Sarkis Varbed

Agos, 7 Ağustus 2009

1916’da doğmuş. Dile kolay, doksan üç yıl önce. O doksan üç yılda, üç kuşağın Yoldaş Sarkis’i, Sarkis Amca’sı, Sarkis Usta’sı olmuş.

Onu on-on iki yıl önce tanıyan biz zibidiler içinse, Sarkis Varbed oldu hep. Ermenilikle muhalifliği bir bedende harmanlamaya çalışan körpeler için, tarih öncesinden gelmiş bir armağandı sanki. O yaşında ezberden Taniyel Varujan şiirleri okuyan, Ermenice şiir yazan, marşlar, ağıtlar söyleyen, başka, bambaşka hayalleri olan bir dünya insanı.

Alt tarafı bir marangoz hem de!

1915’ten önce, Ermeniler, bu topraklarda bir sürü şeydiler. Kunduracı, taş ustası, hemşire, ev kadını, bakkal, doktor, tüccar, köylüydüler. Oysa bugün, yaşadığımız zamanda, başka herhangi bir şey olmadan önce, isteseler de istemeseler de, onlar Ermeniler. Öğretmen de olsalar, boyacı da, tefecilik de yapsalar, önce Ermeni’ler. Bundan kaçamazlar.

Bu memlekette yaşamak için her nasılsa direnmiş, biraz garip mahluklar. Müzelik kelaynaklar.

Sarkis Varbed, bize belki de ilk kez, önce Ermeni değil kendi olarak Ermeni olmanın ve daha da bir sürü şey olmanın yordamını gösterdi. Göstermeden, öğretmeden, öylece yaşayarak.

Sarkis Varbed, önce emekçiydi. Sınıfının insanıydı. Marangozdu, ustaydı, hünerliydi. Dünyayı bu ilişkiler ve çelişkiler yumağı içinden anlamaya çalışırdı. Sosyalistti. Sosyalist olmayı tercih etmişti. Önce vicdanı, sol memesinin altında parlayan cevher, ondan sonra da aklı götürmüştü onu oraya.

Oğuldu, babaydı, kocaydı, dedeydi.

Ve Ermeni’ydi elbette. Nasıl olmasındı? Suriye’de bir çadırda, anasının tehcir yürüyüşünün orta yerinde gelmişti dünyaya. O Ermeni değilse, kimdi Ermeni?

Ermeniliği sırtında İsa’nın çarmıhı gibi taşırken, daha güzel bir dünya hayalini hep canlı tutmuştu. Mazlumdan, ezilenden, muhtaçtan yanaydı gönlü. Hayat hikâyesini, “Dünya hepimize yeter” diye adlandıracak kadar açıktı paylaşmaya.

Böyle kaç kişi tanıdınız hayatta?

Böyle kaç kişi kaldı?

Garip olan ne?

Agos, 7 Ağustus 2009

Kadıköy’de, başına bayrak geçirilip boğazına bıçak dayanarak rehin alınan misyonerle ilgili haberleri okudunuz, görüntülerini izlediniz mi?

Yüce basınımız, olayı “Garip rehin alma olayı” başlıklarıyla duyurmayı tercih etse de, bu ve benzeri ‘eylem’ler, memlekette birilerini dehşete düşürmeye, birilerinin kanını dondurmaya devam ediyor.

Daha, İstiklal Caddesi’nde bir Alman turistin öldürülmesinin üzerinden kaç gün geçti? Gregor Kerkelink’in gerçekten 1 lira için mi, yoksa Hıristiyan olduğu için mi öldürüldüğünü henüz öğrenemedik. Öğreneceğimiz de şüpheli, çünkü ilk günün şaşkınlığı geçtikten sonra, gazetelerimiz, televizyonlarımız, cinayetin izini sürmemek üzere sözleşmiş gibi, sessizliğe gömüldüler. Yetkililerden ise çıt yok.

Alman bir turist mi öldürüldü? Katil, “Canım bugün bir Hıristiyan öldürmek istedi” mi dedi? Hadi canım!

Her nedense “garip” bulunan bu son rehine olayı da, öncesi ve sonrasına tam anlamıyla vâkıf olamamamız için haberleştiriliyor adeta. “Allahsızlar, kitapsızlar, misyonerlik yapıyorlar!”, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” çığlıkları altında, başına bayrak geçirilmiş, boğazlanmayı bekleyen bir adamın eline bir de Türk bayrağı veriliyor. Polisler izliyor, çevredekiler olan biteni sakin sakin kameraya çekiyor.

Kahraman ve vatansever iyi çocuk olmanın yeni yolu bu. Bir Hıristiyan öldürmekten, bir misyonerin boğazını kesmekten aşağısı kimilerini kurtarmıyor artık. “Ülkemizde kiliseler yer yer apartman katlarına yayıldı. Kimi vatandaşlarımız kâh ikna, kâh çıkar sağlanarak Hıristiyan yapılıyor. AB’ye gireceğiz derken dinimiz elden gidiyor. Takkenin üzerine haç geliyor” diyen Ecevit çiftinin kulakları çınlasın.

*

Yabancı olana, ‘biz’den olmayana karşı öfke, toplumsal kriz zamanlarında ortaya çıkan bir sosyolojik olgu, ve salt Türkiye’ye özgü de değil elbette. Baskın Oran, geçen haftaki yazısında 1920’li ve 30’lu yıllarda Yahudilere sövmenin, hakaret etmenin, Almanya’da nasıl meşru görüldüğünü anlatıyordu. Halil Berktay’ın o dönemle atıfla ‘Weimer Türkiyesi’ diye andığı bugünkü Türkiye’de de, vatan haini olarak görülen aydınlara sövmek serbest. Bir Hıristiyan dövmek, misyoner bıçaklamak, öldürmekse, vatanseverler cennetinden yer ayırtmanın garantisi.

En önemli varoluşsal etkinlik haline gelen ‘tüketim’e katılamadığı, sınıfsal olarak bu hakkı elde edemediği için kendini dışlanmış hisseden, dolayısıyla ‘biz’den biri olamayan bireyin bulduğu, ya da toplumun ona sunduğu kurtuluş yolu... Akdeniz’de, Sakarya’da, Karadeniz’de, Trakya’da çalışmaya gelmiş mevsimlik Kürt işçileri “Kürtleri istemiyoruz” diye taşlayanları hatırlayın.

Salt bizim gibi az gelişmiş memleketlerde değil, müreffeh Batı toplumlarında da, bilhassa 11 Eylül’den sonra ayyuka çıkan bir karabasan bu. ‘Zaman Avrupa’dan Ünal Aslan’ın haberinden öğrendiğimize göre, daha geçenlerde, Almanya’nın Dresden kentinde, Merve El-Şerbini adlı Mısırlı bir kadın, bir mahkeme salonunda, hem de polislerin gözlerinin önünde, Alex W., isimli bir ırkçı tarafından 18 yerinden bıçaklanarak öldürüldü. İşin tuhafı, polis, kadını ve kocasını saldırgan zannetmişti. Hatta polis, El-Şerbini’nin kocasına ateş etmiş ve onu ağır yaralamıştı. Alex W., bir çocuk parkında rastladığı Mısırlı kadına durduk yerde “Pis Müslüman terörist” diye hakaret etmiş, kadın da mahkemeye başvurmuştu.

Yabancı düşmanlığı, ötekine karşı duyulan korku ve ondan kaynaklanan nefret, dünyanın birçok yerinde, özellikle genç kuşakları etkisi altına alıyor.

Galiba bizim memleketin farkı, yönetici koltuğunda oturanların, kitleler üzerinde söz sahibi olanların, adaletin terazisini elinde tutanların, aklıselimi savunmak yerine yangına körükle gitmeyi tercih etmesinden ileri geliyor.

Devletimiz kurnazdır

Agos, 31 Temmuz 2009

Türkiye’de milliyetçiler “Bizim devlet geleneğimiz var” diye böbürlenmeyi severler. Bununla kast edilen özelliklerden biri de, diplomaside esnaf kurnazlıklarıyla çıkar sağlama maharetidir.

Herhalde Abdülhamit zamanında kemale ermiş, İttihatçılar zamanında –kabaca da olsa– epeyce kullanılmış, Cumhuriyet döneminde de örneklerini sıkça gördüğümüz bu hüner sayesinde, kâh ‘Devlet-i Aliyye’nin âli menfaatleri’, kâh ‘ulusal çıkar’, kâh ‘hikmet-i hükümet’ perdelerinin ardına gizlenilerek, görevden, sorumluluktan, sözlerden, vaatlerden kaçılmış, bunları layıkıyla yerine getirmemenin ya da tümden savsaklamanın yolu hep bulunmuştur.


Yurttaşına, komşusuna, dostuna dürüstçe yaklaşmak, haklı olana hakkını vermek, ahlaklı bir duruş sergilemeye çalışmak, bu tür siyasetin defterinde yazmaz. Diplomasi koridorlarının kuytu köşelerinde, gayrınizami sapaklarında, kestirme yollarında iş görülür en çok. Memleketin gerçek sorunları görmezden gelinir, halı altlarına süpürülür, kulak arkası edilir. Bütün bunların maliyetinin, çözüm için çaba göstermekten çok daha yüksek olduğu ise inatla görmezden gelinir.


Bu zihniyet, kendi insanının hukukunu da, ancak dış baskılar zorluyorsa, konjonktür gerektiriyorsa tanır. O zaman dahi adımlar ya eksik gedik atılır, ya da göstermeliktir.

*


Restore edilerek müze haline getirilen Akhtamar Surp Haç Kilisesi’yle ilgili olarak son günlerde çıkan, kilisenin ibadete açılabileceğine yönelik haberler, bu tarz siyasetin son örneklerinden biri gibi gelmiyor mu size de?


Bundan yaklaşık üç yıl önce, onarılan kilisenin açılışının Ermeni Soykırımı’nı anma günü olan 24 Nisan’da yapılacağı açıklandığında, bu seçime tepki göstermiş, şunları yazmıştım:
“Açık ki, seçilen tarih, ancak ve ancak yaşanan acıların resmen tanındığı ve buna uygun resmi söylemin benimsendiği bir siyasal ortamda anlamlı olabilirdi. Öylesi bir durumda bu jest, Federal Almanya başbakanı Willi Brandt’ın Aralık 1970’te Varşova’daki Yahudi anıtı önünde diz çöküp özür dilemesine benzer bir etki yaratır, bütün dünyada büyük sempati uyandırırdı. Meseleyi bir de şöyle ortaya koyalım: Misal, açılış günü, diyelim ki Ermeni davetliler ‘biz kilisede 1915 kurbanları anısına bir ayin düzenleyeceğiz, sonra bir koro adada Rahip Gomidas’ın eserlerini seslendirecek, ardından da Van’a geçip, bir otelin konferans salonunda, 1915’te öldürülen şair Taniel Varujan’ın eserleri için bir okuma toplantısı yapacağız’ dediklerinde, AKP hükümeti ‘buyrun, gelin’ diyemeyecek, demeyecekse, 24 Nisan tarihi neden seçildi? Kim bu tercihin samimiyetine inanacak kadar saf olabilir?”
Geçen zamanda, Akhtamar Surp Haç Kilisesi, kilise olarak değil, ‘Akdamar Kilisesi Anıt Müzesi’ olarak açıldı. Tepesinde haçı yoktu. Mülkiyeti, gerçek sahibi olan Ermeni Kilisesi’nde değil, devletteydi. Bunlara rağmen, kilise tantanalı bir törenle açıldı, kapısının iki yanında dev bir Türkiye bayrağı ve Atatürk posteriyle... Sanki tarihi önemi haiz bir kilise değil, bir kaymakamlık ya da belediye binasıydı onarılan.

Türkiye, bu açılışı o günden bu yana, ne kadar yüce gönüllü, hoşgörülü olduğunu uluslararası alanda göstermek için kullandı da kullandı. Oysa kilisede ayin yapmak, dilediğinizce mum yakıp dua etmek mümkün olmadı.


Bütün bunlar acaba bir zihniyet değişimini mi, yoksa bir siyasi manevrayı mı işaret ediyor?


Bugün, Ermenistan’la sorunların çözülmesi, kapalı olan sınırın açılması yönündeki uluslararası baskıların arttığı, Türkiye, ılımlı söylemine karşın, normalleşme yönünde hiçbir adım atmadığı ve bu tavır meşruiyetini giderek yitirdiği için, kilisenin ibadete açılması gündeme geliverdi.


Kilisenin gerçek sahiplerine iadesi konusunda gene hiçbir açıklama yok. O kart, başka bir zor zamanda kullanılmak üzere cepte tutuluyor olsa gerek.


Sınırları açmak, gerçek bir dostluk ilişkisi kurmak için gereken samimi adımları atmak yerine, yakınlaşma siyasetini sulandıran sembolik jestler yapılıyor bir kez daha.

Onlar da, gıdım gıdım...

Dostun gülü

Agos, 31 Temmuz 2009

Agos’un ilk yıllarının en önemli mücadele alanlarından biri de, ‘Ermeni hırsız’, ‘Yahudi tefeci’, ‘Kürt kapkaççı’ türü yaftalamaların gündelik hayatta, gazetelerde, televizyonlarda kullanılmasının, bu yolla insanların zor durumda bırakılmasının önüne geçmekti.

Bireysel suçları, kişisel hataları, etnik, dinsel, sınıfsal, cinsel kimlik ve aidiyetlerle bağlantılandıran ve bundan kaynaklanan türlü çeşitli ayrımcılıklara kapı açan bu dil, Güneydoğu’daki iç savaş nedeniyle oluk oluk kanın aktığı, anlı şanlı bakanların “Ermeni dölü” laflarıyla vatanperverliklerini cümle âleme ilan ettiği bir zamanda, elbette ki gerginlikleri iyice keskinleştiren bir rol oynuyor, azınlıkta olanlar için büyük bir tehlike arz ediyordu.

Agos’un, Hrant Dink’in ve şüphesiz basındaki tüm demokrat ve milliyetçilik karşıtı kalemlerinin katkılarıyla, yıllar içinde, bu hatayı ortadan kaldırmak yolunda önemli mesafe kat edildi. Aşırı milliyetçi gazeteler dışında, bu tür haberlere daha seyrek rastlanır oldu.

Artık geride kaldığını düşündüğümüz bu tatsız alışkanlığı, Taraf’ın, aralarında Ermeni vatandaşların da bulunduğu bir çete haberiyle ilgili, “Ermeni kuyumcu çeteden gözaltında” başlığında görmekse, umut kırıcıydı. Yol aldığınızı sandığınız konularda, her zaman yanınızda duranların ve gelecekte de duracaklarına emin olduklarınızın dahi, belli önyargıları aşmakta zorlandığını görmek, geçmişte verilmiş kavgaların boşa gittiği hissi uyandırıyor en çok.

Haberi bu başlıkla verenin Taraf olması, başka gazetelerin bilinçli ya da bilinçsiz ‘sakarlık’larına karşı efsunlu olan Ermeniler arasında üzüntü yarattı elbette.

Pir Sultan Abdal “Şu ellerin taşı hiç bana değmez / ille dostun gülü yareler beni” dememiş boşa.

İdrak çabası

Agos, 24 Temmuz 2009

Cemal Süreya sormuş.
Sizin hiç babanız öldü mü?
Cevabını da vermiş.
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Hayır, “Babası ölmeyenler bilmez” demeyeceğim. Zaten şair de babası ölmeden yazmış şiiri. Sonra, bir söyleşisinde, bu şiirini çok ilkel bulduğunu, sevmediğini söylemiş.

İlkelliğine ilkel de, asıl o yüzden güzel değil mi?
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Şöylelemesine maviydi kör oldum
Yaşananın, gerçekliğin yükünden kaçar, üstünü örtmeye, onu yok saymaya çalışırken tam da acının kucağına düşmez mi insan bazen? Belki ömür boyu üzerimizden gitmeyecek, bizi insan yapan o hamlık, o acemilik... Oturup karalar bağlamak yürek istediğinde, kalkıp bir yerlere gidersiniz. Cemal Süreya hamama gitmiş. Kaçıp gitmekle acılar susar, kederler diner sanki.

İçinde debelendiğimiz günlük hayhuy bizi hayatın asal gerçeklerinden koparır çoğu zaman. Ama bazen, hem de hiç beklemediğimiz bir anda, unuttuğumuz, kaçtığımız şeyle yüz yüze kalırız. Birden aklınıza ölüm düşer mesela, o hiç yokmuşçasına yaşayan kerametsizlere, kendimize de şaşarak.

*

Ölümden söz edince, Cumartesi Anneleri geliyor gözümün önüne. İnsan Hakları Derneği’nin gönderdiği basın bültenlerindeki sayı her hafta artıyor: 200 haftadır oturuyorlar… 201, 202… Orada, Galatasaray’da oturuyorlar, ellerinde kaybedilmiş adamların, çocukların, gençlerin fotoğraflarıyla. Yarın, 25 Temmuz Cumartesi de, öğlen 12’de, 226. kez orada olacaklar. Devlet ve onun tetikçileri tarafından bir mezar taşından dahi yoksun bırakılan babalarının, kocalarının, sevdiklerinin hesabını sormak için.

