Ermenistanlı çocuklar

Agos, 25 Şubat 2011

Geçen haftaki Agos’ta Alin Ozinian imzasıyla yayımlanan, İstanbul’daki Ermenistanlı göçmenlerin sorunlarına dikkat çeken bir dizi söyleşi, kanayan bir yaramıza parmak bastığı için çok önemliydi.

Ermenistanlı göçmenlerin, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında ülkelerinde yaşam koşullarının dayanılmaz bir hal alması nedeniyle dünyanın dört bir tarafında ekmek kavgası peşine düşmeleri, büyük bir insani trajedi yarattı. Aslında bu trajedi, Ermenistanlılara özgü de değildi. Doğu Bloku ülkelerinde yaşayan milyonlarca insan, rejimin yıkılmasının ardından ülkelerini terk ederek, alışık olmadıkları koşullarda, üstelik Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle gittikçe azgınlaşan neo-liberal politikalar nedeniyle en hoyrat sömürülere maruz kaldılar.

Yıllar geçtikçe bazı ülkelerde ekonomik durumun göreceli olarak iyileşmesiyle o ülkelerin yurttaşları için bu durum hafiflese de, Karabağ Savaşı bahanesiyle Ermenistan sınırını kapalı tutan Türkiye’nin ambargosu nedeniyle ekonomik krizin kronik hal aldığı Ermenistan’da, nüfusun üçte biri ülke dışına çıktı. Bu insanların bir kısmı da Türkiye’ye geldi.

‘Türkiye’deki Ermenistanlılar’ yeni bir sosyolojik olgu değil. 1990’ların başlarından bu yana çok sayıda Ermenistanlı Türkiye’ye geldi ve ev işlerinden ticarete, fabrika işçiliğinden boyacılığa çeşitli işlerde çalıştı. Aralarında, ailesini geçindirebilmek için bedenini satan kadınlar da vardı. Türkiyeli yetkililer, çoğu zaman vizesiz olarak ikâmet eden bu insanların varlığına göz yumdu. Muhtemelen, bunun ardında, Ermenistan’la sorunlu giden ilişkilerde onları koz olarak kullanabilme düşüncesi vardı.

Koşulları çok zor

Bugün, çok sayıda Ermenistanlı, İstanbul’da, özellikle Kumkapı civarında yerleşmiş durumda. O muhitle bütünleştiler. Dükkânların vitrininde, çarşıda, pazarda Ermenice yazılar göze çarpıyor. Pek çoğu yıllardır burada yaşıyor ve yakın bir gelecekte ülkelerine dönmeyi düşünmüyor. Çünkü Ermenistan’da burada sahip oldukları koşullardan bile daha kötüsüne razı gelmek zorundalar.

Bu sorunun en can alıcı yönlerinden biri çocuklar. Bazıları Ermenistan’ı hiç görmemiş, bazıları ise oraları hiç hatırlamayan, yüzlerce, belki binlerce çocuk bugün İstanbul’da yaşıyor. Ebeveynlerinin yasal bir statüsü olmadığı için onlar da kaçak olarak yaşamak zorundalar. Oysa onlar çocuk ve her çocuk gibi büyüyorlar; okula gitmeleri, bir eğitim almaları gerekiyor. Eğer eğitim alamazlarsa, hayatları boyunca fakirliğin kısır döngüsünü kıramama, daima ucuz işgücü olarak kullanılma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklar.

Pek çok mülteci ve göçmenin sığındığı Türkiye’de, bu sorunu sadece Ermenistanlı çocuklar yaşamıyor elbette. Afrikalı, İranlı veya Iraklı pek çok ailenin çocuğu da benzer bir çaresizlik içinde.

Oysa Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre, bütün ülkeler çocukların eğitim hakkını kabul etmek ve “eğitim alanında, özellikle cehaletin ve okuma yazma bilmemenin dünyadan kaldırılmasına katkıda bulunmak, çağdaş eğitim yöntemlerine, bilimsel ve teknik bilgilere sahip olunmasını kolaylaştırmak amacıyla uluslararası işbirliğini güçlendirmek ve teşvik etmek” zorunda.

18 yaşından küçük olan her insanın, yani her çocuğun eğitim hakkından yararlanması, evrensel hukukun vazgeçilmez bir değeri.

Ermeni okullarına gidebilmeliler

Geçtiğimiz dönemlerde, Ermeni toplumu, bu çocukların İstanbul’daki Ermeni okullarına devam edebilmeleri yönünde talepte bulunmuş, Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, bu talebe, çocukların yasadışı statüde olmaları nedeniyle çözümün zor olduğu ama konuyu araştıracakları yanıtını vermişti. Bir süre sonra da, yasal statüdeki Ermenistanlı çocukların Ermeni okullarına devam edebileceği açıklandı. Bu, olumlu gibi görünse de, Türkiye’de yasal statüde olan Ermenistanlı çocukların sayısının iki elin parmaklarını geçmiyor olması nedeniyle, esasen işlevi olmayacak bir idari adım.

Oysa Türkiye, Ermenistanlı veya değil, göçmen ailelerin çocuklarına öncelikle ‘çocuk’ olarak bakma olgunluğunu gösterebilir. Yasadışı olan, çocuklar değil. Onlar, kendilerini bu karanlık döngüye hapseden uluslararası sistemin küçük kurbanları. Anne ve babaları ucuz işgücü olarak kullanılır ve varlıklarına göz yumulurken, onların eğitimsizliğe ve cehalete mahkûm edilmesinin hiç kimseye bir yararı yok.

2003’ten beri, Gedikpaşa Protestan Kilisesi, büyük bir toplumsal hizmette bulunarak, bodrum katında Ermenistanlı çocukların eğitim alabilmesi için faaliyet gösteriyor. Kilisenin bodrumunda, ‘okul’ diyebileceğimiz eğitim yuvasında 70 çocuk ders alıyor. Onlara öğretmenlik yapan Heriknaz Avagyan, onların yaşadıklarını şu sözlerle anlatıyor: “Çocukları gruplara ayırıp ders yapıyoruz. Beşinci yılı bitiren her öğrencinin annesine anlatıyorum, ‘Çocukları Ermenistan’a gönderin, eğitimlerine devam etsinler, gelecekleri için’ diyorum. Vartan diye bir öğrencim vardı, çok zeki, çok çalışkan. Göndermedi ailesi onu Ermenistan’a, burada kalıp çalışmak zorunda kaldı, ama onun defterlerini hâlâ saklıyorum ben. Öyle güzel el yazısı vardı ki, kıyamıyorum atmaya. Çocukların hayalleri gerçekleşmiyor, kimse onlara ‘Ne olmak istiyorsun?’ diye sormuyor. Erkekler ya kuyumcu ya da fabrika işçisi oluyorlar, kızların durumu ise çok daha kötü.”

İşte bu çocukların durumunun daha da kötüleşmemesi için artık bir çare bulunması gerekiyor. İstanbul Ermeni toplumu, yetkili kurumları, okulları, vakıfları, Ermenistanlı çocukların eğitim sorunun gündemden düşürmemeli, hükümetten bu konuda talepte bulunmaya devam etmeli. Hükümet ve Milli Eğitim Bakanlığı ise, her birinin ailesi Anadolu kökenli olan bu çocukların hiç değilse ‘misafir öğrenci’ statüsünde okullara devam edebilmeleri için gerekli adımları atmalı. Bu bir siyaset değil, insanlık meselesi.

Agos’u kimler almış!

Agos, 18 Şubat 2011

Bir süredir duyuyoruz, gülüp geçiyoruz, kendi aramızda şakalaşıyoruz, alaya alıyor, dalga geçiyoruz. Ama anlaşılan o ki, mesele birilerinin kendi halindeki abuklamalarının çok ötesine geçmiş, ciddi ciddi konuşulur, tartışılır, hatta hüküm verilir hale gelmiş. Mesele kendi aramızda gene şaka boyutunda kalacak, ama kafası karışan okurlarımız için bir açıklama yapmak zaruri bir hal aldı.

Agos’un şu ya da bu kişilere satıldığına, şunlar ya da bunların yüzde bilmem kaç hisseyle gazeteye ortak olduğuna dair dedikodulardan söz ediyorum.


Anlaşılan bunlar arasında en popülerleri, “Agos’u Kürtler satın aldı!” veya “Agos’a MHP’liler ortak oldu!” saçmalamaları olmuş. Birileri bu lafları ortaya salmışlar, birileri de bunlara inanmış, etrafındakilerle paylaşmış ve abuklamalar dalga dalga büyüyüp olgunlaşmış; kim bilir ne heyecan verici, ne iştah açıcı ayrıntılarla bezenip şevkle yayılmış.

Unutmadan, bütün bu saçmalıkların Ermeni çevreleri içinden çıktığını ve orada yayıldığını söyleyelim. Olup biten her şey bir “cemaat” prodüksiyonu yani.

Bu laflara ciddi ciddi ne cevap verilebilir bilmiyorum. Onları “iddia” mertebesine yükseltip üzerine iki kelam etmeyi açıkçası gururuma yediremiyorum. Ama dedim ya, okurlarımızın duyduklarından ötürü bilgi almaya hakları var ve onları aydınlatmak boynumuzun borcu.

Şöyle anlatmaya çalışayım.

Agos birilerinin sandığı gibi alınıp satılacak, hisselerine ortak aranacak, ortak olunabilecek bir ticari mal, bir meta değil. Agos’un, başkalarının sandığı anlamda sahibi ve ortağı yok ki hisseleri alınıp satılsın, şu ya da bu sermaye grubunun malı olsun, şu ya da bu siyasi grup para koyup yönetiminde söz sahibi olsun. Agos’un hisselerinin para değeri yok ki. Sadece manevi ve simgesel değeri var ve o hisseler de Agos’a gönül verenlerle emek verenlerin yüreğinde, başka hiçbir yerde değil.


O yüzden, bir güzel anlaşılsın diye açık açık yazalım. Hayır, ahpayriglerim, kuyriglerim. Sandığınız ya da duyduğunuz gibi değil. Agos’u kimse almadı, Agos’a kimse ortak olmadı. Kimse alamaz, kimse olamaz. Nokta.


Kaynağı ne?

Gelin, mürekkep, kâğıt, sayfa harcamaya acıdığım bu abuklamaları vesile edip biraz daha düşünelim.

Nereden çıkıyor bu laflar? Nasıl oluyor da böyle ciddiye alınabiliyor? Neden birileri bir telefon ya da bir e-mail uzağındaki bizlere işin aslını astarını sormayıp kulaktan kulağa oynayarak meselenin daha da dallanıp budaklanmasına yol açıyor?


Ermeni toplumu içerisinde bizden hazzetmeyenler olduğunu biliyoruz. Onlar, siyaseten karşısında olduklarımız, eleştirdiklerimiz, fikirleriyle mücadele ettiklerimizdir. Kapalılıktan, kapı arkasında iş bitirmekten, hesap vermezlikten memnun oldukları için makbul saymadıklarımız ve bu yüzden bizi makbul saymayanlardır. Bu lafları türetenlerden bazılarının onlar olduğunu biliyoruz.


Onlar, Agos’un Ermeni toplumunun halk tabakası tarafından sevilmesini, benimsenmesini, sahiplenilmesini kıskanırlar. Agos kendi ayakları üzerinde duramasın diye ellerinden geleni artlarına koymazlar. Onlara söylenecek sözümüz yok. Diledikleri gibi düşünebilirler ve onlarla gücümüz ölçüsünde mücadele etmeye devam edeceğiz.


Peki nasıl oluyor da başkaları bu lafları ciddiye alıyor? Acaba gazeteyi ellerine alıp baktıklarında gördükleri mi onlara ortalıkta dolaşan lafların doğru olduğunu düşündürüyor? Agos’un Türkiye gündemi hakkında haberleri takip etmek için çaba göstermesi, onlara gazetenin bir siyasi partiye yakın olan birileri tarafından satın alındığını nasıl düşündürebiliyor? Yahut, Türkiye üzerine biraz fikri olan herkesin memleketin en önemli meselesi olduğunda uzlaştığı Kürt sorunu hakkında haber, röportaj ve yorumlara sıkça yer vermeye çalışmamız mı acaba gazeteyi Kürtlerin satın aldığını düşündürüyor birilerine? Peki bunlar hangi Kürtler? Yoksa “bir kısım cemaat”in horgörüyle baktığı Ermeni Kürtler mi?


Peki ama, Agos’un, yayın çizgisinde Türkiye ve Dünya haberlerine yer vermekten başka bir alternatifi olabilir mi? Agos zaten başından beri böyle bir gazete olmadı mı? Kendini cemaat gazetesi olmanın çok ötesinde tanımlamadı mı? Türkiye’nin demokratikleşmesi, Kürt Sorunu, AB süreci, ve daha bir sürü mesele bu gazetenin yayın perspektifi içinde yer almadı mı? Agos başka türlü Agos olabilir miydi?


Nasıl bir zihniyet gazetede Kürt sorunuyla ilgili haberlerin sıklığına bakarak Agos’un Kürtler tarafından satın alındığını düşünür. Hangi akıl, Agos’ta Türkiye’yle ilgili haberlerin yer almasına bakıp Agos’un Türkleştiği sonucuna varır? (Evet, böyle bir hüküm de dolaşıyor “cemaat” kulislerinde) Peki sizce, böyle düşünen insanlar nasıl bir Ermenilik, nasıl bir cemaat, nasıl bir gazetecilik, nasıl bir dünya görüşü tahayyül ediyor olabilir? Galiba sırf bu söylentiler bile, Ermeni toplumunun içine düştüğü fikirsel darboğazı, bağnazlığı, kötücüllüğü anlatmalı bize… Dönüp aynaya bakmanın vakti geldi de geçiyor.


Yoksa mesele yayın kadromuz, muhabirlerimiz ve yazarlarımız arasında Ermeni olmayan arkadaşlarımızın bulunması mı? Peki bunun 1996’dan beri böyle olduğu ve hep de böyle olacağını bilmiyor musunuz? Agos, Türkiye Ermenileri içinden çıkmış, ama devamında Ermeni olmayan aydınların ve emekçilerin desteğiyle gerçeğe dönüşmüş bir hayaldi. Ermenilerin sorunlarını görünür kılmayı ana eksen edinse de, bunun ancak Türkiye’nin demokratikleşme macerasında bir anlamı ve değeri olacağı fikrinden hareket etti. Fikri bu olan bir gazetenin zikri de öyle olacaktı elbette. Agos’a ve Agos Kirk’e katkı verenler arasında bugün de Ermenilerin yanında gayriermeniler olması bize ancak mutluluk verir.


Kerteriz


Bu gazeteye ruhunu veren kişi, Hrant Dink, çok değil, bundan beş yıl önce, 20 Ocak 2006 tarihli ‘Zik-Zak’ başlıklı yazısında şöyle diyordu: “Doğrudur, Agos solcu ve devrimcidir. Doğrudur, Agos’u Ermeniler, Türkler ve hatta Kürtler birlikte hazırlamakta, birlikte okumaktadırlar. Doğrudur, Agos dini bir cemaatten ziyade daha sivil bir toplum için çabalar. Doğrudur Agos bu özellikleriyle sadece çizmeyi aşmaz çoğu kez haddini ve çapını da aşar; cüretkârdır.”

Kerteriz almaya çalıştığımız anlayış tam da budur. O pirûpak mirasa layık olmak ve onu yaşar kılmaktır.

Türkiye’de kaç gazeteci öldürüldü?

Agos, 11 Şubat 2011

Son haftalarda üst üste yıldönümleri vesilesiyle gündeme gelen gazeteci cinayetleri hakkında Türkiye’de çokça görmezden gelinen bir tarihsel gerçekliğe dikkat çekmek istiyorum. O gerçek, öldürülen gazetecilerin sayısının aslında sanılandan çok daha kabarık olduğu ve 1915’te öldürülen Ermeni gazetecilerin, Türkiye’deki basın meslek örgütlerinin yayımladığı listelerde yer alması gerektiği gerçeğidir.

Öldürülen gazeteciler konusunda meslek örgütleri birbirinden farklı iki rakam veriyor. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Hasan Fehmi (1909) ile başlayıp İsmail Cihan Hayırsevener (2009) ile sona eren 62 gazetecinin ismini sayarken, Çağdaş Gazeteciler Derneği, Tevfik Nevzat (1905) ile başlayıp yine Hayırsevener ile biten 67 kişilik bir liste veriyor. Her iki örgüt de, 6 Nisan Öldürülen Gazeteciler Günü’nde bu isimleri anarken, toplumun dikkatini gazetecilere yönelik şiddete çekmeye çalışıyor. Bu listelerde Hrant Dink’ten başka bir Ermeni gazetecinin adı yer almıyor.

Kaynaklar, 1915’te İttihat ve Terakki yönetimi tarafından düzenlenen tehcir ve katliamlar sırasında farklı meslek gruplarından yüz binlerce insanın öldürüldüğünü yazıyor. Elbette ki bu insanlar arasında çok sayıda gazeteci de yer alıyordu. İlk elden yapılacak hızlı bir tarama bile, yaşadığımız topraklar üzerinde gazete çıkarmış, editörlük, gazete yazarlığı yapmış ve 1915’te katledilmiş olanların sayıca hiç de az olmadığını gösterir.

Kendisi de bir gazeteci olan Bülent Tellan, geçtiğimiz yıl, 1915’te öldürülen 22 Ermeni gazetecinin ismini tespit ettiği çalışmasını bir dosya haline getirdi ve Gazeteciler Cemiyeti’nin “Öldürülen Gazeteciler Araştırma Yarışması”na sundu. “Kanla Sansür” başlığını taşıyan bu dosyada, adı geçen 22 gazeteci ve on kadar Ermeni olmayan gazetecinin de söz konusu listeye eklenmesi gerektiği tezini işleyen Tellan’ın çalışması, Gazeteciler Cemiyeti jürisi tarafından “dikkate değer” bulundu. Ancak Cemiyet, dikkate değer bulduğu bu çalışmayı ne hikmetse henüz dikkate almadı. Cemiyet’in başkanı Orhan Erinç, geçtiğimiz hafta Abdi İpekçi’nin mezarı başında yapılan anmada, öldürülen gazetecilerin sayısını 63 olarak zikretti.

İsimler... isimler...

1915’te öldürülen Ermeni gazetecilere baktığımızda, dönemin Ermenice basının en önemli simalarına rastlıyoruz. Rupen Zartaryan, Yervant Sırmakeşhanlıyan (Yeruhan), Diran Kelekyan, Krikor Zohrab, Ardaşes Harutyunyan, Taniel Varujan, Rupen Sevag (Çilingiryan), Dikran Çögüryan, Keğam Parseğyan, Hovhannes Harutyunyan (Tılgadıntsi), Melkon Gürciyan gibi isimler, çok sayıda gazete çıkarmanın, oralarda editörlük, yazarlık, başyazarlık yapmanın yanı sıra, Ermenice edebiyatın en önemli eserlerini vermiş, düzyazı ve şiirde dönemin nabzını tutmuş büyük isimlerdi.

Öldürülen gazeteciler listesine eklenebilecek başka pek çok isim var. Her bir ismin koskoca bir hayat hikâyesi olduğunu hatırda tutarak, bazılarının adlarını sayabiliriz. Armen Doryan (Hraçya Surenyan), Levon Larents (Kirişçiyan), Haçadur Malumyan (Agnuni), Karekin Khajak, Krikor Hürmüz, Sarkis Minasyan, Şavarş Krisyan, Sımpad Pürad, Krikor Torosyan, Nerses Papazyan, Parseg Şahbaz, Kevork Diratsuyan (Ferid), Mardiros Kundakçıyan, Karekin Gozigyan (Yesalem), Isdepan Kürkçiyan, Harutyun Şahinyan, Dr. Nazaret Dağavaryan, Karekin Paşayan Han, Jak Sayabalyan (Paylag).

Ragıp Zarakolu, bu yıl, 24 Temmuz’da, yani sansürün kaldırılmasının yıldönümünde kaleme aldığı “Basın da geçmişine sansür uyguluyor” başlıklı makalesinde, kendisi de ölümden kurtulan bir Ermeni yazar olan Teotig’in 1919’da yayımladığı albümden yararlanarak, bu listeye, birçoğu Anadolu’da yaşayan ve orada öldürülen çok sayıda gazeteci ekledi. Teotig’in yayımladığı Huşartzan Abril 11i (11 [24] Nisan Anıtı) adlı kitap, 1915’te katledilen Ermeni aydınlarının, öğretmenlerinin, din adamları hakkında ayrıntılı bilgiler veriyordu ve geçtiğimiz yıl Belge Yayıncılık tarafından Türkçe ve Ermenice olarak yeniden basıldı. Yani, artık el altında, kolaylıkla ulaşılabilir bir kaynak.

Zarakolu’nun Teotig’den yararlanarak oluşturduğu bu listede yer alan isimleri de buraya ekliyorum: Aris İsraelyan (İsrael Dıkhruni), Mihran Tabakyan, Hagop terziyan, Arisdages Kasparyan, Sarkis Parseğyan, Bedros Kalfayan, Sarkis Sıvin (Süngücüyan), Edvar Beyazyan, Hayk Tiryakyan, Adom Şahen, Nerses Zakaryan, Hagop Avedisyan (Ardzruni), Sako, Vıramşabuh Arapyan, Levon Ağababyan, Onnik Mağazacıyan, Onnik Sırabyan, Partoğ Zoryan, Hovhannes Kılıçyan, Ardaşes Ferahyan, Artin Mısırlıyan ve Armenag Arakelyan (Azadarmard gazetesinin makinistleri), Suzigyan, Bedros Kürdyan, Asadur D. Madteosyan, Yervant Çavuşyan, Hagop Şahbaz, Niğogayos Boğosyan (İşkhan), Onnik Tertzagyan (Vramyan), Ardaşes Solakyan, Dikran Odyan, Garabed Danteyan, Prof. Garabed Soğigyan, Prof. Donabed Lüleciyan, Jirayr Hagopyan, Mihran İspiryan, Senekerim Kalyoncuyan, Garabed Barsamyan, Karnik Tuğlacıyan, Rupen Rakupyan, Aram Adruni, Aram Şişeyan, Pilos, Arşag Tütüncüyan, Arakel G. Sivaslıyan, Prof. Hovhannes Hagopyan, Gagig Ozanyan, Hovhannes Kazancıyan, Aşuğ Şahnazar, Vartan Misiryan, Episkopos Nerses Tanielyan, Rahip Barkev Tanielyan, Papaz Vartan Aslanyan, Rahip Isdepan Saryan, Rahip Garabed Der Sahagyan, Rahip Boğos Kasparyan.

Meslek örgütlerine çağrı

Bu isimleri özellikle tek tek saymak istedim. Yukarıda, 1915’te öldürülmüş tam 88 Ermeni gazeteci-yazarın isimleri yer alıyor. Bu insanlar, bu topraklar üzerinde 1915’te yaşanan tehcir ve katliamlar sırasında öldürüldüler. Birkaç ay içinde öldürülen 88 gazeteci ve bunlara eklenmesi muhtemel başka isimler, gazetecilik örgütlerinin son yüz yılda Türkiye’de öldürülen gazeteci sayısı için verdiği rakamdan daha yüksek bir yeküna ulaşıyor. Bu gerçek, bir halkın sadece entelektüel sınıfının ortadan kaldırılmasının bile ne kadar büyük bir trajedi olduğunu hatırlatmalı sanırım bize.

Bugünün Türkiyesinde gazeteci örgütleri, 1915’te yaşanan felaketin bütün boyutlarıyla ilgilenmeyebilirler belki. Ancak ömürlerini kendileri gibi kalemleriyle kazanan, kavgalarını yazı yazarak veren meslektaşlarının adlarını, katledilen gazeteciler arasında anmak, onlara gönüllerinde bu yeri açmak, tarihe bir de böyle not düşmek, vicdanın ve meslek etiğinin gereği değil midir?


İstifa bazen 'mübarek' bir yoldur

Agos, 4 Şubat 2011

Geçen hafta, Patriğimizi Seçmek İstiyoruz İnisiyatifi’nin çağrısıyla Feriköy Kilisesi’nin Nazar Şirinoğlu salonunda düzenlenen panelde Patriklik’teki krizle ilgili olarak dile getirdiğim, Başepiskopos Ateşyan’ın istifa etmesi gerektiğine dair görüşleri bir de burada açıklamak istiyorum.

Bu krizin geçmişi ve sorumluları hakkında daha önce pek çok defa yazdığım ve başkaları da görüşlerini çokça dile getirdiği için, “Kim, ne yaptı, neden yaptı, nasıl yaptı, ne yapmalıydı, nasıl oldu?” ve geçmiş zaman kipli başka bilumum sorulara yanıt aramadan, içinde bulunduğumuz derin kuyudan çıkıp, Patriklik makamına halk tarafından seçilmiş bir ruhaniyi nasıl oturtabileceğimiz ve bunun için izlenecek yol üzerinde durmakta yarar var.

Ancak yine de, hükümet ve Patriklik yetkililerinin birlikte yarattıkları ‘Patrik Genel Vekili’ ucubesinin beraberinde getirdiği vahim bir sonuca dikkat çekelim. Patrik II. Mesrob’un ağır rahatsızlığının ardından seçim hakkımızın belirsiz bir süre için askıya alınmasıyla, ne acıdır ki, Patriğin ölümünü bekler olduk. Doktorlar dahil hiçbirimiz bu rahatsızlığın ne kadar süreceğini bilmiyoruz, ve yaratılan durum, koskoca bir toplumu ‘Patriğin ölümünü bekleyen akbabalar’ haline getiriyor. Bu utancın vebali, her şeyden önce, patriğin ölümüne kadar seçim yapılmayacağı aldatmacasının ardına saklanan pek muhterem ruhanilerimizin boynuna.

Türkiye Ermenileri, eninde sonunda 85. patriğini seçecek. Hiçbir güç, kazanılmış demokratik hakkımızı elimizden alamaz. Ancak bu dönemi nasıl geçireceğimiz önemli. Onurlu bir şekilde, şeffaf mekanizmaları işleterek, seçimi hakkıyla gerçekleştirip temel değerler etrafında uzlaşacak mıyız, yoksa hasta Patriğin nasılsa öleceği, dolayısıyla seçim için ısrar etmememiz gerektiği mesajını ortalığa yayan ruhani kisveli tacirlere boyun mu eğeceğiz?

Mekanizma demişken, unutmayalım ki, bugüne kadar pek zikredilmeyen ‘istifa’ mekanizması, ahlakın geçerli olduğu ortamlarda onurlu bir duruşu simgeler. Başepiskopos Aram Ateşyan’ın, Ermeni halkının ezici çoğunluğunun içine sindiremeyip reddettiği ‘Patrik Genel Vekili’ görevinden istifa etmesi gerekir. Ateşyan, bu uğursuz unvanı kullanmaktan vazgeçerek istifasını açıklarsa, seçimin önündeki engelleri de kaldırmış, böylece, tarihe, taşıdığı unvan gibi uğursuz bir adla geçmesini de engellemiş olur. Böylece belki düşen itibarını yükseltebilir ve ‘koltuk sevdalısı ruhani’ imajını silme şansına kavuşur.

Peki, eğer Başepiskopos Ateşyan bugüne kadar izlediği tavrı terk etmez, halkın tepkilerine kulaklarını tıkar ve bildiğini okumaya devam ederse ne olur? Ne olacak; belki seçim için biraz daha bekleriz, ama kendisinin akıbeti pek ‘mübarek’ bir akıbet olmaz. Halkına sırt dönen önderlerin başına eninde sonunda neler geldiğine dair örnekleri son haftalarda çokça gördük. Ateşyan’ın istifa edip seçimin yolunu açması, onu devrik müstebitlerin akıbetinden koruyacak tek yoldur.

Yerimiz dar... Dilerseniz biraz da bu haftasonu yapılacak olan Üç Horan seçimlerinden konuşalım ve istifadan sonra izlenecek yolu başka bir yazıda tartışalım.

Muhalefet: İçerden? Dışarıdan?

Agos, 4 Şubat 2011

Yılan hikâyesine dönmüş Üç Horan Vakfı seçimleri iki yıldır bize çok şey öğretti. Herhangi bir son dakika gelişmesi olmazsa, seçim bu Pazar tek listeyle yapılacak.

Muhalif Sarı Liste’yle yola koyulan Efrim Bağ’ın, mevcut yönetim kontenjanından aday olmayı kabul etmesiyle fotoğraf bir hayli değişti. Sarı Liste’nin seçimi kazanacağı zaten düşünülmüyordu, ancak Bağ’ın Apik Harabetoğlu başkanlığındaki yönetime girmesi ve Sarı Liste’nin adaylık başvurusunun kabul edilmemesiyle, seçim yine tek listenin ‘yarışacağı’ bir hal aldı.

Baştan beri demokratik bir mücadele yürüten ve bizlere, tutulmuş köşelerde, kapalı kapılar ardında dönen dolaplara karşı da mücadele edilebileceği mesajını veren, bunu yaparken sürekli olarak şeffaflık ve katılımcılık ilkelerini vurgulayan Sarı Liste’ye teşekkür etmek gerek. Bu mücadelenin uzun soluklu olduğu biliniyordu, ve bugünden sonra da sona ermeyeceğini biliyoruz.

Yola Sarı Liste’yle çıkıp Harabetoğlu yönetimine sert ve haklı eleştiriler yönelttikten sonra saf değiştiren ve seçime Beyaz Liste’den girmeyi kabul eden Efrim Bağ ve arkadaşları, bu tutumlarını, içeriden verecekleri mücadeleyle Üç Horan’ı demokratikleştirecekleri, halka açabilecekleri teziyle savunuyor ve anlayış bekliyorlar.

Bu tip kapalı yapılar söz konusu olduğunda, ‘içerden/dışarıdan muhalefet’ tartışması bütünüyle anlamsız değil. Mutlak surette şunun ya da bunun doğru olduğunu söylemek de her zaman mümkün değil. Gönül ister ki, Bağ ve arkadaşları haklı olsunlar ve Üç Horan’ı şeffaflaştırmak, gerçekten Ermeni toplumunun bütününün yararı haline çalışır hale getirmek, yönetimin içerisinde azınlık grubu olarak verecekleri mücadeleyle mümkün olabilsin.

Ancak, bunun çok zor olduğunu görmek için kâhin olmaya gerek yok. Efrim Bağ, daha bir ay önce öfkeyle karşı çıktığı insanlarla aynı masanın etrafında oturacak. Sırf bu bile, zihinlerde bir sürü soru işareti doğmasına neden oluyor, ve yönetim içindeki muhalefet temsilcileri, üzerlerindeki soru işaretlerini giderecek bir yol izlemek zorunda. Öncelikle, Üç Horan’ın sonraki seçimlerinin İstanbul geneline açılmasını sağlamak boyunlarının borcu; çünkü benzer bir trajikomedyanın bir daha yaşanması, Beyoğlu cephesinde hiçbir şeyin değişmediğini gösterecek. Ardından, Üç Horan yönetimi hakkındaki iddiaların üzerine giderek, bunların doğru olup olmadığını ortaya çıkarmalılar. Vakfın mülklerinin kiracıları arasında yönetim kurulu üyeleri veya vakfın avukatları var mı sahiden? Varsa, bu insanlar ne kadar kira ödüyorlar? Kiraladıkları mülkleri üçüncü şahıslara yeniden kiralayarak haksız kazanç elde ediyorlar mı? Vakfın bankada yüklü miktarda birikmiş parası var mı? Varsa, bu para neden toplum yararı için kullanılmıyor?

Gün gibi ortada… Görev zorlu. Ama gözler bundan sonra çok daha dikkatli bir şekilde Üç Horan yönetiminin üzerinde olacak. Yönetime girecek muhalif üyeler, vakfın bugüne kadarki çizgisini değiştiremezlerse büyük bir güven kaybına uğrayacaklar. Topluma verdikleri sözü tutmalı ve Üç Horan’ı sorgulanabilir hale getirmeliler. Aksi takdirde eleştirilerin en sertine muhatap olmaları kaçınılmaz.