Bir konferansın ardından

Agos, 30 Kasım 2007

Geçtiğimiz hafta sonu, İzmir Selçuk’ta 9. Türkiye İnsan Hakları Hareketi Konferansı toplandı. İnsan Hakları Derneği (İHD) ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) ortaklaşa düzenlediği konferans, daha önceki buluşmalarda yer alarak tartışmalara değerli katkılarda bulunan Hrant Dink’e ithaf edilmişti ve ‘Hrant’tan Sonra Türkiye’de İnsan Hakları’ başlığını taşıyordu.

Çeşitli siyasi gruplara veya sivil toplum kuruluşlarına üye kırk kadar katılımcı, iki gün boyunca, Türkiye’de insan hakları mücadelesinin bulunduğu noktaya dair tespitlerini aktardılar, fikir alışverişinde bulunup tartıştılar. ‘Otoriter yönelimler ve insan hakları ihlalleri’, ‘milliyetçilik ve ırkçılık’, ‘hınç ve linç kültürü’, ‘düşünce ve ifade özgürlüğü’ alanlarında yürütülen çalışmalar, 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’nde, İHD ve TİHV tarafından kamuoyuyla paylaşılacak.

Türkiye insan hakları hareketi, bir yandan acil eylemler gerektiren yakıcı bir gündemin baskısı altında bulunurken, bir yandan da insan haklarını kavramsal açıklığa ve düşünsel zenginliğe ulaştırma ihtiyacını hissediyor. Tanıl Bora, açılış konuşmasında bu durumu “İnsan hakları hareketi, itfaiye görevlileri veya cankurtaranlar gibi her daim hazır ve nazır olmak, ihtiyaç duyulduğunda her yere koşmak zorunda” sözleriyle açıklıyordu.

Konferansın toplandığı günlerde, İstanbul’da Feyzullah Ete polis tekmesiyle öldürülüyor, İzmir’de Baran Tursun “dur ihtarına uymadığı” gerekçesiyle polis kurşunuyla vuruluyor, Demokratik Toplum Partisi hakkındaki kapatma davası tartışılıyordu.

Türkiye, itfaiyecilerin ve cankurtaranların uğraşması gereken sorunların dağ gibi yığıldığı bir ülke.


Düşünce özgürlüğü ve çoraklaşan Türkiye

Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz. TC Anayasası, 25. madde

Agos adına çağrılı olduğum 9. İnsan Hakları Hareketi Konferansı’nda ‘Düşünce ve İfade Özgürlüğü’ çalışma grubunda yer aldım. Bu grupta tartışılan konuları kısaca özetlemek istiyorum.

“Düşünce” kişinin kendini gerçekleştirme yolundaki iç potansiyelinin en önemli taşıyıcısı olduğundan, bireylerin özerklik alanı içerisindedir ve sınırlanamaz. İfade özgürlüğü ise demokrasilerde toplumsal var oluşun temelidir. Çeşitli şekillerde sınırlandırılabilir, ancak bu sınırlar, uluslararası insan hakları standartlarının ötesine geçen kısıtlamalar olmamalıdır. Zira, standart-ötesi her kısıtlama insanın özgürce düşünebilmesinin önüne engeller koyduğundan, bu en temel insan hakkının ihlali anlamına gelir.

DTP’lilerin son günlerde maruz kaldığı, Kürt halkının siyasi temsilcilerini kıskaca alma hedefiyle “Söyle bakalım, PKK terörist mi, değil mi?” dayatmasında cisimleşen saldırıların da etkisiyle, “düşünce özgürlüğü” ve “ifade özgürlüğü” kavramları arasındaki ayrım üzerinde durmak elzemdir. Zira ifade özgürlüğü “susma hakkı”nı da içerir. Bir insanı düşüncesini açıklamaya zorlamak, onun özerklik alanına tecavüzdür.

İfade özgürlüğünün sınırı, kişinin başkalarının özerklik alanına müdahale edip etmediğiyle belirlenir. Ancak bu sınır belirlenirken, çeşitli kurumların –mesela Silahlı Kuvvetler’in– “manevi şahsiyeti” veya bazı değerlerin “kutsal”lığı dikkate alınamaz. Zira, kurumlar ve yapılar kişi olma vasfı taşımazlar; ayrıca, kutsallık, tümüyle öznel bir değer algısının sonucu olduğu için, yargıda keyfiliğe kapı açan bir değerlendirme ölçütüne dönüşme potansiyeli taşır.

İfade özgürlüğü, toplumda azınlık konumunda bulunanları, etnik ve dinsel grupları, kadınları, eşcinselleri, baskın olan gruba karşı koruma işlevini yerine getirmelidir. Bu grupları tehlike ve tehditlerden korumak için bir “Ayrımcılık Hukuku”nun tesis edilmesi, demokratik toplum anlayışının ön koşullarından biridir. Buna koşut olarak, kamusal güç ve iktidarı elinde tutanlar hakkındaki eleştiriler daha geniş bir ifade özgürlüğü perspektifiyle değerlendirilmelidir.

Türkiye’de ifade özgürlüğü sorunu, Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) “Türklüğü aşağılama” suçunu düzenleyen 301. maddesine indirgenemeyecek kadar yaygın bir nitelik taşıyor. TCK’nın 1. maddesi kanunun amacını “kişi hak ve özgürlüklerini” korumak olarak belirtse de, mevzuatta aksi yönde düzenleme ve mütalaalarla ifade özgürlüğü sınırlandırılıyor, birey ve gruplar hukukun korumasından mahrum bırakılıyor. Anayasa’da yurttaşlık hak ve özgürlüklerinin belirlendiği bölümden, Ceza Kanunu’na kadar pek çok hukuk metni, ifade özgürlüğünü ihlal niteliği taşıyan düzenlemeler getiriyor.

Düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki yasaklar, kişi ya da grupların, kimlikleri, cinsel yönelimleri vs. nedeniyle baskı altına alınması ile birleşerek, hem şiddetin meşrulaşmasına hizmet ediyor, hem de bireylerin “tehlikeli” düşünceleri ifade etmekten kaçınarak kendilerini oto-sansüre tâbi tutmaları sonucuna doğuruyor. Bu da, uzun vadede, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, toplumsal iklimin çoraklaşmasına, düşünce dünyasında tektipleşmeye yol açıyor.


Türkiyeli aydınların Hrant’ı

Konferans süresince grup çalışmalarının, ortak sohbetlerin vazgeçilmez konularından biriydi Hrant Dink. Her tartışma dönüp dolaşıyor, ona göndermede bulunan bir önermeye, onun söylediği bir söze, içinde Hrant olan sıcak bir anıya dayanıyordu.

Sözü edilen sanki daha dün görüp şakalaştığımız, tartışıp kızdığımız, hâlâ aramızda olan bir dostumuzdu.

Hrant, belki başka hiç kimseye nasip olmayacak kadar çok konuşuluyor, adeta bizimle birlikte yaşamaya devam ediyor. “Biz Hrant’la Mardin’deyken…”, “Bir gün biz Hrant’la…” diye başlayan yüzlerce anı dilden dile dolaşıyor, yayılıyor.

Mithat Sancar’ın geçtiğimiz gün Birgün’de dile getirdiği gibi, “sınırları çoktan aşan, çıkarıp yüreğini Türkiye’nin ortasına koyan” Hrant Dink, Türkiyeli aydınların belleğinde, o pirüpak mücadelesiyle, hiç çıkmayacak bir iz bıraktı.

Yine de, ta Ocak ayında sorduğumuz soru hayatiyetini koruyor:

Onun dört koldan verdiği mücadeleye sahip çıkabilecek, bir gün “Hrant hepimiz için öldü…” diyebileceğimiz o düş-ülkeyi hep birlikte kurabilecek miyiz?

Hiç yorum yok: