“Yepyeni şeyler söylendi, Türkiye artık bunlar söylenmemiş gibi yapamaz”

Agos, 18 Aralık 2009

ROBER KOPTAŞ

Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi, sosyolog Ferhat Kentel’le, Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı dönüşümün dinamiklerini konuştuk. Kentel, bir siyasi mücadele yöntemi olarak “iyimserlik”ten hiç vazgeçmemek gerektiğine inanıyor.

• Bir sosyolog olarak, Türkiye’de son yıllarda yaşanan değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Geçmişte bu ülkede, bu topraklarda inanılmaz sıkıntılar yaşandı. Bu sıkıntıların ağırlıkları, dozları, kimler tarafından daha çok yaşandığı gibi hesaplar çok da önemli değil. Ama bir sıkıntılar silsilesi, üst üste eklenmiş travmalar olduğu kesin. Hiçbir travma tam olarak iyileşmeden, üzerine yeni travmalar eklenerek, hastalanmış, çok fazla dertli bir coğrafya burası. Öte yandan, inanılmaz bir dinamizmin olduğu, bir arada yaşama, her şeye rağmen krizleri aşma çabasının ve imkânının olduğu bir yer aynı zamanda. Açılım adı altında sözü edilen değişimler, bu sıkıntıların, insanların artık canına tak ettiği yer belki de.

• Neden bugünleri bekledi bu değişimler?

Ortada pek çok sorun var ve bu sıkıntıların artık yapıntı birtakım kelimelerle, kurgularla aşmanın, aşmış gibi yapmanın bir anlamı olmadığı iyice ortaya çıktı. “Bu böyle devam edemez” duygusunun iyice kristalize olduğu bir zaman diliminde, reel siyasetin alanına da taştı bu hissiyat. Evet, gündelik hayatta insanlar her şeye rağmen yaşamayı denemeye çalışıyorlar, o sıkıntıları aşmaya çalışıyorlar. O potansiyel, o arzu, o acılardan çıkma hali, devlet, siyaset gibi bir yerlerde galiba karşılığını buldu ve bunun o alandaki yansımalarını görüyoruz bugün.

• Güçlü bir direnç de var tabii.

Evet, hâlâ direnenler var, bu da çok anormal değil. Birtakım insanlar rahatlıyor bu ortamda, ama aynı zamanda, değişimin kendisi de bir korku ve endişe yaratıyor. Dolayısıyla, “Türkiye böyle kalmasın” diyenleri düşmanlaştırarak, “açılım en büyük tehlike”, “en büyük ihanet” diyerek içe kapanmayı isteyenler çok.

• Gidişat ne yöne doğru o halde?

Tarihsel birikim, dünyanın şu anda bulunduğu konjonktürde bizi buraya getirdi. Tabii ben bir sosyolog olarak, “Buradan şunlar çıktı, çıkıyor, dolayısıyla şuraya gidiyoruz” diyemem. Bambaşka sonuçlar, istenmeyen sonuçlar da çıkabilir. İçinde yaşadığımız bu sıcaklık hali, yoğun duygusallık hali, yeni bir şeyler yaşandığı hissini veriyor.

• Sanki hep bir ikilem halinde yaşıyoruz. Görünür birtakım değişimlere rağmen, içimizde daima bir şüphe var. Kötümser yanımız, bu devletin değişmeyeceğini, değişikliklerin yüzeysel olduğu ve derine nüfuz edemeyeceğini söylüyor. İyimser yanımız ise, sırf bu değişim çabasının bile, artık bazı şeyleri geri dönülmez bir şekilde değiştirdiğini söylüyor.

Kesinlikle. Siyaset yapma anlayışı değişiyor. Otoriter ideolojilerle hemhal olmuş kitlelerin önünde, plan, program, harita, güzergâh, tanımlanmış olarak hazır bulunur ve bunlar ezberimizdedir. Ya da, daha genel anlamda, klasik siyaset, o anlamda modern, öngörülebilir bir şeydir. Ama bunun yarattığı sıkıntılar, bütün o arzular ve potansiyellerle birlikte, eski tür siyasetin alanının ne kadar kısıtlı olduğunu ve nasıl yetmediğini gösterdi. Neticede, insanların başka dertleri olduğu ortaya çıktı, yeni şeyler konuşulmaya başlandı.

En azından birtakım insanlar kimlik meselesini masanın üstüne koydu. Devlet çizgisi buna inanılmaz karşı koydu ama insanlar yılmadılar. Bu, inanılmaz bir arzu ve direniş olduğunu gösteriyor. Yeni anlamlar türedi buradan, daha önce düşünmediğimiz sözler çıktı. Yeni sosyal hareketler teorik alanı içinde düşündüğümüz zaman, dünya kadar hareket çıktı: DurDe’sinden Nor Zartonk’una, Genç Siviller’e, Henüz Özgür Olmadık’a, Birbirimize Sahip Çıkıyoruz’a, Karanlığı Sorguluyoruz’a…

• Bu hareketlerin temel özelliği ne?

Bunların hepsi inanılmaz yeni tezahürler ve hiçbiri eski şemalara uymuyor. Sınır diye bir tahayyülleri yok, sadece bir kimliğin insanı değiller. İçinde klasik anlamda sağcı, solcu diyebileceğimiz insanlar var belki ama, hareketin kendisi, bir araya geldiği zaman başka bir şey, solu sağı aşan bir şey oluyor. O anlamda, “Türkiye’de bir şey değişmez” diye bir şey yok. Türkiye çok değişti zaten. Yepyeni şeyler söylendi ve bunlar söylenmemiş gibi de yapılamaz. Bundan sonra olacak her şey bu söylenmişlerin ışığında olacak. Bu söylenmişler, başka söylenmemişlerin kapısını açacak. Siyaset de bu nihayetinde. İyi şeyler mi olacak, kötü şeyler mi olacak, elbette bilmiyoruz. Ama iyi şeyler olacağına, dünyamızın daha da açılacağına dair dünya kadar işaret var.

• Geleneksel anlamda örgütlü olmayan alternatif muhalif yapıların, sistemi değiştirecek boyutta bir etki yaratması mümkün mü?

Mümkün elbette. Bu gruplar nereye kadar ulaşıyor, nasıl etki yaratıyor soruları elbette ki meşru. Ancak bu hareketlerin en önemli tarafı, gidebildiği yere kadar gidip, gittiği yerde başka bir şeye dönüşebilmeleri. Her sorunu çözebileceğini iddia eden bir hareket, zaten inanılmaz bencil ve yukarıdan bir projedir ve öncekilerden bir farkı yoktur.

• Bazı şeyler geçmişe kıyasla daha özgürce konuşuluyor olsa da, aşağıda, değişmeyen büyük bir kütle yok mu?

Bu bence çok yukarılarda yürüyen bir tartışma değil, çok aşağılarda olan bir tartışma. Hatta yukarısı da bu tartışmadan besleniyor. Teori bana şunu söylüyor: Bütün dünyaya baktığın zaman, dünyanın herhangi bir yerinde olan bir şey, başka yerinde de bir sonuç yaratır; herhangi bir düşünce eylem sonucunu doğurur, o eylem benim düşüncemi yenilememi sağlar, dolayısıyla ben kendimi sürekli sorgulama halindeyim. Şimdi, AB’den tut, dünya kapitalizminin değişimine kadar, en tekelci, homojenleştirici küreselleşme açısından da bak, sermayenin etkisi olsun, sosyal hareketlerin etkisi olsun, herkes herkesten etkileniyor. Bir kademe aşağı inersek, Türkiye’nin insanları da, en muhafazakâr dediğimiz insanları da, belki alabildiğine düalist, dikotomik bir şekilde de olsa, yani milliyetçiliğe sığınarak da olsa, o küresel ilişkiler ağından bir şekilde etkileniyorlar.

• Pratikte bunun etkilerini nasıl yaşıyoruz?

Sınırları aşmak anlamında, bunu bizzat pratiğin içinde de görüyoruz. Şehirlerin dünyanın başka yerleriyle kurduğu ilişki gibi; başörtülüyle başörtüsüzün bir arada yaşıyor olması, sokakta da başörtülüyle başörtüsüzün ayrılmaması gibi… Nişantaşı’nda bazıları başörtülülere gıcık kapıyor olabilir, ya da gecekondu mahallelerinde mini etek giyenlere gıcık kapılıyor olabilir ama, en ortalama hal olarak insanlar bir aradalar.

• Araya çomak sokan olmazsa, birbirlerinin varlığını bir şekilde kabul ediyorlar.

Ediyorlar. Dolayısıyla, pratikte, birbirine değen hayatlar yaşıyoruz. Türkiye’de belki, şu anda hâkim olan, milliyetçi, seküler, laik ulus devlet paradigmasıyla, toplumdaki bir aradalık arasında bir gerilim var. Yani, sonuç olarak şunu demeye çalışıyorum, devletin içinde açılım filan gibi şeyler başladıysa, sonuçta onlar da küresel olanın teorisinden ve politikasından çok bağımsız değiller. Toplum bir şeyler yaşıyor, dünya bir şeyler yaşıyor ve Türkiye devleti de bunlardan çok bağımsız kalamıyor. Bu Obama’nın dilinden veya Amerika’nın yeni politikalarından bağımsız mı? “Amerika’nın yeni numaralarıdır bunlar, onlar bu yeni dille sömürülerine devam edecekler” de diyebilirsiniz. Belki, evet, olabilir, bu her zaman için mümkün. Ama misal Obama’nın siyahların uğradığı ayrımcılığa karşı bir tür sembol olmuş olan Rosa Parks’ın adını anarak, toplumsal, sivil mücadelenin önemine vurgu yapması, Amerikan politikası içerisinde bir yarık buluyor ve oradan içeri giriyor. Obama da bu değişimi temsil ediyor.

Obama’nın başkanlık seçimi sırasında yaptığı, çoğulluğa vurgu yapan konuşmayla, Erdoğan’ın Davos sonrası yaptığı konuşmada çoğulculuğa vurgu yapması tesadüf değil elbette. Abdullah Gül’ün, Erdoğan’ın son zamanlarda yaptığı konuşmalar, Said-i Nursi, Ahmet Kaya, Exmedê Xanî, Tatyos Efendi, Sabahat Akkiraz’dan bahsetmesi tesadüf değil. Onların isimlerini vererek, “Ben de bu dilin içine girip konuşuyorum” diyor.

• AK Parti’nin iktidarda olduğu için bütün bu sorunlarla temas etmek zorunda kalması, onların iç dönüşümünü hızlandırıyor mu? Tayyip Erdoğan on yıl önce, bu söylediklerini hayal bile edemezdi muhtemelen.

Bu durum, klasik sosyal hareket teorisiyle çok uyumlu. Bu işin abecesinde, “sosyal hareketler başarısızlığa da uğrasa, engellense de, bir şeyleri değiştirir” diye yazar. Bir şeyler dile gelir çünkü. O toplum, artık o sosyal hareketin olmadığı zamanlardaki toplum değildir. Bununla iç içe geçen başka bir gerçek de, o sosyal hareketin kendisinin de değiştiğidir. Değiştirdiğin toplumla birlikte değişiyorsun. Erdoğan ve temsil ettiği hareket de, nasıl yorumlanırsa yorumlansın, sosyal olarak yükseliyorsa, üzerine bastığı zemin değişiyor. Söylemi de değişiyor, farklılaşıyor ve başka bir dille konuşmaya başlıyor. İslamcı hareket güçlü bir şekilde ortaya çıktığında, hepimizin kabaca gördüğü homojen bir kitleydi. Farklı tınılar belki vardı, ama tek ses halinde konuşan, İslami düzen isteyen ya da İslami bir isyanı dile getiren bir şeyken; bugün işin içinde kapitalisti var, işçisi var, burjuvası var, sendikacısı var, feministi var, dibine kadar sınıf bilinci içerisinden düşüneni var, hepsi var…

Dolayısıyla, evet, Erdoğan yola çıkarken buralara geleceğini hayal bile edemezdi… Siyasetin öngörülemezliği burada karşımıza çıkıyor. Bu hareketle ilgili olarak şeriatmış, takiyyeymiş, ortaçağ karanlığıymış, bir sürü tartışma yapıldı, ama bu yeni siyaset yapma biçimleri, ya da siyasetin yarattığı yeni anlamlarla birlikte biz yepyeni şeyler düşünmeye başladık, Erdoğan da yepyeni şeyler düşünmeye başladı, o yüzden, bütün bu lafları yepyeni bir ortamda ediyoruz.

• Ama bu hızlı değişim, beraberinde eski düşünceyi de taşıyor. Erdoğan bir yandan çoğulculuk anlamında olumlu laflar ederken, bir yandan da, iyi bir şey söylediğini düşünerek “Yahudiler para kazanmayı iyi biliyorlar” gibi stereotipleri tekrarlayabiliyor.

Siyasette, yeni bir güneşin doğup eskinin üstünü çizeceği gibi bir şeyi unutmak gerek. Böyle bir hayal kurmanın âlemi yok. Bu, ancak jakoben, Bolşevik, Kemalist, ben yaptım olducu gelenekte mümkün. Yeninin içinde eski de sürüyor. Ancak önemli olan, bir değişim ve yenilenme, yeniden düşünme olasılığının her zaman için var olması.

Aynı örneği Taraf gazetesi üzerinden de verebiliriz. Bugün Taraf gazetesi Türkiye’de adeta bir koçbaşı gibi son derece zor konuların üzerine büyük bir cesaretle gidiyor. Ama bu gazete de toplumun dışında bir yerde değil, en mükemmel, kusursuz insanların toplandığı bir yer değil. Taraf gazetesi, inanılmaz bir gayretle, pek çok insanın güç koşullarda çıkardığı bir gazete, ama tam da senin yazında şikâyetçi olduğun gibi, “Ha diyaspora, ha Bahçeli!” gibi bir manşet atabiliyor. Diasporayla ilgili olarak kafalarda yerleşmiş olan şey, demek ki Türkiye ortalamasından çok da farklı değil. Demek ki Taraf’ın diasporayı yeniden düşünmek için eleştirel yazılara ihtiyacı var. Evet, sonuç olarak, eski yeninin içinde yaşamaya devam ediyor, ama aşılamayacak bir şey olarak değil.


“Milliyetçilik yekpare değil, çok parçalı”

• Milliyetçi ortamın tehdidi altında yaşayan ve bunu teninde hisseden bir grup olarak biz Ermeniler, milliyetçiliği yekpare bir bütün olarak algılamaya meyilliyiz. Siz, Meltem Ahıska ve Fırat Genç’le birlikte yaptığınız milliyetçilik araştırmasında, Türkiye’de milliyetçiliğin yekpare olmadığını, orada da bir sürü farklı ton, vurgu ve kaçış alanı olduğunu söylediniz.

Sadece Ermeniler değil, hepimiz öyle algılıyoruz. Herhangi bir ideoloji söz konusu olduğunda, bu milliyetçilik de olsa, sosyalizm de olsa, Kürtler de olsa, yekpare bir bütünmüş gibi algılama derdinden hepimiz mustaribiz. Hep bir tasnif etme ihtiyacı var. Bu dünyada kendimizi anlamlandırabilmek için birtakım nirengi noktaları koyuyoruz. Bunun nasıl yapıldığı çok önemli. Bunu korkularla mı yapıyorum, merakla mı yapıyorum? Yeni olanın beni zenginleştireceği bir mantıkla mı yapıyorum? Bazen korkuyla hemen sınırlar koyuyorum, bazen merakla, sürekli yeni sınırlara doğru gidiyorum.

Modern dünya bu durumu daha da netleştirdi. Ulus devlet mantığıyla birlikte, bu tasnifleri daha da içselleştirdik. Modern toplumun ilk söylediği zamana ilişkindi: Eski bitti. Yeni bir şeye geçtik, artık moderniz, sanayi toplumuyuz, vatandaşız, bireyiz… Karmakarışık duygularımı, beklentilerimi, çıkarlarımı, bütün bu karmaşıklığı anlatacak bir partiyle özdeşleşiyorum. Artık bizden olanlar ve olmayanlar var. Böylece biz her şeyi çok daha net, büyük ölçüde de ikili kalıplar altında anlamayı öğrendik. Bu sadece bize yukardan dayatılan bir şey değildi, biz de kendimizi adapte ettik buna. Burada inanılmaz bir yanılgı çıktı ortaya. O kurguların gerçek olduğuna inandık, o kurguları öğrendik. Milliyetçilik de böyle bir şey. Rejimi, düşmanı, safımızı vs. belirledik. Bu düzen kendini korurken, milliyetçilik de çok önemli bir yer tutuyor. Ama milliyetçilik asla ve asla tek bir şey değil. Aksine, paramparça bir şey. Hepimiz, tıpkı bir partiye ait olurmuş gibi, kendi, kıstaslarımızla, nirengi noktalarımızla, korkularımızla bağlantı kurup, beni ve ötekini, aradaki sınırla birlikte inşa eden bir milliyetçilik anlayışına sahip çıktık.

Sivas’ta, Kırıkkale’de, Tekirdağ’da, Karadeniz’de, Trabzon’da, Malatya’da, İzmir’de, o karmaşık hikâye, hafıza, gelenek, anne, baba, dil, etnik köken, inanç ile milliyetçiliğin evlenmesi hiçbir sefer aynı sonucu yaratmadı. O yüzden zaten, dünya kadar insan milliyetçiyim diyor ama o insanların bir sürüsü birbirinden nefret ediyor! Milliyetçilik homojenlik görüntüsü vermeye çalışırken, bunu beceremiyor, ama homojenlik duygusu diye bir şeyi öğretiyor. Bir şeye ait olmak duygusunu yeniden üretiyor.

Milliyetçilik kan, şiddet ve ötekiler hakkında düşmanlık üretse de, bu korkular nedeniyle aslında insani bir yere de oturuyor. Çünkü ben bir yere ayağımı basmak istiyorum. Lazlık, Çerkeslik gibi durumlarda, ben bunları korumak da istesem, hayat bana sıcak bir yuva vermiyor. Ama modern ulus devlet gelip bana böyle bir şeyi dayatmış. Yokmuş gibi davranamıyorum. Ta ilkokul sıralarından başlayarak öğreniyorum, o yuvanın içine girip bir şekilde kendimi var etmeye çalışıyorum. Acıklı ama çok insani bir yerde konuşmaya devam ediyoruz. Bu sık sık yeniden tanımlanan da bir şey aynı zamanda. İşte, Abdullah Gül oturup Ermenistan devlet başkanıyla maç seyrettiği zaman, o ‘Kötü Ermeni’ gülümseyen, Türkiye takımı gol attığı zaman dönüp Abdullah Gül’ü tebrik eden bir insan halini alıyor. Ama öte taraftan bakıyorsun, kardeş Azeriler Bakü’de Türk bayrağını indiriyor. Böyle bir şey olduğunda, “tek millet” denen şeyin pek de gerçek olmadığı, bir kurgu olduğu ortaya çıkıyor.

• Sözünü ettiğiniz dönüşümler yaşanırken sol hareketin bu kadar atıl kalması Türkiye’ye özgü bir durum mu?

Sol, modern bir ideoloji ve onun durumu modernizmin serencamından bağımsız değil. Modernizmin krizini sol da yaşıyor. Modernite çok büyük bir projeydi, büyük idealleri, ilerleme duygusunu verdi. Sol bunu ezilenlerden, alt sosyal sınıflardan, işçi sınıfından hareketle yorumladı, sömürüsüz bir dünya talebiyle ortaya çıktı ama paradigma aynıydı. Modernitenin ikilikleri krize girdikçe, solun ikilikleri de krize girdi. Her şey evrilerek başka bir şeyin içinde yaşamaya devam ediyordu. Sol bu iç içe geçişleri anlayamadı, modern bir ideoloji olduğu için yapamadı bunu. Türkiye dediğimiz zaman, modernitenin yukarıdan aşağı empoze edildiğini düşünürsek, bu durum katmerleniyor. Türkiye’deki sol da, Kemalist modernleşmeye bağlı olarak yukarıdan aşağıya empoze eden bir hareket oldu. Dolayısıyla, Türkiye toplumu içindeki kimlikleri, bir aradalıkları, özneler arası durumları tam olarak içselleştiremedi, algılayamadı.

Türkiye’deki sol bu açıdan dünyadaki soldan daha da beter bir krize girdi, ama eğer sosyal adalet diye bir sorun, eşitsizlik varsa, o zaman sol da bitmeyecek. Solun bu anlamda, gericilik - ilericilik konusundaki radikal tutumundan kurtulması lazım. Belki tam da “Ne gerek var ki bunlara?” denilen konuları yeniden düşünüp, kendisini devamlılık içinde tahayyül eden bir yapıya bürünmesi lazım. Sadece ileriye dönük, adeta bir robot gibi, sanayileşmenin, makineleşmenin, kalkınmanın ideolojisi olmak yetmez. Başka birtakım paylaşımların da var olduğu üzerine kafa yormak lazım.

• Sınıf çelişkisinin yanında başka çelişkilerin varlığını kabul edip ona göre siyaset geliştirerek…

Elbette. Eski ve yeni arasında çelişki yoktur demek gerek mesela. Kendisine solcuyum diyen bir insan, başörtülüleri gördüğü zaman dellenmesin en azından. O senin düşmanın olamaz. Adalet arayışı sadece sınıfsal adalet arayışı değildir. Bazı şeyler sınıfsal gibi gözükmese de, belki başka birtakım sınıfsallıklara tekabül ediyor. Sınıfı yeniden düşünmemiz lazım. Başka tür insanlık halleri de adaletsizliğe maruz kalıyor. Kürtler veya başka gruplar yerlerinden yurtlarından ediliyor, değersizleştiriliyor. Adalet arayışı ancak bunları da içine aldığı zaman hayatla temas kurabiliyor.


“Annemin başörtüsünden utanırdım”

• Bir akademisyen ve bir yazar olarak, az önce sözünü ettiğimiz mücadelelerin içinde bir yerdesiniz ve belli bir tavrı temsil ediyorsunuz. Bu mücadele hayat hikâyenizle hangi noktalarda çakışıyor?

Küçük küçük fark edişlerle başlayan bir hikâye bu. Ezberlerle donatılmış bir toplumda, bunların aslında ne kadar saçma ve kurgu olduğunu, suni olduğunu öğrenerek, tecrübe ederek gördük. Annemin başörtüsü mesela. Ondan utanırdım ben küçükken. Modern vatandaş formuna uymuyordu çünkü. Nasıl giyineceğimiz, hangi eşyaları kullanacağımız, ileri ve geri olma durumuyla ilgili diye öğrenmiştik. Dolayısıyla başörtüsü de geriliğin sembolü olarak görünüyordu o zaman. Geri dönüp bir bakıyorsun, annenin olması gereken bir fotoğrafta annen yok. Çünkü sen, çocuk aklınla, başka annelerin, yani başörtüsüz, modern annelerin göründüğü bir fotoğrafa annenin girmesini istememişsin, Şoke oluyorsun tabii. Ben yıllar sonra o fotoğrafı görmeyebilirdim ve bir sürü şeyi de görmüyorsun zaten. Ermenilik, Türklük, laiklik, Müslümanlık gibi bir sürü ezberlerimiz var ve onun tersini gösteren şeylerle karşılaşmadığın zaman, o yüzleşmelerin, o şokların yaşanması mümkün değil.

Mesela, gayrimüslimlerle ilgili olarak ilk şoku nasıl yaşadım? Gene başörtüsü hikâyesine benzer bir şekilde, benim bir parçam olan annemin ideolojik dünyam tarafından unutturulması gibi, benim kuşağımdan İstanbulluların birlikte yaşadıkları, Ermenilerin, Rumların, gayrimüslimlerin de unutturulmaya tabi tutulduğunu fark ettim. Bağlarbaşı’nda büyüdüm ben. Bizim mahalle de Ermenisi, Yahudisi, Rumuyla, az Müslüman’ı, çok Müslüman’ıyla Üsküdar’ın tipik mahallelerinden biriydi. Gayrimüslim arkadaşlarım bir müddet sonra yok oldular ama ben onların nereye gittiklerini, niye gittiklerini hiç düşünmedim. Taşınmış gibi oluyorlar ve benim için birden görünmez hale geliyorlardı.

Aradan yıllar geçiyor ve otuz küsur yaşında, Fransa’da birisi “Bir milyon Ermeni yok edildi Türkiye’de” diyor. “Hadi canım!” diyorsun. Bir başkası, Türkiye’ye Bolşevik devriminden sonra göç etmiş bir Beyaz Rus, “Annemlerin yaşadığı dönemde ‘vatandaş Türkçe konuş’ kampanyalarıyla ne kadar büyük bir baskı vardı” diyor. “Hadi canım!” diyorsun. Sonra bir bakıyorsun, sürekli “Hadi canım, hadi canım” dediğin örnekler yağıyor. O zaman fark etmeye başlıyorsun, “Benim Ermeni, Rum arkadaşlarım vardı” diyorsun. Koko diye bir arkadaşın olduğunu ve 12 Mart döneminde onun ve ailesinin başına gelmedik kalmadığını fark ediyorsun. Onu hatırlıyorsun… Yıllar sonra, bütün bu kayıplarını, seni sen yapan bütün bu kayıplarını, dönüp geriye doğru kazmaya başlıyorsun. O zaman, artık hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Başka hikâyeler çıkmaya başlıyor. Adaletin olmadığı bir dünyanın derin koridorlarına girmeye başlıyorsun ve girdikten sonra artık çıkamıyorsun, yokmuş gibi davranamıyorsun. Tabii, ne işim var benim bunlarla, ben kendi rahatıma, işime gücüme, çoluğuma çocuğuma, evime arabama bakayım diye düşünüp pekâlâ bütün bunları görmezden gelmeye devam edebilirsin. Bu çok klasik bir hikâye. Hayat bir sürü yerde böyle devam ediyor zaten.

Ben 75-80 arası Türkiye’de üniversitede okudum. Her gün devrim olacak diye beklediğimiz, çok daha adil bir sosyalist düzen hayal ettiğimiz ve inanılmaz bir şiddetin hüküm sürdüğü bir dünyada yaşadım. Bedenim ve ruhum bu formasyonla işlenip şekillendi. Bedenin eğer böyle bir isyan ve direniş ruhuyla şekillenmişse, daha sonra öğrendiğin adaletsizliklere de konformist bir şekilde yaklaşamıyorsun. Galiba ben de “büyük adam” olamadım, bunu reddettim. Hayat sana hep bir şeyleri aşmayı dayatıyor. Gençlikten olgunluğa, ev, araba, kariyer, üç öğün güzel yemek, iş arkadaşları, sevgili, evlilik… Hep bir şeyleri aşarak, bekarlıktan çıkıp büyük adam olmak, Osmanlı’yı aşıp cumhuriyet olmak, gelenekselden modern olmaya gitmek gibi… Geride bırakmak gibi bir şey varsa eğer bu anlamda, ben de geride bırakmayı reddediyorum. Reddetmek bile değil, ama o bütünlük içerisinde görmeye başladığın zaman geride bırakmıyorsun. Hoca olduğun zaman öğrenci olduğunu unutmamak gibi… Direniş tam burada.

• Alternatif siyasi hareketlerin direnişi de burada anlamlanıyor galiba…

İlişkilendiriyorlar… Geçmiş ve şimdiki zaman, o kimlik ve bu kimlik arasındaki ilişkileri kurarak, o bütünlüğü sağlıyorlar. Salt çıkar peşinde koşan bireyler değiller, tekillikleri başka tekilliklerle iç içe geçmiş insanlar hepsi. Heteroloji yaratıyorlar. Başka bir mantık yaratıyorsun bu karşılaşmalar sonunda, ve yaratılan ne senin ne de benim hikayem. Şunu artık biliyorum, ben ancak başkasıyla beraber, unutulan parçalarımla beraber var olabilirim. Bu ne sadece Taraf’la, ne sadece Genç Siviller’le ilgili, doğrudan bu toplumla ilgili. Bu toplumun dışında, ona bilinç vermeye çalışan yüce insanlardan söz etmiyoruz. Bu toplumun içinde yaşamak artık böyle bir şey.

• Netice itibarıyla, zor bir memlekette yaşıyoruz...

(Gülüyor) Ama bir yanıyla da çok heyecanlı.

• Zor olduğu için de hepimiz sık sık hayal kırıklıkları yaşıyoruz. Sizin de umutsuzluğa kapıldığınız zamanlar olmuyor mu?

Olmaz mı? Kendi kendime ürettiğim formül, iyimser olmak. İyimser olmak son derece siyasidir. Beni zaten yenilgi duygusuna alıştırmak için her türlü mekanizma işliyor. Ama o mekanizmaların varlığı belki de sırf ben ve benim gibi insanlar, yani biz güçlü olduğumuz içindir. Hrant’ın öldürülmesi, herhalde en büyük örneklerinden biri. Hrant çok konuşan ve inanılmaz yepyeni bir dille konuşan bir insandı. Bu çok güçlü bir dildi. Köprülerden bahsediyordu hep, birbirimizi iyileştirmekten, birbirimizin doktoru olmaktan bahsediyordu. Hafızamıza girdi bunlar, bu coğrafyanın hafızasında artık Hrant’ın dili var. Hrant’ın öldürüldüğü an, işte bu yüzden umutsuzluğun en dibine çöküyorsun. Çünkü o insanı bile öldürdüler, ama umutsuzluğun en dibine çöktüğün o anda, tutunuyorsun da. “Bunu Hrant söyledi aslında” diyorsun ve Hrant’ın iyimserliğine sarılıp tutunuyorsun. Ve bakıyorsun ki onun sesi bir yerlerde yankısını bulmuş, bir sürü genç insan sokaklara çıkmış. İşte o zaman, kendi hesabına, sırf o genç insanlara karşı mahcup olmamak için “iyimser olmak zorundayım” diyorsun. Onlar çünkü geleceği temsil ediyorlar. Yeni dili onlar yaşıyorlar zaten. O halde, yenilgi duygusuyla niye baş başa kalayım ki? Tutunacak ve o tutunduğun şeyle yeni bir şeyler yapacak bir sürü imkân var.

(Fotoğraf: Sarkis Güreh)

Hiç yorum yok: