Peleşyan’ın sineması

Agos, 9 Nisan 2010

Eğer, ‘ayvarendesi’ adlı bir blogda, “son bir ay içerisinde artavazd peleshian’ın menq’ini ve seasons’ını yedi sekiz kez izledim herhalde. izlerken her seferinde ayrı ürperiyorum. youtube’u olanlar oradan seyredebilir” diyen bir nota rastlamasaydım, Ardavazt Peleşyan’ın (Peleshian) adını belki hiç duymayacak, duysam da, onun kim olduğunu muhtemelen bu kadar merak etmeyecektim.

Yazılarını severek takip ettiğim blogcuyu ürperten şey neydi? Utanç verici yasağa rağmen, pek çoğumuz gibi benim de YouTube’um vardı. Oturdum, seyrettim ve daha önce hiç karşılaşmadığım türden bir şeyle karşılaştım. Başka türlü filmlerdi bunlar. Peleşyan, başka türlü bir adamdı.

Sinemayla izleyiciliğin dışında yakın bir ilişkim yok. Bu yüzden, onun filmlerini nasıl nitelendirmek, nasıl tasnif etmek gerektiğini bilmiyorum. İzlerken ilk anda aklıma gelen şey, bunların şiirsel filmler olduğuydu. ‘Şiirsel’ tabirini, çoğu zaman, iyi yapılmış bir işi övmek için kullanırız. Buradaki ‘şiirsel’ o anlamda değil, şiirin kendine has anlam dünyası, dili, duygusu, insanda yarattığı etki anlamında...

Bu diyalogsuz, karaktersiz filmlerde, görüntülerin art arda gelerek, tekrarlanarak, dönüp durarak oluşturduğu benzersiz bütünlük duygusu, sinemanın, film yapma sanatının sınırlarını zorluyor, dahası, o sınırları ortadan kaldırıyor.

‘Unspoken Cinema’ (Konuşulmayan Sinema) adlı bir film sitesi, Peleşyan’ın tekrara dayanan tekniğini şu sözlerle anlatıyor: “Çok önemli bir fotoğrafı elinde tutan, onu yorumlayan, onu bize tekrar gösteren, sonra gerektiğinde, anlattığı şeyin altını çizmek için görüntüyü durdurup bize bir şeyler daha söyleyen ve özünde, önceden üretilmemiş cümlelerle bir makale yazan bir yönetmen gibi...”

Kendi çektiği görüntüleri, arşiv görüntüleri ve fotoğraflarla birlikte kurgulayan, müzikten yoğun olarak yardım alan Peleşyan, hayatı boyunca özgün bir gerçeklik duygusunun peşinden gitmiş. Onun filmleri, karakterlerin yaratılamayacağını, kurgulanamayacağını, onların zaten çevremizde, günlük hayatın içinde olduğunu söylüyor adeta.

Ermenistan’dan dünyaya

1938’de Leninakan’da, yani Gümrü’de doğan Ardavazt Peleşyan, sinema eğitimini 1960’larda, prestijli Moskova Film Enstitüsü’nde aldı. Bugüne kadar hepi topu on kadar film üretti. Hiçbiri ticari olmayan, belgeselle kurgusal sinema arasında bir yerde duran, en kısası altı dakika, en uzunu altmış dakika olan bu filmleri arka arkaya eklerseniz, üç saati bulmuyor. Bu kadar az üretmiş bir yönetmenin bu kadar özgün bir anlatım dili yaratmayı becermiş olması, muazzam bir başarı.

Peleşyan’ın filmlerinde insan her zaman merkezi bir rol oynuyor. Hırsları, beceriksizlikleri, var olmak için verdikleri savaş, bu savaşı kazanmaları ve aslında kazanırken kaybediyor olmalarıyla insanlar… Bu anlamda, hep Ermenistan’ı ve Ermenistanlıları anlatsa da, kelimenin tam anlamıyla evrensel, sınırlarötesi filmler bunlar. Eleştirmen Scott MacDonald’la söyleşisinde, Peleşyan, doğduğu ülke ve onun insanlarıyla ilişkisini şu sözlerle anlatıyor: “Ermeniler, bana, bütün dünya, insan karakteristiği ve insan doğası hakkında bir şeyler söyleyebilme imkânı tanıyor. Birileri bu filmlerde sadece Ermenistan’ı görebilir. Ama ben geçmişte hiç öyle yapma izni vermedim kendime, bugün de vermeyeceğim.”

Filmleri



Öğrenciliği sonrasında çektiği ilk film olan ‘Izgispı’ (Başlangıç, 1967), Ekim Devrimi’ni anlatır. 10 dakikalık bu çarpıcı siyasi filmde, Peleşyan, isyanlar ve toplumsal hareketlerle dolu modern tarihin, derinlerde yatan ruhunu arar. Çığlıklar, coşkun kalabalıklar, kurşun sesleri, koşuşturan insanlar aracılığıyla, insan eliyle yaratılan değişime dikkat çeker ve sorar: Peki, gelecek nasıl olacak?

1969 tarihli ‘Menk’te (Biz) [sekiz küsur dakikalık ilk bölümü yukarıda] ise, günlük hayattan anlar, bir cenaze, çalışan insanlar, caddeler, koyun sürüleri, dağ, tepe görüntüleriyle, insanı ve doğayı, toplumu, şehirleri, günlük hayatın kahramanlarını gösterir. Filmde, Ermenilerin tarihsel trajedisine de, insanoğlunun hayatta kalma yeteneğine de göndermeler vardır.

Benzer bir tema, Peleşyan’ın en çok bilinen filmi olan ‘Vremana Goda’da (Mevsimler, 1975) da işlenir. Coşkun akan bir nehrin sularına kapılmış bir koyunu yakalamaya çalışan bir köylünün, izleyeni tedirgin eden, bıçak sırtı görüntüleriyle açılan filmde, yine insanın doğayla mücadelesine tanık oluruz. Bu, onun filmlerinin en vurgulu temalarından biridir. Güneş, yağmur, kar, fırtına karşısında insan, bazen yenip bazen yenilerek, doğayla hemhal olarak, yaşamayı sürdürür; çünkü hayat hep devam eder

“Bu film, ulaşmaya çalıştığım, hepimizin, bütün insanlığın ulaşmaya çalıştığı şey hakkında. İnsanların, yükselmeye ve aşmaya yönelik arzu ve istekleri hakkında” sözleriyle anlattığı ‘Mer Tarı’ (Çağımız, 1983), bir uzay gezisine odaklanarak, kozmonotların yaşadığı baskıyı, yalnızlığı, yabancılaşmayı, fiziksel ve ruhsal yorgunluğu, ancak bunun yanında da, insanoğlunun, uçma eyleminde billurlaşan fethetme hırsını anlatır, izleyicisini bunun kökeni üzerine düşünmeye çağırır.

Batı sinema dünyasına, kendisinin de çokça etkilendiği Jean-Luc Godard tarafından takdim edilen, ünlü Sergei Paracanov’un “dünya sinemasının birkaç gerçek dahisinden biri” sözleriyle selamladığı Ardavazt Peleşyan, tepeden tırnağa sinemacı ve aynı zamanda zamanımızın en önemli düşünürlerinden biri.

(Peleşyan’ın sekiz filmi, http://www.ubu.com/film/peleshian.html adresinden izlenebiliyor.)

2 yorum:

Adsız dedi ki...

sizi okumak büyük zevk.

tankut dedi ki...

:)