Milliyetçilik kötüdür, tamam ama…

Agos, 14 Mayıs 2010

Milliyetçiliğin insanları nasıl ayırdığı, nasıl tasnif edip etiketlediği, dünyayı anlama çabasını nasıl kaba bir dost-düşman ayrımına indirgediği ve sair zararları üzerine duymadığımız söz, söylenmemiş fikir kalmadı muhtemelen. Milliyetçiliğin bir tür hastalık olduğunu ve insanlığın yararına olmadığını, hatta ve hatta sonumuzu getirebilecek bir lanet olduğunu biliyoruz (Milliyetçi olmayan bir ‘biz’den söz ediyorum elbette).

Biliyoruz… Milliyetçilik ayırır, tasnif eder. Türk der mesela size; bir anda Gürcü, Laz, Çerkez, Arap, Kürt kimliğinizin üstü çizilir. Diliniz yasaklanır, kültürünüz eve hapsolur, zamanla unutulur. Gelenekleriniz sokaktan, hayattan, çarşı pazardan çekilir.

Türk der mesela size. İster ki dininizi onun belirlediği şekilde yaşayın. Kimi zaman Alevi olduğunuz için, kimi zaman Sünni olduğunuz için, onun size biçtiği dona sığmaz, ayazda kalırsınız.

Size Türk der mesela. Kendinizi bir anda öteki olarak bulursunuz. Hıristiyan, Ermeni, Rum, Yahudisinizdir. Ne yaparsanız yapın, ne olursanız olun, karşı kampta yer alırsınız; size güvenilmez. Milliyetçinin ‘öteki’ye, ‘öteki’lere ihtiyacı vardır çünkü. Ondan sonra bütün ömrünüz dört kulaklı ve kuyruklu bir yaratık olmadığınızı ispat etmeye çalışmakla geçer.


Milliyetçilik öldürür. 20 yaşındaki çocuklara öldürmeyi öğretir. Hipokrat yemini etmiş doktorlar, Kürt olduğu için bir hastaya bakmayı reddedebilir.

Kimin yasını tutacağımızı bile milliyetçilik belirler. Şehit askerin en sevdiği yemeği, nişanlısının adını, askerliğinin bitimine kaç gün kaldığını öğreniriz gazetelerden, ama “ölü ele geçirilen teröristin” ne adını biliriz ne yaşını. Onun anası, babası, kardeşi hiç olmamıştır; o yaşamamıştır, ‘yokinsan’dır.


Miliyetçilik, bir ulus tahayyül eder. Kendisini en güçlü kılacak bütünü yaratmaya koyulur. Bütünü bozacağını düşündükleri, “ya sev”ecek, “ya terk edecek”tir! Bu uğurda kimsenin gözünün yaşına bakılmaz.


Mücadele yolları

İşte böyle, milliyetçiliğin ne olduğunu, ne büyük felaketlere sebep olduğunu iyi biliriz. Peki, onun kötü bir şey olduğunu bir tür büyü misali tekrarlayıp durmamız, insanları milliyetçi olmaktan vazgeçirir mi?

İki yüz küsur yıllık bir tarihi olan, bir vakitler kalabalıklara bir ideal ve onunla beraber bir kişilik vermiş, ‘tebaa’yı ‘vatandaş’ haline getirmiş bu ideolojinin yol açtığı korkunç tahribat ortadadır, evet, ama onun geniş kitleler nezdinde gördüğü kabul, milliyetçilikle mücadelenin, çok, ama çok karmaşık, çok çetin bir mesele olduğunu gösterir.

Milliyetçilik, hayatımızın çok farklı boyutlarıyla ilişkili olduğu için, onunla baş etmek de topyekûn bir mücadeleyi gerektiriyor. Erkek egemenliğinden militarizme, her tür hiyerarşiden sınıfsal uçurumlara, yoksulluktan işsizliğe pek çok toplumsal olgu, milliyetçilik için verimli birer üreme sahası. Bu nedenle, milliyetçilikle mücadele de, ancak, uzun soluklu, sabırlı ve inatçı bir bakış açısıyla mümkün.

Birkaç nesil sonra alacağı meyveleri hedefleyen bir mücadelenin, misal, öncelikle ders kitaplarından başlaması şart. Oralardaki cinsiyetçi, ayrımcı öğeleri ayıklamadan; Hayat Bilgisi kitaplarındaki, annelere yemek yaptırırken babalara salonda ayaklarını uzatıp gazete okutan çizimleri çöpe yollamadan; tarih kitaplarında savaşın yüceliklerini, milli faziletlerimizi anlatıp durmaktan vazgeçmeden, milliyetçiliğe karşı gerçek bir mücadele verdiğimizi söyleyebilir miyiz?

Milyonlarca insanın haber kaynağı olan medyanın olaylara yaklaşımında, düşmanlıkları körükleyici unsurların öne çıkmasını engellemeden, bu alanda çalışanların insan haklarını ve demokratik düşünceyi temel alan bir duyarlığı içselleştirmesini sağlamadan, milliyetçiliğin ortadan kalkması mümkün mü? Etnik kökene, cinsiyete, toplumsal statüye göre tavır belirleyen, suçlu olanı yargısız infazla mahkûm eden bir medya, milliyetçiliği, şiddeti körükleyip nefret duygularının hâkimiyetini sağlamak dışında neye yarar?

Gencecik çocuklara ‘savaş sanatı’nı öğreterek kişiliklerini emir komuta zinciri altında öğüten, onların özgürlüklerini kısıtlayıp kayıtsız şartsız itaat etmeyi kanlarına işleyen orduyu ve askerliği yüce bir değer olarak hayatımızın orta yerine yerleştirmişken, milliyetçiliğin yoluna taş koyabilir miyiz?

Günlük hayatımızda, dilimizde var olan, çoğu zaman farkında dahi olmadığımız, ayrımcılıktan, ırkçılıktan, şiddetten beslenen düşünce kırıntılarını, yerleşik kabulleri sorgulamadan, dilimizi onlardan temizlemeden, bunu her daim bir iç sorgulama ve idrak meselesi haline getirmeden milliyetçiliğe göğüs gerebilir miyiz?

Son bir şey daha…

‘Political correctness’, yani siyaseten doğruculuk, Batı demokrasilerinde yüzyıllar içinde oluşmuş bir etik değerler bütününün, günlük siyasal ve toplumsal pratiklere yansıması için gösterilen çabaya verilen ad. ABD gibi bazı ülkelerde, siyaseten doğruculuk kimi zaman, kuru, sıkıcı, renksiz bir doğrucudavutluğu getiriyor akıllara. Ancak, bizimki gibi hızla değişen, değişirken de ne yöne gittiği üzerine fazla düşünmeyen, çocukluk hastalığından kurtulamayıp sürekli hoyrat savrulmalar yaşayan bir toplumda, siyaseten doğruculuğa hakikaten ihtiyaç var. Milliyetçilikle aşık atabilmenin en önemli anahtarlarından biri, belki de tam da bu siyaseten doğruculuk arayışında yatıyor.

Güler’e kıydılar

Agos, 14 Mayıs 2010

“Kıymayın efendiler!” demiştik, ama onu cezaevinden çıkarmak için ölümün ta kıyısına kadar gelmesini beklediler. Güler Zere’yi geçen hafta kaybettik.

Kötü niyetin bürokrasiyle işbirliği, 37 yaşında bir canın hapishane köşelerinde göz göre erimesine göz yumdu. 14 yılını içerde geçiren, hastalığı süresince Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile güvence altına alınan “yaşama hakkı” ve “işkence ve fena muamele yasağı” açık bir şekilde ihlal edilen Güler, Eylül ayında hepimize bir mektup yazmış, bize çocuklardan bahsetmiş, “Umuttan yana ne varsa bizimledir” demişti.

Bir karatren geldi, kaptığı gibi onu öte diyarlara götürdü.

Min Dît’in sözü

Agos, 7 Mayıs 2010

Bu memlekette Kürt olmanın nasıl bir şey olduğunu anlatmayı murat edinen, özü sözü bir film ‘Min Dît’. Hakkında bu kadar tartışma çıkmasında, bu kadar sahiplenilip bu kadar tepki çekmesinde, siyasi duruşundaki samimiyetin, didaktik olmayan doğruculuğunun büyük payı var. Zira film, o samimiyetin etkisiyle, siyaseten kendisine yakın duranın kalbini kazanırken; hikâyenin hakikatli bir damardan aktığını bilmenin verdiği rahatsızlık, milliyetçileri ürkütüyor.

Türkiye’de doğan, ailesiyle birlikte Almanya’ya göç eden ve orada büyüyen Miraz Bezar’ın yönettiği, senaryosunu ise geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Evrim Alataş’la birlikte yazdığı ‘Min Dît’, sokakları on binlerce sahipli ve sahipsiz çocuğun hâkimiyetinde olan Diyarbakır’da geçiyor. Bezar, o çocuklardan ikisinin, Gulîstan ile Fırat’ın, iyi huylu aile çocukluğundan, caddelerde selpak, çakmak, çiklet satan sokak çocukluğuna olan dönüşümünü anlatıyor –onlara “geleceğin teferruatları” da denebilir.

Filmin sonunda, bir adi suç çetesi tarafından, akranları olan pek çok çocukla birlikte bir kamyonet kasasında ıstanbul’a götürülecek olan Gulîstan ile Fırat’ın başından geçenleri izlerken, bizler, o yolculuğun pekâlâ başka bir yöne, Kürt gerillaların savaştığı dağlara doğru da olabileceğini hissedebiliyoruz. Ya da, daha doğrusu, o yolculuğun birkaç yıl sonra dağa doğru olup olmayacağını hiçbirimiz bilemiyoruz. ‘Min Dît’, işte insanın kendini çaresiz hissettiği bu bıçak sırtı durumu anlatıyor.

Koca gözlü, temiz yüzlü, dünyalar güzeli Kürt çocukların, yankesici, balici, hırsız, veya ‘terörist’ olmaya giden yollarının nasıl da kestirme olduğunu anlatıyor bize ‘Min Dît’. Bebeklerden katiller yaratan karanlığa dikkatimizi Rakel Dink çekmişti; Bezar’ın filmi, bir başka açıdan bu karanlığa ışık tutuyor, onu ete kemiğe büründürüyor.

Yalnızlık ömür boyu mu?

‘Terörle mücadele’ bahanesiyle yakılan, boşaltılan köylerden kaçanların çocukları, acıyı, kaybı, ya daha bebek denecek yaşta yaşadılar, ya da acının, kederin tam ortasına doğdular. Büyüdüklerinde, kimi, uğradığı haksızlıklara çözüm bulmanın çaresini silahlı mücadele için dağa çıkmakta ararken; kimi de, büyük şehirlerde, insanın kanını emen atölyelere ucuz işgücü, ya da suç çetelerine ucuz sermaye oldular.
Kentli nüfusun, bizim gibi ‘beyaz’ların, bir asayiş, ya da, en iyisinden, eğitim sorunu olarak görüp dışladığı, ötekileştirdiği, korktuğu bu çocukların, bu insanların öfkesi, devletin, hükümetlerin, Kürt sorununu önce inkâr edip, sonra salt teröre indirgeyerek ‘çözmeye’ çalıştığı, başarısızlığa uğramış milliyetçi, ayrımcı politikalarının ürünü.

‘Min Dît’, Türk askerinin asla yasadışı işlere bulaşmayacağını, filmde anlatılan cinayetlerin gerçek olmayacağını ve bu nedenle de senaryonun taraflı olduğunu savunan bir kesimin yoğun eleştirilerine maruz kaldı. Onlara göre, film yalanlar üzerine kuruluydu; dahası, bir anti-propaganda filmiydi. Kürtler bu tip muamelelere uğramamış, yol kenarlarında, JıTEM işkencehanelerinde öldürülmemişti. Zaten JİTEM diye bir örgüt de yoktu.

Böyle düşünenlere, “Siz hangi Türkiye’de yaşıyorsunuz?” diye sormaktan başka yapacak bir şey yok. Halbuki, bu ‘taraflı’ ‘Min Dît’in, pek çok politik filmde olmayan bir erdemi var. Bezar’ın ve Alataş’ın senaryosu, devleti suçlamakla yetinmiyor; bundan çok daha ince bir duyarlıkla örülmüş. Ana babası öldürüldükten ve bir militan olan teyzeleri yakalandıktan sonra Diyarbakır sokaklarında kimsesiz, biçare kalan çocukların bu hali, neresinden bakarsak bakalım, Kürtlere yönelik ciddi bir özeleştiri olarak okunmalı. Filmin başlarında insana pek de sahici görünmeyen bu sahipsizliğin, dakikalar ilerledikçe keskinleşmesi, Diyarbakırlılara, Kürtlere yönelik bu eleştiriyi öne çıkarıyor. Bakkalın, sattıklarının parasını kuruşu kuruşuna aldığı; eczacının, paraları yetmediği için çocuklara ilaç vermeyip minik kardeşleri Dilovan’ın ölümüne sebep olduğu; ev sahibinin evden attığı bu yetim çocuklar, bizzat Diyarbakırlılar, Kürtler tarafından itiliyor yalnızlığa.

Evrim Alataş, 8 Nisan’da Taraf’ta yayımlanan ‘Min Dît ve Sahipsizlik’ başlıklı yazısında bu eleştirinin algılanma biçimine dair şunları söylemişti: “Kimseler gelip o çocuklara ‘Gel yavrum, senin annenle baban birer militandı, artık benim şefkatli kollarıma emanetsin’ demiyor. Ama biz ne yapalım, gerçek bir hayat hikâyesinden esinlendiğimizi kimseye anlatamıyoruz. ‘Böyle politik bir şehirde nasıl olur da iki çocuk sahipsiz kalır, bu film bizi yansıtmıyor’ eleştirileri… Bir yerde başka tepkiler, öbür yerde başka. Ne ısa ne Musa dedikleri bu olsa gerek. ıki halk ve tamamen kopmuş iki dil. Gir bakalım araya, nereye buyur edileceksin. ıyi bir şey mi yaptın, kötü bir şey mi? Sahi sen bunu niye yaptın?”


Katilini görmek


‘Min Dît’, Gulîstan ile Fırat’ı, anne babalarını öldüren JıTEM elemanıyla yüz yüze getirerek pek çok şey anlatıyor. Katilini görmek, onun gözünün içine bakmak, onunla yüzleşmek, kurbanın dünyasını altüst edecektir mutlaka. Fırat’ın, adamı gördüğü yerde korkudan altına işemesi bu yüzdendir. Gulîstan ise, onunla ilk karşılaşmasında, intikam hissiyle dolar. Ama çareyi annelerinden dinledikleri masalın kıssadan hissesinde bulup, insanca bir çözüme ulaşırlar çocuk akıllarıyla. Kurdu öldürmek yerine, boynuna çan takarlar: Al bakalım sana kurt, yap bakalım şimdi kurtluğunu!

‘Min Dît’, sözünü işte tam burada söylüyor.

Bazı sanat eserleri, mevcut toplumsal durumu, yaşadığımız anı daha iyi anlamamıza yarayan bir zekânın ürünüdür. Ciltlerce çözümlemenin yapamadığını, bir fırça darbesiyle, tek bir söz ya da notayla görünür kılar, ufkumuzu açarlar. Bazı eserler ise mevcutla yetinmez, ileriye doğru adım atar, en azından o adımı arar. Miraz Bezar’ın filmi, gelecekte, yeni bir dilin ve yeni bir siyasetin sinemadaki kilometre taşları arasında sayılacaktır. ‘Min Dît’in, sinematografik zaaflarına karşın dünya festivallerinden ödüllerle dönmesi, tam da bu, bir adım öteye geçme, yol açma çabası ve arayışının ödüllendirilmesi anlamına geliyor.

Böyle başa böyle tıraş mı?

Agos, 30 Nisan 2010

Başbakan’la görüşmesinin ardından, önce “Sadece şahsım adıma konuştum” diyerek kendisini savundu; sonra da, Surp Pırgiç Hastanesi’nin devlet protokolünde Patriklik’ten sonra ikinci sırada yer almasından hareketle, ‘cemaat başkanı’ unvanını sahiplendi Bedros Şirinoğlu.
Sonra işi iyice ilerletti. Açıklamalarını eleştiren imza kampanyasını düzenleyenleri Marmara gazetesi aracılığıyla hedef gösterdi, onları nankörlükle suçladı. Konuştu da konuştu: 25 yıldır hizmet veriyormuş, bu nasıl görmezden gelinirmiş, cemaat için her şeyini vermişmiş, bugüne kadar yaptıkları nasıl unutulurmuş...

Ardından, Takvim’de yayımlanan o çirkin sözleri okuduk. Agos gençleri zehirliyormuş, cemaatte Agos zihniyetli 600 kişi varmış, Hrant Dink’in kefenini bayrak yapıp maddi kazanç sağlıyorlarmış... Bu sözleri yalanlar gibi yaptı ama yalanlamadı, bilakis, arkasında durdu.

Ardından, Aktüel’de Tuncay Opçin, bu kerameti kendinden menkul ‘cemaat başkanı’nın ilginç bağlantılarını yazdı. Meğer Şirinoğlu’nun adını taşıyan bir Stratejik Araştırmalar Merkezi varmış; meğer bu merkezin başkanlığını, Ergenekon davası sanıklarından Ünal İnanç yaparmış; meğer bu merkezin her yıl verdiği yurttaşlık ödüllerini Hurşit Tolon, Mustafa Balbay gibi isimler almış; meğer Ünal İnanç, Ergenekon operasyonları sırasında Şirinoğlu’nun evinde basılıp gözaltına alınmış... İlginçtir, şahsına yönelik her türlü eleştiri karşısında esip gürleyen Bedros Şirinoğlu, bu haber karşısında herhangi bir açıklama yapmamayı, susmayı tercih etti.

Geçen haftaki VADİP toplantısında da icraatlarına devam etti. Cemaat başkanlığı sorgulanamazmış, söylemesi gerekenleri söylemişmiş, ayrıca, Dink ailesini severmiş, Ermenistan ve diasporadan tebrik telefonları almışmış, o sözleri kendisini incitenlerin canını yakmak için sarf etmiş, bu kişilerin arkasında bir teşkilat varmış...

Etik dersi

Ermeni vakıflarının temsilcilerinin katılımıyla oluşturulan VADİP’in o toplantısında, bu sözlere karşı çıkan tek bir insan evladı olmamış. Aksine, başkanlarının arkasında durmuşlar, onu ve yaptıklarını övmüşler.

Boyacıköy Surp Yerits Mangants Kilisesi Vakfı Başkanı Nazaret Özsahakyan mesela, “Başkanım, siz bir amirasınız. O entel dantel takımı gibi internet sitelerinde imza kampanyası yapmak size yakışmazdı. Başkanım, her zaman arkanızdayız” demiş. Kuruçeşme Yerevman Surp Haç Kilisesi Vakfı Başkanı İrma Polat, “Bedros’u oğlum gibi severim, arkasındayım”; Yeşilköy Surp Istepanos Kilisesi Vakfı Başkanı Habib Özfuruncu “Cemaat başkanlığını tartışmayı doğru bulmuyorum”, Kandilli Surp Yergodasan Arakelots Vakfı Başkanı Dikran Kevorkyan ise “Biz de size destek için bir deklarasyon yayımlayalım” demiş.

Ne kadar yaratıcı, ne kadar derin, ne kadar yararlı analiz ve tespitler, değil mi?

Kandilli’de Ermeni kalmadığı için yıllardır kendi kendini vakıf başkanı seçen Dikran Kevorkyan’ın önerisi kabul görmüş olacak ki, VADİP, gazetelere bir de ilan gönderip başkanlarının arkasında olduklarını, ona yönelik eleştirilerin etik sınırlarını aştığını vurgulamış, bizlere etik dersi vermiş. Onların sayesinde etiğin ne olduğunu, sınırlarının nerede olduğunu öğrenmişiz.

Dip noktası

Bütün bunlar bir yana, Şirinoğlu vakasının, kendimiz hakkında yeni şeyler öğrenmemize vesile olduğunu söyleyebiliriz. Kendini lider, önder, baş, başkan ilan eden herhangi bir muktedirin bu tür tavırlar içine girmesi doğaldır elbette; peki ya, birinci yaşını yeni kutlayan VADİP’in, itibarını bu kadar kolay ayaklar altına almasına ne demeli? Ermeni toplumunun seçilmiş sivil temsilcileri gibi davranmaktansa, cemaat başkanının hık deyicileri olarak hareket eden, dalkavukluk yapmaya marifet sayan VADİP temsilcilerinin sergilediği manzara, onlara itiraz edecek kimsenin çıkmaması, içler acısı değil mi?

Küçüle küçüle ufacık kalmış Ermeni toplumunun içinden bini aşkın insan, demokratik tepkilerini, hakaret içermeyen bir bildiriyle dile getirirken, bu eleştirileri dikkate alıp temel sıkıntının nerede olduğunu sorgulayacağına, geleneksel yöntemlerden medet uman, konuşanı susturmaya soyunan, ali kıran baş kesen havalarına bürünen VADİP’in dip yaptığı yer işte burası... Şirinoğlu’nun 1915’te yaşananları kardeş kavgasına indirgemesini, kendisini cemaat başkanı ilan etmesini, “100 bin Ermeni’yi sınırdışı ederiz!” tehdidini savuran Başbakan’ı savunup ondan özür dilemesini ve en fenası, ‘kefen’ söylemini dahi sineye çekip onu sahiplenen, borazancıbaşılığa soyunan bir VADİP’i kim ne yapsın allah aşkına...

Daha önce de yazmıştık; son birkaç yılda eskinin kifayetsiz muhterisleri cemaat liderliğine pek bir merak saldı. Bugünkü manzara, din adamı kimliğiyle asla uyuşmayacak bir şekilde, yardımda bulunduğu bir kişiden milyonlarca dolar tutarında komisyon talep eden ve bu komisyonun anasının ak sütü gibi hakkı olduğunu savunan bir ruhani önderle, kendi kendini cemaat başkanı ilan eden bir sivil temsilciye sahip bir toplum olma yolunda ilerlediğimizi gösteriyor. Devletin ve Ermeni toplumunun ‘derin’ kesiminin bu gidişattan memnun olduğu, bu ikiliyi sürekli parlatma, pohpohlama çabasından belli.

“Her toplum kendi layık olduğu şekilde yönetilir” artık epeyce klişeleşmiş bir söz, ama içeriğinin doğru olmadığı herhalde söylenemez. Komisyoncu ruhani önder, stratejik araştırmalar merkezi sahibi cemaat başkanı... Ne müthiş, ne uyumlu bir ikili!

Dışarıda hayat akıp gider, memleket hızlı bir şekilde değişirken, Türkiyeli Ermenilerin layık olduğu yönetim bu mu?