Satırlı saldırganları hoşgörmek

Agos, 26 Haziran 2009

Üniversitede a-politika

1990’larda, Türkiye’nin küresel ekonomik sisteme bir an önce entegre olmasını savunan sermaye gruplarının sözcüsü konumundaki merkez medya, özelleştirmeleri, art arda gelen ekonomik ‘tedbir’leri her ne pahasına olursa olsun savunuyor, bunların yarattığı insani ve sosyal dramları gözlerden ırak tutmaya çalışıyordu. Bu, aynı zamanda, üniversitelerde 12 Eylül rejiminin karanlık perdesinin hafiflediği, gençliğin, öğrenci koordinasyonları aracılığıyla yeni bir muhalefet örgütlemeye çabaladığı bir dönemdi.

Harç ücretlerine yapılan yüksek zamları protesto eylemleriyle başlayan hareketlilik, memleket meselelerine, dünya ahvaline duyarlı bir siyasetin kapısını araladıkça, statükonun hedefi haline geldi. Devletin, ihtiyaç anında kullanmayı alışkanlık haline getirdiği milliyetçi gruplar devreye sokuldu. Üniversite içinden ve dışından ülkücüler, üniversitede siyasi faaliyette bulunan öğrencilere saldırmaya başladı.

Gazeteler ve televizyonlar, bu saldırıları hep karşıt görüşteki öğrencilerin çatışması olarak sundu. Kitlelerin bilinçaltındaki, 1980 öncesi çatışma ortamının geri gelmekte olduğuna dair korku canlı tutularak, üniversitedeki her türlü politik etkinliğin gayrimeşru ilan edilmesi amaçlanıyordu. Desteklenen tek siyasi uğraş, neye hizmet ettiği bugün artık çok net görülen Atatürkçü Düşünce Derneklerinin faaliyetleriydi.

Bugün üniversiteler, o günlerin siyasi canlılığından bir hayli uzak. Okul koridorlarındaki kavga görüntülerini televizyonlardan izleyerek büyüyen bugünkü neslin pek çok mensubu için, üniversite zaten siyasetle bir arada anılmaması, pirûpak olması gereken bir kurum. Hayatın her anının ve her alanının politik olduğu gerçeği, devlet ve sermaye kaynaklı apolitizasyonu kıramıyor. Öğrenci muhalefeti, kulüpler ve sol partilerin üniversite içi gruplarıyla ayakta kalmaya çalışıyor. Ancak bu cılız çabalar bile, ülkücülerin, pek çok kişinin yaralanmasına neden olan saldırılarından kurtulamıyor.

Geçmişin aksine, bugün bu saldırılar gazete ve televizyonlarda haber olmuyor. Medya, belli ki, ehlileştirilen, sesi soluğu kesilen üniversitelerde bazı kıpırdanmalar olduğu görüntüsü yaratmak istemiyor. Üniversite yönetimlerinin baskıcı tutumu bu batağı derinleştirirken, saldırıya uğrayan öğrencilerin çığlığı, sessizliğin içinde boğuluyor.

Satırlı saldırganları hoşgörmek

İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt’taki kampusu, polisler ve özel güvenlik elemanları tarafından ‘korunan’, kameralar tarafından 24 saat gözetlenen bir ‘güvenlik vahası’. Orada, başka üniversitelerin öğrencileri, kapılarda yapılan kimlik kontrollerinden geçemezler. Dahası, İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin bile, bir fakülte binasından diğerine geçişi engellenmiştir.

Bilimsel tartışmanın ancak gerçek bir özgürlük ortamında mümkün olduğu gerçeğinden bihaber görünen Alemdaroğlu ve Parlak yönetimleri, üniversiteyi polisiye yöntemlerle idare ederek, her tür öğrenci faaliyetini sıkı sıkıya kontrol altında tuttu. İstanbul Üniversitesi’nin internet sitesinin tanıtım kısmına girdiğinizde, hemen ikinci paragrafta karşınıza çıkan şu ifadeler, yönetimin arzuladığı akademisyen tipi hakkında bilgi veriyor: “Gücünü gençlerden alan İstanbul Üniversitesi, varoldukça Cumhuriyet ilkelerini ve değerlerini temsil edecektir. İstanbul Üniversitesi, halkın verdiği misyonla, Atatürk ilke ve devrimlerinin her dönemde ve her koşulda yılmaz koruyucusu olacaktır. Cumhuriyetin değerlerini yıkmak isteyenler, bütün öğretim kadrosu, idari personeli, mezunu ve öğrencisiyle İstanbul Üniversitesi'ni karşısında bulacaktır.”

“Gücünü gençlerden alan” İstanbul Üniversitesi’nde, öğrenci gençlerin bir kısmı, aylardır Ülkü ve Alperen ocakları bağlantılı saldırılara uğruyor. Son iki buçuk ayda, bu saldırılar sonucunda, dördü ağır olmak üzere ondan fazla öğrenci yaralandı.

Öğrencilerin bildirdiğine göre, saldırılar, Mart ayının sonlarında, ‘Türkçe Yaşam Kulübü’nün etkinliği için afiş asmak bahanesiyle okula giren ülkücülerin saldırılarıyla başladı. Muhsin Yazıcoğlu’nun ölümünün ardından olaylar yoğunlaştı. Afiş asma sırasında yaşanan bir gerginlikten sonra, Alperen Ocağı üyeleri öğrencilere saldırdı, bir öğrenci döner bıçağı darbeleriyle yaralandı.

8 Nisan’da, toplu bir şekilde okuldan çıkan yaklaşık 15 öğrenci otobüse binmek üzereyken saldırıya uğradı. Öğrencilerden A.Ö. dizine bir döner bıçağı darbesi aldı ve zorlu bir ameliyattan sonra bacağı yaklaşık bir buçuk ay alçıda kaldı.

8 Mayıs günü, Süleymaniye’deki Yabancı Diller Bölümü’ne giren saldırganlar, bir öğrenciyi ağır şekilde yaraladı. Satır darbeleri nedeniyle elinden yaralanan H.Y. adlı öğrenci ameliyata alındı.

13 Mayıs’ta ise Türk Dil Bayramı etkinliği yapma bahanesiyle okula gelen yaklaşık 60 kişilik bir grup, rektör yardımcısının ve rektör danışmanının gözü önünde öğrencilere saldırdı, iki öğrenci yaralandı. (bkz. http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=24746)

İstanbul Üniversitesi öğrencileri, Rektörlük yetkililerinin, saldırılara tanık olsalar da harekete geçmediğini ve şu ana kadar olaylara karışan hiçbir üniversiteli ülkücünün idari ceza almadığını söylüyor. Olaylar sırasında polisler ve ‘özel’ güvenlik güçleri çoğunlukla ortadan kayboluyor. Okul dışından gelen saldırganların ana kapıdan nasıl geçtiği ise bilinmiyor.

İstanbul Üniversitesi’nin Rektörü Yunus Söylet, uzun süre sessiz kaldıktan sonra yaptığı açıklamada, saldırıya uğrayan, yaralanan, kanı dökülen öğrencilerle, onlara saldıranları aynı kefeye koydu, sağ ve sol görüşlü öğrencileri olaylardan eşit derecede sorumlu tuttuğunu beyan etti. Dahası, “Üniversitemizde görev yapan Özel Güvenlik başta olmak üzere, üniversitemizin güvenlik konsepti yeniden yapılandırılacaktır” diyerek, üniversiteyi bir tür polis akademisi haline getirme yolunda bir adım daha attı.

Ülkücü şiddetin diliyle bir anlığına bile olsun karşı karşıya gelenler, zembereğinden boşanmaya hazır o kaba gücün nasıl vahşileşebildiğini bilirler.

Yetkililer, ülkücülerin, üniversitelerde, satır, döner bıçağı ve yumrukla deşarj olmasına hoşgörüyle baktıkça, onların hışmına uğrayan pek çok öğrenci hastanelik olmaya devam edecek.

Buna sessiz kalmak, suça ortak olmaktır.

Murat'ın dedesi

Agos, 19 Haziran 2009

Mısır Çarşısı’nın çevresindeki kalabalık sokaklarda bir başıma dolanıyorum. Öteye beriye bakıyorum. Bu rengârenk cümbüşün ortasında, takılıp kalacak bir şeyler çıkacak karşıma nasılsa. Maksat zaman öldürmek.

Çin malı bavul, Çin malı gözlük, kemer, eşarp satan bir dükkânın vitrininde bir çantaya takılıyor gözüm. Fiyatını soruyorum.

O kaça, bu kaça, onun ucu, bunun sapı derken, dükkâncı “Buyur abi, içeri gel” diyor.

Birkaç dakika sonra öğreneceğim adını. Ben yaşlarda. Murat. Zekice bakıyor, hareketli, biraz da sinirli.

Ben çantalara bakarken, o beni tanımak için sorular sıralıyor art arda. Bir ara, “Tuncelili misin abi sen?” diyor, gözlerimin içine bakarak. ‘Dersimli’ demiyor. Girişken, meraklı, ama yine de temkinli.

“Yok yahu” diyorum, “Nereden çıkardın?” Sanki çok uzak bir yermiş gibi ekliyorum: “Sıvaslıyım.”

“Sıvas?” diyor gözlerini açarak.

‘İ’yle değil, ‘ı’yla söylememe takılıyor. “Bu adamda bir şey, bir orijinallik var belli ki” diye düşünüyor, “ama ne?”
“Alevi misin abi?” diyor, az buçuk çekinerek.

“Hayır” diyorum.

Çaktırmıyor ama merakı artıyor.

O sordukça ve ben yayınevinden, gazeteden, hele hele tarihçilikten söz edince, birdenbire, küt diye soruyor:

“Abi ya, o zaman sen bilirsin. Bir şey soracağım: Ermenileri sahiden kestik mi biz?”

Hop, bir dakika...

Çalışmadığım yerden bu soru. Hangi ‘biz’ olarak cevaplayacağım şimdi bunu ben?

Bir an kekeledikten sonra, zaman kazanmak için, “Yav, Muratçığım” diyorum, “Aslına bakarsan”... Bir sessizlik ve bir “ıııı...”

Derken, iki ‘biz’den de vazgeçmemeyi seçiyorum. “Yav... Biz, kestik kesmesine de... Sen biraz fazla üstüne bastın Murat, çünkü ben de Ermeni’yim.”

Rahatlıyorum.

Şimdi bocalama sırası onda. Ama çabucak toparlıyor. Yüzünde muzaffer bir tebessüm.

“Abi, ben anlamıştım sende bir şey olduğunu. Ama bıyıklarını biraz böyle dudaklarının üzerine doğru uzatmışsın ya, ondan Alevi’sin sandım.”

Gülüyorum. Daha birkaç hafta önce, başka bir dükkânda, Alevi bir amca, “Alevilerle Ermeniler arasında ancak soğan kabuğu kadar bir fark vardır” demişti bana.

Bunu anlatınca o da başını sallıyor. Duruyor. “Abi, bir çayımı içsen ya.”

Masanın başında oturup bizi izleyen sözlüsüne sesleniyor: “Çay koysana bize.”

Tanıştırıyor. Başörtülü, güler yüzlü bir kız. Murat Malatyalı, İlknur Artvinli. Çayları doldururken, “Gürcü’yüz biz” diyor.

Murat, “Abi” diyor, “Ben sana bir şey anlatacağım. Bizim oralarda, babaannemin babası epey meşhurdur. Hapse filan girmiş çıkmış çok. Niye meşhur biliyor musun? Çünkü hapisteyken buna demişler ki, ‘Eğer dışarı çıkmak istiyorsan, Ermenileri ..........’ ”

Murat’ın sağ kolu, yukarıdan aşağıya doğru hızlıca iniyor. Bir daha, bir daha. Üç kere.

Anlıyorum. Ermeni cellatı bir dededen söz ediyor.

Olayın şiddeti ve Murat’ın bunu bu kadar doğallıkla anlatması beni şaşırtıyor, rahatsız ediyor. Bir ter boşanıyor üstümden. Bunu örtmek için, öfkeyle soruyorum:

“Yahu Murat! Sen şimdi bana bunu anlatıyorsun ama daha beş dakika önce ‘Biz Ermenileri kestik mi?’ diye sormadın mı? Zaten biliyorsan, niye bir de bana soruyorsun!”

Mahcup. Sinirli sinirli gözlerini kırpıyor.

“Abi, ne bileyim! Bir de senden duymak istedim herhalde.”

“Peki, ya ben ‘Kesmedik’ deseydim?”

Sessizlik.

İlknur çaylarımızı veriyor. Murat susuyor. Ben de onunla birlikte... Çaylarımızı içiyoruz.

Birkaç dakika öylece geçiyor.

“Abi” diyor, “Hani, o gasteciyi vurdular ya. Babam o zaman çok fena oldu. Koca adam televizyonun karşısında hüngür hüngür ağladı. O gasteci de Malatyalıydı abi, biliyor musun?”

“Biliyorum” diyorum.

Susuyoruz.

Havayı yumuşatmak için ne zaman evleneceklerini soruyorum.

İlknur gülümsüyor: “Mayıstosta!”

Bizimki sözlüsüne bakıyor öfkeyle.

“Ohooo...” diyorum İlknur’a, “Senin işin zor vallahi, baksana, resmen agresif bu adam!”

İlknur gene gülümsüyor.

Bizimki bir İlknur’a, bir bana bakıyor ama kızgın kalmayı beceremiyor. Gözlerinde sevgi var.

Çayımızı içiyor, Murat’ın dedesini ve inip kalkan kılıcını unutmuş gibi yapıyoruz.

(Çizim: Aret Gıcır)

Haraç’ın ardından

Paris’te, 84 yıl boyunca boyunca yayımlanan Ermenice gazete Haraç, 30-31 Mayıs 2009’da son kez basıldı. Yayımına son veren Haraç’a bir saygı nişanesi olarak hazırlanan aşağıdaki dosya, Agos’un 5 Haziran tarihli sayısında yayımlandı.


Haraç: Kökü Erzurum’da, yaprakları Paris’te bir çınar


ROBER KOPTAŞ

1925’te Paris’te yayımlanmaya başlayan Haraç, sadece Fransa’daki değil, dünyan
ın dört bir yanındaki Ermeni toplulukları için, bir gazeteden çok daha fazlası, önemli bir direniş simgesiydi. Gazete, 1 Ocak 2009’da yayımlanan başyazısıyla, birkaç ay sonra yayıma son vereceğini duyurdu ve geçtiğimiz hafta, mayıs ayının son gününde, Haraç’ın Rue d’Hauteville’deki matbaasındaki emektar baskı makinesi sustu.

Haraç’ın sesini yitirmesi, bugün bize, belki de her şeyden çok, 1915’te başlayan felaketin hiçbir zaman tarih olmadığını, bugün hâlâ sürdüğünü kanıtlıyor.

Gazetenin kurucusu Şavarş Misakyan, 20. yüzyılda Ermenice basın dünyasının en önemli aktörlerinden ve kahramanlarından biriydi. 1900’ler
den 1950’lere, ilk gençliğinden yaşlılığına, hep bir yazı emekçisi olmuş, İstanbul’daki Surhantag (Haberci) gazetesinden Aztag’a (Etken), oradan Erzurum’daki Haraç’a (İleri), oradan yine İstanbul’daki Azadamard’a (Özgürlük Kavgası), oradan Cagadamard’a (Cephe) ve nihayet Paris’teki Haraç’a, siyasi, toplumsal, kültürel meseleleri yakından takip etmiş, halkının yaşadığı büyük trajedinin hem tanığı, hem kurbanı olmuştu.

Misakyan’ın, bir süre yöneticiliğini yaptığı, Erzurum’daki Taşnak yayın organının adıyla Paris’te kurduğu Haraç, 1915’te yaşanan tehcir
ve katliamlardan sonra, Avrupa’da hayata tutunmaya çalışan Ermenilerin, yaşanan bütün acılara karşın kendi kaderlerine sahip çıkma iradesinin ifadesiydi.

Gazete, yıllar yılı, Fransa’dan, Paris’ten, dünyanın d
ört bir yanına dağılmış olan Ermenilerden haberler verdi. Ermenice edebiyatın en yaratıcı örnekleri Haraç’ın sütunlarında yer aldı. İnternetin, televizyonun olmadığı zamanlarda, farklı coğrafyalardaki Ermeni toplulukları, birbirlerinden Haraç sayesinde haberdar olabildi.

Misakyan’ın 1957’de hayatını kaybetmesinin ardından, gazeteyi, kızı Arpik Misakyan devraldı. Bir Taşnak yayını olarak kurulan Haraç, Arpik Misakyan yönetiminde partinin politikasına sadık bir yayın organı olmaktan uzaklaştı, daha bağımsız bir çizgiye oturdu. Avrupa’da yaşayan Ermenilerin, ‘Beyaz Soykırım’ olarak adlandırılan asimilasyona karşı direnci yıldan yıla kırılır ve Ermenice okuyabilenlerin sayısı günden güne azalırken, Haraç da bu çoraklıktan nasibini aldı. 1915 felaketinden canını kurtarabilen nesil artık öte dünyaya göçüyor, Ermenice edebiyatın ve yazının Avrupa’daki temsilcileri, diaspora Ermeni edebiyatının yaratıcıları birer birer sahneden çekiliyordu. Sayıları yarım milyonu yaklaşan Fransa Ermenilerinin pek çoğu, ekmek kavgası peşinde, konfeksiyon atölyelerinde, kuyumcu imalathanelerinde, fabrikalardaydı. Yeni kuşaklar Ermenice bilmiyor, okuyamıyordu.

Bütün bu güç koşullar altında, Haraç da günden güne içine kapandı, yeni zamanların yeni değerlerine ayak uydurmakta zorlandı; canlılığından, çoksesliliğinden pek çok şey yitirdi. Gazeteyi 52 yıldır yöneten, daha çocuk yaşta onun en parlak zamanlarının tanığı olmuş, bugün artık seksen yaşını aşmış olan Arpik Misakyan’ın yorgunluğu, umutsuzluğu, bütün ikna çabalarına, destek önerilerine karşın Haraç’ı sürdürmek istemeyişi, pek çoğumuza hüzün veriyor. Zira Haraç’la birlikte, diaspora Ermenileri için bir yüzyılın sona erişi de resmiyet kazanıyor. Bu, ölümle, göçle, savrulmayla başlayan, tutunma, direniş, yok oluş sarmalında devam eden bir felaketler çağıydı. O felaketler çağının tanıklarından biri olan Haraç’ın son nefesini vermesiyle, Ermenilerin 20. yüzyılı da perdelerini kapamış oldu.

*

Ama hayat devam ediyor. Bugün, Haraç okurlarına veda ederken, Paris’ten, bir grup aydının Nor (Yeni) Haraç’ı kurmak için çalışmaya başladıkları haberleri geliyor. Onlar, Haraç’ın 27 Mayıs sayısında yer alan açıklamalarında, yeni gazeteyi ekim ayında yayımlamayı planladıklarını müjdeliyorlar bizlere.

Arpik Misakyan, Haraç’ı kapatmayı neden bir zorunluluk olarak gördüğünü anlattığı son yazısında, geçen yüzyılın en büyük Ermeni yazarların
dan Şahan Şahnur’un hep “Başyazılar iyimser bitmelidir” dediğini hatırlatıyor, bu iyimserliği korumaya gayret etse de, artık veda vaktinin geldiğini söylüyordu.

Misakyan’lar
ın emeği ve Haraç’ın 84 yıllık macerası önünde saygıyla eğildikten sonra, yeni bir Haraç’la, yeni yüzyılı selamlamanın zamanıdır belki de. Fransa Ermenilerinin ona ihtiyacı var gibi görünüyor. Bizim de…

Kim bilir, belki de Şahan Şahnur hakl
ıdır. Belki de iyimser olmak için daima bir sebep vardır.



Her zaman, her yerde gazeteci
Şava
rş Misakyan (1884-1957)

Haraç’ın kurucusu Şavarş Misakyan, Ağustos 1884’te, Surp Asdvadzadzin Yortusu’nda, bugün Erzincan’a bağlı olan Zımara (Altıntaş) köyünde doğdu.

Ailecek İstanbul’a taşındıklar
ında, Şavarş 6 yaşındaydı. Kumkapı’daki Bezciyan okulunda, ardından Karaköy’deki Getronagan Lisesi’nde okudu. 1896’daki Osmanlı Bankası baskını sonrasında Getronagan kapatılınca, Gedikpaşa’daki Amerikan okuluna girdi. Ardından, Merzifon’da, Amerikan misyonerlerin yönetimindeki Anadolu Koleji’ne gönderildi, ama “Orada insanın ruhunu kurutuyorlar” diyerek okulu bıraktı ve ailesinin yanına döndü.

16 gibi çok erken bir yaşta basın dünyasına adımı attı. İlk yazıları Surhantag (Haberci) gazetesinde yayımlandı. 1908’de, Meşrutiyet’in ilanından sonra, Zabel Yesayan, Keğam Parseğyan ve Vahram Tatul gibi dönemin önde gelen yazarlarıyla birlikte Aztag (Etken) gazetesini ve Levon Ğaribyan’la birlikte Ardziv (Kartal) Kitabevi’ni kurdu. 1909’da İstanbul’da Taşnaktsutyun’un yayın organı Azadamard (Özgürlük Kavgası) kurulunca, Aztag’ın yayımına son verdi. Erzurum’da, yine Taşnak Partisi tarafından cıkarılan Haraç’ın (İleri) editörlüğünü yürüten Yeğişe Topciyan’ın öldürülmesi üzerine, 1911’de bu gazetenin başına geçti. İstanbul’a döndükten sonra, hem Azadamard’ın yayın kurulunda yer aldı, hem de, aynı adlı haftalık edebi gazetenin editörlüğünü üstlendi.

24 Nisan 1915’te iki yüzü aşkın Ermeni aydın tutuklanıp Çankırı ve Ayaş’a sürüldüğünde, Şavarş Misakyan gizlenerek ölümden kurtulmayı başardı. Saklandığı yerden, Sofya’da yayımlanmakta olan Hayasdan (Ermenistan) gazetesine, yaşanan olaylar hakkında günü gününe haberler geçti.

1916’da gizlice Bulgaristan’a geçmeyi istediyse de, Vladimir Dimitriev adlı Bulgar bir ajanın ihbarıyla yakalanıp tutuklandı. 26 Mart
1916’da Kısm-ı Siyasi’ye götürüldü. Güncesi ve diğer yazmaları Harutyun Mıgırdiçyan adında Ermeni bir muhbir ve Ermenice bilen Süreyya Sırrı Bey tarafından incelendi. Aylarca sorgulandı ve işkence gördü. Bir gün, sorguya götürüldüğü sırada, üçüncü katın merdivenlerinden aşağı atlayarak intihar etmeyi denedi. Bacağından, kolundan ve başından yaralandı, ancak hayatta kaldı. Divan-ı Harbi Örfi’de yargılanarak beş yıl hapse mahkûm edildi.

Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından, İtilaf devletlerinin müdahalesiyle 27 Kasım 1918’de s
erbest bırakıldı. Azadamard’ın devamı olarak yayınını sürdüren Cagadamard (Cephe) gazetesinin başyazarlığına getirildi. Bir yandan da, uluslararası alanda süren savaş sonrası diplomatik görüşmelere katıldı. Kafkasya’ya, Avusturya’ya, Fransa’ya ve İngiltere’ye gitti.

Kasım 1922’de, İstanbul’u terk ederek Sofya’ya geçti. Burada, İstanbul’dan tanıdığı Diruhi Azaryan’la evlendi. Ağustos 1925’te, Paris’te Haraç’ı kurdu. Babasının ardından, gazeteyi tam 52 yıl boyunca yönetecek olan kızı Arpik 1926’da doğdu. İlk yıllarında iki günde bir yayımlanan Haraç, 1927’den itibaren günlük olarak çıkmaya başladı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Paris’in Almanlar tarafından işgal edilmesiyle, gazete yayıma ara verdi. Misakyan, Ermenice yasadışı yayınlar yoluyla direniş hareketine destek oldu. Savaştan sonra, 26 Şubat 1957’de ölene dek gazetenin başında kaldı. İki bin kişinin yer aldığı cenaze alayı, kiliseden çıktıktan sonra bir süre Haraç bürosunun önünde durdu. Şavarş Misakyan, Père Lachaise’deki aile mezarlığına gömüldü.
(Kaynak: Şavarş Misakyan, Orer yev Jamer [Günler ve Saatler], Paris, 1958)



Haraç: O mucizevi, o zorunlu yabanlık duygusu


MARC NICHANIAN


Haraç. İlk gençliğimi, delikanlılığımı anımsatan bir ad.


Haraç, Ermeniceyi öğrendiğim okul.
Tatil günlerinde, büyükannemden önce ben koşardım kapıya, posta ile gelen Haraç’ı alıp okumak için. Her şeyi okurdum, baştan sona, çoğu kez de yüksek sesle. İlk sayfada ulusal ve uluslararası haberler olurdu. Zor değildi. Çoğu zaman Hrant-Samuel’in kaleminden çıkan başyazı da olurdu. Bir çeşit Ermeni tarihini, hamasi bir tarihi oradan öğrendim diyebilirim. Bizler için yılın anlamlı günleri dini yortular değildi. Tanrı’ya şükür, kiliseye ayak basmazdık. Bizim kilisemiz Haraç’tı. Dini yortular yerine, Hrant-Samuel’in makalelerinden parti bayramlarını takip ederdik: Khanasor, Osmanlı Bankası Baskını, Davo’nun ihaneti, Yıldız suikastı, Cumhuriyet’in ilanı, abartılan ve yıldan yıla tekdüzeleşen hatıralarla, kör topal ilerleyerek… Tam anlamıyla bir ‘Azizler Kitabı’.

Sonra sıra iç sayfalara gelirdi. Uzun soluklu ve çoğunlukla beni aşan bir dille yazılmış yazılardı bunlar. Çağdaş Ermeni edebiyatını orada öğrendim. O sayfaların vaizlerinden biri de Yetvart Simkeşyan’dı. Varujan’dan, Siamanto’dan, Medzarents’den bahsederdi periyodik ve birbirinin tekrarı yazılarıyla. Bunalırdım. Her şeyi anlayamıyordum. Ermenicem yeterli değildi. O dilin güzelliğine hayrandım. Benim ‘boy’umu aşıyordu. Yıldırıyordu da. O düzeye asla erişemeyeceğimden, asla büyümeyeceğimden emindim. Sanki benden ötede, büyülü bir dünyaydı. Bazı kelimeleri büyükanneme sorardım. Sadece karşılığını söylemekle yetinmez, çözümler, açıklar, anlamamı kolaylaştırırdı. Ancak, açıkladığı sözcükler bana ait değildi. Asla da olmayacaktı. Büyüklere has bir zenginlikti bu. Kötücül bir kıskançlıkla kıskanırdım, neredeyse nefretle. Büyükannem –otuz yıldır Fransa’da yaşadığı halde– sadece Ermenice bilirdi. Açıklamaları Ermeniceydi, bir dilden öbürüne geçmez, sözlük kullanmazdı.

Gün geldi, Haraç’ta yazmaya başladım. Önceleri sanki kekeler gibi, eğreti, sonra gitgide daha kendimden emin. Başka arzum yoktu, başka ufuk yoktu. Dünya orada başlıyor, orada bitiyordu. Şahan Şahnur’a Haraç’ta rastladım (hakkında Fransızca bir inceleme yazmıştım). Gazete çevresindendi. Günleri sayılıydı. Boğuluyordum. Üstatla konuşuyordum (Çilekeş üstat… Aleyhine yeni bir kampanya başlamıştı). Sanırım 1972’ydi.


Daha sonraları, Ermenicenin ufku Beyrut’u, Venedik’i, İstanbul’u kapsayarak genişledi. Haraç, Ermenice işleyen zihnimin temeli olarak kaldı. Bu acıdan istisna değildim. Eminim, Paris’in Ermenice günlük gazetesi, birçokları için günlük besin, düşünsel ufuk, özlem, hayatı tamamlayan ve anlamlı kılan etkendi. Böyle bir işlevi üstlenebilmesiyle, türünün tek örneğiydi muhtemelen. Günümüz diasporasında, herhangi bir parti gazetesinin, genç okurları tarafından, benzer bir bağlılıkla, samimiyetle, sonsuz bir beklentiyle okunabileceğini sanmıyorum (tabii, genç okurları varsa). Bana öyle geliyor ki, bu mucizeyi gerçekleştiren, Şavarş Misakyan’ın ruhudur. Son zamanlara kadar canlılığını koruyan, bu ruhtur. Yeri doldurulamayacak bir ruh. Uzun soluklu koşulara, eziyetlere göğüs geren bir ruh. Dayandı da. Bugüne kadar dayandı. Bizi ihtiyarlığın eşiğine getirdi. Çocuktuk, yaşlandık. Haraç yoldaşımız oldu. Bir hüzün var tüm bunlarda, evet. Kişisel anılarımızla ilgisi olmayan bir hüzün. Topluca, milletçe sürgündük. Çocukluğumda biliyordum; yaban diyarda yaşıyorduk ve bu yabanlık kalıcıydı. Ermenice gazetelerin, yaban ellerde ‘anadil’i koruyan etken olduğunu sık sık duyarız. Gerçekte korudukları ise, o mucizevi, o zorunlu yabanlık duygusudur. Sanki bir borç yüklerler çocuğun omuzlarına, bir görev, bir sorumluluk. Hüzün, o küçük yaşta hissedilen sorumluluktan kaynaklanıyor. Ve beni ağlatıyor. Haraç’ın hatırası beni ağlatıyor. İçten içe. Sessizce. Zayıf omuzlarım için çok ağırdı. Dilin bütün ağırlığı bana yüklenmişti. Ve taşıyordum onu. İnliyordum. Bugün o iniltiyi hâlâ duyuyorum.



Gazeteler okursuz
yaşayamazlar

SEVAN MINASSIAN, Öğrenci, Paris


Haraç’la güçlü bir bağım vardı. Her gün gazeteyi elime aldığımda, önce manşetini
okur, ilk sayfadaki başlıklara göz gezdirdikten sonra ilgimi çeken haberlere geçerdim. Sayfayı çevirdiğimde, diasporadaki farklı Ermeni topluluklarından haberlerin yer aldığı ‘Kağute Kağut’ bölümü ve roman tefrikalarının yayımlandığı köşenin dışında, gözlerim ilginç makaleler arardı.

Bu ritüel, Ermenice okumak ve Yerevan’dan veya İstanbul’dan haber almak için günün tek fırsatı olurdu benim için. İlginç olan, Haraç’ın sayfaların
da hangi olay yer alırsa alsın, gazetenin aynı kalmasıydı. Masamın üstünde, tabağımın yanında, günlük olaylara değinen bir köşe… Zamanın Haraç üzerinde bir gücü olmadığına ikna olmuştum. O, benden, nüfuz edebileceğim şeylerden ötede duruyordu.

Yanılmışım. Haraç’ın yayıma son vermesinin ne anlama geldiğini şimdi anlayabiliyorum: Onun, 80 yıldır halkıyla kurduğu bağ benzersizdi. Bugün, Paris asıl şimdi bir ‘kağut’a (koloni) dönüştü. Çünkü aramızdaki bağ artık anadille kurulmuyor; sadece suni bir aidiyet hissi… Anadil (ve onun kültürü) bizden uzaklaştıkça, ‘kağut’, kendimizi bulacağımız değil, bizi ‘ötekilerden’ ayıran bir şekle bürünüyor. Haraç’ın bu ‘marşsız geri çekiliş’i* Şahan Şahnur’un romanının adındaki kehaneti anımsatıyor. İtiraf etmek gerek ki, Haraç (ve dolayısıyla Ermenice günlük gazete) okuyanlar olarak, sayıca çok az kalmıştık. Gazeteler okursuz yaşayamazlar.

* Şahan Şahnur’un 1927-29 tarihli romanı Nahançı Arants Yerki (Marşsız Geri Çekiliş), diaspora Ermenice edebiyatının en önemli eserlerinden biridir.


‘Haraç-Fransa’ şıkkı ve
hâlâ direnenler

VAHAKN KEŞİŞYAN, Öğrenci, Beyrut


Halep’te, okullarda veya derneklerde düzenlenen genel kültür yarışmalarındaki sorular, pek derinliği olmayan, bilgi içerikli sorulardı. Böyle bir yarışmada karşılaşmıştım ‘Haraç-Fransa’ şıkkıyla. Şıklar arasında, ‘Nor Giyank (Yeni Yaşam) - Amerika’; ‘Arev (Güneş) - Mısır’ ve ‘Alik (Akım) - İran’ da vardı. ‘Şık’ diyorum, çünkü bunlar birer gazete olmaktan çok, yarışma sorularının yanıtıydı bizim için. Bir yandan da, toplumun “Haraç abonesi” diye andığı, sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen kişiler vardı ki, onların ‘hazine’si, elden ele dolaşarak okunuyordu.

İtiraf etmeliyim ki, Haraç’la ilk fiziksel temasım Beyrut’taki bir Armenoloji Kütüphanesi’nde oldu. Gazete ne kadar önce basılmıştı hatırlamıyorum, ancak kütüphane sorumlusuna, günlük bir gazeteyi üç hafta sonra okumanın ne anlama geldiğini sorduğu
mda, bana, Haraç’ta, zamanla ilgisi olmayan, gerçekten ‘iyi’ makaleler yayımlandığını söylemişti.

Bu noktada, ‘iyi’nin ne olduğunu sorgulamaksızın, Haraç’ta Halep ve Beyrut’tan gönderilen makalelerin de yayımlandığını belirtmek istiyorum. Bu makalelerin, yerel gazeteler yerine, neden uzaklardaki Haraç’ta yayımlandığı ise muhtemelen içerikleriyle ilgiliydi. Sonuçta, Halep ve Beyrut’taki gazetelerin, her kesimden gelen, her tür makaleyi
yayımlamadığı, bir sır değil.

Haraç’ın bu rolü, onun modernleşmek konusunda yaşadığı güçlüğü aşamaması nedeniyle eksik kaldı. Oysa Haraç bu yolla, özgür bir düşünce platformuna dönüşerek yerel gazetelerin yerini tutabilirdi. Okurların birçoğu, yerel gazeteleri bile artık internetten okuyor. Kıtalarca uzakta yayımlanan bir gazete, belki de ancak bu şekilde
yeni okurlar edinebilirdi.

Görmemiş ve okumamış olsak da, küçük yaştayken Fransa’da bir Haraç olduğunu ve onun “bizim” gazetelerden biri olduğunu öğreniyorduk. Bugü
n, yayımını durduran Haraç’a baktığımızda, ister istemez, diğer gazetelerimize ‘hâlâ direnen’ sıfatını vermek gerekiyor.


Bir dönemin sonu


ISABELLE KORTIAN, Gazeteci, Paris


Büyükannemi Haraç okurken
hatırlıyorum. Babamı Haraç okurken hatırlıyorum. Çocuklarım, beni her zaman Haraç okurken gördüler ve Ermenice okumayı Haraç sayesinde öğrendiler. Tüm bunları, Avrupa’da tek ve son Ermenice günlük gazete olan Haraç’ın yayın hayatına son verilecek olmasının bende yarattığı telaşı anlatmak için söylüyorum.

Bu olay, boyutu ölçülemeyecek kadar büyük bir skandaldır. Bu, herkesin birbirine kayıtsız ve ilgisiz olduğu diasporada Ermeni dilinin de kaybedildiği anlamına geliyor. Ocak 2009’da, İstanbul’da yayımlanan Nor Marmara gazetesinin başyazarı Rober Haddeciyan ile, birkaç ay sonra yaşanacak olan bu felaket hakkında konuşmuştum. Arpik Misakyan çok uzun yıllardır Haraç’ın başında, Haddeciyan da gazetesini kırk bir yılı aşkın bir süredir yönetiyor. Haklı olarak, ‘Ermeni basını’ olarak adlandırılabilecek yayınların bundan böyle İngilizce, Fransızca, Türkçe dillerinde olacağının altını çiziyor: Ermenistan’dan uzakta, diasporada, Batı Ermenicesi yavaş yavaş bir ölü dile dönüşürken, Ermenicenin yokoluşunun sonuçlarını kim öngörebilir ki?

Arpik Misakyan, Ermeni basınının en büyük simgelerinden biri olarak kalacaktır. Ona duyduğum saygı sonsuz. Mesleğim olan gazeteciliği ve daha pek çok şeyi ondan öğrendim. Misakyan’ın Türkiye ve Ermenistan hakkındaki görüşlerine, gazetenin pek çok abonesi katılmıyordu; bu duruma üzülen Misakyan, uzun zamandan beri Haraç’ta yazmıyordu. Sessizliğini, gazetenin kurucusu olan babası Şavarş Misakyan’dan değil ama, bir başka büyük aydın olan Şahnur’dan bir alıntı yaparak bozdu: “Başyazıyı daima iyimserlikle bitirmek lazım’ derdi Şahnur. Ama görüyorsunuz ya, bugün görüş alanı hayli karanlık.”


Sadece yüzde bir


VİLMA KUYUMCUYAN, Gazeteci-Çevirmen, Paris


Avrupa’nın tek Ermenice günlük gazetesi olan ve 84 yıldır yayımlanan Haraç, 30-31
Mayıs’ta çıkan son sayısıyla okuyucularına veda etti. Yayın direktörü Arpik Misakyan, yaptığı açıklamada gazetenin abone sayısının 1000’in altında olduğunu söyledi. Fransa’da yaşayan Ermenilerin sayısının 500 binlere ulaştığı sık sık dile getirildiğine göre, Haraç’ın tirajının ne kadar düşük olduğu görülebilir. Bu bölgede 100 bin ailenin yaşadığını varsayarsak, bunlardan ancak yüzde birinin evine Ermenice gazete girdiği ortaya çıkıyor. Aynı şekilde, Ermeni okullarına giden çocukların toplam sayısı da 1200. Bu sayılar, Fransa’da yaşayan Ermenilerin, Ermeni diliyle ve kültürüyle olan bağlarının ne kadar zayıf olduğunu görünür bir şekilde ortaya koyuyor.

Oysa, bundan daha iki yıl önce, gazetenin kurucusu Şavarş Misakyan’ın ismi, Paris’te bir meydana verilmişti. Bunun yanı sıra, çeşitli yerlere, üzerinde Ermeni alfabesinin bulunduğu haçkarlar dikiliyor. Ancak bu alfabeyi okuyamayacak, Misakyan’ların mirasını devam ettiremeyecek durumdaysak, Ermeni kimliğinin ve kültürünün ne kadar dışımızda, güncel hayatımızdan ne kadar uzakta olduğunu görmek sanırım zor değil. Günlük hayatta haşır neşir olamadığınız kültürü, bir biblo gibi büfenin üstüne koyup seyredersiniz. Bunu folklorik bir kimlik olarak da adlandırabiliriz. Diasporanın oluşumundan yaklaşık yüz yıl sonra gelinen nokta budur. Fransa’da yaşayan Ermenilerin sadece yüzde biri kendi dilini ve kültürünü koruma çabası içinde.

France-Arménie dergisinin son sayısında, Sona Akachian, Haraç’la olan bağını bakın nasıl dile getirmiş: “Haraç sanki evimizin bir ferdi haline gelmişti. Babam Haraç’ı eline alıp okur, bizler de etrafında toplanıp dinlerdik. Onu toprağa verdiğimizde, ceketinin bir cebine Haraç gazetesini, diğer cebine ise bir avuç Kharpert (Harput) toprağı koyduk...”


Son sözüm ise, diasporayı ‘şeytanlaştırmaya’ çalışıp, diaspora dendiği anda şahinlerden bahsederek ‘Baskın’ çıkmak isteyenlere: Ancak yüz yıl dayanabilmiş olan diaspora, o kadar halsiz ve takatsiz bir halde ki, onu gözünüzde büyütmeye değmez. Haraç gazetesi, bunun en belirgin örneği.


Yeninin başlangıcı

GARABED DAKESYAN, Eğitim bilimci, Paris


Son 50 yılın tarihi, kayıpların da tarihidir aynı zamanda. Sorumsuz suskunluğumuzda yankılanan kayıplar. Daha da kötüsü, yitirilen kurumların tarihsel görkemi, kullanabileceğimiz bir tatmin aracı olarak, yaşadığımız zamanların sorumluluğundan kaçışın da gerekçesi oldu. Umarım Haraç örneği bir istisna olur. Haraç, diaspora şartlarında tarihselleşmenin olgusudur; bu yüzden de, yayını kesintiye uğrasa da sonlanamaz. Zira tarih bizi cağımızın iletişim dünyasını anlamaya teşvik ediyor, yönlendiriyor, hatta bu yaşamsal önemdeki alanı dayatıyor. Haraç’ın yayınını durdurma kararını, bir yenisinin başlangıcı olarak anmak umuduyla…



--------------------------------------------------

Yeni Haraç yolda


Fransa’da, Ermenice günlük yayın yapan tek gazetenin kapanacak olmasından rahatsızlık duyan bir grup aydın, Haraç’ın yayımı sonlandırmasından birkaç gün önce, 27 Mayıs’ta yayımladıkları bir bildiriyle, ‘Yeni Haraç’ın kuruluşu için kamuoyundan destek istedi.


Les Amis de ‘Nor Haratch’ (‘Nor Haraç’ Dostları) adına verilen ilanda, Keğam Kevonyan, Norvan Başepiskopos Zakaryan, Khaçig Tölölyan, Armen Mutafyan, Marc Nichanian, Peder Harutyun Bızdigyan, Krikor Beledian, Anahid Der Minasyan, Kevork Der Vartanyan, Harutyun Kürkcüyan gibi, Fransa’nın önde gelen Ermeni aydınlarının ve din adamlarının imzası vardı.


Haraç’ın yayımına son vermesinin ardından, Fransa’da Ermenice bir gazete beklentisinde olan çok sayıda kişinin bulunduğunun belirtildiği bildiride, Haraç’ın eksikliğini giderecek ve aynı zamanda ekonomik olarak bağımsız, kendi kendine yetebilen yeni bir gazete ihtiyacının kaçınılmaz olduğuna vurgu yapılıyor. Yeni gazetenin yayın çizgisinin, sorumlu bir müdürün yanı sıra, üç ila beş kişiden oluşacak olan bağımsız bir yayın kurulu tarafından belirleneceğinin ifade edilerek, ‘Yeni Haraç’ın yayın hayatına Ekim ayında başlamasının öngörüldüğü belirtiliyor.


Bildiride ayrıca, gazete hakkındaki gelişmeleri kamuoyu ile paylaşmak, konuya ilişkin olarak toplumu bilgilendirmek ve gazetenin kuruluş aşamasında gerekli olan maddi imkânları sağlamak amacıyla ‘Yeni Haraç’ın Dostları’ adında bir dernek kurulduğu da duyuruldu.


‘Yeni Haraç’a destek olmak ve ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler, şu adres ve telefonlara başvurabilir:

Les Amis de ‘Nor Haratch’
Association de Loi 1901
16 rue Mandar 75002 PARIS
tel: 06 24 41 84 64 (telesekreter)
e-posta: amis.norharatch@free.fr

1920’ler asr-ı saadet mi?

Agos, 12 Haziran 2009


DTP Muş milletvekili Sırrı Sakık’ın Çanakkale’de yaptığı konuşma, ulusalcı-milliyetçi basında Atatürk’e hakaret zeminine çekildi ve belden aşağı darbelerin hedefi oldu. Bu tepkiler elbette tutucu ve ayrımcıydı. Halbuki, Sakık’ın, Kürtlerin bu vatanı Türklerle birlikte kurmasına atfettiği kutsiyetin, bambaşka bir açıdan ele alınması gerekiyor.

Sakık, partisinin il kongresinde yaptığı konuşmada, Türklerin ve Kürtlerin ortak vatan için mücadele ettiklerini belirttikten sonra, Cumhuriyet’in asıl sahiplerinin bu iki halk olduğunu, ancak sonraki yıllarda bu mirasın terk edilerek Kürtlerin dışlandığını vurgulamıştı: “Çünkü, Çanakkale’de ölenler ortak vatan için mücadele ettiler. Ama ne yazık ki, 1921’de Anayasa’da ‘Bu vatan Kürtlerin ve Türklerin ortak vatanıdır’ diyen Mustafa Kemal ve arkadaşları, 1924’ten sonra, red ve inkâr politikalarıyla, Çanakkale’de toprağa gömülenlere ihanet ettiler.”

Sakık’ın sözleri, DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk’ün, hafta sonunda Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen ‘Barış İçin Diyalog’ konferansındaki “Türkiye 1920’lerdeki ruhunu arıyor” sözleriyle birlikte düşünüldüğünde, bu fikrin DTP yönetiminde genel bir kabul gördüğü sonucuna varabiliriz. Parti programında da yansımasını bulan bu tavır, Cumhuriyet’in kuruluş dönemine ilişkin yanlış bir tarih yorumuna dayanıyor.

Kürtlerin, Cumhuriyet’in “kurucu ve asli unsurlarından biri oldukları için” Türklerle eşit haklara sahip olmaları gerektiğini savunan bu görüş, tam da Sakık’ın ve Türk’ün şikâyetçi olduğu modern ulus devlet zihniyetinin içerisinden konuşuyor, o zihniyetin arazlarını taşıyor. Çanakkale gibi, bütün imparatorluk unsurlarının kan döktüğü bir savaşa ve gayrimüslim toplulukların bu topraklardan ilelebet kovulması anlamına gelen ‘milli’ mücadeleye yapılan bu vurgunun, bizleri vatana sadakat/vatana ihanet sarmalına sürüklemesi kaçınılmaz. Oysa DTP’nin savunduğu, kimsenin sadakatini her gün yeniden ispatlamak zorunda kalmadığı yeni bir yurttaşlık anlayışı olmalı.

Sorun, DTP’nin parti programında yer alan, cumhuriyetin kuruluş ilkelerini yücelten ve bu bağlamda, geçmişte işlenen suçları mahkûm etmek yerine, onlara ortak olmakta direten bir yoruma dayanıyor: “Ülkemizin bugün içinde bulunduğu ağır ekonomik, siyasi sorunların temelinde, kuruluş sürecinde Anadolu ve Mezopotamya da yaşamış olan uygarlıkların mirasını taşıyan farklı etnik ve dini toplulukların emeği üzerinde şekillenen cumhuriyetin; sonraki yıllarda kuruluş felsefesinden uzaklaşması gelmektedir.”

DTP, Cumhuriyet’in kuruluşunun, bu coğrafyanın çok kültürlülüğünün yok edilmesi projesi olduğunu görmezden gelerek, 1921-24 arasını bir tür asr-ı saadet, 1924 sonrasını ise bu asr-ı saadete ihanet olarak kabul ettiği ve İttihatçılıkla Kemalizm arasındaki bağları görmezden geldiği sürece, samimi bir çoğulculuktan söz edebilir mi? Bu tavır, nihayetinde, Kürtleri Türklerle birlikte asıl ve üst, diğer halkları tali ve ast diye konumlandırmak anlamına gelmez mi? Bu duruşun, geleneksel millet-i hâkime tavrından bir farkı var mı?

Oysa DTP, bugüne dek biriktirdiği acı deneyimlerle, çok kültürlü yurttaşlık ve demokratik bir cumhuriyet için projeler üretmeye mecbur ve buna muktedirdir. Yeter ki, çözüm aranırken, ‘asli unsur’ gibi adil olmayan kavramlardan medet umulmasın, buradan sağlanacak ‘sadık vatandaş’ imajına gönül indirilmesin.

Söz hakkı

Agos, 12 Haziran 2009

Kürt sorununda çözüm olasılığının ufukta görünür gibi olduğu bir dönemde, Günlük gazetesinin yayınının mahkeme kararıyla bir ay durdurulması hangi akla hizmet ediyor?

Yıllardır Kürt halkının taleplerini dile getirmeye çalışan bir basın geleneğinin son halkası olan Günlük, 1 Haziran’da yayımlanan sayısında, Diyarbakır Kültür Sanat Festivali’nin kapanış konseriyle ilgili haberde, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın posterinin ve “Bu halk rüyasını gerçekleştirecek” yazılı pankartın yer aldığı bir fotoğraf kullandığı için kapatma cezası aldı. Ardından, ertesi günkü sayıda yayımlanan iki yazı nedeniyle bir ceza daha geldi.

Ahmet Altan, Hale Soygazi, Murathan Mungan, Orhan Pamuk,
1994'te bombalanan Özgür Ülke gazetesine destek eyleminde.


Bu kararlara dayanak oluşturan Terörle Mücadele Yasası’nın (TMY) 6. maddesinin, önceki Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından, basın özgürlüğünü engelleyeceği gerekçesiyle, iptal istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne taşındığını, ancak yüksek mahkemenin yıllardır bu itirazı görüşmediğini de hatırlatalım.


Gazetenin yayın yönetmenleri Ayhan Bilgen ve Filiz Koçali, yaptıkları yazılı açıklamada, “Türkiye’de Cumhurbaşkanı’ndan gazetecisine her kesim Kürt sorununda çözüm yollarını tartışırken, gazetelerde, televizyonlarda konuyla ilgili yazılar yazılır, programlar düzenlenirken” “Günlük’ün susturulmaya çalışıldığına” dikkat çektiler.


Başbakan, geçen akşam televizyonda, DTP’lilere neden randevu vermediğini, hiç de ikna edici olmayan gerekçelerle açıklıyordu. Hemen ardından, Kürtlerin sesi olmaya çabalayan bir gazete iki aylığına kapatıldı. Türkiye, Kürt sorununu, Kürtlere söz hakkı vermeden ‘çözmek’te ısrarlı görünüyor.

Dilini çıkar

Agos, 12 Haziran 2009

Bir gazetede yazmaya çalışmak, her hafta şu ya da bu konuda ahkâm kesmek, insanın sık sık ofsayta düşmesine neden oluyor. Siz kendinizi bir şey sanıp, ciddiye alıp meseleleri etraflıca tartışmak için çabaladıkça, hayatın kendisi bütün sahiciliğiyle sizi yaya bırakıyor, cehaletinizi ve olan bitenden bihaberliğinizi tekrar tekrar hatırlatıyor.

Geçen hafta Türkiye’de anadilinde eğitim sorunundan söz edene kadar haberdar olmadığım bir sivil itaatsizlik projesi, yaratıcı aklın, gazete sütunlarında paralamaya çalıştığımız fikirlerden çok daha etkili olduğunu anlattı bana.

Adını, Kürtçenin yasaklı ‘q’, ‘w’ ve ‘x’ seslerinden alan ve internet üzerinde, http://www.qwx2009.org adresinde yürütülen ‘Dilini çıkar’ projesi, farklı kültürel ve etnik kimliklere sahip vatandaşları tektipleştirmeyi hedefleyen politikalara karşı çıkmak amacıyla, herkesi dil çıkarmaya davet ediyor.

İşlem basit. Fotoğraf makinesinin karşısına geçip dilinizi çıkardıktan sonra, resminizi projenin internet sitesine yüklüyorsunuz. Projenin amacı, dil çıkaran insan fotoğraflarını bir araya getirerek, ‘tek dil, tek kültür’ anlayışına karşı kolektif bir direniş alanı yaratmak.

Dil çıkararak direnmek... Ne güzel eylem!

Bizim diller

Agos, 5 Haziran 2009

Abazaca, Abhazca, Adigece, Arapça, Arnavutça, Azerice, Boşnakça, Bulgarca, Çingenece, Ermenice, Gagavuzca, Gürcüce, Kabartayca, Kazakça, Kırgızca, Kırım Türkçesi, Kumukça, Kürtçe, Ladino, Lazca, Osetçe, Özbekçe, Rumca (Yunanca), Süryanice, Tatarca, Türkçe, Türkmence, Uygurca, Zazaca.

Türkiye’nin dilleri. Türkiye’de yaşayan birilerinin anadilleri. Bizim anadillerimiz.

Araştırmacılar, Türkiye’de 36 farklı dilin konuşulduğunu söylüyor. Kumukça örneğinde olduğu gibi, bazıları sadece birkaç köyde konuşuluyor; Ladino ve Rumca gibi bazıları ise birkaç bin kişi tarafından. Kürtçe gibi milyonlarca kişi tarafından konuşulan bir dil siyasi baskılara maruz kalırken, geçmişte yüzbinlerce kişinin konuştuğu Batı Ermenicesi, artık yok olma riskiyle karşı karşıya olan diller arasında sayılıyor.

Bu dillerden sadece birini devlet okullarında öğrenebilirsiniz. Sadece biriyle dilekçe yazabilir, sadece biriyle siyasi faaliyet yürütebilirsiniz.

İnsanlık tarihi boyunca binlerce dil öldü, yeryüzünden silindi. Bugün binlercesi de bu tehlikeye karşı koymaya çalışıyor. Modern devletler, ulus yaratmak uğruna, binlerce dili, lehçeyi kamusal alandan, eğitim alanından, iletişim alanından sürdü, hiçliğe mahkûm etti. Matbaanın icadı, iletişim teknolojilerinin gelişimi, televizyon ve nihayet internet, az sayıda kişi tarafından konuşulan dillerin ölümünü hızlandırdı.

Halbuki, yitip giden sadece diller değil. O dillerin ifade ettiği yaşam, tarih, hafıza, kültür de siliniyor yeryüzünden. İnsanlar da… Sizin, benim gibi, etten kemikten insanlar.


Anadili ve büyük devlet uyanıklığı

Geçen haftasonu, Eğitim Sen’in düzenlediği ‘Anadilinde Eğitim Sempozyumu’na katılmak için Ankara’daydım. Bundan birkaç yıl önce, tüzüğünde anadilinde eğitim hakkını savunduğu için kapatma davasına muhatap olan, bu davadan ancak ilgili maddeyi değiştirerek kurtulabilen sendikanın, geniş katılımlı, uluslararası bir organizasyona girişmesi elbette anlamlıydı ve anadilinde eğitim mücadelesinin devam ettiğini, kat edilecek daha çok yol olduğunu gösteriyordu.

Gazetelerde okuyoruz. UNESCO’ya göre, dünya üzerinde konuşulan 6700’den fazla dilin yarıya yakını yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Dillerin %96’sı dünya nüfusunun yalnızca %4’ü tarafından konuşuluyor. Eğitim sistemlerinde ve kamusal alanda gereğince yer verilen dillerin sayısı birkaç yüzle sınırlı; dijital dünyada ise bu sayı yüzün altında.

Yaşadığımız çağda, eğitim sistemi içerisinde yer almayan dillerin yok oluşu hızlanıyor. Çeşitliliğin ve diyaloğun, aidiyetin ve ‘başka türlü’ olma hakkının güvenceye alındığı demokratik ortamlardaysa, bu dillerin yeniden yeşerip güçlenmesi mümkün oluyor. Ulusal ve bölgesel düzeyde çeşitli dillerin uyum içinde kullanılması, barışa da katkıda bulunuyor.

Anadilinde eğitim, çocukların zihinsel gelişimi açısından da büyük önem taşıyor. Biliminsanları, akademik başarıyla anadilinde eğitim görme arasında doğrudan bir bağ olduğunu savunuyorlar. Anadilinde eğitim görmek, çocukları duygusal anlamda besliyor; özellikle azınlık gruplarına mensup öğrencilerde, saygı gördükleri hissini, dolayısıyla özgüveni artırıyor. Anadilleri dışında eğitim gören çocuklarsa, okulda başarılı olabilmek için anadillerini gizlemeye çalışırken, kişilik bölünmesi gibi çeşitli travmalar yaşıyorlar.

Gerçekler bu minvaldeyken, Türkiye, 1990’da imza attığı Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni dahi, azınlık dilleri ve kültürleriyle ilgili maddelere şerh koyarak imzaladı. Böylece, “azınlık grubu veya bir yerli ahaliye mensup çocukların dil gereksinimlerine önem gösterme”, “çocuğun ana-babasına, kültürel kimliğine, dil ve değerlerine, farklı uygarlıklara saygısının geliştirilmesi” gibi sorumluluklardan kaçmış, “çocuğun, ait olduğu azınlık topluluğunun kültüründen yararlanma, kendi dinine inanma, kendi dilini kullanma” gibi temel bir hakkı da tanımamış oldu.

Tam da ‘büyük devlet’lere has bir uyanıklık değil mi?


İnsanlık suçu

Başbakan Erdoğan, fiubat 2008’de Almanya’da, bu ülkeye göç etmiş Türkiyelilere hitaben yaptığı bir konuşmada, diller üzerindeki yasakların asimilasyon anlamına geldiğini, asimilasyonunsa bir insanlık suçu olduğunu söylemişti:

“Farklılıklar bir toplumun zenginliğidir. Ben ve ötekiler dersek işte orada artık barış tehdit altında demektir. Ötekileştirme anlayışının olmaması lazım. Bizim söylediğimiz çok açıktır: Almanya’daki Türkler anadillerini iyi bilmeli, Almancayı da mutlaka iyi konuşur duruma gelmelidir. Herhalde hiç kimse kimseden anadilini unutmasını, anadilini öğrenmemesini isteme hakkına sahip değildir. Biz şuna inanıyoruz: Entegrasyona evet, ama asimilasyona hayır! Çünkü insanlar kendi kültürleriyle, değerleriyle güçlüdürler. Bu bir Türk evladı için de, bir Alman evladı için de böyledir. Onları asimile etmeye çalışmak zaten bir insanlık suçudur da.”

Başbakan o gün haklıydı. Onun, Türkiyeli göçmenlerin hakkını savunmak için sarf ettiği bu sözler, Türkiye Cumhuriyeti’nin onyıllar boyunca bir insanlık suçu işlediğini ve halen de işlemekte olduğunu tartışmasız bir şekilde ortaya koyuyordu. Çünkü demokratik toplumlarda anadilinde eğitim en temel insan hakkı olarak tanımlanırken, Türkiye bu hakkı tanımaktan hep uzak durdu.

Anadilinde eğitimi gerçekleştirmek için projeler hazırlamak ve gerekli insan gücünü yetiştirmek, bugüne dek siyasi sermayesinin önemli bir kısmını azınlık dillerini unutturmaya yatırmış olan Türkiye’nin tarihsel borcudur. Kürt sorununda çözümün yakın olduğunu konuştuğumuz şu günlerde, işe anadilinde eğitim hakkını tanımakla başlamaksa, atılması zorunlu bir adım. Ne de olsa, vicdan sahibi olan hiç kimse, bir insanlık suçuna ortak olmak istemez.

(Heykel: Paolo Fumagalli, "Mother Tongue", 2008 / http://www.paolo-fumagalli.com/)


Bir sürgün: Armin Teophile Wegner

Agos, 29 Mayıs 2009

Zoraki tanık

O olmasaydı, geçmişte bu topraklar üzerinde yaşanan ve unutturulmaya, inkâr edilmeye çalışılan büyük suç, zamanın ve inkârın hoyratlığına karşı bu kadar bile direnemeyecekti.

O 1915’te bir Alman subayı olarak İstanbul’a gelmese, oradan, görevle Anadolu’nun içlerine, Suriye çöllerine yollanmasa, elinde bir makineyle dağda bayırda, derede düzde, kırda çölde olan biteni fotoğraflamasa, insanın insana ne acılar yaşattığını gösteren en can yakıcı miraslardan birine sahip olmayacaktık.

Onun çektikleri, fotoğraf değil, o kara günlerde yaşananları aktarmaya yazgılı sessiz tanıklardı. O fotoğraflarda, dram, trajedi, dehşet gibi kavramlara yer yoktu. Her türlü adlandırma çabasını anlamsızlaştıran bir gerçeklik vardı sadece. Gerçek olamazmışçasına gerçek. Gerçekliğiyle insanı derin utançlara savuracak kadar gerçek.

Bu yüzden, o fotoğrafları gördüğünüzde yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur. Sadece sessizlik, en sessizinden. Bir çığlık, en derininden. Kaçma isteği, en hakikisinden. Çünkü onun deklanşöründe donan ölümün korkutuculuğu, insanın kendi ruhunu, kendi medeniyetini ve kültürünü kötürüm bırakma potansiyelini gösterdi her şeyden önce.

Bu lanetli işi üstlenmek zorunda kalan Armin Teophile Wegner, ömrünün baharında, gündüz gözüyle gördüğü karabasanın yükünü, ömrünün sonuna dek sırtında taşıdı.


Bir sürgün: Armin Teophile Wegner

1886’da Wuppertal’da doğan Armin Wegner, babasından Prusya tipi otoriter bir eğitim almış bir vatansever, ama aynı zamanda, iktidarı daima sorgulamasını sağlayan, güçlü bir karaktere sahip bir yazardı. Haksızlıklara karşı tahammülsüzlüğü mü onu hukuk okumaya yönlendirmişti, bilinmez. 1913’te tamamladığı doktora tezinde, Almanya’da hâlâ Ceza Kanunu çerçevesinde değerlendirilen grevin, işçiler için adaleti sağlamada yegâne araç olduğunu savunmuştu.

Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında, Avrupa’yı etkisine alan savaş heyecanı onu da sarmış olmalı ki, 2 Kasım 1915’te, bir Alman subayı olarak geldiği İstanbul’dan, annesine “Şimdi hayatımın dümenimi ellerime aldım. Bağdat’ı, Dicle’yi, Musul’u, Babil’i, göreceğim. Yaptığım seçimin farkındayım... Bir asker oldum... Ruhum uğruna, hayatımı tehlikeye atıyorum” diye yazacaktı.

Sonra… Kafkasya cephesinde, Alman Generali Kolmar von der Goltz’un, yani Goltz Paşa’nın maiyetinde yer aldı. Ermenilerin yaşadıklarının tanığı oldu. Vatana ihanet suçlamasıyla ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına karşın, tehciri, katliamlardan arda kalan cansız bedenleri, açlıktan bir deri bir kemik kalmış çocukların fotoğraflarını çekti, çekti... Amacı, Almanya’daki yurttaşlarının müttefik Osmanlı topraklarında yaşanan vahşetten haberdar olmalarını sağlamaktı.

O ilk mektubundan, çok değil, sadece bir buçuk yıl sonra, annesine bu kez Bağdat’tan, “Hâlâ yaşayabilir miyim? Hâlâ nefes almaya hakkım var mı? Benimle ilgili her şey, ölülerin gözleriyle dolu bir uçurumun dibinde yatarken, bir hayal gibi görünen gelecek hakkında planlar yapabilir miyimŞ” diye yazacak, onun için bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Ülkesine döndüğünde, artık bir pasifist ve vicdani retçiydi. Ermenilerin başına gelenleri doğduğu ülkede anlatmak için kitaplar yazdı ama hep aynı organize sessizlikle karşılaştı. 1919’da Başkan Wilson’a bir mektup yazdı, Ermenilerin, “verimli Anadolu platosunda başlayıp Mezopotamya çöllerinde son bulan korkunç yok oluşu”nun canlı tanığı olarak, ıstırap ve dehşet verici o günleri anlattı. Başkan’dan, Paris Barış Konferansı’nda çizilecek yeni dünya haritasında Ermeniler için de bir yurt istedi.

Sonraki yıllarda, ezilenlerin, köleleştirilmeye çalışanların uğradığı adaletsizliklere dışavurumcu bir tarzda dikkate çeken romanlar, hikâyeler, makaleler yazdı. 1933’te, Nazilerin, kitaplarını yaktığı yazarlar arasında yer alıyordu.

Aynı yıl Hitler’e bir açık mektup yazarak, Yahudilere karşı uygulanan şedit ayrımcılığa bir son verilmesi çağrısında bulundu. Mektubunu yayımlatacak gazete bulamayınca, Nasyonal Sosyalist Parti genel merkezine postaladı. Hemen tutuklandı, işkence gördü. Oranienburg, Börgermoor ve Lichtenburg toplama kamplarında tutuldu. Salıverilişinden sonra, 1939’da İtalya’ya kaçmayı başardı.

Ömrünün sonuna dek İtalya’da yaşadı ve Almanya’ya bir daha hiç ayak basmadı. Oğlu Misha, onun bazı geceler uykusundan kâbuslar görerek, çığlıklar atarak uyandığını söylüyordu. 1967’de İsrail’de, Dünya Halklarının En Adil İnsanı Ödülü’yle, 1968’deki Ermenistan ziyaretinde ise, Gatoğigos I. Vazken tarafından Surp Krikor Lusavoriç Nişanı’yla ödüllendirildi.

Armin Wegner, Yerevan-Dzidzernagapert’teki
Soykırım Anıtı’nın sönmeyen ateşi önünde, 1968

“Vicdanım beni tanıklık etmeye çağırıyor. Ben çölde çığlık atan sürgünün sesiyim” diyen Armin Wegner, iki büyük soykırımın kurbanı ve 20. yüzyılın en talihsiz evlatlarından biriydi.

1978’de öldüğünde, Roma’daki mezar taşında “Amavi iustitiam odi iniquitatem, Propterea morior in exsilio” yazacaktı (Adaleti sevdim ve haksızlıktan nefret ettim. Bu yüzden sürgünde öldüm).

Armin Wegner Yad-Vashem’de
Soykırım kurbanı Yahudiler anısına bir ağaç dikiyor, 1967



Wegner’in Hitler’e 1933’te yazdığı mektuptan


“... Bay Reichskanzler, söz konusu olan sadece Yahudi kardeşlerimizin kaderi değil, Almanya’nın kaderi de söz konusu. Almanya’da doğup büyümüş biri olarak, size, bütün bunlara bir son verilmesi için sesleniyorum. Size başvurmak, benim hem hakkım, hem de görevimdir, çünkü yüreğim bu haksızlık karşısında öfkeyle doluyor; ve de konuşma yetisi, bana sessiz kalıp işbirlikçilik yapmam için verilmiş değil. Yahudiler Babil’de esaretten, Mısır’da kölelikten, İspanya’da Engizisyon’dan, Haçlı seferlerinin zulmünden, ve Rusya’da bin altı yüz pogromdan kurtulmuştur. Bu halkın bugüne dek hayatta kalabilmesini sağlayan direnme gücü, bu tehdidin de üstesinden gelmesini mümkün kılacaktır. Fakat, bu nedenle, şimdi Almanya’ya yapışan kara leke ve utanç, uzun süre unutulmayacaktır! Şimdi Yahudilere vurulan bu darbe, nihayetinde bizi değil de kimi vuracaktır?”

Armin Teophile Wegner, 11 Nisan 1933