Diasporanın ahını almak

Agos, 16 Ekim 2009

Ermenistan’la Türkiye arasındaki sınırın açılması, diplomatik ilişkilerin başlaması, iki ülkenin sorunlarını çözmek için diyalog sürecini başlatmaları, gelecek için umut verici gelişmeler. Elbette ki, barıştan yana olan herkes, bugüne kadarki ilişkisizliğin son bulmasını, halkların birbirleriyle daha çok temas etmesini, gelecek nesillerin nefretten uzak bir şekilde yetişmesini arzu ediyor ve bu yönde atılacak adımları gönülden destekliyor.

Ancak, gerçek bir barışmayı, salt devletler düzeyinde, salt diplomatik görüşme ve anlaşmalarla sağlamak mümkün olmadığına göre, Ermenistan, Türkiye ve diasporadaki dinamiklerin yakından takip edilmesi ve toplumların nabzının iyi tutulması, hayati önem taşıyor. Bu bakımdan, Türkiye’de diasporadan protokollere gelen tepkilerin algılanma ve yansıtılma biçimi, diaspora gerçeğini ve diasporanın içinde bulunduğu ruh halini anlamama yönündeki ısrar ve inat, Türkiye’nin Ermenilerle gerçekten konuşmayı aslında pek istemediğini ve buna hazır da olmadığını gösteriyor.

Protokollere en sert ve ağır tepkiler, haftalardır yazılıp çizildiği gibi, diasporadan geldi. Dünyanın dört bir yanına dağılmış olan Ermeniler, gösteriler, bildiriler, protesto metinleri ve kampanyalarla protokollerin imzalanmaması yönündeki isteklerini haykırdılar. Diasporadaki toplulukların bu sert itirazı, başta Serj Sarkisyan olmak üzere, protokollerle ilgili görüşmeleri yürüten Ermenistanlı yetkilileri ihanetle suçlamaları, Türkiye’de diaspora hakkındaki mevcut önyargıları da iyice su yüzüne çıkardı. Diasporanın tavrı Türkiye’de, ‘Ermenilerin’ aslında ne kadar milliyetçi, ne kadar uzlaşmaz, ne kadar radikal, ne kadar şahin, ne kadar Türk düşmanı olduklarını gösterme vesilesi olarak kullanıldı, kullanılıyor. Ermenilere ilişkin tüm önyargılar, uygun ortamı bulmanın vermiş olduğu rahatlıkla, diaspora eleştirisi kılıfında dile getiriliyor.

Hangi vicdana sığar?

Sınırın açılması, yıllardır beklediğimiz, arzu ettiğimiz, hayalini kurduğumuz bir gelişme. Ancak bu hayale yaklaşmış olmanın verdiği mutlulukla tarihsel haksızlıkların gözardı edilmesi, üzerinin örtülmesi ve dahası, diasporada yaşayan, yaşamak zorunda bırakılan Ermenilerin seslerinin bastırılması karşısında, itirazımızı ortaya koymak, hem insani, hem de vicdani sorumluluğumuz olmalı.

Diasporanın protokollere yönelik tepkiselliğinin ardında yatan psikolojik faktörleri, bu tepkiselliğin tarihsel arka planını gözlerden ırak tutarak, Türklerin yücegönüllülüğü, iyiniyeti, hoşgörüsü, yapıcı tavrına karşılık Ermenilerin katılığını, kalın kafalılığını koyup, Türklük gururunu okşayacak yayınlar yapmak, Taraf gazetesinin yaptığı gibi ‘Diaspora çıldırdı’ gibi insafsızca başlıklar atarak yangını körüklemek, çıkar yol olmadığı gibi, haksızlıkları da derinleştiriyor.

Evet, iki ülke arasındaki ilişkilerde bir balayı yaşanırken bir süre durup bunun tadını çıkarmak istiyor insan. Ancak, geleceği bugün yapıp ettiklerimiz şekillendirdiğine göre, binanın sağlam olup olmayacağını bugünden üst üste koyacağımız tuğlalar belirleyeceğine göre, bu balayı havasını biraz bozmanın, görülmek istenmeyen hakikatler üzerine konuşmanın zamanıdır.

Diaspora hakkında söz söyleyecek Türklerin, eğer biraz olsun vicdan taşıyorlarsa, diaspora lafını ağızlarına almadan önce oturup şu soruların yanıtını düşünmelerinde, üstelik kırk düşündükten sonra bir konuşmalarında yarar var:

Diasporanın nasıl oluştuğunu, 1915’te yaşananlar olmasaydı bugün diaspora dediğimiz insanların bugün birer Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olacağını, bu insanların, buradan, bu topraklardan, Sivas’tan, Malatya’dan, Diyarbakır’dan, Tekirdağ’dan, Samsun’dan dünyanın dört bir yanına dağıldığını, ve bunun sebebinin yine bu topraklar üzerinde uğradıkları insalıkdışı tavır olduğunu hatırda tutmadan, diaspora hakkında söz söylemek hangi vicdana sığar?

Bu insanların, tehcirden, katliamdan canlarını kurtarmış; belki ana babalarının gözleri önünde katledildiğini, tecavüze uğradığını görmüş; Halep, Beyrut yetimhanelerinde yokluk içinde büyümüş; Batı ülkelerinde ucuz işgücü olarak yıllarca sömürülmüş; bu arada hayata tutunmaya, dillerini, dinlerini, kültürlerini yaban ellerde yaşatmak için çabalamış; ‘Beyaz Soykırım’ olarak adlandırdıkları asimilasyona karşı durmaya çalışmış kuşakların evlatları olduğunu unutarak diaspora hakkında söz söylemek hangi vicdana sığar?

Yerinden yurdundan edilmiş, mülklerine, topraklarına el konmuş, okulları, kiliseleri yağmalanmış, yıkılmış, cami, kaymakamlık binası, ahır, silah deposu yapılmış bu insanlardan kalan mülkler üzerinde güzel güzel oturup, diaspora hakkında söz söylemek hangi vicdana sığar?

Türkiye devleti onyıllardır yaşanan acıları inkâr eder, bu topraklar üzerindeki Ermeni varlığının izlerini silmeye çalışır, gözlerinin içine baka baka bu insanlara, “Hayır, siz öldürülmediniz, sizin malınıza el konmadı, sizin buralarda hakkınız yok, aksine siz öldürdünüz, haindiniz, vatanı sattınız!” derken, diaspora hakkında laf söylemek hangi vicdana sığar?

Diaspora onyıllardır bütün enerjisini bu acıların kabul edilmesine, Türkiye devletinin inkâr ettiği gerçeklerin dünya kamuoyu tarafından duyulmasına harcar ve bu nedenle gerçek bir delilik haliyle yaşamaya; darmaduman edilmiş bir halkın çıldırmış çocukları olarak, köklerinden koparılmış ve artık yaşamayan bir kültürün ölüsünün başında nöbet tutmaya mahkûm edilirken, yan yana gelmiş iki Ermeni anadillerini bile doğru dürüst konuşup anlaşamazken, onların siyasi sığlıklarından, öngörüsüzlüklerinden, basiretsizliklerinden şikâyet etmek hangi vicdana sığar?

Ha Yeniçağ, ha Taraf!

Yukarıdaki sorular aynı minval üzere çoğaltılabilir. Bütün bu sorulara ve olası yanıtlarına rağmen, diasporanın yanlış bir yol tuttuğu, doğru bir strateji izlemediği de savunulabilir ve bu görüşlere saygı duyulur. Ancak, 14 Ekim tarihli Taraf gazetesinin, “Ha Bahçeli ha diaspora” manşetiyle yaptığı gibi, bunca acıdan sonra diasporayı bilinçli olarak şeytanlaştırmak, ancak ve ancak ahlaksızlıkla açıklanabilir.

Bu ahlaksızlık karşısındaki isyan ve çaresizliğimizi, ancak “Başınıza diaspora kadar taş düşsün!” sözü ifade edebilir.

NOT: Geçen hafta 1914 Ermeni reformu üzerine yazmaya devam edeceğimi söylemiştim ama protokoller etrafında dönen tartışma nedeniyle bu konuya bir ara vermek gerekti. Haftaya, kaldığımız yerden devam ederiz.
NOT2: Bu yazının biraz farklı bir versiyonu 18 Ekim’de Star’ın pazar eki Açık Görüş’te yayımlandı.

1914 Ermeni Reformu (I)

Agos, 9 Ekim 2009

Kürt Açılımı’nın geleceği çokça tartışılırken, 1914’te gerçekleşen Ermeni Reformu basında bazı yazı ve yorumlara konu oldu. Ermenilerin Osmanlı Devleti içindeki koşulları ile Kürtlerin Türkiye devleti içindeki koşulları birbirinden çok farklı olsa da, Doğu Anadolu’daki altı vilayeti (Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbekir, Mamüretülaziz, Sivas) kapsayan reform programı ve bu süreçte yaşananlardan çıkarılacak dersler, aradan yüz yıl geçmiş olmasına rağmen, bugünkü bazı gelişmelere ışık tutabilir.

Bu nedenle, daha önce ‘Tarih ve Toplum – Yeni Yaklaşımlar’ dergisinde yayımlanan “Zohrab, Papazyan ve Pastırmacıyan’ın kalemlerinden 1914 Ermeni reformu ile İttihatçı-Taşnak müzakereleri” başlıklı makalemin ana hatlarını özetleyerek, iki hafta süreyle, 1914 Ermeni Reformu’nun genel niteliklerine değineceğim. İlk hafta reform sürecinde yaşanan iç ve dış gelişmelere baktıktan sonra, ikinci yazıda, reform müzakereleri sırasında İttihatçılarla Ermeni siyasi önderleri arasındaki ilişkinin nasıl gerginleştiği ve kopma noktasına geldiği üzerinde duracağım.


Sorunlar… Sorunlar…

1912-1914 yıllarında, Doğu Anadolu’da Ermenilerin yoğunluklu olarak yaşadığı altı vilayette yapılacak reformlarla ilgili görüşmeler ve bu sürecin sonunda, 8 Şubat 1914’te Rusya ve Osmanlı devletleri arasında imzalanan antlaşma, 1915-16 yıllarında Anadolu’daki Ermeni toplumunun imhasını önceleyen, çok kritik bir tarihsel gelişmedir.

Reform meselesi, öncelikle, Ermeni vilayetlerinde uzun yıllardır sürmekte olan huzursuzlukla ilgilidir. Osmanlı Ermeni toplumu, Abdülhamid dönemi boyunca süregiden toprak meselesinden, müsaderelerden, silahlı aşiretlerin baskılarından, çifte vergilendirmeden, muhacir gruplarının kendi topraklarında ya da civar köylerde iskân edilmesinden mustaripti. Ermeni devrimci örgütlerinin ortaya çıkışını bu arkaplan üzerine oturtabiliriz.

Ermeni toplumu genel olarak II. Meşrutiyet’i coşkuyla karşılamış, ona büyük umutlar bağlamıştı. Taşnaklar 1908’den sonra İttihatçılarla dört kez ittifak anlaşması imzalamış, 31 Mart günlerinde de Hınçaklarla birlikte İttihatçıların yanında saf tutmuşlardı. Adana olaylarında 20 bin kadar Ermeni’nin katledilmesinden sonra ciddi bir güven bunalımı yaşansa da İttihatçı-Taşnak ittifakı devam etmiş ve bu ittifak ‘gerici’lere karşı mücadelede işbirliği temelinde açıklanmıştı.

Bu siyasi işbirliği denemeleri, Ermeni meselesinin siyasi uzlaşma temelinde çözümü ile ilgili bir beklentinin sonucuydu. Özellikle toprak meselesi ve Doğu vilayetlerinde yaşanan hak ihlalleri her zaman gündemdeydi. İttihatçıların meselenin halli için attığı adımlar, bölgede ağırlığı olan unsurların sert tepkisiyle karşılaşmış ve genellikle sonuçsuz kalmıştır.

Reform meselesini böylesi bir siyasi bağlama oturtmak yerinde olur. Yani İttihatçılar dahil herkesin çözülmesi gerektiğinde hemfikir olduğu bir toprak, mülkiyet ve haklar sorunu vardır, ancak 1908’den 1912’ye kadar bu sorunun çözümü için bir şey yapılmamış / yapılamamıştır; sorunlar artarak devam etmektedir.

Reformun içeriği

Reform, özellikle 1913’ün bahar ve güz aylarında uluslararası görüşmelerin konusu olur. Balkan Savaşı’nın sonuçlarıyla ilgili görüşmelerin yürütüldüğü Londra Konferansı sırasında, Ruslar reform meselesini görüşmek özere bir konferans toplanması teklifinde bulunurlar. Temmuz ayında Avusturya-Macaristan elçiliğinin Yeniköy’deki yazlık binasında altı devletin büyükelçilerinin katılımıyla bir kongre toplanır. Görüşmeler bir süre sonra iki tarafın (Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya’ya karşılık Fransa, İngiltere ve Rusya) katı tutumu nedeniyle tıkanır. Ancak en azından meselenin temel noktaları açıklığa kavuşmuş olur. İki grubun başını çeken Almanlar ve Ruslar istedikleri sonucu elde etmek için birbirleriyle anlaşmak gerektiğini görmüşlerdir.

Birkaç ay sonra, 8 Şubat 1914’te imzalanan reform antlaşmasının en önemli maddeleri şunlardır:

- Altı vilayet iki ayrı bölgeye ayrılır. İki bölgenin de başına birer yabancı genel müfettiş getirilecektir. (Daha sonra bu görevlere Danimarkalı Westenenk ve Norveçli Hoff atanır)

- Bölgede resmi dairelerde Ermenice ve diğer yerel diller de kullanılacaktır.

- Yerel idare encümenlerinde nispi temsil oranı uygulanacaktır. Ermeni nüfusun vilayet merkezlerinde çoğunlukta olduğu Van ve Bitlis’te bu oran, yapılacak sayıma kadar, yarı yarıya olacaktır. Memuriyetler de imkânlar dahilinde yarı yarıya dağıtılacaktır.

- Genel müfettişlerin kontrolü altında, toprak meselesine çözüm bulunacaktır.

- Ermeni okulları eğitimle ilgili vergilerden Ermenilerin ödediği vergi kadar pay alacaktır.

- Hamidiye Alayları ordu bünyesine alınarak kademeli olarak lağvedilecektir.

Müzakereler sürecinde oldukça aktif bir rol oynayan İstanbul mebusu Krikor Zohrab, Paris’te yaşayan edebiyatçı dostu Arşag Çobanyan’a yazdığı bir mektupta, genel olarak yukarıdaki kazanımlardan duyduğu memnuniyeti dile getirecek, daha sonra Meclis-i Mebusan’da yaptığı bir konuşmayla da, İttihat ve Terakki hükümetine “Şayan-ı şükrandır ki hükümet bin bir türlü gavail-i dahiliye ve hariciyenin içinde bu büyük ıslahatı mevki-i tatbika koymaktan çekinmedi” sözleriyle teşekkür edecektir.

Türkiye’de bazı tarihçiler imzalanan antlaşmayı bölgeyi tamamıyla Rusya’ya teslim eden bir adım olarak görmekten hoşlanır. Açıktır ki, bu düşünce, Ermeni Soykırımı’nın haklı gerekçeleri (Ermeni ihaneti!) olduğu fikrinden ilham almaktadır. Ancak soğukkanlı bir değerlendirme, her kesimin gerekliliğini mutlak olarak kabul ettiği böyle bir antlaşmanın, uluslararası konjonktürün baskısıyla şekillenmiş, Almanya vasıtasıyla Osmanlı devletinin isteklerinin bir kısmının kabul edilmesi ve Rusların bazı bariz tavizler vermesiyle sonuçlanmış bir siyasi uzlaşma olduğunu görecektir.

(Haftaya: Müzakereler sırasında İttihatçılar ve Ermeni partileri arasında yaşananlar)

Türkiye’nin çocukluk hastalıkları

Agos, 2 Ekim 2009

Çocukluğumuzdan bu yana, aile, eğitim, askerlik, gelenekler ve medya kanallarıyla düşünce dünyamızın nasıl biçimlendirildiğini göz önüne aldığımızda, hangimiz Türkiye’de insanların birbirlerine ve başkalarına güvenmemesine, kendini ait hissettiği gruptan başka kimliğe sahip komşu istememesine, onlara yabancı gözüyle bakmasına şaşırabiliriz ki?

Türkiye’de ırkçılık olmadığı yönündeki, kimi zaman anlı şanlı profesörler tarafından dile getirilen görüşler kabul göredursun, Yahudi Cemaati’nin yaptırdığı, “Farklı Kimliklere ve Yahudiliğe Bakış Algı Araştırması”, memlekette ‘öteki’ne dönük algının ne kadar vahim bir noktada olduğunu, eğer önlem alınmazsa, bilgisizliğin, temassızlığın, güvensizliğin, tahammülsüzlüğün, gitgide içimize kapanıp, dünyayı Türklerden ve Türkiye’den ibaret sayma eğilimimizi daha da güçlendireceğini görmek zor değil.

Daha ilkokul sıralarında varlığını Türk varlığına armağan etmesini istediğimiz, Türklerin nasıl hep haklı, nasıl hep kahraman olduğunu ezberlettiğiniz, zihinsel gelişimlerini ve çocuk meraklarını milli güvenlik devletinin kırmızı çizgileriyle sınırlayıp kuruttuğumuz, iç ve dış düşmanlarla çevrili olduğumuz, ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığı’ paranoyasını beyinlerine kazıdığımız nesillerin, başkalarını, başka dinden, başka dilden olanları, kendisinden daha sarışın veya daha esmer insanları sevme ihtimali hiç var mı?

Bu ayrımcılık, bu yabancı düşmanlığı, kudretini Türkiyelilerin, kendilerini Türk veya Müslüman olarak tanımlayanların damarlarında bulmuyor elbette. Egemenlerin, gücü, iktidarı elinde tutanların, belinde silah olanların, egemenliklerini, güç ve iktidarlarını daim kılmak için var ettiği korkuların, içinde yaşadığımız toplumu daima çocuk, hiç büyümeyen, büyümesine izin verilmeyen insanlardan oluşan bir cehenneme çevirmeyi amaçladığını biliyoruz.

Elbette ki aşırılık, ırkçılık sadece Türkiye toplumuna has çocukluk hastalıkları değiller. Elbette ki ayrımcılık ve nefret, dünyanın pek çok yerinde ve belki en çok da, modernizmin ürünü faşizmin beşiği olan Batı dünyasında yüzünü gösteriyor bir gulyabani misali. Hele hele 11 Eylül’den sonra, Müslümanlara ve göçmenlere karşı gösterilen şedit öfke pek çok insanın hayatını karartıyor.

Yine de, kötü misal emsal olurmuş gibi, Avrupa’da ve başka yerlerde de ırkçı nefretin kol gezdiğini dile getirerek sorumluluktan kaçmak, bir çıkar yol sağlamıyor. Zira bu tür bir savunmanın gözden kaçırdığı önemli bir nokta var: Sözü edilen demokratik ülkelerde ırkçılık, ayıplanan, marjinalize edilen, başa çıkılmaya çalışılan bir illet olarak görülüyor. Oysa Türkiye’de, geleneksel olarak aşırı uçlar tarafından dile getirilen ırkçı ve faşizan görüşlerin, siyasetin bütününe nasıl da nüfuz ettiğini sık sık gözlemliyoruz. Geçmişi karanlık BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümünden sonra nasıl bir ‘devlet adamlığı’ halesiyle kutsandığını hatırlayın bir. Ya da, aynı BBP’nin gençlik örgütünün piyano resitalini basmasının ardından, Topkapı Müzesi Müdürü Ortaylı’nın arabuluculuğuyla yaratılan ‘öpüştük-barıştık’ havasını…

Farklı Kimliklere ve Yahudiliğe Bakış Algı Araştırması, işte bu siyasal iklimin toplumsal zeminine ilişkin ciddiye alınması gereken veriler sunuyor bize.

O yüzden, o sonuçları ciddiye alıp, şapkayı önümüze koyup düşünmenin zamanıdır. Ayrımcılığı, ırkçılığı, nefret söylemini, şiddete çağrıyı önlemek için samimi adımlar atmanın, içeriği henüz belli olmayan açılımları kâğıt üzerinden gerçek hayata taşımanın, yeni nesilleri insancıl ve demokratik değerlerle eğitmenin yollarını bulmanın, nihayet büyümenin zamanıdır.

Daha da geç olmadan.

Efendilerimizin beklediği

Agos, 2 Ekim 2009

Türkiye’de yaşamak, korkunç olaylar karşısında derinizin kalınlaşmasına, şaşırma yetinizi kaybetmenize yol açsa da, sizin de olan biteni görünce nutkunuz tutulmuyor mu bazen?

Beş on gün içinde kaç dehşet verici haber?

Misal, Yargıtay’ın, Siirt’te bir gösteride aracının içinden ateş edip bir kişiyi öldüren uzman çavuş G. Y.nin beraatini, “bölgenin özellikleri göz önüne alarak” onaması.

Diyarbakırspor’un ve taraftarlarının Bursa’daki futbol maçı sırasında ırkçı tribün terörüne maruz kalması ve yetkililerin bunu pişkinlikle karşılaması.

Geçmişin acı hatıralarına rağmen, DTP milletvekillerini polis zoruyla ifade vermeye zorlamak için alınan mahkeme kararı.

Yine Yargıtay’ın ‘Nitelikli cinsel saldırıya kalkışmak’ suçundan 9 yıl ceza alan sanık hakkında, mağdur kadının direnişinin tecavüzü engelleyecek boyutta olmadığı, tecavüzden gönüllü olarak vazgeçtiği için cezanın düşük olması gerektiği yolundaki kararı.

Peki ya, Lice’nin Şenlik köyünde hayvan otlatan 13 yaşındaki Ceylan Önkol’un askerlerin açtığı ateşle paramparça edilip öldürülmesi?

Bizler, Ceylan’ın, “Kız kardeşimin et parçalarını ağaçların dallarından topladık. Bunu hangi vicdan yapar? Ona kim nasıl kıyar, kim nasıl kurşun sıkar? Nasıl bir insanlıktır bu?” diyen ağabeyi Refaat Önkol’un çığlığını duymayacak mıyız?

Ceylan, bu yıl devlet görevlileri tarafından öldürülen beşinci Kürt çocuğu. 23 Nisan’da, çocuk bayramında Hakkari’de öldürülen 14 yaşındaki Abdülsamet Erip, ondan iki gün sonra Van’da öldürülen 8 yaşındaki Maziye Aslan, 5 Ağustos’ta Siirt’te öldürülen 10 yaşındaki Hakan Uluç, ondan dört gün sonra Şırnak’ta öldürülen 16 yaşındaki Caziye Ölmez… Ve geçmişte, onlarla aynı kaderi paylaşan, hayatlarını elbirliğiyle birer istatistiksel veriye dönüştürdüğümüz yüzlerce çocuk.

Peki ya, bütün bunlar olur, kan akar, insanlar can evinden vurulurken, ana-akım medyanın ağır toplarından Mehmet Ali Birand’ın kötü bir şaka yapar gibi televizyonda “DTP bazen gereksiz çıkışlar yapıyor” demesi? Ya, Taha Akyol’un Milliyet’teki köşesinde, DTP’li milletvekillerini tahrikçilikle suçlaması?

Ne diyorsunuz? Efendilerimiz, olan bitene hiç şaşırmayacak, yaşananlardan dehşete düşmeyecek kadar insanlıktan çıkmamızı mı bekliyorlar?

Kemal masum mu?

Agos, 25 Eylül 2009

‘Masumiyet Müzesi’ üstüne gecikmiş bir not

‘Masumiyet Müzesi’nin Kemal’i masum mu?

Aşk acıları içinde debelenirken, hayatını darmaduman eden seçimleri, bütün o acayiplikleri yaparken, ailesinden, çevresinden, dostlarından göz göre göre, bilinçli bir şekilde koparken, önce çok düşünmeden karşılıksız bıraktığı ve ardından karşılıksız kalan sevdasının peşinden koşup başka her şeyi unuturken, gerçekten masum mu Kemal?

Hikâyenin en kritik dönemeçlerinde yaptıklarına bakarsanız, Kemal’in masum olduğunu söylemek mümkün değil elbette. Nişanlısı Sibel’le sevgilisi Füsun’u ömrü boyunca birlikte idare edebileceğini, tıpkı babasının yıllar yılı yaptığı gibi, iki ilişkiyi bir arada ve ustaca sürdürebileceğini sanması, Kemal’e bir yönüyle çok doğal gelse de, o fikre kendiliğinden bağlansa da, masumiyetin tam zıt kutbunda duruyor.

Kemal’in ağzından anlatılanlar bize hiç göstermez, gözlerimizden usulca kaçırır, ama karşısındaki iki kadının hislerinin onun nezdinde hiçbir kıymetinin olmadığını görmek zor değildir. Dolayısıyla, Kemal masum değildir.

Kemal hem aşkı, hem de toplumsal anlamda kabul görmeyi arzu eder ilkin. Aşkı Füsun’da, toplumsal kabulü ise Sibel’de bulacaktır. Hayatın, önünde pürüzsüz bir deniz gibi uzanmakta olduğunu düşünür, kendisi de dünyanın merkezindedir. Bu tercihinin iki kadını nasıl zor hallere salacağını, onların içinde hangi fırtınaları koparacağını umursamaz, bunun üzerine düşünmez bile. Masum değildir.

İkisinden de vazgeçmek istemez, ama pek çok benzer durumda yaşandığı gibi, bir şekilde, ikisinden de olur. Sibel’le nişanı bozmadığı için sevgilisi Füsun’u kaybettiğini anlayınca, öncelikle ve kesin olarak Sibel’den vazgeçer. Onu, hayatı boyunca peşini bırakmayacak bir mühürle, evlilik öncesinde bir adamla evli hayatı yaşamış ve aldatılmış genç kadın yaftasıyla bırakmıştır orta yerde. Masum değildir.

Ama Füsun’u da kaybetmiştir. Nişanını bozmamış, 18 yaşında genç bir kızın aşkını pazarlık konusu etmiş, huzurunu, rahatını bozmak istememiş, ona kendini değersiz hissettirmiştir. Masum değildir.

Sonra, kaybettiği aşkının peşinden, amansızca, umutsuzca gider. Belki de, toplumsal değerlere ilk kez gerçek anlamda karşı çıkmaktadır. Hor görülmeyi, alay edilmeyi, dışlanmayı göze alır. Yaptığı yanlışın cezasını kendisiyle birlikte taşımayı, kendini acıyla terbiye etmeyi, kendine acıyarak, o acıyla kavrularak insan olmayı seçer.

O andan itibaren, artık onun için kolaylıkla “masum değildir” diyemeyiz.

Füsun kaçar, izini kaybettirir. Kemal aylarca onun izini arar. Bulduğunda, Füsun evlenmiş, acısını, kederini unutmak için, sevmediği bir adamla hayatını birleştirmiştir. Kemal, bir kez Füsun’u bulduktan sonra ondan bir daha ayrılamaz. Uzak akraba olmasının sağladığı kamuflajın ardına gizlenip, Füsun’un kocasıyla, anne babasıyla yaşadığı hayata nüfuz eder. Rahatsız edici varlığını kızın ailesine bir şekilde kabul ettirir. Böylelikle, Füsun’un hayatını bir kez daha felce uğratır. Her biri, bütün aile, Füsun ve Kemal, artık, sonunun ne zaman geleceğini bilmedikleri bir arafta yaşamaktadır.

Kemal yıllar yılı onların akşam yemeklerine misafir olur. Füsun’a yakın olmanın mutluluğu ve onu elde edememenin hüznü arasında gidip gelerek, kendine yepyeni bir dünya ve yepyeni bir gerçeklik yaratırken, Füsun’un arzularına bir kez daha kulak tıkar, onun artist olma hayallerini ciddiye almaz, dahası, buna engel olmaya çalışır. Onu, ikinci kez, çok üzer.

Bu gerilimli, çoğu zaman mutsuz aşk oyunu, inanılmaz ‘sabrı’ sayesinde meyvesini verip, Füsun’la kocasının ilişkisi sönümlendiğinde, Kemal, yıllar yılı beklemiş, acı çekmiş âşık olarak Füsun’u hak etmiştir belki, ama onun elde ettiği Füsun, iki kez hayal kırıklığına uğrattığı, ve on sekiz yaşın masumiyetinden sıyrılmış, başka bir Füsun’dur artık.

Kemal’inki bir tür Pirus zaferidir. Füsun’un kalbini ele geçirmiştir, ama onu kaybetmek pahasına! O noktada, ikisi de masum değildir ve ikisi de çok masumdur.

Güler’e kıymayın efendiler!

Agos, 25 Eylül 2009

Güler Zere hakkında bugüne kadar pek çok haber okudunuz, fotoğraflarını gördünüz muhtemelen. Bu yazıda da, onun hastalığı, hastalığına rağmen serbest bırakılmaması, tedavi koşulları dışında yeni bir bilgi yok. Ama 37 yaşında olan ve 14 yıldır cezaevinde tutulan Güler Zere hakkında, cumhurbaşkanına, hükümete, adalet bakanına, gerekli düzenlemeleri yapmaları için çağrıda bulunmak, onun için adalet talep etmek, hakkın, hukukun ve vicdanın gereği.

Biliyoruz, Türkiye insan haklarının korunmasına ve tutuklu/hükümlülerin haklarına ilişkin uluslararası tüm sözleşmeleri imzalamış olmasına karşın, hapishanelerinde hak ihlalleri ve ölümler hiç eksik olmuyor. Malatya Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından verilen hapis cezasını çekmek üzere Elbistan Kapalı Cezaevi’nde tutulduğu sırada kanser hastalığına yakalanan Güler Zere de, geç teşhis ve tedavinin savsaklanması nedeniyle ölümün kıyısına gelmiş durumda.

Zere’nin tedavisi süresince infaz idaresi tarafından sergilenen kayıtsızlık, sağlığı açısından geri dönülemez bir noktaya gelmesine neden oldu. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile güvence altına alınan “yaşama hakkı” ve “işkence ve fena muamele yasağı” açık bir şekilde ihlal edildi. İktidar, kamuoyunun tepkisini, basında yer alan haberleri bugüne dek görmedi, duymadı.

Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı 22 Haziran’da bir rapor hazırlamış ve Zere’nin tedavisinin yapılabilmesi için cezasının infazının ertelenmesi gerektiğini açıklamıştı. Daha önce pek çok tartışmalı karara imza atan, Susurluk sanığı İbrahim ?ahin’in cezaevinden salıverilmesini sağlayan sağlık raporunu veren İstanbul Adli Tıp Kurumu ise, Zere’nin “hastane şartlarında yatırılarak infazına devam edilmesinin uygun olduğu”nu bildirdi.

Güler Zere’nin tedavisinin insani koşullarda yürütülmesi için kampanya devam ediyor. Güler, birkaç gün önce, bayram vesilesiyle bir mektup yazdı ve bizlere, hepimize, “Bugün sokaklarda çocuk gülüşlerine doymak isterdim. Bugün avuç avuç şeker sunmak isterdim gelecek adına. Bugün tek tek ellerinize dokunmak isterdim” dedi.

Güler Zere çok hasta ve hâlâ hapishanede. Mektubunda bize çocuklardan, umuttan bahsediyor, “Umuttan yana ne varsa bizimledir” diyor.

Güler Zere’yi yaşatmak boynumuzun borcudur.