Parmaklık

Agos, 5 Eylül 2008

Günlerdir, sabahları Kadıköy rıhtımına inerken, yoldan geçen bir cezaevi aracıyla göz göze geliyorum. Daha doğrusu, ben gözümü ona dikiyorum ama bu kaba saba aracın gözü filan olmadığından, onun benimle ilgilendiği yok. Bir trafik ışığında bekliyor, ya da caddede, ardında kara bir egzoz dumanı bırakarak, aceleyle yol alıyor.

Muhtemelen o gün Kadıköy Adliyesi’nde duruşması olan tutukluları taşıyan araç bu.

Onu ilk gördüğüm gün, günlerini cezaevinin tekdüzeliği içinde geçiren bir tutuklu için duruşma nedeniyle de olsa dışarı çıkmanın herhalde iyi olacağını düşündüm.

ikinci gün, ben yol kenarında trafik lambasının yeşile dönmesini beklerken, cezaevi aracı yavaşça akan trafiğin içinde, tam önümden, ağır ağır geçti. Aramızda bir metre ya vardı ya yoktu.

Başımı kaldırıp, aracın yan tarafında, tavana yakın açılmış kafesli pencereye baktım: Bu kadar küçük olmak zorunda mıydı?

Derken, kafesin üzerinde, içerden uzanan bir elin parmaklarını fark ettim; ‘parmaklık’ sözcüğünün ne anlama geldiğini de ilk kez o an idrak ettim. içerideki, belli ki, o küçücük deliği örten parmaklıklara tutunarak dışarıyı seyretmeye çalışıyordu.

Neden zor durumdaki bu insanların kısacık adliye yolculuğu dahi işkence halini almak zorunda?

Parmakların sahibi, kafes hayli yüksekte olduğu için muhtemelen sadece binaların üst katlarını seyrederken, ben onun parmaklıktaki parmaklarına bakıyordum.

Bu parmaklar kimin? Suçu siyasi mi, adi mi? Hikâyesi ne acaba? Acısı, derdi, tasası?

Her şey birkaç saniye içinde olup bitiyor.

Araç ilerliyor, parmaklar gözden kayboluyor.

Hiç yorum yok: