma zemini varken, üstelik devletin balyozu da resmi söylemin dışına çıkanların her daim tepesindeyken, hep daha fazlasını istemek ve bunu bulamayınca da “Bakın işte, yine aynı hesapçı, yalancı Türkler!” diye parmak sallamak kabul edilebilir mi?
Muradyan’ın sözünü ettiği aydın grubu ve onların hitap ettiği toplumsal kesimin önemli bir çoğunluğu, geçmişte devlet şiddetinin en hasına, darbelere, hapis cezalarına, işkencelere maruz kaldı. Bugün Türkiye’nin gerçekten demokratikleşmesi ve geçmişiyle yüzleşmesi için çaba gösteren her kişinin bedel ödemeyi göze almış olduğunu ve hep hedefte olduğunu da biliyoruz. Hal böyleyken, bu insanları “klimalı odalarda konuşmak” gibi belaltı tabirlerle vurmaya çalışmak hangi akla hizmet ediyor?
Kimin haddi
Türkiye’de geçmişle ve 1915 soykırımıyla yüzleşme çabasının karşısında göz ardı edilemeyecek aktörler var. Devlet, milliyetçiler, toplumun damarlarına nesiller boylunca zerkedilen önyargılar... Buradaki güç dengesini, devletin ve milliyetçilerin Ermeni meselesinde gösterdiği sistemli çabayı, ve bu mücadelenin ne gibi riskler içerdiğini hesaba katmadan, toplumda bu konuda bir farkındalık yaratma yolundaki uzun erimli girişimleri bir çırpıda mahkûm etmek, insanlara “Ermenilerle duygudaşlık kurma” hakkını dahi tanımamak, daha baştan bütün kapıları kapamak değil mi?
Türkiye’de bugüne dek önemli kazanımlar elde eden mücadele bin bir farklı cephede ilerliyor. Ermenilerin daha yalınkat 1915 gündemlerinin aksine, Türkiyeli aydınlar için 1915, pek çok simgesel sorundan biri. Elbette ki önemli bir tanesi. Ama mücadelenin bütün amacı, Türkiye toplumunun geçmişiyle hakkıyla yüzleşebileceği, bu arada da 1915’te yaşananları gerçekten idrak edebileceği demokratik bir zemini yaratmak. Bu kadar geniş bir cephede mücadele sürerken, devletle bireyler arasında hiçbir ayrım yapmayıp bütün Türkleri suçlu ilan etmek ne kadar insaflıca?
Hrant Dink’in ölümünden sonra, onun adını kullanarak kendi siyasi amaçlarına ulaşmak isteyenler olduğu doğrudur. Ama bu durumu genellemek ve Hrant Dink’in temas edip gerçekten dönüştürdüğü, uyandırdığı ve etkilediği insanları görmemek büyük bir haksızlık. Muradyan’ın, mensup olduğu siyasi geleneğin Hrant Dink’in sağlığında ona hangi suçlamaları yönelttiğini anımsayıp bu konuda bir özeleştiriye girişmek yerine, onun tüm benliğiyle yan yana durduğu Türkiyeli demokratlara yüklenmesi, üstelik bunu Hrant Dink’in adını kullanarak yapması ne kadar ahlaki?
“Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” sloganı, kişisel düzlemde, biz Ermenilere, olup biteni geri çevirmek mümkün olmadığından, boş, anlamsız gelebilir. Ama siyasi analizler yaparken, bu sloganın Türkler için ne ifade ettiğini, milliyetçi zihniyet karşısında bu sloganın ne anlama geldiğini düşünmek gerekmez mi? Türkiye’de milliyetçilerin bu slogandan neden bu kadar rahatsızlık duyduğu üzerine kafa yormadan, Hrant Dink’i yüreklerinin en derininde anan ve onun yolunda yürümeye çalışan insanlara onun adına had bildirmeye çalışmak, kimin haddine allahaşkına?
Öz ve söz
Manzara net. Cinayetten sonra dört yıl boyunca mahkeme kapısında bir arpa boyu yol kat edemedik.
Peki ya, bundan sonra?
Bundan sonra da her şey aynı mı olacak? Yine oyalanacak, yine eziyet görecek, yine alaya mı alınacağız?
Bu faili meçhuller diyarında, toplum vicdanının bu kadar derinden gördüğü, derinden bildiği, derinden lanetlediği bir başka cinayet daha olmadı. Tetikçinin, onu bulanın, ona akıl verenin, onu azmettirenin, ona atış talimi yaptıranın, yani bildiğimiz çoluk çocuk takımının ötesine geçen bağlantılar artık cümle âlemin malumu. Avukatların ve gazetecilerin ortaya çıkardığı gerçekler, ilmek ilmek, düğüm düğüm, adım adım bizi devlet görevlilerine, askeriyle, polisiyle, bürokratıyla devlet yapısına ve zihniyetine doğru götürüyor. Devletlu zevatın suçluluğu ‘bö’ diyor! Bunu artık hepimiz biliyoruz.
Gazeteciler Nedim Şener’in, Kemal Göktaş’ın, Demet Bilge Ergün ve Timur Soykan’ın, İsmail Saymaz’ın, adını anmadığım çok sayıda muhabir arkadaşın ve son olarak Adem Yavuz Arslan’ın ortaya çıkardığı gerçekler, en ufak şüpheye yer bırakmayacak şekilde, devlet içinde birilerinin önce Hrant Dink’in kalemini kırma kararı verdiğini, sonra da bu kararın infaz edilmesi için, yine devlet görevlileri tarafından desteklenen bir çetenin harekete geçirildiğini gösteriyor bize.
Bildiklerimiz zaten bini aşıyordu, son bir hafta içerisinde Nedim Şener ve Adem Yavuz Arslan’ın kitaplarıyla ortaya çıkan yeni bilgiler de, ezberden bildiğimiz resmin doğruluğunu teyit eden kanıtlar içeriyor. Geçen hafta Şener’in kitabından alıp Agos’un manşetine taşıdığımız belgelerde, İstanbul Emniyeti’nin, Emniyet arşivinde Hrant Dink’in tehdit edilmesine ilişkin herhangi bir istihbari belge bulunmadığına dair yalanından; Erhan Tuncel’in Nedim Şener’e gönderdiği mektuplardaki ifadelere; Trabzon’dan İstanbul’a hareketinde Ogün Samast’a astsubay Satılmış Şahin’in eşlik ettiğine; gayrimüslimlere yönelik saldırıların hangi MGK politikalarıyla başlatıldığına varana dek, normal bir ülkede dağı taşı yerinden oynatacak yeni kanıtlar ortaya çıktı.
‘Operasyonlar’ arasında bağlantılar
Özellikle Rahip Santoro cinayeti ve Malatya katliamıyla Hrant Dink cinayeti arasındaki bağlantılar, askeri plan ve belgelerde ‘operasyon’ diye anılan bu cinayetlerin devlet içerisinde uzandığı yerleri açıkça ortaya çıkarıyor. Her üç cinayette jandarmanın oynadığı rol üzerine, Malatya’daki mahkemeye gizli bir tanık tarafından verilen ifadeyle ortaya çıkan kanıtların üzerine gidilebilirse, Adem Yavuz Arslan’ın deyişiyle, “2005, 2006 ve 2007’de yapılan derin operasyonlar hakkında fotoğrafın berraklaşması sağlanabilir.”
18 Ocak tarihli Zaman’daki yazılarında Şahin Alpay ve Bülent Korucu, Malatya cinayetinin bu anlamdaki kilit rolüne dikkat çekiyordu. Ayrıca, konuyu yakından takip eden ve geçtiğimiz hafta bir rapor yayımlayan European Stability Initiative (Avrupa İstikrar Girişimi Derneği) de, 2007 ve önceki yıllarda işlenen cinayetlerle ilgili olarak, “Siyasi şiddet ve sorumlularının cezasız kalmaları geleneği son bulduktan sonra ancak Türkiye’nin güvenilir ve geri dönülmez bir biçimde demokratikleşme yoluna girdiği söylenebilir” sözleriyle, meselenin Türkiye demokrasisi açısından kilit rolünün altını çizdi.
Geçen haftaki yazıda, yeni bir Türkiye’nin ancak siyasetler üstü bu suç birliğinin bozulmasıyla doğacağını, bu dönüşüm gerçekleşene kadar da her açılımın eksik, her demokratikleşme adımının yarım, her reformun şüpheli kalmaya mahkûm olacağını yazmıştım.
Hrant Dink son yazılarında medyanın, Kemal Kerinçsiz grubunun, daha sonra Veli Küçük’ün mahkemeye gelmesiyle Kerinçsizlerin de ötesine geçen bir yapının kendisini tehdit ettiği açıkça yazdı. Hrant Dink, adeta canlı yayında işlenen bir cinayetle katledildi.
Bu cinayet aydınlatılmazsa, değiştiğine, demokratikleştiğine inandığımız Türkiye’de hep bir şeyler eksik kalacak. Dava üç, beş çocukla sınırlı tutulursa Türkiye’nin aslında hiç değişmediğini anlayacağız. İttihatçılıkla başlayan, devleti ve Türk etnik kimliğini yücelten, bir hâkim millet psikolojisini Türklerde yerleştiren, ‘diğerleri’ni ise bilinçli ya da bilinçsiz olarak hakir gören, katlanılır gösteren zihniyetin hükmünü sürmeye devam ettiğini anlayacağız.
Tetikçi bulmak neden bu kadar kolay?
Buradan baktığımızda, Hrant Dink cinayetinin neden bir simge olduğunu anlarız. Yakın tarihlerde, Rahip Santoro öldürülmüştü. Cinayetten sonra ise Malatya’da üç Hıristiyan hunharca katledildi. Bütün bunlar birtakım darbe planları dahilinde yapıldı muhtemelen. İktidar kavgasının çok daha ötesine geçen asıl ve derin sorun ise, bu memlekette bu tür planları yapanların ve onların tetikçilik için kandırabilecekleri 18 yaşından küçük çocukların bu kadar kolay bulunuyor olması.
Ergenekon devlet içinde yuvalanmış bir grubu temsil ediyor, ama cinayeti işleten zihniyetin daha derin kodları var. Bugüne dek hep cinayetin arkasındaki “büyük ağabeyler” ortaya çıksın dedik. Ama büyük ağabeyler, asıl o devletçi zihniyetin yıkımını sağlayabilirsek önemli olacak. Çünkü o ilişkilerin ucunun gittiği yerler Türkiye’deki devlet yapısını kökten tehdit ediyor.
Bir kez daha açıkça görelim: Türkiye gelecekte, yakın tarihteki darbe girişimlerini ve bunlara karışan subayları mahkûm etmiş, darbeyi tarihinden silmiş bir ülke olabilir, ama tek başına bu, gerçek demokrasiye kavuştuğumuz anlamına gelmeyecek. Ancak bu cinayetler, faili meçhuller, Toplumsal Bellek Platformu’nda birleşen ailelerinin yakınlarının ve Cumartesi annelerinin çocuklarının nasıl öldürüldüğü ortaya çıktığında gerçekten demokratik bir ülke olacağız. Sözde değil, özde…
Ancak o zaman Derin Devlet, JİTEM, Kontrgerilla korkumuz olmayacak. Ancak o zaman sorunlarımızın gerçek çözümü yoluna girmiş olacağız.
Bütün bu hayaller gerçek olana kadar, mücadeleye devam.
Siyasetler üstü suç birliği
İnsanlık adına yapılmış bir heykelden ucube diye söz eden ve onun kaldırılacağı müjdesini veren bir Başbakan’la, “90 bin şehit daha vermek için” ant içmiş bir Dışişleri Bakanı’na sahip bir ülkede, yetim bir halkın yetim bir çocuğunun katledilmesinin hakkını nerede arayacaksınız?
Hrant Dink’in oğlu Arat’ın geçen sene bütün Türkiye’nin gözünün içine baka baka söylediklerinden sonra artık söylenecek hangi söz kaldı?
Her şey o gün de göz önünde değil miydi?
Onun nasıl adım adım hedef haline getirildiği görülmüyor muydu?
Nasıl katledildiği daha ilk dakikadan bilinmiyor muydu?
Tetikçi daha ilk günden kahraman muamelesi görmedi mi?
Daha ilk ayda bütün Emniyet ve Jandarma bağlantıları ortaya çıkmamış mıydı?
Devletin onun kalemini kırdığını, bu cinayetin müştereken ve taammüden işlenmiş bir suç olduğunu en cahilinden en okumuşuna Türkiye’de her vatandaş en son hücresine kadar bilmiyor muydu? Bilmiyor mu?
Hrant’ın Arkadaşları’nın 19 Ocak için yaptıkları çağrıda söylendiği gibi, “Dört yıldır yürekleri yok, yüzleri yok” ki bu sorulara ve daha yüzlercesine cevap versinler.
Görene görünür
Maktul bir gazeteci olduğuna göre, yazılarının tanıklığı her şeyden daha önemli olmalı. Fazla uzağa gitmeye hacet yok. Artık herkesin çok iyi bildiği o son iki yazıya bir kez daha bakmak yeter. Bizim için kerteriz noktası orada. O yazılarda sözünü ettiği, kendisini “açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç”ün kimler olduğunu anlamak için allame-i cihan olmaya gerek yok.
Türk Ceza Kanunu’nun Türklüğü aşağılamayı cezalandıran 301. maddesinden mahkûm olmasının ardından sorduğu sorunun yanıtı da hiç zor değil. “Benim Ermeni olmamın bu sonuçta bir rolü oldu mu?” diye sormuştu, hatırlıyor musunuz?
Kerinçsiz grubuyla ve daha ötesiyle ilgili söyledikleri yeterince açık değil miydi anlayan için: “Peşimde tekrar birileri vardı. Onları seziyordum. Ve onların Kerinçsiz ekibiyle sınırlı ve salt onlardan oluşacak denli sıradan ve görünür olmadıklarını çok iyi biliyordum.”
Avukatımız Fethiye Çetin, cinayetin dördüncü yıl raporunda bakın ne diyor: “Sıradan ve olağan bir cinayet olayında şayet maktul, ölümle tehdit edildiğine, hedef gösterildiğine ilişkin bir yazı, bir mektup bırakmış ise, soruşturmayı yürüten savcı, bu mektubu, ya da yazıyı dikkate almak ve bu mektupta adı geçenler hakkında soruşturma yapmak zorundadır.”
Hal böyleyken, soruşturmayı yürüten savcılar, Hrant Dink’in söz konusu yazılarını görmezden gelmediler mi?
Derdimiz çoktur, hangisine yanalım?
Kötü kopya
Türkiye’nin sağcıları, solcuları, ilericileri, muhafazakârları, devrimcileri, dindarları, Türkleri, Kürtleri… Evet, hepimiz bin bir türlü badirelerden geçiyor, bin bir türlü mücadelenin içinde yoğruluyoruz. Bu mücadelenin gidişatına göre kâh o tarafa kâh bu tarafa eğiliyor, öyle veya böyle bir yol alıyoruz.
Siz görseniz de görmeseniz de, anlasanız da anlamasanız da, idrak etseniz de etmeseniz de, bu mücadelede asıl test, Ermeni meselesidir. Ermeni olmamıza bakıp da bunu Ermeni davasının bayraktarlığına soyunmamıza yormayın, muradımız bu memleketin geleceğiyle ilgili. Ve tam da bu yüzden, tarihte kaldığı sanılan Ermeni kıyımının o kadar da tarihte kalmadığını, bugün hâlâ devam ettiğini gösteren Hrant Dink cinayetidir asıl sınav.
Öncesi ve sonrasıyla, esas olarak Türkiye’de devleti ve Türk etnik kimliğini yücelten bir zihniyetin ürünü bu cinayet; biraz izan sahibi olanlar bu nokta üzerinde anlaşıyor. İttihatçılık, Kemalizm, vatanseverlik, İslamcılık, Nizamı alemcilik, Neo Osmanlıcılık, milliyetçilik, ulusalcılık, ırkçılık, ülkücülük, Hıristiyan karşıtlığı… Bu toprakların şiddet besleyen bütün ideolojilerinin ortaklaşa peydahladığı kara bir leke 19 Ocak.
Bu ideoloji çorbasının yarattığı iklim sayesindedir ki, askerle, polis, darbeciyle istihbaratçı, beyaz Türk gazeteciyle muhafazakâr bürokrat, cinayeti işleyip sonra da üzerini örtmeye, unutturmaya çalıştı. Birlikte.
Buna karşılık, Hrant Dink’in katledilmesinin milyonlarca Türkiyelinin ruhunda açtığı derin yarığın nedeni, bu suç birliğinin farkında olmaktı. Agos’un kuruluşundan sonra yaptığı her şeyle kendini göstere göstere Türkiye toplumuna ‘emanet’ etmiş bir Ermeni’ye sahip çıkamamanın suçluluğuydu aynı zamanda. Hepimizin gözü önünde, adeta canlı yayında gerçekleşen bu ölüm, ta doksan küsur yıl önceki cinayetlere bağlanıyordu.
İşte bu yüzden, yeni bir Türkiye de, ancak bu siyasetler üstü suç birliğinin bozulmasıyla doğacak. Bu hayırlı milat gerçekleşene kadar da her açılım eksik, her demokratikleşme adımı yarım, her reform şüpheli kalmaya mahkûm olacak.
Cinayetin işlendiği gün, Hrant Dink’le birlikte, içimizdeki değişime dair umutları toprağın bin kat dibine gömüldüğünü düşündük. Ne kadar çalışıp çabalarsanız, ne kadar ter dökerseniz dökün, yeni bir geleceği inşa etmek, geçmişi konuşup tartışmak için elzem olan en küçük siyasal zeminin dahi var olmadığını görmekti en büyük hayal kırıklığını yaratan. Umudu yeniden gün yüzüne çıkarmak, ancak ve ancak bu davanın arkasındaki bütün pisliğin ortalığa saçılmasıyla mümkün. Hep birlikte makûs talihimizi ancak o gün yenebileceğiz. Yanımızdakini kimliğimizin şu ya da bu yüzüyle alt etmekten vazgeçmeyi öğrendiğimiz gün.
Yarın darbe girişimlerini mahkûm etmiş bile olsa, Hrant Dink cinayetini üç beş tetikçiyle sınırlı tutup kapatmış bir Türkiye, belki bugünkünden daha demokratik bir görünüme sahip olabilir. Ama geçmiş cinayetlerin çamurları eteklerinden temizlenmemiş bir demokrasi, gerçekten adil bir yönetimin ancak kötü bir kopyası olabilir. Zamanla koflaşacak, içi boşalacak, sonra da puf diye yıkılıp gidecek kötü bir kopya.
Kürtler ve geçmişin karabasanları
Kürtlerin demokratik özerklik ve iki dillilik talepleri iktidar ve muhalefet partilerinin yüksek perdeden tepkisiyle karşılandı. Geleneksel tek devlet, tek millet, tek dil, tek bayrak söylemini daha daha yükseltmekte herkes birbiriyle yarışıyor. Kürtlerin her yeni siyasi talebi, memleketin batısında, kimin daha has Türk milliyetçisi olduğunu ispatlamak için yeni bir davet olarak algılanıyor.
Bu taleplerin zamanlaması ve içeriği konusunda DTK veya BDP çizgisiyle hemfikir olmayabilirsiniz, bundan daha doğal bir şey yok, ama şeytan görmüş gibi, daha fazla kandan başka hiçbir sonucu olmayacak milliyetçiliğe sarılmanın kabul edilebilir, mantıklı bir açıklaması da yok. Bir avuç daha fazla oy için bunca bedel ödemeye değer mi?
Milliyetçiliğin sahneye çıkmak için sürekli olarak fırsat kolladığı bir ortamda, hükümet Ergenekon yargılamaları nedeniyle esasında kırılgan bir durumdayken, atılacak olası barış adımlarını engelleyecek adımlardan kaçınmak Kürt siyasilere düşen önemli bir sorumluluk şüphesiz. “İki ayrı bayrak” gibi, hem Türk milliyetçiliğine prim sağlayacak hem de özünde milliyetçi açıklamalardan kaçınmak gerektiğinden söz ediyorum. Nitekim, Abdullah Öcalan’ın avukatlarıyla son görüşmesinde, DTK’nın duyurduğu taslağı belirli noktalarda eleştirmesi de, Kürt siyasetinde bağımsız bir aydın duruşu geliştirmek için çaba sarf eden Orhan Miroğlu’nun daha önce dile getirdiği “yanlış zamanda doğru talepler” eleştirisinin çok da haksız olmadığını gösteriyor.
Ancak Kürt siyasi hareketinin, konforlu koltuklarımızda otururken tespit etmekte zorlanmadığımız bu tip göreli stratejik hataları, ‘Türk’lere pervasızlaşma hakkını neden veriyor? Bunu anlamak sahiden zor.
Bağımsızlıktan vazgeçeli çok oldu
Beğenelim ya da beğenmeyelim, Kürt partileri yıllardır, bağımsız bir ulus-devlet projesini artık benimsemediklerini her fırsatta ilan ediyor, bu konuda güvenceler veriyor. Bu tavır DTK’nın demokratik özerklik taslağıyla ortaya çıkmış değil, daha öncelere uzanıyor. Misal, üç buçuk yıl önce yine Diyarbakır’da, toplanan DTP kongresinin sonuç bildirgesinde, partinin yaklaşımı şu sözlerle ortaya konuyordu:
“(H)er ulus için ayrı bir devlet talep etme gibi felsefik ve konjönktürel gerçeklikten uzak ve halkların birbirini boğazlamasına kadar gidebilecek bir süreci tetikleyecek siyaset anlayışı yerine, halkların demokratik birliğini esas alan, demokrasiyi genel bir meclise hapsetmeyen, halkın tartışma ve karar mekanizmalarına katılımını kolaylaştıran, toplumun temel bütün sorunlarını en iyi şekilde ve yerinde çözüme kavuşturacağı bir siyasi ve idari yapılanma modeli, kendini büyük bir ihtiyaç olarak dayatmaktadır. Kongremiz, ülke bütünlüğü içinde halkın yerelde söz ve karar sahibi olmasını sağlayacak ve tüm farklılıkların kendini özgürce ifade edebileceği düzeyde özerklik kazanması temeline dayanan modelin çağdaş kavramlaştırılışını ‘demokratik özerklik’ biçiminde tanımlamaktadır. Demokratik öz yönetim anlamına gelen demokratik özerklik, Demokratik Cumhuriyet’in içinin doldurulmasıdır.”
Olası yanlış anlamalara ve çarpıtmalara karşı supap niyetine, bildirgede bir de şu cümle yer alıyordu:
“Bu yapı federalizmi ya da etnisiteye dayalı özerkliği ifade etmez; merkezi yönetimle iller arasında kademelendirilmiş demokratik bir yeni idari takviyedir.”
Manzara bu kadar açıkken ve Kürtler, o günden bu yana tüm baskı ve engellemelere, operasyonlara karşı, el yordamıyla da olsa bu taleplerin altını doldurmaya çalışırken, Türklerin büyük çoğunluğu, içeriği bir türlü anlaşılamayan ve Habur’daki karşılama töreninden sonra rafa kalkan açılım sürecini baltalamakla meşguldü. Bugün de hâlâ, aynı büyük çoğunluk, Meclis’te Gülten Kışanak’a Türkçe sözlük armağan eden aklıevvellerin tepkileri destekliyor.
Peki bu iş nasıl olacak? Karşınızdakini hep döverek onunla nasıl barışacaksınız?
Abagetronatsum
Yazmıştım. Bugün Kürt sorunu çevresinde yaşadıklarımız, bana sık sık, 1915 öncesinde İttihatçılarla Ermeni siyasi partileri arasında geçen reform tartışmalarını hatırlatıyor. 1908’de Sultan Abdülhamid istibdadına son veren İttihatçıların yanında saf tutan Ermeniler, daha özgür bir rejim için Meşrutiyet yönetimini desteklemişti. Temel beklenti, adem-i merkeziyet (Ermenicede ‘abagetronatsum’, yukarıdaki DTP metnindeki ‘öz yönetim’) ilkesinde vücut buluyordu. İdari yapılanmanın adem-i merkeziyet esasına göre yeniden örgütleneceği, dolayısıyla zikredilen sorunların çözüleceği yolundaki büyük bir umut vardı.
Ancak İttihatçılar iktidarda güçlendikçe, sözlerini unuttular. Ermeni vilayetlerinde öz yönetimi güçlendirmenin özerklik ilanına zemin hazırlayacağı korkusuyla, reform taleplerini daima geri plana ittiler. 1914’te, uluslararası koşulların dayatmasıyla, iki yabancı genel valinin kontrolünde gerçekleşecek bir reform taahhüdüne girmiş olsalar da, I. Dünya Savaşı’nın çıkmasını fırsat bilip bu planı tarihin çöplüğüne göndermekten çekinmediler.
Sonrası hepimizin malumu: Tehcir, katliamlar, Anadolu Ermenilerinin kökünün kazınması.
Bu geçmişe ve bugün de reform taleplerinin yükselttiği milliyetçi tepkilere bakınca, ‘adem-i merkeziyet’, ‘yerinden yönetim’, ‘öz yönetim’, ‘abagetronatsum’, ‘demokratik özerklik’, adına ne dersek diyelim, bölgesel yönetimleri güçlendirme yönündeki taleplerin ‘Türk’ devlet geleneğinin kırmızı çizgisi olduğunu ve bu noktada taviz vermeme tavrının zaman içinde pek değişmediğini görebiliriz.
Bu talepler bugünün Batı dünyasında her ne kadar doğal ve demokrasinin gereği sayılsa da, otoriter bir tek parti rejimi altında kurulan ve on yılda bir darbelerle demokrasisi kadük kılınan bu devletin yönetsel özü, yerinden yönetime uygun görünmüyor. Bu bakımdan bir zihniyet devrimine ihtiyaç olduğu kesin. Türkiye’de demokrasi mücadelesi işte tam da bu yüzden hayati.
Türkiye, Kürtlerin barışçı talep ve önerilerine kulak tıkadıkça, “Yüz yıl öncenin karabasanları tekerrür eder mi acaba?” sorusu başımızın üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallanmaya devam edecek. Barışa en yakın olduğumuzu sandığımız bir zamanda, aslında en zorlu sınavlardan geçiyoruz.
