Hatırlamadan unutmak

Agos, 27 Haziran 2008

Hayatın türlü çeşitli veçhelerini keser unutmak. Enine de, boyuna da…

Artık bir başkası vardır, sevdiğinizi unutursunuz; seviyorsunuzdur, sevmediğinizi unutursunuz; bir koltuğa o kadar karpuz sığmıyordur, neyi ne için yaptığınızı unutursunuz; işiniz başınızdan aşkındır, hatırlamayı unutursunuz; tembelliğiniz üstünüzdedir, unutmak istersiniz; işinize öylesi geliyordur, unutursunuz; sırf böylesi daha sağlıklı diye, unutursunuz; unutmadan yeni bir hayata başlayamayacağınızı düşünür, unutursunuz; suçluluk duyar, unutursunuz; affetmek için, unutursunuz; benim gibi unutkan olduğunuz için, unutursunuz. Öyle ya da böyle, bir şekilde ve sürekli olarak unutursunuz. Unuturuz.
Unutmak bir tür kaydırma işlemi midir? Öncelikler sıralamasında doğal ve masum bir değişimden mi ibarettir? Acımasız ama gerekli midir? İnsanın öz savunma sisteminin has parçalarından biri midir? Einstein mı söylemişti unutmanın en büyük hastalık olduğunu?
Murat Uyurkulak’ın ‘Har’ romanında, unut(a)mayan sıradan insanlar, ezilenler, unutamadıkları ve başka çareleri de kalmadığı için infilak eder ve yamulurlar. William Saroyan’ın “Delirmek bizim ailenin özelliklerinden biriydi” dediği ruh halidir bu.

Geçmişi unutamadığı için infilak edip yamulmak, kolayca unutanların doğruluğuna yeğ değil midir?

*
Türkiye’de, 1915’te yaşanan Büyük Felaket hakkında konuşmaya çalışır, Türk-Ermeni ilişkilerinin geleceği hakkında tartışırken kolayca taraftar bulan bir görüş, geçmişi unutup geleceğe bakmak gerektiğini savunur hararetle.

Buna göre, geçmiş geçmiştir ve orada yaşanmış olan sorunların bugün gereksiz yere gündeme getirilip önümüze tekrar tekrar sürülmesi, geleceğimizi ipotek altına alan bir tercihtir. Geçmişte olan biten madem ki yaşanıp bitmiştir, bu tartışmalar bizi yeniden ve yeniden bölmekten gayri bir işe yaramazlar. Oysa barışçı bir gelecek inşa edeceksek, bir araya gelmeye ihtiyacımız var, ayrı düşmeye değil.
Zaten halklar arasında bir sorun yoktur. Ermenilerle Türkler yüzlerce yıl birbirlerine iyi komşuluk etmiştir. Şarkılar ortaktır, rakının yanında topik ne de güzel gider, Mari Teyze gibi terzi, Garo Usta gibi taş ustası gelmemiştir bu dünyaya…

*

Bu yazıya iliştirilmiş fotoğraf, bu ayın başında Paris’te, eski Yahudi mahallesi Marais’de çekildi. Bir okul binasının girişi üzerindeki kitabede şunlar yazıyor:

“Bu okuldaki 165 Yahudi çocuğu İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’ya sürüldü ve Nazi Kamplarında imha edildi. UNUTMAYIN”

Fransa, savaş sırasında faşizmin işgali altındaki Paris’te bir okuldan alınıp toplama kamplarına gönderilen 165 Yahudi evladını unutmuyor. Muhtemelen başka yerlerdeki başka Yahudi çocukları, kadınları ve erkekleri de…

Türkiye ise baskıya uğramış, ezilmiş, yerinden yurdundan edilmiş evlatlarını hiç aklına getirmeden, kerameti kendinden menkul bir yolda telaş içinde yürümeye devam ediyor. Geçmişin hayalet yüzlü tanıklarının gözlerinin içine bakmak için ayıracak tek bir saniyesi bile yok.

Halbuki unutmak için önce hatırlamak gerekiyor. Hatırlamak yüzleşmeyi, yüzleşmekse acı çekmeyi, bedel ödemeye hazır olmayı ima ediyor.

Unutkanlıktan ileri gelen haklılığın tadını çıkarırken “geçmişe değil geleceğe bakalım” diyen doğrular, unutamadığı için yamulanların çektikleri ıstırabın tam üstünde oturuyor.

Adımlar

Agos, 27 Haziran 2008

Militarizmin ülkenin yönetimini sivillere, sivil siyasete, özgürlük ve demokrasi yanlılarına bırakmama kararlılığının sonucu olan darbe sürecinin içinden geçerken, farklı kesimlerden sivillerin, sıradan insanların, yurttaşlıktan başka hiçbir unvanı ve rütbesi olmayanların bir araya gelmesi, sokaklara çıkıp seslerini yükseltmesi, darbecilerin heveslerini kursaklarında bırakacak büyük bir adım.

21 Haziran’da çeşitli sivil toplum örgütleri ve siyasi partilerin girişimi ve binlerce kişinin katılımıyla düzenlenen ‘Darbeye Karşı Ses Çıkar!’ mitingi Türkiye’de demokrasi güçlerinin mücadelesinde bir dönüm noktası teşkil ediyor. Bu mücadelenin artık gazete sütunlarıyla sınırlı kalmayacağını, özgürlük talebinin bizzat yurttaşlar tarafından sokaklarda, sloganlar ve pankartlarla yükseltileceğini müjdeliyor bizlere.

Farklı siyasi görüş ve inançlardan binlerce insanın tek bir amaç etrafında, darbeye ve ordunun siyasete müdahalesine karşı bir araya gelmesi, İstiklal Caddesi’ndeki yürüyüşün dayanışmacı, kararlı, eğlenceli ve yaratıcı bir şenlik halinde seyretmesi, yaz sıcağında içimize su serpen bir gelişme oldu.

“Darbeye Karşı 70 milyon adım” sloganıyla hayata geçirilecek çetin mücadele yeni başlıyor. Hasım acımasız, ancak önümüzde aydınlık bir yol uzanıyor. Yeni bir dili, yeni bir siyaseti, bebek adımlarıyla da olsa inşa etmek için yapacak çok iş var.
Adımları çoğaltmak ve çoğalmak gerek.

Tu ji Tayyip nikarîbî bi kurdî hez bike!*

Agos, 27 Haziran 2008

Batman’da, geçen hafta, Toplu Konut İdaresi’nin inşa ettiği konutların anahtar teslimi töreninde konuşma yapacak olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a olan sevgilerini anadilleri Kürtçeyle ifade etmek için “Biji Tayyip!” (Yaşa Tayyip!) pankartı açmak isteyen Kozlukluların Başbakanlık korumaları tarafından engellendiğini okuduk gazetelerde. Haberlere göre, korumalar pankartın açılmasını engellemekle yetinmemiş, onu taşıyanların isimlerini de almıştı.

Türkiye’nin hali pür melalini bütün çıplaklığıyla gösteren bir manzara bu.

Türkiye’de devlet televizyonu 24 saat Kürtçe yayın yapmaya hazırlanırken Kürtçe pankart yasak. Devlet Kürtlerin yaşadığı bölgelerde bir açılım yaptığı izlenimi vermeye çalışırken başbakana sevgisini Kürtçe ifade etmek yasak. Kürtlerin taleplerini siyasi arenada ifade etmeye çalışan parti ise ha kapatıldı ha kapatılacak.

Korumalar pankartı toplarken ne düşündü acaba?

“Biji miji bir şeyler yazıyor. Nemize gerek, toplayalım gitsin!”

Siyasi yasaklı olduğu dönemde Siirt’ten bağımsız milletvekili seçilen, eşinin Siirtli olmasını öne çıkarıp Kürtlerin sempatisini kazanmaya çalışan bir başbakanı Kürtçe sevmek yasak.

Memlekette sevginin bile resmi dili var.

Devlet bize Türkçe istediğini yapabilir ama biz onu Kürtçe sevemeyiz.

(*) Sen Tayyip’i Kürtçe sevemezsin!

Gâvurun malı

Agos, 20 Haziran 2008

Geçen hafta ortaya çıkan tapu çetesinin öncelikli hedefinin gayrimüslimler olması bize ne anlatıyor?

İstanbul’da, yaşlı ve kimsesiz kişilerin, özellikle gayrimüslimlerin mülklerini tehdit yoluyla ele geçiren, bu arada cinayet de dahil olmak üzere pek çok suç işleyen, aralarında devlet memurlarının, tapu kadastro müdürlerinin, doktorların da bulunduğu bir çetenin varlığı, hangi toplumsal iklimin, hangi ahlaki savrulmaların, hangi siyasi ve kültürel çelişkilerin ürünü? Peki ya hangi tarihsel olaylar dizisi gayrimüslimlerin mülklerini bu kadar korunaksız, “gâvur malı”nı gasp edilmesi bu kadar mümkün ve hatta meşru hale getiriyor?

İstanbul Emniyet Müdürlüğü, çetenin 13 kişinin mallarına el koyduğunu, 3 kişinin de ölümüne sebep olduğunu açıkladı. Tutuklanan şahıslar, “suç işlemek için örgüt kurmak, yönetmek, üye olmak”, “nitelikli adam öldürme”, “evrakta sahtecilik” ve “kişiyi hürriyetinden yoksun bırakmak” suçlamalarıyla yargılanacaklar.

Ortada organize bir suç var ve söz konusu suç salt bir çeteye ait, münferit bir duruma işaret ediyor olabilir. Bunu zaman gösterecek.

Oysa meselenin tarihsel, kültürel ve siyasi boyutlarını göz önünde bulundurmak, olayların ardında yatan faktörleri anlamaya çalışmak, dava sürecinin kendisinden çok daha önemli ve zihin açıcı olabilir.

Yabancıdır yabancıَ

Son zamanlarda, İstanbul Defterdarlığı Kayyum Bürosu Başkanlığı memurları tarafından bazı gayrimüslim yurttaşlara ait mülklere dair bir araştırma çalışmasının yürütüldüğü biliniyor.

Memurlar, bu çalışmalar sırasında, özellikle yaşı ilerlemiş kimselere ait taşınmazların son durumunun, sahiplerinin hayatta olup olmadığının veya vârislerinin bulunup bulunmadığının tetkik edildiğini ifade ediyor. Aynı memurlar, söz konusu araştırmanın özellikle “yabancılar” için yapıldığına dair ifadeler de kullanıyor.

Agos’un “tapu çetesi” haberini hazırlayan arkadaşlarımızın fikrine başvurduğu Defterdarlık Kayyum Bürosu Başkanı Süleyman Dinçer de “yabancılara” yönelik bir takip işleminin varlığını doğruluyor.

Memurların ve Dinçer’in “yabancı” diye andığı şahısların “Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı gayrimüslimleri” nitelediği, en azından bu grupları da içerdiği anlaşılıyor. Bu çalışmalar esnasında “yabancılar”a ağırlık verilmesinin, bu konudaki tercihin hangi kanun, yönetmelik ya da genelgeye dayandığını ise bilmiyoruz.

İstanbul Defterdarlığı Kayyum Bürosu Başkanlığı’nın internet sitesi kurumun faaliyetleri hakkında hayli açıklayıcı bilgiler veriyor (http://www.ist-def.gov.tr/kayyim.html). Buradan edindiğimiz izlenime göre, kurumun öncelikli amacı, uzun süreden beri ortada görünmeyip gaip (kayıp) hale gelmiş kişilerin malvarlığı ortada kalmış ise, yani vârisleri yoksa/bulunamıyorsa, mülkleri için kayyum atanması. Kayyumlar söz konusu mülkü on yıl idare ettikten sonra, eğer gaip kişi veya vârisleri ortaya çıkmazsa, Medeni Kanun’un 588. maddesine göre Gaiplik ve Tescil Davası açılıyor ve taşınmazın Hazine adına tescili isteniyor.

Büro, 3561 sayılı Mal Memurlarının Kayyım Edilmesine Dair Kanun’un yürürlüğe girmesinin ardından kurulmuş. Kanunun amacı ise, “gaip kişilerin malvarlıkları üzerindeki Hazine menfaatinin daha iyi korunmasını sağlamak üzere, mahallin en büyük mal memurlarının kayyım tayin edilebilmelerine ilişkin usul ve esasları düzenlemek” olarak belirtiliyor. Kanunun herhangi bir yerinde, Kayyum Bürosu Başkanı Dinçer’in ve memurların sözünü ettiği “yabancı” sıfatı geçmiyor.

Anlaşılan, büro, “Hazine menfaatinin daha iyi korunmasını sağlamak üzere”, çeşitli mülklere kayyum atanıp atanamayacağına dair bir ön araştırma yapıyor. Buraya kadar hukuk dışı görünen bir şey yok. Ancak, bu uygulama sırasında ağırlığın gayrimüslimlere ait taşınmazlara verilmesi, insanda bir ayrımcılıkla karşı karşıya olduğumuz hissini uyandırıyor.

Bunlar, gayrimüslim vakıflarının mallarına hukuka aykırı gerekçelerle el konan yüzlerce örnekle birleştirildiğinde şüpheler doruğa çıkıyor.

Gayrimüslimlerin ellerindeki malların devlet tarafından sıkı sıkıya takip edildiği izlenimi veren bu durum, son çete haberlerinde devlet memurlarının da işin içine karıştığı bilgisiyle bir araya geldiğinde ise, şu iki çok kritik soru dikiliyor karşımıza: Acaba, devlet memurları eliyle yapılan bu takibatlar ve tutulan listeler hangi amaçlar için kullanılıyor?

Bu bilgiler kanun dışı emelleri olan kişilerin eline geçiyor mu?

Devletin ve bürokrasinin gayrimüslim yurttaşlara bakışını bilenler için, bu soruların yanıtı ne yazık ki pek olumlu şeyler vaat etmiyor.

İmam ve cemaat

Agos’un 12 yıllık tarihi, devletin gayrimüslim mallarına hukuk dışı bir şekilde el koymasının yüzlerce örneğini gösterir bizlere.

Gayrimüslim vakıflarının 1936’da verdikleri beyannameden sonra mülk edinemeyeceklerini ilan eden 1974 tarihli Yargıtay kararından tutun da, Bakanlar Kurulu tarafından hazırlanan yönetmeliklere kadar girmiş “yerli yabancı” tanımlamasına, oradan 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in gayrimüslim vakıflarının “ekonomik ve siyasi güç” elde edeceği gerekçesiyle Vakıflar Yasası’nı veto etmesine uzanan bir dizi haksızlık, Türkiye’de azınlıklara yönelik ayrımcılığın en somut ifadeleridir. Türkiye’de haklar mücadelesinin en çetin alt başlıklarından biri, gayrimüslim toplulukların, bir avuç vicdanlı hukukçunun desteğiyle yürüttüğü, “gasp edilen malı gasp edenden geri isteme” mücadelesidir.

Peki, tapu çetesinin yapıp ettiklerinin, Vakıflar Yasası görüşmeleri sırasında Meclis kürsüsünden, “Esnafı bir tarafa bıraktınız, köylüyü bir tarafa bıraktınız, işçiyi bir tarafa bıraktınız, çiftçiyi bir tarafa bıraktınız, Agop’un işiyle uğraşıyorsunuz” diyen “sosyal demokrat” partinin “sendikacı” milletvekili Bayram Meral’in ve onun gibi düşünen milyonların zihniyetinden, gayrimüslimlerin elindeki sermayenin şiddet yoluyla Türkleştirilmesi siyasetini güden İttihatçılara dek uzanan bir talancı silsileden bağımsız olduğunu düşünebilir miyiz?

Kim bilir, belki de tapu çetesinin faaliyetleri meşhur “imam-cemaat” deyişini doğruluyordur… Nihayetinde, cemaate örnek olması gereken imam (resmi makamlar) yellenirse (“yurttaşlarının malına haksız yere göz dikerse”), cemaat neler yapmaz ki!

Bir simge olarak Zohrab

Agos, 13 Haziran 2008

Ermenilerin Büyük Felaket öncesinde, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle yeşeren umutlarını ve sonraki yıllarda yaşanan hayal kırıklıklarını şahsında cisimleştiren bir simge isimdir Krikor Zohrab.

Ermenice edebiyatın yüz yıl önceki bu büyük isminin yaşamöyküsü ve bilhassa hayatının son yedi yılındaki siyasi faaliyeti, hem o günlerde hâkim olan hayalleri, hem de dehşeti ve acı bir sonu taşır içinde.

Abdülhamit rejimi altında, geleceğine dair umutları tükettiği için terk etmek zorunda kaldığı memleketinden gelen ihtilal haberiyle Paris’ten adeta uçarak dönen bir muhalif; büyük bir hararetle düzenlenen siyasi mitinglerde ve Meclis-i Mebusan’da bütün Osmanlılar için özgürlük mücadelesi veren bir aydın; halkının yaşadığı acıların ve yakından tanıdığı zulmün son bulması için didinen bir eylemci; Fransa’da Yahudiliğinden dolayı ayrımcılığa uğrayan Yüzbaşı Dreyfus adına savunma metni hazırlayan bir dünya vatandaşıdır Zohrab.

Bu haftaki ‘Hayat, Olduğu Gibi’de, 5-7 Haziran 2008 tarihleri arasında Paris’te düzenlenen ‘Özgürlük Sarhoşluğu: Osmanlı İmparatorluğu’nda 1908 Devrimi’ başlıklı konferansta yaptığım, Krikor Zohrab’ın siyasi hayatını inceleyen sunumu genel hatlarıyla özetlemek istedim.

Aradan geçen yüz yıl içerisinde toplumsal ve siyasal sorunlarımızı çözmede pek yol kat etmediğimize göre, Zohrab’dan alınacak çok ders var.

Çok yönlü bir siyasi mücadele

Krikor Zohrab’ın Osmanlı Meclisi’nde bulunduğu üç dönem boyunca izlediği siyasi çizgiyi, iç içe geçmiş üç temel düzlemde ele alabiliriz: Liberal-özgürlükçülük ve Osmanlıcılık konusundaki fikirlerinın yanı sıra, Ermeni halkının güvenliği konusundaki kaygıları, Zohrab’ın siyasi tutumunu belirleyen unsurlardı.

Zohrab bir Osmanlı liberali, bir özgürlükçüydü. Abdülhamit döneminin despotik havası içinde yaşamış, baskıyı teninde hissetmiş, yetkililerin işkence ettiği Bulgar bir devrimcinin avukatlığını yaptığı için mesleğini icra etmekten alıkonmuş bir aydın olarak, özgürlüğün tüm Osmanlılar için elzem olduğuna inanıyordu.

Basın özgürlüğü, tüm vatandaşların eşitliği, işçilerin örgütlenme özgürlüğü, ‘serseri’, ‘şüpheli şahıs’, ‘piç’, ‘zina’ gibi kavramların ceza sisteminden çıkarılması, kadınların toplum hayatındaki konumunun iyileştirilmesi için çalıştı. Müthiş belagat yeteneğiyle meclisin en aktif mebuslarından biri oldu. Modernist, pozitivist dünya görüşü ve sosyalizan yeni dünya tahayyülü, onu insanca yaşam koşullarının gelişmesi yolunda dirençli bir mücadele vermeye itiyordu.

Zohrab’ın Osmanlıcılığı, ‘eşit ve hür’ yurttaşlardan oluşan bir topluma ulaşma arzusunun ürünüydü. Osmanlı geleneğindeki ‘millet-i hâkime’ algısı Tanzimat’tan sonra hukuki bir kırılma yaşasa da, Müslümanların toplumsal belleğinde varlığını sürdürüyordu. Zohrab, tektipleştirici Osmanlıcılığa karşı, toplumun çeşitliliğini, çokkültürlü ve çokdilli yapısını koruyan, bunu yaparken de Osmanlı yurduna bağlılığı artırmayı gözeten bir anlayışı savundu. Onun Osmanlıcılığı, etnik vurguların ağırlık kazandığı bir dönemde, tüm grupların hakkını savunan, bir tür koruyucu şemsiyeydi. Zohrab, İttihatçıların giderek Türkçülüğe meylettiğinin farkındaydı ve daha kapsayıcı bir siyasi söylemi hayata geçirmeye çalışıyor; Ermeniliği, Kürtlüğü, Türklüğü, Arnavutluğu vs. Osmanlı kimliğinin ayrılmaz parçaları olarak görüyordu.

Zohrab pek çok konuda İttihatçılara muhalefet etse de, Ermenileri onlara destek vermeye çağırdı. Onun bu tavrını aymazlık olarak değerlendirenler, hatta Arşag Alboyacıyan gibi, bakanlık beklentisi içinde olduğu için böyle davrandığını ileri sürenler olmuştur. Ancak, tarihe bir suçlu aramak için değil, anlamak için baktığımızda, onun İttihatçıları desteklerken Meşrutiyet rejimini savunmayı amaçladığını ve bunun da Ermeni halkının kaderine ilişkin bir tercih olduğunu görebiliriz.

Zohrab, 1890’larda Ermenilere karşı izlenen şiddet siyasetini yakından bilen bir avukat, yazar ve siyasetçi olarak, halkının istibdat değil ancak meşrutiyet rejimi altında huzur bulacağına inanıyor, eski rejimdeki kırımların tekrarlanmaması için, Abdülhamit rejimini savunanlara karşı, meşrutiyeti getiren İttihatçıları yeğliyordu.

İttihatçıların baskıcı bir tek parti iktidarı kurduğu 1912’ye dek bu desteği sürdüren Zohrab, Ermenilerin toprak, müsadereler, güvenlik gibi sorunlarının çözümü için verilen sözlerin tutulmadığını görünce daha sert bir muhalif tavır benimsedi. Ermeni vilayetlerinde reform meselesinin uluslararası bir konu haline gelmesi için çalıştığı dönemde, Rus Konsolosluğu, Ermeni siyasi çevreleri ve İttihatçı liderler arasındaki müzakerelerde aracılık rolünü üstlendi. Reform müzakereleri Şubat 1914’te antlaşmayla sonuçlansa da, Rus müdahalesinin kendileri açısından alçaltıcı olduğunu düşünen İttihatçılarla, artık onların sözlerine güvenmeyen Ermeniler arasındaki ilişkiler büyük bir yara almıştı.

I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, Zohrab’ın güncesinde “şovenizm” diye nitelediği dil her yere hâkim olacak, bütün uzlaşmacı sesleri bastıracaktı.

Umutlar tükenirken

Zohrab, bazı kaynakların zikrettiği gibi 24 Nisan 1915’te tutuklanmadı. İttihatçılar İstanbul’da pek çok Ermeni aydınını tutukladığında, hâlâ bir mebus olan Zohrab’a dokunmamışlardı.

24 Nisan’dan kısa bir süre sonra Patrik Zaven Der Yeğyayan tarafından yayımlanan ve Osmanlı ordusunun savaşta muzaffer olması için Ermenilerin ellerinden gelen her şeyi yapacaklarını ilan eden bildiriyi kaleme alan oydu. Ardından, Ermenilerin bağışlarıyla bir sahra hastanesi kurulması projesini geliştirdi; Ermeni hemşirelerin yaralı askerlerin bakımını üstlenmesini sağlamaya çalıştı. Bütün bunları, İttihatçıların korkunç girişimlerini engelleme umudu taşıyan biçare çırpınışlar olarak görmek gerekir.

Mayıs ayının son haftasında, Erzurum mebusu Vartkes Serengülyan’la birlikte, hiçbir gerekçe gösterilmeksizin tutuklandı. Onlara, Divan-ı Harb-i Örfi’de yargılanmak üzere Diyarbakır’a götürülecekleri söylendi.

Zohrab, Konya, Adana, Halep, Urfa güzergâhında yol alırken, geri dönmelerine izin verilmesi için Halil Bey, Talat Paşa, Hüseyin Cahit Bey ve Alman Büyükelçisi Wangenheim’a mektuplar yazdı, ancak değişen bir şey olmadı.

Falih Rıfkı Atay’ın ‘Zeytindağı’ eserinde anlattığı gibi, Urfa’dan ayrıldıktan bir süre sonra, Teşkilat-ı Mahsusa’ya bağlı olarak çalışan Çerkes Ahmet çetesi tarafından, Vartkes Efendi’yle birlikte, başı taşla ezilerek öldürüldü.

Sorumluluk

Agos, 30 Haziran 2008

Agos’un manşetinde gördünüz. 26 Mayıs günü Patrikhane’de, ruhanilerin, cemaat ve basın temsilcilerinin katıldığı bir toplantıyla, Patrik II. Mesrob’un sağlık sorunları nedeniyle bir süreliğine makamından uzak kalacağı ve bu arada tedavisine devam edileceği açıklandı. Bir süredir kulaktan kulağa dolaşan, birkaç gündür de Jamanak ve Marmara gazetelerinin sütunlarına taşınarak daha çok yayılan bir bilgiydi bu.

Belli ki, hem patriğin sağlığı, hem de cemaatin durumu açısından can sıkıcı bir durumla karşı karşıyayız. Bu da, önümüzdeki dönemde herkese çok ciddi sorumluluklar düştüğü anlamına geliyor.

Öncelikli görev, sanırız ruhanilerde. Söylentilerin önünü alacak, İstanbul Ermeni toplumunun arzularına kulak verecek, bu üzücü olayın yarattığı boşluğu, şeffaflığın ve paylaşımcılığın öne çıktığı katılımcı bir sürece dönüştürecek adımları atmak öncelikle onlara düşüyor.

Cemaat temsilcilerinin, okul ve vakıf yöneticilerinin ise toplumdan yükselecek sesleri Patrikhane’ye aktarmak, kurumsal işleyişin devamlılığını sağlamak, hatta onu mükemmelleştirmek için çalışması gerekecek. Zira salt ruhanilerin değil, sivillerin de süreçte rol alması, toplumun güveninin kazanılması açısından elzem.

Basın ise, olan biteni aktarırken, insanları paniğe sevk edecek, kaos ortamına doğru gidildiği izlenimi verecek yayınlar yapmaktan kaçınmak zorunda. Sürecin olabildiğince tartışılabilir, eleştirilebilir ve şeffaf olması için gazetelerin oynayacağı rol çok önemli. Basın, patriğin sağlığı hakkında spekülasyona girmekten de sakınmalı; çünkü her şeyden önce dikkat edilmesi ve ihtimam gösterilmesi gereken, onun sağlığı.

Dileğimiz, 1998’de her türlü gözdağına ve resmi tehditlere rağmen eşi görülmemiş bir halk desteğiyle patrik seçilen II. Mesrob’un bir an önce sağlığına kavuşması.

Bu on yıldan hangi dersleri çıkarmamız gerektiğini, o zaman hep beraber tartışırız.

Gavras, Güney, Ceylan

Agos, 30 Mayıs 2008

1969’da Costa Gavras ‘Z’ ile Cannes Film Festivali’nde büyük ödülü kazandığında, ülkesi Yunanistan, Albaylar Cuntası tarafından yönetiliyordu.

Z, demokrat politikacı Gregoris Lambrakis’in faili meçhul bir şekilde sokak ortasında öldürülmesinin ardından yaşananları anlatan müthiş bir politik filmdi. Lambrakis’in nükleer silahsızlanma hakkındaki bir mitingde yapacağı konuşma öncesinde öldürülmesinin ardından, polis ve iktidar olayın üzerini örtmeye, gerçek failleri gizlemeye çalışmıştı. Filmde, Jean-Louis Trignintant’ın canlandırdığı idealist savcı, gerçekleri açığa çıkaran delillere ve tanıklara ulaştıkça önüne bin bir türlü engel çıkarılıyordu.

1951’den sonra siyasi nedenlerle ülkesinden ayrılmak zorunda kalmış olan Gavras, 1982’de bu defa ‘Missing’ (Kayıp) filmiyle kazandığı ödülü, Yılmaz Güney’le ve onun ‘Yol’ filmiyle paylaştı. Gavras, Kayıp’ta bu defa Şili’ye uzanıyor, General Pinochet’nin kanlı darbesinin ardından ortadan kaybolan gazeteci Charles Horman’ın izini sürüyordu. Unutulmaz Jack Lemmon’ın canlandırdığı Horman’ın babası, oğlunun başına gelenleri çözmeye çalıştıkça, Amerika destekli askeri rejim ve bizzat CIA ajanları tarafından engelleniyordu.

12 Eylül darbesinin ardından yurtdışına kaçan Yılmaz Güney’in filmiyse, sıkıyönetimin en zorlu günlerinde tanınan bir bayram izniyle cezaevinden köylerine gitmek isteyen beş mahkûmun yolda yaşadıkları zorlukları anlatıyor, tüm çıplaklığıyla gerçekçi bir Türkiye resmi çiziyordu.

Ülkelerinden uzakta yaşamak zorunda kalmış bir Türkiyeli ve bir Yunanlı, Güney ve Gavras, o yıl Cannes’da birlikte ödül alırken, gururlu ama kederliydiler.

*

Nuri Bilge Ceylan, Üç Maymun’la Cannes’da en iyi yönetmen ödülü aldıktan sonra “Ödülümü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum” deyince, Türkiye’yi büyük bir gurur dalgası kapladı. Ceylan’ın bugüne dek yaptığı usta işi filmlere pek yüz vermeyip onu bir anlamda yalnız bırakan Türkiye, bu cümlenin ardından yönetmeni yere göğe sığdıramadı.

Ceylan’ın, memlekette kızılca kıyamet kopar, darbe çağrıları yapılır, siyasi cinayetleri faili meçhul bırakmak için türlü taklalar atılır, Kürt Sorunu’nu çözmek için hiçbir adım atılmazken, ödülünü tutkuyla sevdiği yalnız ve güzel ülkesine adaması, bana ne yazık ki içi boş bir politik jest olarak görünüyor.

Perihan Mağden, 27 Mayıs tarihli Radikal’de, Ceylan’ın “Türkiye’ye/Türkler’e ‘pedagogca’ yaklaşmak gibi fevkâlâde yararlı bir çizgiyi benimsemiş” olabileceğini söylerken, meseleye bir hayli ‘iyimserce’ yaklaşıyordu.

İnternet sitelerindeki okur yorumları ve forumlardaki tartışmalarda, “Biz ödül almak için bu ülkeyi satanları çok gördük, helal olsun Ceylan’a!” minvalindeki yaveleri gördükçe, o pedagogca yaklaşımın gerçek işlevi konusunda insan ister istemez şüpheye kapılıyor.

Kuerten’in gözyaşları

Agos, 30 Haziran 2008

Brezilyalı tenisçi Gustavo Kuerten, namı diğer Guga, geçtiğimiz pazar, Roland Garros turnuvasının ilk turunda Paul-Henri Mathieu’ya yenildiği maçın ardından profesyonel tenis yaşamına son noktayı koydu. Kariyeri büyük başarılarla dolu olan ve daha önce Roland Garros’u tam üç kez kazanan Kuerten’i uğurlamak için Philipe Chatier kortuna tam 15 bin kişi gelmişti.

31 yaşındaki Kuerten son yıllarında sakatlıklarla boğuşmuş ve hiçbir önemli turnuvada varlık gösterememişti. Yıllarca profesyonel tenisin en tepesindeki isimlerden biri olmasına karşın, artık sıralamada ilk bine dahi giremiyor, çok az sayıda maç oynayabiliyordu. Kuerten, birkaç hafta önce, Fransa Açık’ın kariyerinin son turnuvası olacağını açıklamıştı.

Eski şampiyon, son maçında her zamanki gibi güleryüzlüydü. Artık eskisi kadar güçlü bir tenisçi olmasa da, o unutulmaz backhandlerinden örnekler sundu; sırası geldi, kendini tiye aldı. Ancak, maçın bitiminde, yerine oturduktan sonra, başına bir havlu geçirip yüzünü gizleyerek dakikalarca ağladı. Vedasını izlemek için tribünleri dolduranlar onu dakikalarca ayakta alkışladı.

Fransız Tenis Federasyonu, toprak kortlardaki başarısıyla tanınan Guga’ya veda armağanı olarak Roland Garros’un zemininin bir kesitini sundu. O da bu jeste, kırık dökük Fransızcasıyla bir veda konuşması yaparak karşılık verdi.

Böylece, yetenekli, centilmen, sempatik ve kazandığının önemli bir kısmını sakatlar yararına harcayacak kadar yardımsever olan Brezilyalı tenisçi, kortlardan gözyaşları eşliğinde, ancak hak ettiği sevgi ve itibarı gördüğü için iç huzuruyla ayrıldı.