Bizler hamama gitmeye devam ederken, onların en büyük hayali, sevdiklerinin, kim bilir hangi derin devlet katili tarafından kuytulara atılmış ölü bedenlerine kavuşmak olacak.
Taşlara gelince hamam taşlarına
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?
Cumartesi Anneleri’nin ve sevdikleri zorla bu hayattan sökülüp alınmış daha nice, nicelerinin çektiği ıstırabı anlamak için insan olmaktan başka neye ihtiyacımız var?
Sizin hiç babanız öldü mü?
İnsan olmak, nihayetinde bir idrak çabası değil mi?

(Fotoğraf: Paolo Pellegrin)

Köprüye geçit yok

Agos, 24 Temmuz 2009

Zaman gazetesi, internet sitesinde, İstanbul’a yapılacak 3. köprünün adını seçmek için anket yapıyor: “Yeni köprünün adı Mimar Sinan mı olsun, Selçuklu mu, Cumhuriyet mi, Avrasya mı, Turgut Özal mı, Atatürk mü, Yeditepe mi, 3. Köprü mü?”

“Boğaz’a yeni bir köprüye gerek yok” şıkkını arıyorum boş yere.

Ne kadar demokratik, değil mi? Bir tıkla İstanbul’un canına biraz daha okunmasına katkıda bulunabiliyorsunuz.

Birileri Boğaz’ı köprülerle donatmanın ne kadar şahane olacağı propagandasını pompalayadursun, uzmanlar, Boğaz’ın kuzeyine yapılacak bir köprünün, şehrin ciğeri sayılan ormanlık alanları ve su havzalarını talana açacağını, İstanbul’u daha da yaşanmaz hale getireceğini, bunun bir ulaşım değil, rant projesi olduğunu söylüyor.

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın, İstanbulluları köprünün geçeceği yer konusunda uyarmak için sarf ettiği “Vatandaşlar arsa spekülatörlerine, ortada dolaşan haritalara itibar etmesinler. Paralarını kaptırmasınlar. Sonra hayal kırıklığı yaşarlar” sözleri de bu görüşlerin doğruluğunu ispatlıyor.

Trafik sorununu çözmek için deniz ulaşımını, toplu taşımacılığı, raylı sistemleri geliştirmesi gereken hükümet, uluslararası sermayenin yatırım yapacağı yeni sahalar açmak için, İstanbul’un genişleyip yirmi beş milyonluk bir canavara dönüşmesini göze alıyor.

Yeni köprü, gelecek nesillere bugünkü kadar bile bir İstanbul bırakmamak anlamına gelecek. Ona karşı çıkmak, yıllardır ciğerlerini söktüğümüz, son elli yılda can çekişir hale getirdiğimiz şu kadim şehre vicdan borcumuzdur.

Tüttürelim arkadaşlar

Agos, 24 Temmuz 2009


Temmuz’un 18’ini 19’una bağlayan gece yarısından beri memlekette kapalı kamusal alanlarda sigara içmek yasak. Eğlence yerlerinin, lokantaların, kahvelerin kapalı kısımlarında kimse sigara içemiyor.

Binlerce yıllık tarihi olan bir zevk, tütün içmek, insanlık düşmanı ilan edileli çok oldu. Rahatlamak için, uyarılmak için, hayattan, yaşadığınız andan zevk almak için kullanılan tütün, ‘sağlıklı yaşam, sıfır risk’ sektörünün gücüne yenik düştü. Her saniyemizi dev gözleriyle dikizleyen devlet, hayatımıza müdahale etmek için bir vesile daha buldu kendine. Kontrolsüz sanayileşmenin yol açtığı kirliliğe, nükleer santrallere, koca koca arabalarla havaya egzoz salmaya, fosil yakıtları tüketmeye, genetiği değiştirilmiş ürünlere, kanserojen gıdalara tam gaz devam, ama sigara dumanı yasak.

Yasağı savunanların en büyük iddiası, pasif içiciliğin, “şu hastalığa yakalanma riskini yüzde şu kadar, bu hastalığa yakalanma riskini yüzde bu kadar” artırdığını söyleyen ‘bilimsel’ verilere dayanıyor. Ancak ortada bir sorun var, zira başka bilimsel araştırmalar da, pasif içiciliğin yol açtığı, kanıtlanmış tek bir ölüm vakası olmadığını ve istatistiklerin korku tacirliği yapmak için çarpıtıldığını söylüyor. Konuya merak duyanlar, aylık Express dergisinin son sayısındaki Joe Jackson makalelerine bakabilir. “Kokudan rahatsız oluyorum, üstüme siniyor” gibi haklı şikâyetler ise, esasında çok basit bir yolla, iyi havalandırmalarla rahatlıkla çözülebilir.

Şu fani dünyada haz duyduğumuz bu kadar az şey varken, son yılların modası ‘sağlıklı yaşam’ takıntısının burnunu oraya buraya sokup durmasını ve sürekli mevzi kazanmasını sindirmek gerçekten zor. Sigara yasakçıları, bırakın, arkadaşlarınız hayattan zevk almaya devam etsin.

Ben sigara içmiyorum, hiç içmedim.

Ama bu yasak insanı sigaraya başlatır.

Erken gidene özlem

Agos, 17 Temmuz 2009


Kopukluk


Çeşitli Ermeni okullarından mezun olanların bir araya geldiği ‘sanuts miutyun’ların (öğrenci dernekleri) son on yılda giderek işlevsizleşmesi, İstanbul Ermenilerinin farklı nesilleri arasındaki kopukluğu iyice derinleştirdi. Bu durum, zaten kıt olan birikimlerin gençlere aktarılması ve Ermeni toplum yaşantısının daha canlı bir şekilde sürdürülmesinin önünde ciddi bir engel teşkil ediyor. Ermeni gençler, cemaat içinde kültürel ya da sosyal alanlarda bir şeyler yapmak istediklerinde, her şeye sıfırdan başlamak, keşfedilmiş kıtaları bir kez daha keşfetmek zorunda kalıyorlar.

Avukat Diran Bakar’ın ölümünden sonra, meslektaşı Sebu Aslangil, cemaat vakıflarının hak mücadelesi önündeki en büyük zorluğun, geçmişte açılmış davalara ilişkin hukuki kayıtların belli bir merkezde tutulmaması nedeniyle, kazanılan deneyimlerin yeni kuşak avukatlara aktarılamaması olduğunu söylüyordu. Aynı sorunun, hayatın her alanında karşımıza çıktığını söylemek yanlış olmaz.

Bugün bu ‘aktarım’ görevini bir ölçüde, bazı idealist öğretmenler, Ermeni kültürüyle ilgili basın yayın faaliyetinde bulunan gazeteler ve yayınevleri yerine getirmeye çalışıyor. Ancak bu çabalar, bireyselleşmenin ve bilgisayar ile televizyon karşısında geçirilen zamanın giderek arttığı bir zamanda, yeterli olmuyor.

Nesiller arası köprü görevini oluşturacak, araştırmacıların ihtiyaçlarını karşılayacak bir bilgi-belge-dokümantasyon merkezi oluşturmak, günümüzde Ermeni toplumunun önceliklerinden biri olmalı. Normal şartlar altında bu tür bir çabayı bütün gücüyle desteklemesi gereken Patrikliğin, içinde bulunduğu ataletten kurtulup imkânlarını seferber etmesi de, elbette, bu yolda önemli bir kazanım olacaktır.

Alakasız görünebilir, ama bunları, şair Garbis Cancikyan düşündürttü bana. Zira, sözünü etmeye çalıştığım kopukluğun en vahim sonuçlarından biri de, kültür ve edebiyatla ilgili birikimin her yeni nesilde neredeyse sıfırlanıyor olması.


Erken gidene özlem

Daha yirmi altısında bu diyarı terk etmesi şairliğinden mi, yoksa fukaralığından mıydı, bilmiyorum. Belki ikisinden de. Verem en çok şairlerin ve fukaraların hastalığı değil midir?

Garbis Cancikyan’ın, gazetelere çıkmış, kitaplara basılmış tek resmine bakınca, içli, kederli ama her şeye rağmen gelecekten umutlu bir çocuk görürüz. O resmi çektirmek için, Samatya’daki evinden kalkıp Pera’ya mı gelmiştir acaba? Façası düzgün, saçları briyantinli, kostümü sağlamdır. Fotoğrafçıdan çıkınca Baylan’da ya da Eftalapos’ta oturup bir şeyler içecek parası olup olmadığını ise, bir tek kendi bilir.

Sahakyan okulunu bitirdikten sonra Getronagan’a girer. Bir yıl sonra, daha 15 yaşındayken, okuldan ayrılıp bir şirkete kâtip olur. En yakın arkadaşı, şair Haygazun Kalustyan, Cancikyan’ın okumayı çok istediğini, yaşının geçmekte olduğunu görüp iki yıl sonra İtalyan Lisesi’ne girdiğini söylüyor. 1939’da yine Getronagan’a girse de, 1943’te, hastalığı onu okuldan kalıcı olarak uzaklaştırır.

1941’de, daha 21 yaşındayken defterine düştüğü satırlar, hayatı bambaşka gören bir muhayyilenin ipuçlarını verir: “İki ağacın ortasındaki bir bankta oturuyorum. Galiba günden güne evcilleşiyor, hayatla toprak arasında bir bağ buluyorum, ve her keşifte, önümde uzanan deniz alçalıyor, dalgalar denizin içinde kaybolurken üzerinde oturduğum bank yükseliyor.”

Zorluklarla bezeli bütün bu hayata tutunma çabası içinde, on yedi yaşından itibaren, bir kâhin gibi, ölümden, eriyip gitmekten, çürümekten söz eden şiirler yazar. Okulda öğrenip kitaplarla ilerlettiği Fransızcasıyla Fütürizmi, Dadaizmi, Sürrealizmi, Ekspresyonizmi anlamaya çalışır. Marinetti’yi, Zara’yı, Apollinaire’i okur. Nihayet, gelip Realizmin sularına demir atacaktır. Ama onunki, hayatın kendisinden bile daha gerçek bir gerçekliği kâğıda dökmeye gayret eden kara kuru bir gerçekçilik değil, arkadaşı Seta Dzağigyan’ın isabetle belirttiği gibi, derininde romantizm olan, kimi zaman sembolizme meyleden, ışıltılı bir başka ‘şey’dir.

Yeteneğiyle atbaşı giden parasızlığı, hastalığı döneminde bakımsızlığı, naçarlığı bilinse de, cemaat onu yaşatacak imkânları oluşturamaz. Ölümünün ardından, kalem arkadaşları en çok bu yüzden sitemkârdır.

Vartan Gomikyan mesela, onun için, “Yoksul sınıftan geliyordu, ekmek tomurcuğu gibi. Doğduğunda gururluydu, onu bu toplum bahtsız yaptı. Bedava okudu, bedava yedi... Bedava öldü” diye yazacaktı.

H. Kevorkyan ise, “Cancikyan” diye seslenecekti, “Biz seni büyük bir şair değil, yeni bir flütle, yeni besteleler yorumlamaya çalışan, mütevazı bir solist olarak kabul ediyoruz. Daha fazlasını isteyenler, yaşamanı sağlamalıydı.”

Türkiye’de Ermenice yeni şiirin kurucusu sayılan Cancikyan’ın, 1942’de Haygazun Kalustyan’la birlikte çıkardığı Türkçe ‘Balkıs’ kitabı, Orhan Veli’nin bir yıl önce çıkan ‘Garip’iyle kardeş sayılır.

Cancikyan’ın şiirleri, 20. yüzyılın ilk yarısında, İstanbul’da, halktan birinin günlük yaşantısını, özlemlerini, yoksunlularını anlatır. Yaşasaydı, daha bir sürü şey anlatacaktı.


‘Balkıs’ kitabından üç Cancikyan şiiri

Seneler zarfında

1

eskiden
yeşilköyde dolaşmasını severdim
hele bayılırdım
parkın denize bakan kanapelerine

şimdi yine
dolaşmasını seviyorum
hem de biraz
pipo içmesini
ve yalnız dolaşmasını

hisar
üsküdar
taksim
belediye bahçesi


2

şimdi pipo içmesini seviyorum
halbuki ben eskiden
bir kız sevdiğim zamanlar
cigara içerdim


seyahat

babam annem

arapkir tekirdağ

istanbul hayrabol

şam

kudüs

istanbul

samatya

marmara caddesi no.55

20 sene

bu evin kiracısı



?

piyanoyu ve şiiri
niçin severim acaba?


bir kız bilirim
elleri var
ayakları var
gözleri var


piyanoyu ve şiiri
niçin severim acaba?