O zaman çukuru gösterin
Bayramlar bazı evlerde buruk yaşanır. En çok da, şeklen bir aileye benzediği halde, o eksiklik hissi nedeniyle aile olma özelliğini hepten yitirmeye yüz tutmuş insanların hanelerinde. Açık yaralar en çok o gün görünür. Bu sebeptendir bazılarının bayramları sevmemesi.
*
Başında ağlayabileceği bir mezar için 15 yıldır karda kıyamette, polis copunun, panzerinin altında oturuyor analar.
*
Gomidas’ı anarken
Ama bu yazı, Gomidas’ın ve onun bugün İstanbul’da anılma şeklinin bambaşka bir yönünü didiklemek üzere yazıldı. Çünkü Gomidas’a nasıl bakıldığı, Ermenilerin kendileriyle, geçmişleriyle ve gelecekle ilişkilerine dair önemli şeyler söylüyor.
O gece, programın ezici çoğunluğunu, İstanbul’un çeşitli Ermeni kilise korolarının seslendirdiği din dışı Gomidas düzenlemeleri oluşturuyordu. Salondaki Ermeni olmayan dostlar, arkadaşlar, gazeteciler, onları hayranlıkla dinledi, çok sesli düzenlemelerdeki derinlik karşısında şaşkına döndü, küçücük Ermeni toplumunun içinden nasıl olup da bunca koro çıktığına şaşırdı.
Ama bugüne kadar kendilerinden gizlenmiş, saklanmış olanı keşfetmekten kaynaklanan bu heyecanlı tepkileri bir yana bırakırsak, o anma töreninin ruhuyla ilgili ciddi bir sorun vardı.
Açalım...
Ruh meselesi
Gomidas, Ermenilerin uluslaşma çabası gösterdikleri bir dönemin sanatsal zirvelerinden biriydi. Batı’da 19. yüzyılda gerçekleşen ve Osmanlı coğrafyasına gecikmeli olarak giren ulus yaratma projesinin motor gücü, tarihin derinliklerinde kalmış, ‘öz’ kültürün, başlı başına bir medeniyet olduğunu kanıtlamak, onu çağdaşlarının seviyesine çıkarmaktı. (Burada, “Muassır medeniyet” söylemini hatırlayabiliriz.)
Ermeniler de, Urartulara dek uzanan tarihsel anlatılarında, öz medeniyetlerinin köklerini bulmakta zorlanmadılar.
Osmanlı yönetimi altında Ermeni halkının büyük çoğunluğu sefalet koşulları ve baskı altında yaşıyordu. Bunu değiştirebilmek içinse, tek ve kenetlenmiş bir ulusun inşa edilmesi gerekiyordu.
Edebiyatta 19. yüzyılın son çeyreğinde başlayan ve 1915 öncesinde (Taniel Varujan ve arkadaşlarının ‘Mehyan’ [Tapınak] dergisiyle) zirveye ulaşan arayışlara paralel olarak, Gomidas da müzikte o güne dek denenmemiş yollarda ilerliyordu.
Amaç netti: Bir ulusal yüksek estetik yaratmak. Bunu gerçekleştirebilmek için halkta olana gidilecek, o cevher işlenerek, dünya piyasasında geçerliliği olan bir ürüne dönüşecekti. Gomidas da, Ermeni köylülerin en saf sevda, iş ve doğa şarkılarını Batı normlarına göre düzenledi, onların kalabalık korolar tarafından çok sesli okunması için çaba gösterdi.
Modernizmin macerasının çeşitli veçhelerinde karşımıza çıkan bir süreç burada da yaşandı. Halkın kültürü temel alınıyor, ama ortaya ona yabancı bir ürün çıkıyordu. ?arkıların özgün haliyle Gomidas’ın tezgâhından geçmiş halleri arasında büyük fark vardı. Ve bu çağdaş ve yüksek kültür, Ermeni yerel kültürünü, folklorunu, onun kendine özgü tadını ve kokusunu bir anlamda tehdit de ediyordu.
Çünkü yüksek olarak tanımlanan kültür, alçakta durana tahammül edemez. (Bu durumun radikal bir örneği olarak, 1930’lu yıllarda Türkiye’de alaturka müziğe ve halk şarkılarına uygulanan baskıları getirin hatrınıza.)
İşte o gecenin en önemli sorunu, bu tip bir eleştirel okumadan bihabermiş gibi davranılmasıydı. Her şey, Ermeni geleneğinde ‘tasagan’ (klasik) olarak adlandırılan usullere uygundu. Bu yüzden de, istisnalar hariç, sahne tektip ve donuktu.
Yukarıdaki tarihsel yorum, Gomidas’ı suçlamak üzere yazılmadı. Aksine, onun tavrının son derece anlaşılır ve doğal olduğunu söylemek lazım. Zamanın ruhu, o zaman öyle söylüyordu ve bugün bu kritiği de bu zamanın ruhuyla bağlantılı olarak yapıyoruz.
Ama eğer 1915 yaşanmasaydı ve Gomidas felaketimizin en önemli simgelerinden biri halini almasaydı, onun yapıtının eleştirisi yapılacak, Gomidas bir ya da iki kuşak sonra aşılacak, tarihte alması gereken doğal yeri alacaktı. Öyle olmadı. Yaşadığı trajedi Gomidas’ı bir ikon haline getirdi; adeta taşlaştırdı.
İşte o gece, Türkiye siyasetinde, tepeden inmeci Türk modernleşmesine karşı keskin eleştiriler yönelten, bu toplumu tektipleştirme çabalarına şiddetle karşı çıkan Türkiyeli entelektüeller, bu arkaplanın pek de farkında olmadan, dinlediklerine hayran kaldılar.
Muhtemelen sahnede, Ermenilerin bu topraklar ölçeğinde fazlaca ileri ve gelişkin bir kültüre sahip olduğu yönündeki inançlarının onayını görüyorlardı.
Oysa, sahneye konan, tarihsel alternatif okumalara kapalı bir gösteriydi. Ermeni taşrasının sesleri, Batıya öykünen bir kılıkla çıktı karşımıza. Kaderin garip bir cilvesi işte, şarkıların en serbest ve bugüne ait yorumlarının icrası da, Ermeni olmayan sanatçılara kalmıştı.
Oysa konserde, klasik Gomidas icralarının yanı sıra, Gomidas’a kaynaklık eden halk şarkılarının özgün hallerine de yer verilse, hiç olmazsa bazı şarkılarda çokseslilik saplantısından uzak durulsa, aynı salonda birkaç gün önceki Ahmet Kaya anmasındakine benzer yaratıcı bir ruhla, birbirini andıran çok sayıda koro yerine, değişik yaklaşımlara sahip sanatçılar aransaydı, daha mükemmel ve gerçekçi bir fotoğraf çıkardı ortaya. Bunlar yapılmadığı için, sahnede bir tür resmigeçit izledik. Gösterişli ama sahicilikten uzak.
Yaşayarak yaşatmak
Etkinliğin, Gomidas’ın doğduğu topraklarda anılması anlamında önemli olduğunu söylemiştik. Bu tür çabalar, ‘Türklerin’, geçmişi ve yaşanan kayıpları öğrenmesi bakımından önem taşıyor şüphesiz. Ve bu anlamda, bizlerin bütün çabası bu yüzleşmeye yardımcı olmak yolunda... Ama bu uğurda kimi zaman, Ermeni kültürünün araçsallaşması gibi istenmeyen bir yola sapabileceğimizi görebilmemiz lazım.
Oysa bizim hayati sorunlarımızdan biri de, kültürün yaşaması. Ve sadece geçmişi anarak, onu muhafaza ederek kültürü yaşatmak mümkün değil. Gomidas’ın sanatı da, ancak onun düzenlemeleri bugünle ve bugünün ruhuyla buluştuğunda gerçekten yaşayabilecek.
Yüzleşmeye elbette ki evet. Ama şu andaki ilişki, Türkler ve Ermeniler arasındaki adaletsizliği besleyen bir kanalda ilerliyor. Türklerin geçmişle yüzleşmesine kapı aralayan, ama Ermeni kültürünü müzelik olmaktan kurtaran bir denge halini bulmak, hepimizin boynunun borcu.
Cinayetin ardındaki sorular
Ama bazı ölümler insanın karşısına pek çok soru ve sınav çıkarıyor, yanıtlar istiyor.
Sonay’la Zekeriya’ya rahmet, ailelerine sabır dileyerek o yanıtları arayalım.
Bizlere bugünlerde en çok, bu tip cinayetlerin Ermeni ‘töre’sinde yer alıp almadığı soruluyor. Harcıâlem yanıtlarla geçiştirilemeyecek kadar çetrefil bir mesele bu.
Töre denilenin, şu ya da bu etnik gruba bağlı olmaktan çok, kültürel ve bölgesel olduğunu söylemek gerek her şeyden önce. Evet, taşralı nüfusu yoğun bir topluluk olan Ermeniler için de, özellikle kadınlar söz konusu olduğunda, namus, bekâret, gibi ataerkil normların boğuculuğu söz konusu. Ermenistan’da bugün hâlâ gelinlerin beline bekâretin simgesi olan kırmızı kuşak takılıyor. Tıpkı Türkiye’nin pek çok yerinde olduğu gibi. Veya gerdek gecesinden sonra, yine bekâretin simgesi olarak, kız tarafına kırmızı bir elma götürülüyor törenlerle. Tıpkı Türkiye’nin pek çok yerinde gerdek sabahında kanlı çarşaf âdetinin sürdüğü gibi.
Ermeniler de, Türkler ve Kürtler gibi, bu toprakların ürettiği birtakım kültürel simgeleri beraberlerinde taşıyorlar. Bu bakımdan, Ermenilerde namus ve kadın üzerine baskıcı bir törenin olmadığını söylemek, ancak, gerçeğin üstünü örten modernleşmeci-öykünmeci bir bakış açısıyla mümkün. Ama Ermenilerin farklı dinden olanlarla evlilik durumunda bu tip cinayetler işleyebileceklerini ve bunun törenin bir parçası olduğunu söylemek de doğru değil. Nihayetinde başımıza gelen, öncesi ve benzeri olmayan, gelecekte de olmamasını bütün kalbimizle dilediğimiz bir cinayettir.
Yok olma korkusu
Evet, karma evlilikler, yani farklı dinden veya etnik kökenden insanlarla evlilik meselesi, Türkiyeli Ermeniler arasında çokça konuşuluyor ve tartışılıyor uzun yıllardır. Hayat da karşımıza giderek daha fazla sayıda örneğini çıkarıyor bir Ermeni’yle bir Türk’ün, bir Ermeni’yle bir Kürt’ün aşkını. Pek çok Ermeni ailenin, çocuklarının farklı dinden biriyle evlenmesini arzu etmediği, etmeyeceği de bir sır değil.
Bunda, Ermenilerin sayıca giderek azalması, kültürün devamlılığının büyük bir tehdit altında olması, 1915’te yaşanan acının, soyun devamlılığını başka her şeyin önüne geçirmesi gibi parametrelerin rol oynadığını ve bunların Ermenilerde keskin bir hassasiyet yarattığını görmek gerekiyor. Cemaat içi baskı, yani “mahalle baskısı” da cabası...
Bu hassasiyetin sonucu olan reaksiyonlar da çeşitli. Kimi aileler başta arzu etmedikleri duruma sonradan rıza gösterip, başka bir kökenden gelen gelin veya damatlarını kendi evlatları gibi benimserken; bazı aileler de söz konusu birlikteliği, evliliği ve hatta bu birlikten doğan çocukları, yani torunlarını reddetmeye kadar vardırabiliyor işi.
Genelde iki gönlün bir olmasına, gençlerin birbiriyle “görüşmesine” ses çıkarılmasa da, iş ciddiyete binip evlilik söz konusu olduğunda vaziyet gergin bir hal alabiliyor. Anne babalar, özellikle de torunlarının yaşayacağı sorunları göz önüne alarak, mutlak asimilasyon korkusuyla karşı çıkıyor bu tür evliliklere. Çocuğun adının ne olacağı, hangi dine mensup olacağı, hangi dili konuşacağı, hangi okula gideceği, gibi meseleler aşılmaz duvarlara dönüşebiliyor.
Ama Türkiye gerçekliğinde, kaç Müslüman anne babanın çocuğunun başka inançtan veya kökenden biriyle evlenmesine gönül rahatlığıyla evet diyebileceği sorusunun yanıtını aradığımızda, meselenin Ermenileri aşan bir ataerkil zihniyet sorunu olduğunu tespit etmek de zor değil.
Sonuçta, Ermeni toplumunda çok sayıda kişi, başka dinden veya etnik kökenden olanlarla evleniyor ve yukarıda zikrettiğimiz kaygılar bu tür şiddet eylemlerine yol açmıyor. Üstelik son derece başarılı, mutlu karma evlilik örnekleri de yok değil. Önce evliliğe büyük tepki gösteren ebeveyn ve akrabaların zamanla işi kanıksadığı, hatta gelin veya damatlarını bağırlarına basacak kadar çok sevdikleri durumlar da var.
Ermenilik ve kadınlık
Agos olarak, talihsiz Zekeriya’nın ailesinin Ermeni kökenli olduğu bilgisini okurlarla paylaşmak konusunda bir süre kararsızlık çektik. Müslüman olan, Müslümanlığından kaynaklanan bir sorun nedeniyle hayatını kaybeden ve İslam usüllerine göre gömülen Zekeriya’nın ailesinin iki kuşak öncesinde Ermeni ve Hıristiyan olduğunu açıklamanın bir tür saygısızlık olacağı görüşündeydik. Ancak Salı günkü cenazede bizzat Zekeriya’nın amcası bu bilgiyi basın mensuplarıyla paylaştı ve meselenin bir başka boyutunu tartışmanın yolunu da açmış oldu.
1915’te pek çok Ermeni, hayatta kalabilmek için Müslümanlığı benimsedi. Bu insanların birçoğu sonraki yıllarda hayatını Müslüman olarak sürdürdü; bazıları ise güvenli ortamı bulunca Hıristiyanlığa geri döndü. Bugün Vural’lar gibi, bir kısmı Ermeni, bir kısmı Müslüman olan pek çok sülale var. Ve Sonay’la Zekeriya’nın öldürülmesi, ‘Ermeni Ermeniler’in, 1915 ve sonrasında zorunluluktan din değiştirmek zorunda kalan ‘Müslüman Ermeni’lere bakışına dair, fevkalade olumsuz şeyler anlatıyor bize.
Giderek daha fazla görünürlük kazanan Müslüman Ermenilerin, Ermeni kimliğinin yeni zamanlarda yeniden tanımlanması meselesinde en önemli sınavlardan biri olacağını konuşup yazıyoruz sık sık. Ama belli ki, mesele sandığımızdan çok daha karmaşık.
Son olarak, unutmamamız gereken bir husus da, cinayetin dinle ilgili boyutu konuşulurken pas geçilen kadına karşı şiddet meselesi. Türkiye’de erkekler, namus veya benzeri gerekçelerle kadınları sürekli olarak öldürüyorlar. Bianet’in derlediği verilere göre, 2010 yılı içinde, ekimde 23, eylülde 17, ağustosta 35, temmuzda 23, haziranda 10, mayısta 16, nisanda 25, martta 20, şubatta 14, ocakta 16 kadın, erkekler tarafından öldürüldü. Ve Sonay da, gazetelerin üçüncü sayfalarında sararıp giden pek çok hemcinsi, kız kardeşi gibi, erkek şiddetinin bir kurbanı. Bugün Ermenilik, Müslümanlık, din değiştirmiş Ermeniler gibi yönleriyle öne çıksa da, bu cinayetin aynı zamanda kadına karşı işlenmiş bir suç olduğunu unutmamalı ve olayı bu geniş fotoğraf açısından da değerlendirebilmeliyiz.