Yusuf’un güzel suskunluğu

Agos, 16 Ocak 2009

Geçen haftaki Agos’ta Erol Katırcıoğlu’nun da yazdığı gibi, Özcan Alper’in ‘Sonbahar’ filmi, belki her şeyden önce, devletin insan hayatını nasıl hoyratça söndürebildiğini gösteriyor bize.

Filmde, ölüm oruçlarından miras kalan hastalığı nedeniyle on yıllık mahpusluğundan kurtulan Yusuf (Onur Saylak), memleketi Hopa’ya dönüp anasının yanına sığınıyor. Ancak bu dönüş hayata değil, ölüme doğrudur. Yusuf kendisini var eden her şeye, ailesine, köyüne, çocukluk arkadaşlarına elveda demek derdindedir. Memleketinin manzaralarına bakıp bakıp hatırlar; belki daha önce fark etmediği nice ayrıntının ayırdına varır. Kendi kısa kişisel tarihinin dönüm noktaları, üniversitelerdeki öğrenci eylemleri, cezaevi baskınları ve yoldaşlarıyla birlikte girdiği umutlu yol da onunla birlikte yaşamakta, farklı anlamlara bürünerek de olsa varlığını sürdürmektedir.

İçindeki sosyalizm umudunu örgütlü mücadeleyle gerçeğe dönüştürmek istediği için hapse düşerek ilk darbeyi yemiştir Yusuf. Siyasi tutukluları F tipi cezaevlerine kapatmak için yapılan ‘Hayata Dönüş’ operasyonunda ise devletin en vahşi yüzünü görür. Arkadaşlarını kaybeder; içindeki umut da, öksürüğün alıp götürdüğü bedeni gibi solup gitmektedir.

Bu noktada Yusuf’un suskunluğu bize ne kadar çok şey anlatır.

Sonbahar’ın insanın içine böyle derinden işlemesinin sırrı, tam da Yusuf’un suskunluğunda gizli. O derin suskunluk, vadiye akan Karadeniz evlerinin, filmde sıkça gördüğümüz ferah pencerelerini andırıyor. O suskunluğun penceresinde Yusuf’u, onun umutlarını, beklentilerini, hayal kırıklıklarını, öfkesini görüyoruz. Kendi hayatımıza dair her şeyi de yine Yusuf’un suskunluğunun hikâyede açtığı boşluğa dolduruyoruz. Bu pencerenin sağladığı sınırsız hayal gücü imkânı, Sonbahar’ı daha güzel bir film haline getiriyor.

Bu yüzden, Özcan Alper’i saha sert, daha tempolu, ölüm oruçlarını ve F tiplerinin insanda yarattığı tahribatı daha doğrudan gösteren bir film yapmadığı için eleştirenler haksızlık yapıyorlar.

*

Filme dair küçük bir not da, Yusuf’un çocukluk arkadaşı Mikail’e (Serkan Keskin) dair. Sol siyasetle hiç ilgilenmemiş, hatta hali tavrıyla, maçlarda beyaz bere takıp “Hepimiz Ogün’üz” diye bağıracakmış gibi bir izlenim bırakan marangoz Mikail’in, Yusuf’la oturduğu bir içki sofrasında, yoksulluğa, çaresizliğe, yeni türedi zenginliğe ve ellerinden kayıp giden hayata isyanını “Sosyalizm de öldü anasını satayım!” diyerek dışavurması, insanda hüzünlü bir tebessüm uyandırıyor. Sosyalizmle işi olmamış, muhtemelen Yusuf’un o yollara neden girdiğini de hiç anlamamış bıçkın delikanlı, kapitalizmin insanı çaresiz bırakan, paralize eden zaferinin acısını teninde o kadar yoğun hisseder ki, kendisi inanmasa da, başka türlü bir hayatın mümkün olduğuna dair umudun canlı olduğu zamanlara özlem duyar.

Reel sosyalizmin çöküşü, tarihin akışını gerçekten de kökten değiştirdi. Ama Yusuf’ların ve Mikail’lerin insanca yaşama mücadelesi sessiz sedasız devam ediyor.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

bu filme de ancak böyle bir yazı yakışırdı.ancak bu tür filmlerin izlenme oranları bir hayli düşündürücü.kaleminize sağlık.