Türkiye tarihinin gayrıresmi resmigeçidi*

Bu yazı Agos’un aylık eki Agos Kitap/Kirk’in Şubat 2009 sayısında yayımlandı.

Şebnem İşigüzel Resmigeçit’te az şey başarmamış. Her şeyden önce, siyasi roman ya da tarihsel roman dediğimiz türlerin doğasına içkin risklerle baş etmeyi, hatta onları birer avantaja dönüştürmeyi becermiş ve böylece çoğu zaman romanı roman olmaktan çıkaran şablonlara, yaftalara, klişelere düşmekten kurtulmuş.

Biliyoruz ki,
romancı konusunu gerçek hayattan seçerse, hele siyasi birtakım meseleleri kurgusunun odağına yerleştirirse, bir propagandiste, bir vaize dönüşme tehlikesi de yanı başında onu bekler. Bu tür romanlar çoğu zaman salt iyiyle kötüyü gösterir bize. İyinin masumluğunu, kötünün gaddarlığını... Bu romanları biz en çok, haklılığımızın yazılı belgeleri olarak görürüz. Kendimizle ve kendimizi ait hissettiğimiz siyasi, kültürel, dini, ahlaki geleneklerle bir kez daha gönenmek, gurur duymak, yeniden umutla ve enerjiyle dolmak, ve belki de kendimize acımak, gerçek hayatta uğradığımız haksızlıkların telafisini kâğıt üzerinde bulmak için.

Bu romanların yazarı elinde terazisiyle adalet dağıtan yüce bir mahlûk, Allah’ın 99 adı gibi pek çok yüce sıfata sahip ve daha çoğuna da talip bir Yaratıcı’dır adeta: Âlimdir o romancı, bedîdir, celîldir, evveldir, hâkemdir, kâdirdir, meliktir, vâciddir, zâhirdir ve daha bir sürü şey…

Oysa romanlar başkalarını anlamaya yaramaz mı en çok? Karşınızdakini haksız, sizin taraftakini haklı çıkarmanın ve başı sonu belli bu diyalektiksiz diyalektiğ
i bir kez daha ispatlamanın yeri midir roman sayfaları? İyiliği yüceltmez, kötülüğü mahkûm etmez ki roman; onları anlamaya çalışır. Buradan bakıldığında, romancı için iyilik sıkıcı, kötülük ise vaatkârdır. Romanın ihtiyaç duyduğu heyecan verici her şey orada saklıdır. İç gıdıklayan oyunları, bütün hinliği ve sürprize açıklığıyla roman, hayal bile edilemeyenin peşinde koşar, gerçekte olanın değil.

Batan geminin malları

Resmigeçit, Türkiye’nin son 30 yılda yaşadığı siyasi çalkantıların üzerine üzerine giden bir roman. İşigüzel kâh olayların perde arkasına dair gün yüzü görmemiş bilgileri fâş ediyor, kâh hepimizin bildiği ama anlamlı bir resim oluşturamadığı kimi olayları birbirine bağlayarak hayranlık uyandırıcı bir bellek tazeleme çalışmasına girişiyor. Resmigeçit ana muradını, “Yakın tarihi yazılamayan bir ulus kilidi bozuk bir el bagajıdır. Her an açılır, içindekiler ortalığa saçılır” (s. 182) sözleriyle anlatıyor.

Resmigeçit her şeyde
n önce bir 12 Eylül romanı. Darbeyle ülkenin girdiği karanlık tünelin ne kadar uzun olduğunu, militarizmin memleketi nasıl içinden çıkılmaz bataklıklara sürükleyeceğini, güzelim hayatları nasıl söndüreceğini –İşigüzel’in Virginia Woolf’un Orlando’suna selam verdiği– zamanlar ve cinsiyetler arasında seyahat eden karakteri Orlando’nun sözleri anlatıyor:

“Darbe olursa, ki olacak, bu defa çok uzun sürecek. Çok şey değişecek. O kadar çok şey değişecek ki, bu sizin için, arı kovanının içine başınızı sokmadan neler olacağını bilmemeye benzeyecek.” (s. 54)
Kafasını uçurduğunuz şey demokrasi değildi. Ama iyi bakılıp itina gösterilseydi, hataları onarılsaydı on yıl sonra demokrasi olabilirdi. Artık bu ülkenin demokratikleşmek için hiçbir şansı kalmadı.” (s. 136)

İşigüzel’in romanı Türkiye’de yaşanan siyasi ve toplumsal gelişmelerin gayrıresmi kronolojisi gibi. Bu tarihi yapanlar arasında aklınıza kim gelirse var orada. Resmigeçit’teki karakter bolluğunu şöyle kabaca sıralamak bile yazarın roman helvasını nasıl zengin bir malzemeyle pişirdiğini gösteriyor. Batmakta olan geminin malları bunlar: Otuz iki kısım tekmili birden.

Siyasette taşranın sesini duyuran barajlar fatihi Ali Çoban ve onun 365 çift ayakkabısını ceset gibi yatağının altına dizmiş, bir kunduracıya vurgun hanımı Nazlı Hanımı.

Siyasete “Kimse bende kuşkulanmasın” sloganıyla giren şair parti başkanı Cevdet Kara ve onu çay ve bisküviyle besleyen eşi Reyhan Kara.

“Kafadan 20 yıl dayanır” diyerek yaptığı, ama hâlâ başımızı duvarlarına vurmaktan kurtulamadığımız 18 Kasım darbesinin bir numaralı generali, “canlı bir lağım çukuru” olan Rasim Ögür; namı diğer Rasim Ötün, Övün, Önün, veya Öfür.

Apolitik bir kuşak yaratmayı, insanların zararlı düşüncelerden kurtulması için parayla satın alabilecekleri şeylerin tadına varmasını sağlamayı görev edinen Pertev ve karısı Şermin.

İktidar hevesine her kapıldığında asker tarafından alaşağı edilen, iskambil kâğıdından yaptığı şatolar ordunun ‘puf’ demesiyle yıkılan, namazında niyazında Süleyman Tel.

Kurt partisinin herkesi korkutan ama genç ve yakışıklı çete lideri Reis Kurdoğlu karşısında yüreği pırpır atan, 36 numara ayakkabı giyen lideri Hüseyin Feyzullah.

1961’den bu yana görevde unutulmuş, 1.98 boyunda dev bir kadın olan, yüzyıllardır, “yoksa Kanuni zamanında(n beri mi?)” (s. 386) bu topraklarda olup bitenlere tanık olmuş İsveç büyükelçisi Orlando.

Denizin üzerinde, 301 kazığın üstüne oturtulmuş Florya Deniz Köşkü’nün, ki batmakta olan cumhuriyeti temsil etmektedir, Atatürk’ten bu yana bütün reisicumhurlara hizmet etmiş, 1915’te mucizeler eseri hayatta kalan bir bebek olan hizmetlisi Mustafa, namı diğer Mösyö Kevork Papazyan.

Kafası ayrıldığı örgütteki arkadaşları tarafından demir çubuklarla ezilip, nasılsa ölür diye morga konulan, devrimcilikte ancak bir arpa boyu yol gitmiş, “yaşamak, aşk, seks ve tatlı şeylerse eğer,” hiç yaşamamış, “ama bir inancı olmaksa yaşamak” çok uzun yaşamış (s. 81) genç sosyalist Emin.

7 Mayıs cuntasının, erkeklikten kadınlığa geçme yolunda olduğu için koyduğu sahne yasağını kırmak için, ‘davet edildiği sünnet düğünlerinde’ oturduğu yerden şarkı söyleyen, bir yandan da sürekli olay çıkarıp (mesela hamile kalıp!) gündem yaratan Büyent Paye: “halkın aklı başka yerde”.


26 Temmuz darbesinin bir numaralı generali Rasim Ötür’ün dostu, Pakistanlı darbeci Ziya Ülhak; gariban Kürt taksi şoförü Şehmus ve biricik Keje’si; zenginliği, gösterişi seven ve yıllar sonra milyonlarca müridiyle büyük bir güce erişecek olan Hocaefendi; darbecilerin konuklarını ‘eğlendiren’ Emer Sultan; seks filmlerinin unutulmaz oyuncusu Banu Ballı. Ve daha niceleri, niceleri…

Kirli çamaşırların geçit resmi


Resmigeçit’te geçit resmine çıkan bir memleketin kirli çamaşırları. Ancak, İşigüzel’in romanı salt siyasete, siyasetçiye, halka takık değil. Tarihle ve yalanla ve dolanla, velhasıl, şu kavanoz dipli memlekette eğri büğrü, yamuk yumuk, katır kutur olan ne varsa onunla da derdi var: “Hangi ülkenin halkından gizlenen, yüzleşemediği bir tarihi varsa, siyasetçilerden başka duyan bilenin kurşuna dizildiği bir sırrı varsa, pislik yığının üzerinde oturuyordur o ülke.”

Resmigeçit’te Ermeni felaketine, Kürtlerin son isyanına, 21 Mart darbesinin en karanlık cinayetlerinin işlendiği Diyarbakır Cezaevi’ne, işkencelere dair pek çok tarihsel adaletsizlikten söz ediliyor. Ancak İşigüzel, başta, “Ortada bir özür bile yokken, bu acının bir romana kenar süsü yapılması haksızlık” (s. 102) dediği Ermeni meselesi olmak üzere, riyanın değil samimiyetin arkasında duruyor ve vicdani bir tavır takınıyor. Memleketin çivisi çıkmış halinin en ağır travmaları olarak her birine hak ettikleri ağırlık ve sorumluluk duygusuyla yaklaşıyor.

Çok boyutlu karakterler


İşigüzel’in kahramanlarıyla ilişkisini çözmek kolay değil. Genç ve masum devrimci Emin’e, bir zamanların garibanı, sonraların fırlaması Mühendis’e duyduğu sempatiyi, buna karşın faşolara beslediği öfkeyi görebiliyorsunuz da (bunları saklamaya çalışır bir hali de yok romanın), o ‘pislik yığını’nı yaratan siyasetçi kalabalığına karşı öyle aman aman bir tiksinti hissetmiyorsunuz (belki, 5 Şubat darbesinin bir numaralı generali Rasim Ökür istisna!). Yazar, bir söyleşisinde “İyi de benim şefkat göstereceğim kahramanım yok ki...” dese de, sanki hayalleri karakterlere dönüşüp kâğıda düştüğünde, onlara mutlaka insani bir boyut katıyor. Bu da Resmigeçit’i çok katmanlı, incelikli bir metin haline getiriyor.

Hal böyle olunca, siyaseten hiç mi hiç tutmasanız da, Nazlı Hanımı’nın kunduracıya olan aşkını bildiği halde vakarını yitirmeyen Ali Çoban’a, ha bire bastırmaya çalıştığı “aklının frenk köşesi” hiç olmadık yerlerde pörtleyen Süleyman Tel’e, anneciğinin yaptığı dolmaları karısından gizli lüpleten Pertev’e, temel besin maddesi olan bisküvileri durmadan çayının içine düşen Cevdet Kara’ya karşı içinizde sıcak bir şeyler uyanıyor. İşigüzel’in karakterleri, bu tip bir sürü ayrıntıyla boyut kazanıyor, kâğıttan, harften, mürekkepten ayrılıp ete kemiğe bürünüyor. Gerçek hayattaki hallerinden bütünüyle farklılar elbette; romanın gerçekliğiyle gerçekliğin gerçekliğinin birbirine hem benzediği hem benzemediği son derece ‘romanesk’ bir durum bu.

Romanın bazı hoş teknik sürprizleri de var. Metinde kimi flash-back’ler ve zaman ve mekânda geçişler çok zekice kurgulanmış. Sözgelimi, başkentin çatılarının üzerinde kanat çırpan kumrular, bir o dama bir bu pencere kenarına konarak, bir bakıyorsunuz sizi Genelkurmay’a, hop Başbakanlığa ya da bir partinin genel merkezine götürüyorlar. Mösyö Kevork, bizi hem tarihte gezintiye çıkarıyor, hem de Cumhuriyet’in temellerinde bir yerlere gömülmüş duran Büyük Felaket’in memleketin bilinçaltında ne kadar ağır bir yük olduğunu duyumsatıyor. İsveç büyükelçisi Orlando yüzyıllar arasında gidip gelirken, İşigüzel, Woolf dışında, Rushdie, Nabokov, Marquez gibi sevdiği romancılara da sık sık göndermeler yapıyor.

Resmigeçit, yukarıda sözünü ettiğimiz karakter zenginliği ve olay örgüsüyle bir epik roman olarak da değerlendirilebilir. Ancak somurtkan değil, neşeli, cıvıltılı, zaman zaman insana kahkahalar attıran bir epik roman bu. Memlekette daha önce kaleme alınmış, pek çoğu ihanet-sadakat, işkence-kahramanlık, çözülmek-çözülmemek meselelerine odaklanan siyasi romanlardan ise çok farklı bir yerde duruyor. Şebnem İşigüzel, Türkiye’de siyasi romanın bundan sonraki macerası için farklı bir yol öneriyor ve o yolun ilk taşlarını da Resmigeçit’le döşüyor.

* Yazıda verilen tarihlerde kaymalar olabilir. Lütfen alıcılarınızın ayarıyla oynamayın.

Hiç yorum yok: