Agos, 10 Temmuz 2009
Türkiye’nin derin meselelerinin çözümü yolunda en büyük engelin, cumhuriyet projesinin yaratmaya çalıştığı, devletin vazettiği ‘gerçek’lere sorgulamadan biat eden, Türklerin her daim haklı ve mağdur, ötekilerin daima potansiyel düşman olduğunu düşünen vatandaş modeli olduğu çokça söylenir. Bu anlamda, ‘Ermeni Sorunu’, ‘Kürt Sorunu’ etiketleriyle anılan meselelerin, aslında ‘Türk Sorunu’nun çözülmesine bağlı olduğu dile getirilir.
Profesör Fikret Adanır’ın Milliyet’ten Devrim Sevimay’a verdiği söyleşi (22 Haziran 2009), işte bu Türk Sorunu’nun, akademik ortamdan çıkıp geniş kitlelere hitap etmeye çalışan Türkiyeli aydının zihnini nasıl karıştırdığını gösteriyordu. Belli ki, 1915’e dair, fazla incitmeden, sarsmadan, kırıp dökmeden topluma laf anlatma çabası, akademisyenlerin, entelektüellerin, yıllar yılı iğneyle kuyu kazarak oluşturdukları, bin bir emekle örmeye çalıştıkları etik duruşu dahi bulandıran bir lapsusa, yani bir tür zihinsel sürçmeye sebep oluyor.
Memleketin uluslararası alanda tanınan en önemli ve saygın tarihçilerinden biri olan Profesör Adanır’ın, o söyleşide, yaşananları bir tarihçi olarak nasıl algıladığını anlatırken kullandığı, birbiriyle çelişen ifadeler, esasında sorunun ne kadar derinde olduğunu gösteriyor.
Adanır, mesela, bir yandan 1915’in tarihsel olarak bir soykırım olduğunu, ancak hukuki anlamda soykırım olmadığını (kavramın geriye dönük kullanılamayacağını) söylerken, bir yandan da, kendisinin soykırım kavramını ‘bazen’ kullandığını, ancak “Türkiye hükümetlerinin soykırım suçlamasını kabul etmemelerini anlayışla karşıladığını, hatta kabul etmemeleri gerektiğini söylediğini” belirtiyor.
Hepi topu birkaç sayfa tutan söyleşide, önce, devletin yaşananlardan ötürü sorumlu olduğunu, bu yüzden Ermenilerden özür dilemesi gerektiğini belirten Adanır, “tek bir bebeğin ölmesinin arkasındaki sebebin devlet olduğunu” kabul ediyor, ancak daha sonra, her nedense, “Devletler soykırım yapmazlar, soykırım yapan daima kişilerdir” diyor.
Ermeni örgütlerinin faaliyetleri bahane edilerek masum Ermenilerin katledildiğini ve bunun büyük bir felaket olduğunu söyleyen Adanır, öte yandan, 1915’te yaşananları anlamak için ‘Ermenilerin’ devlet kurma çabalarını göz önünde bulundurmak gerektiğini belirterek, kitlesel katliamları meşrulaştırmaya hizmet edecek yorumlarda bulunuyor.
Ermeni katliamı ile Balkanlardaki Müslümanların öldürülmesinin kıyaslanmasına karşı çıkan Adanır, “Bu böyle bir terazinin kefeleri midir ki, Müslümanların uğradığı sıkıntıları bu kefeye, Ermenilerinkini bu kefeye koyalım?” diyor, ancak, söyleşinin başka bir bölümünde, devlete şöyle bir öneride bulunuyor: “Ben bu hükümetin yerinde olsam hem Ermenilere ‘Üzgünüz’ derim, hem de Müslümanların yaşadığı o büyük trajediyi her defasında vurgularım.”
*
Galiba, ‘Türk’ entelektüellerin Ermeni meselesine dair etik sorumluluğu da tam burada başlıyor: Aydınların, 1915 gibi dehşetli bir gerçekliği topluma anlatmaya, insanları yaşanan acılar üzerine düşünmeye davet ederken ve –bu yolla bir yandan da– ‘Türk Sorunu’nun çözümüne katkıda bulunmaya çabalarken, yüksek siyasete göz kırpan bir politik dil kullanmaları, üstelik bunu, asırlık inkârından henüz bir milim bile şaşmayan devlete diplomatik pazarlık yolu göstererek yapmaları yakışık almıyor.
Osman Kavala, Radikal 2’de Baskın Oran’ı eleştirdiği ‘Leyleklerle konuşmak’ başlıklı yazısında (31 Mayıs 2009), 1915’te yaşananlar nedeniyle Ermenilerden özür dilemekle devlet çıkarları arasında paralellik kurulmasının, “ahlaki normların önemsizleşmesine” ve “bunların savunulmasında en önemli güç olan samimiyetin sorgulanmasına” neden olacağını vurgulamıştı.
Görünen o ki, Fikret Adanır da bu kritik eşiği aşmakta güçlük çekiyor.