Erken gidene özlem

Agos, 17 Temmuz 2009


Kopukluk


Çeşitli Ermeni okullarından mezun olanların bir araya geldiği ‘sanuts miutyun’ların (öğrenci dernekleri) son on yılda giderek işlevsizleşmesi, İstanbul Ermenilerinin farklı nesilleri arasındaki kopukluğu iyice derinleştirdi. Bu durum, zaten kıt olan birikimlerin gençlere aktarılması ve Ermeni toplum yaşantısının daha canlı bir şekilde sürdürülmesinin önünde ciddi bir engel teşkil ediyor. Ermeni gençler, cemaat içinde kültürel ya da sosyal alanlarda bir şeyler yapmak istediklerinde, her şeye sıfırdan başlamak, keşfedilmiş kıtaları bir kez daha keşfetmek zorunda kalıyorlar.

Avukat Diran Bakar’ın ölümünden sonra, meslektaşı Sebu Aslangil, cemaat vakıflarının hak mücadelesi önündeki en büyük zorluğun, geçmişte açılmış davalara ilişkin hukuki kayıtların belli bir merkezde tutulmaması nedeniyle, kazanılan deneyimlerin yeni kuşak avukatlara aktarılamaması olduğunu söylüyordu. Aynı sorunun, hayatın her alanında karşımıza çıktığını söylemek yanlış olmaz.

Bugün bu ‘aktarım’ görevini bir ölçüde, bazı idealist öğretmenler, Ermeni kültürüyle ilgili basın yayın faaliyetinde bulunan gazeteler ve yayınevleri yerine getirmeye çalışıyor. Ancak bu çabalar, bireyselleşmenin ve bilgisayar ile televizyon karşısında geçirilen zamanın giderek arttığı bir zamanda, yeterli olmuyor.

Nesiller arası köprü görevini oluşturacak, araştırmacıların ihtiyaçlarını karşılayacak bir bilgi-belge-dokümantasyon merkezi oluşturmak, günümüzde Ermeni toplumunun önceliklerinden biri olmalı. Normal şartlar altında bu tür bir çabayı bütün gücüyle desteklemesi gereken Patrikliğin, içinde bulunduğu ataletten kurtulup imkânlarını seferber etmesi de, elbette, bu yolda önemli bir kazanım olacaktır.

Alakasız görünebilir, ama bunları, şair Garbis Cancikyan düşündürttü bana. Zira, sözünü etmeye çalıştığım kopukluğun en vahim sonuçlarından biri de, kültür ve edebiyatla ilgili birikimin her yeni nesilde neredeyse sıfırlanıyor olması.


Erken gidene özlem

Daha yirmi altısında bu diyarı terk etmesi şairliğinden mi, yoksa fukaralığından mıydı, bilmiyorum. Belki ikisinden de. Verem en çok şairlerin ve fukaraların hastalığı değil midir?

Garbis Cancikyan’ın, gazetelere çıkmış, kitaplara basılmış tek resmine bakınca, içli, kederli ama her şeye rağmen gelecekten umutlu bir çocuk görürüz. O resmi çektirmek için, Samatya’daki evinden kalkıp Pera’ya mı gelmiştir acaba? Façası düzgün, saçları briyantinli, kostümü sağlamdır. Fotoğrafçıdan çıkınca Baylan’da ya da Eftalapos’ta oturup bir şeyler içecek parası olup olmadığını ise, bir tek kendi bilir.

Sahakyan okulunu bitirdikten sonra Getronagan’a girer. Bir yıl sonra, daha 15 yaşındayken, okuldan ayrılıp bir şirkete kâtip olur. En yakın arkadaşı, şair Haygazun Kalustyan, Cancikyan’ın okumayı çok istediğini, yaşının geçmekte olduğunu görüp iki yıl sonra İtalyan Lisesi’ne girdiğini söylüyor. 1939’da yine Getronagan’a girse de, 1943’te, hastalığı onu okuldan kalıcı olarak uzaklaştırır.

1941’de, daha 21 yaşındayken defterine düştüğü satırlar, hayatı bambaşka gören bir muhayyilenin ipuçlarını verir: “İki ağacın ortasındaki bir bankta oturuyorum. Galiba günden güne evcilleşiyor, hayatla toprak arasında bir bağ buluyorum, ve her keşifte, önümde uzanan deniz alçalıyor, dalgalar denizin içinde kaybolurken üzerinde oturduğum bank yükseliyor.”

Zorluklarla bezeli bütün bu hayata tutunma çabası içinde, on yedi yaşından itibaren, bir kâhin gibi, ölümden, eriyip gitmekten, çürümekten söz eden şiirler yazar. Okulda öğrenip kitaplarla ilerlettiği Fransızcasıyla Fütürizmi, Dadaizmi, Sürrealizmi, Ekspresyonizmi anlamaya çalışır. Marinetti’yi, Zara’yı, Apollinaire’i okur. Nihayet, gelip Realizmin sularına demir atacaktır. Ama onunki, hayatın kendisinden bile daha gerçek bir gerçekliği kâğıda dökmeye gayret eden kara kuru bir gerçekçilik değil, arkadaşı Seta Dzağigyan’ın isabetle belirttiği gibi, derininde romantizm olan, kimi zaman sembolizme meyleden, ışıltılı bir başka ‘şey’dir.

Yeteneğiyle atbaşı giden parasızlığı, hastalığı döneminde bakımsızlığı, naçarlığı bilinse de, cemaat onu yaşatacak imkânları oluşturamaz. Ölümünün ardından, kalem arkadaşları en çok bu yüzden sitemkârdır.

Vartan Gomikyan mesela, onun için, “Yoksul sınıftan geliyordu, ekmek tomurcuğu gibi. Doğduğunda gururluydu, onu bu toplum bahtsız yaptı. Bedava okudu, bedava yedi... Bedava öldü” diye yazacaktı.

H. Kevorkyan ise, “Cancikyan” diye seslenecekti, “Biz seni büyük bir şair değil, yeni bir flütle, yeni besteleler yorumlamaya çalışan, mütevazı bir solist olarak kabul ediyoruz. Daha fazlasını isteyenler, yaşamanı sağlamalıydı.”

Türkiye’de Ermenice yeni şiirin kurucusu sayılan Cancikyan’ın, 1942’de Haygazun Kalustyan’la birlikte çıkardığı Türkçe ‘Balkıs’ kitabı, Orhan Veli’nin bir yıl önce çıkan ‘Garip’iyle kardeş sayılır.

Cancikyan’ın şiirleri, 20. yüzyılın ilk yarısında, İstanbul’da, halktan birinin günlük yaşantısını, özlemlerini, yoksunlularını anlatır. Yaşasaydı, daha bir sürü şey anlatacaktı.


‘Balkıs’ kitabından üç Cancikyan şiiri

Seneler zarfında

1

eskiden
yeşilköyde dolaşmasını severdim
hele bayılırdım
parkın denize bakan kanapelerine

şimdi yine
dolaşmasını seviyorum
hem de biraz
pipo içmesini
ve yalnız dolaşmasını

hisar
üsküdar
taksim
belediye bahçesi


2

şimdi pipo içmesini seviyorum
halbuki ben eskiden
bir kız sevdiğim zamanlar
cigara içerdim


seyahat

babam annem

arapkir tekirdağ

istanbul hayrabol

şam

kudüs

istanbul

samatya

marmara caddesi no.55

20 sene

bu evin kiracısı



?

piyanoyu ve şiiri
niçin severim acaba?


bir kız bilirim
elleri var
ayakları var
gözleri var


piyanoyu ve şiiri
niçin severim acaba?

Hiç yorum yok: