Zohrab ve Vartkes’in son günleri

Agos, 16 Temmuz 2010

‘Onların hikâyesini haftaya bırakalım” demiştik, ama geçen hafta Patriklik meselesi etrafında dönen tartışmalarla ilgili yazma zorunluluğu, İstanbul Mebusu Zohrab ve Erzurum Mebusu Vartkes Serengülyan’ın Halep’ten ölüme doğru giden yolculuklarını anlatan yazıyı engelledi. Kaldığımız yerden devam edelim… [Yani, bu yazının, Halep’teki Baron Otel’le ilgili baş kısmı biraz aşağıda, veya şurada...]

1915’te, Halep Valisi Celal Bey’in Ermeni muhacirlere yönelik insani tutumundan cesaret bulan Halep Ermenileri, tehcir yürüyüşü sonunda çaresiz halde şehirlerine ulaşan Ermenilere yardım ediyor, şehir dışındaki Sebil bahçesinde ve Karlık tepesinde büyük kazanlar içinde pişirdikleri yemekleri onlara dağıtıyor, yaralarına merhem olmaya çalışıyorlardı.

Söylentilere göre, Celal Bey İstanbul’a bir telgraf çekip “Ben bu vilayetin valisiyim, canisi değil!” demiş ve bunun sonucunda Konya’ya atanmıştı. Yörenin Müslüman ahalisi de muhacirlere destek olmaya çalışıyordu; hatta, toprak sahibi olanlar, şehre gelen binlerce Ermeni’nin kendi topraklarına yerleşmesi ve orada çalışarak vilayetin kalkınmasına katkıda bulunması için yetkililerden talepte bulunuyordu. Tehcirin nihai amacının Ermenileri topyekûn yok etmek olduğunun henüz anlaşılamadığı günlerde gelen bu talepler, yetkililer tarafından sürekli olarak reddediliyordu.

Şehre ilk ulaşan Ermeniler, daha ziyade Çukurova bölgesinde yaşayanlardı ve o günlerde, sürgünün savaş koşullarının bir gereği olduğu hissiyatı hâkimdi. Ancak özellikle Anadolu’nun iç bölgelerinden, erkekleri öldürülmüş ve sersefil haldeki kafileler şehre ulaştıkça, manzara daha net bir şekilde ortaya çıkmaya başladı.

Zohrab ve Vartkes, Mayıs ayının son günlerinde İstanbul’da tutuklandılar. Onlara, Divan-ı Harbi Örfi’de yargılanmak üzere Diyarbakır’a sevk edilecekleri söylendi. Haziran ayında Halep’e ulaştıklarında, gözetim altındaydılar ama iyi niyetli bir devlet görevlisi olan Polis Müdürü Fikri Bey’in özel izniyle Baron Otel’de vakit geçirebiliyorlardı. Ancak, Halepli Ermenilere, özellikle de, zaten çeşitli yardım işlerinin yüküyle uğraşan Mazlumyan ailesine yük olmak istemediklerinden, oraya değil, Otel Bab el Farac’a yerleştiler. Vali Celal Bey, birkaç gün sonra, hasta olan Zohrab’ın Dr. Altunyan’ın kliniğine yerleşip rahat etmesini sağladı.

Hayatı boyunca İstanbul’da, seçkin bir çevrede yaşayan ve edebiyatla, hukukla ve nihayet siyasetle uğraşan Zohrab için bu macera elbette çok zorluydu. Kalbindeki rahatsızlık gittikçe daha fazla kendini hissettiriyordu. Mebus seçilmeden önce yıllar yılı Taşnak partisi saflarında devrimcilik yapan, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde dağlarda yaşayan, silahlı mücadele yürüten Vartkes ise neşeli ve enerjikti. Dr. Kılcıyan’a, “Doktor, ben zaten yedi senedir bedava yaşıyorum. Derdim değil. Yedi sene önce ölmem lazımdı ama ölmedim, yedi sene kârdayım, bu da bir şeydir” diyordu.

Kaçış planı

Zohrab ve Vartkes kendilerini bekleyen sonun farkındaydılar, ama İstanbul’da yakından tanıdıkları İttihatçı liderlerin verdiği güvencelere de inanmak istiyorlardı. Kendileri için emniyetli bir sığınak olan Halep’teki günlerini mümkün olduğunca uzatmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Ne var ki, Dahiliye Nazırı Talat Paşa (Zohrab’la Tokatlıyan otelinde sık sık tavla oynadıkları söylenir), İstanbul’dan, onların aldığı nefesi bile takip ediyor ve yola çıkmaları, Urfa üzerinden Diyarbakır’a gitmeleri için Halep’teki görevlilere baskı yapıyordu.

Gazeteci Aram Andonyan’ın aktardığına göre, Celal Bey’den sonra valilik görevini üstlenen Bekir Sami Bey, kaçmaları gerektiğini onlara dolaylı olarak duyurmuştu. Eski Şam mebusu Şükrü el Asali de, Zohrab ve Vartkes’i öldürme planlarından haberdar olmuş, Urfa’ya gitmemeleri için mutlaka bir yol bulmalarını, güvenilir tanıdıklar vasıtasıyla iletmişti. Şükrü el Asali, bu bilgiye inanmayan Dr. Kılcıyan’a şu cevabı vermişti: “Meclis-i Mebusan’da diller meselesi tartışılırken, Zohrab, İttihatçı kabineyle aynı fikri savunup Arapların davasına zarar verdi, ama bizim ona büyük bir saygımız var. İnanıyorum ki, Türkler, Ermeniler ve Araplar arasında bir Zohrab daha yoktur. Ama onu öldüreceklerine eminim.”

Bu sözler üzerine, Dr. Kılcıyan, Arap meslektaşı Tevfik Bey ve Hamid El Cabri’nin yardımıyla, iki mebus için bir kaçış planı hazırladı. Plana göre, Zohrab ve Vartkes yola çıktıktan sonra, silahlı bir Arap grubu, bir soygun görüntüsünde, onlara eşlik eden polis ve jandarmalara saldıracak, Zohrab ve Vartkes’i kaçırıp Cezire taraflarındaki Arap köylerine saklayacaklardı. Bu Arap köylüler, kendilerine sığınmış herhangi birini devlet yetkililerine teslim etmemeleriyle, gerekirse onu korumak için çarpışmayı bile göze almalarıyla tanınıyordu.

Çerkes Ahmet

Ancak Zohrab, İstanbul’da, Halaskar Zabitan günlerinde evinde saklayıp ölümden kurtardığı, İttihatçı Meclis başkanı Halil Bey (Menteşe) vasıtasıyla bir sonuç alınacağını ve Diyarbakır’da mahkeme karşısına çıkmadan eve geri dönebileceğini umuyordu. Halil’in ona bir can borcu vardı ne de olsa...

İki mebus, Dr. Kılcıyan, ve Baron Otel’in sahibi Onnik Mazlumyan’dan kurtulamaları için tek yol olarak görülen kaçış planını duyduklarında, Harp Divanı’nda yargılansalar da suçsuz çıkacaklarına emin oldukları, ama eğer kaçarlarsa bir daha kendileri için hiçbir ümit olmayacağı gerekçesiyle, onları reddettiler ve birkaç gün sonra da yola koyuldular.

Önce Urfa’ya gittiler. Oradan Diyarbakır’a doğru yola çıktıktan kısa bir süre sonra ise, yolları Teşkilat-ı Mahsusa için çalışan bir çete reisi olan Çerkes Ahmet tarafından kesildi.

Çerkes Ahmet, sonraki yıllarda, yazar Ahmet Refik Altınay’a, Vartkes’i mavzer kurşunuyla, Zohrab’ı ise başını taşla ezerek öldürdüğünü anlattı.

Onun bu ve benzeri cinayetlerini kendi ağzından dinleyen Ahmet Refik, Çerkes Ahmet hakkında, “Ermeni fecayii için mühim bir vesika idi” diye yazacaktı.

2 yorum:

Lütfi Mutluer dedi ki...

Merhaba arkadaşım! Süper bir Blog olmuş, başarılarının devamını dilerim, bana da beklerim. www.anindayorum.com

rober koptaş dedi ki...

yukardaki yorumun aynısını, dün, tayfun serttaş’ın, hastalığı nedeniyle çektiği sıkıntıyı anlattığı yazısının altında görüp şaşırmıştım (http://tayfunserttas.blogspot.com/2010/07/grace-icin.html). o yazının altında çok absürd duruyordu çünkü. şimdi aynı yorum bu yazıya da gelince, bunun bir tür reklam olduğunu anladım. bu sayfaya göz atanları uyarmış olayım.
Lütfi Mutluer kardeşim, yaptığın hiç hoş bir şey değil, bilesin.