Lübnan, Türkiye ve orta yol

Agos, 12 Mart 2010

Beyruttayım.

Hakkında tonlarca yazı, roman, şiir, şarkı yazılmış bu güzeller güzeli diyarda hepi topu yedi gün geçirdim diye oturup ahkâm kesecek, büyük laflar edecek değilim, ama Beyrut, karmaşıklığı, tahmin edilemezliği, anlaşılmazlığıyla insanı sanki içine daha da çekiyor.

Ardı ardına sökün eden sorular. Merakınızı bir türlü tam olarak doyuramayan cevaplar. Tatminsizliğin getirdiği yeni sorular. Bir bilmece şehir ki, insanı kendine belki de en çok bu yönüyle bağlıyor.

Farklılıklara karşı savaş açmış, vatandaşlarını tektipleştirmeye, onların dillerini, dinlerini, şarkılarını, şiirlerini, hayallerini ezip geçmeye ant içmiş bir ulus devletin vatandaşı için, farklılıkları yaşamın en temel belirleyeni, kurucusu ve sürdürücüsü haline getirmiş bir ülkeyi anlamaya çalışmak başlı başına zor bir iş.

Şiisi, Sünnisi, Marunisi, Dürzisi, Ermenisi, Katoliği, Protestanıyla; epeyce kalın sınırlarla ayrılmış, birinden diğerine geçmenin neredeyse Amerika’ya göç etmek kadar zor sayıldığı mahalleleriyle Beyrut, insanda her şeyden önce bir bölünmüşlük duygusu uyandırıyor. Vatandaşlığın bireysel anlamda pek bir şey ifade etmediği, hayatın etnik ve dinsel cemaatler etrafında örgütlendiği bu toplumda, klanın, cemaatin dışında kalmak mümkün değil. Belli haklara sahip olabilmek için, öyle ya da böyle, bir klandan, bir cemaattan birine ait olmak zorundasınız. Türkiye’de tarih olmuş Osmanlı millet sisteminin modernleşmiş hayaleti Beyrut’ta yaşıyor.

Savaşlar, bu bölünmüşlüğün en sarsıcı sonucu ve Lübnan’da hayatı üç beş yılda bir kesintiye uğratıyor. İç Savaş, İsrail saldırganlığı, Suriye’nin Lübnan’ı tahakküm altına almak için gösterdiği çaba, memleketin sürekli diken üstünde yaşamasının nedeni. Askerler, iç güvenlik gücüne bağlı milisler her yerde. Türkiye’deki polisler gibi tehdit edici, gözleriyle sizi aşağılayan cinsten değiller, ellerinde makineli tüfek de olsa sohbete amadeler. En azından, ortalığın sakin göründüğü bu günlerde.

Suudi sermayesinin akıttığı paralar şehrin topografyasını değiştirmiş. Beyrut’un, yüksek kuleleri, geniş caddeleri, bankaları, finans şirketleriyle artık, Amerika’daki muadillerine benzer bir Downtown’ı var. Suudiler ve Hariri ailesi, borç içindeki Lübnan’ı kendilerine para ve iş ilişkisiyle bağlamış.

Sağda solda sıkışıp kalmış taş yapılı zarif Beyrut evleri, iç savaştan önce buraların ne kadar güzel mahalleler olduğunu hissettiriyor insana. Ama nafile. Bombalanmış, kurşunlanmış, yıkılmış o güzelim evlerin yerine, bizim çirkin apartmanları aratmayan yüksek binalar yapılmış ve o eski Beyrut, bir daha hiç geri dönmemecesine silinmiş.

İsrail’in işgal ettiği topraklardan kaçan Filistinliler, onyıllardır Lübnan’a sığınıyor. Yasal hiçbir hakları yok. Pek çoğu, kamplarda, derme çatma evlerde veya kulübelerde, hiçbir altyapısı olmayan koşullarda yaşıyorlar. Birkaç saat geçirdiğim Şatila kampı, 20 binden fazla sakiniyle kocaman bir yerleşim. Diyarbakır küçelerini andıran dar sokaklarında, insanlar Diyarbakır’dakinden çok daha derin ve umutsuz bir yoksulluk içinde. Lübnan devleti tarafından sağlanmış hiçbir sosyal güvenlikleri, sağlık ve eğitim hizmeti olmayan bunun gibi on kadar kampta yüz binden fazla Filistinli, Lübnan devletinin ince hesaplar üzerine kurulu cemaatler arası dengelerini bozmama kaygısıyla halının altına süpürülmüş.

Acaba, Türkiye’nin insanları hep aynı kalıba sokmayı hedefleyen tekçi politikalarıyla, Lübnan’daki, farklılıkları kemikleştiren, ortaklıklardan ve benzerliklerden adeta korkan yaşam biçimi arasında bir orta yol var mıdır?

Galiba Lübnan’daki en temel sorun, insanların, içselleştirdikleri ayrımların etkisiyle, ortak hakları için mücadele etmekten, zulüm görenin yanında durmaktan, zalimin karşısında olmaktan, yan yana gelmekten kaçınmaları.

Türkiye’de bundan farklı bir hayat yaşadığımız söylenebilir mi?


Siyasetsizliğin sonu yakın

Lübnan’da, az çok tanıdığımı sandığım diaspora Ermeni yaşantısına hâkim olan kaygılara, tepkilere, önceliklere dair bir dolu yeni şeye tanık oluyorum. Dünyaya ve Türk-Ermeni meselesine İstanbul’dan bakmakla, aynı sorunlara Beyrut’tan bakmak arasında dünya kadar fark var muhakkak.

Ama, ilk başta uzlaşmaz görünen bu farkların ortadan kalkabileceğine, belli bir noktada buluşulabileceğine dair emareler de eksik değil. Sohbete en yüksek, en keskin tondan başlayan Lübnanlı Ermeni bile, ilerleyen dakikalarda bu tavrını terk edebiliyor.

Belli ki burada en büyük duvarlar, bir Türk’le yan yana gelmek ve Türkiye’ye gitmek, ninelerin, dedelerin memleketini görmek konusundaki iki tabuya dair. Türkiye’nin yüzyıllık inkâr politikasının ruhlarda yarattığı tahribat, insanlarda Türkiye’ye ve Türklere karşı güveni, olumlu düşünceleri silip atmış. Onyıllar boyunca Türk devletinin resmi yüzüyle Türkiye toplumunu birbirinden ayırmak ihtiyacı duyulmamış ve bu da bir tür kilitlenme halini, kurbanlık hissiyatını normalleştirmiş, “Turkı Turk e” (Türk Türktür, yani değişmez) düşüncesini zihinlere kazımış. Bu kilitlenmişlik üzerinden siyaset geliştirenler bir süre sonra statükodan beslenir hale gelmiş, bu da beraberinde apolitikleşmeyi getirmiş.

Bugün entelektüellerin, siyasetçilerin, gazetecilerin, kapalı kapılar ardında da olsa bu siyasetsizliği kabul etmeleri, yakın bir gelecekte stratejinin değişeceğini, bunun siyasi yansımaları olacağını hissettiriyor insana.

Hiç yorum yok: