Özlem ve umut

İnsanın canını en çok acıtan duygulardan biri özlem. Sevginin çokluğunca, yoğunluğunca katmerlenerek artan... Sevilenin yokluğunun, uzaklığının, ulaşılmazlığının sevende yarattığı eksiklik, yarım kalmışlık duygusu, boğaza takılan yumrular, göz çeperlerinde billurlaşan gözyaşları. Eşin dostun yüzeyde belki hissettiği ama derinlemesine nüfuz edemediği, edemeyeceği bir yürek kırıklığı. Doluya tutulmuş bahar çiçekleri gibi kırılmış, bükülmüş, yerden kolayına kalkmayan bir baş. Kabuğuna çekilmek, kış uykusuna yatmak isteyen bir ruh. Ve özlemin kolundan hiç ayrılmayan, can yoldaşı hayaller: Geçmişin tatlı anıları, sevinçleri, dokunuşları, buseleri; ona koşut giden, sabırsızlıkla beklenen geleceğin gebe olduğu heyecanlar, umutlar, planlar. Her güne yeni bir sınav anlamı yükleyen ve günbegün kesifleşen bir iç ürpertisi, yürek sızlaması. Farklı bir zaman algısı, başka zamanların ve başkalarının azını çok, “göz açıp kapayıncaya kadar geçer”leri asırlar yapan. Ona dair akla gelenler, daha doğrusu akıldan çıkmayanlar: Bir tebessüm, bir bakış, bir kelam, bir tavır, bir hava, bir koku. Bütün bunların yanında, özlemi kimi zaman daha katlanılır hale getiren, kimi zaman da aşılmaz bir engele çeviren bir ışık... Kavuşma, yan yana gelme, yekvücut olup bir daha ayrılmama umudu...

Nietzsche belki de haklıdır umudun salt eziyeti uzatmaya yaradığını söylemekte, kim bilir? Ne var ki, umutsuz yaşanmaz, “onsuz olmaz”. Özlemin zehri de panzehiri de kavuşma umudundadır; kimi zaman yakın, kimi zaman uzak, kimileyin solgun, kimileyin parlak o ışıkta... Sırf bu yüzden, Nietzsche'ye değil, “sevgi emektir” diyen Karl Marx'a kulak vermekte fayda var.

5 Ocak 2007

İdam=cinayet

Saddam Hüseyin'in cezasının açıklanmasının hemen ardından apartopar idam edilmesi bütün dünyada tepkiyle karşılandı. Bu tepkiler öncellikle infazın insan haklarının en temel kurallarına dahi uygun olmayan koşullarda, sözlu sataşmalar ve sloganlar altında, üstelik bir bayram sabahında gerçekleşmesi ve idam görüntülerinin basına “sız(dırıl)ması” üzerinde yoğunlaştı. İngiltere'de yayımlanan Independent gazetesinin deneyimli muhabiri Robert Fisk, 31 Aralık'ta yayımlanan yazısında, Saddam'ın, hakkında açılan diğer davaların sonucu beklenmeden idam edilmesinin ardında, önceki dönemlerde kendisiyle çeşitli vesilelerle işbirliği yapan ABD'nin, bu meşum faaliyetlerinin bizzat Saddam Hüseyin tarafından faş edileceği kaygısının yattığını yazdı. Meselenin güncel siyasi yönleri bir yana, sanırız, bu trajik olay vesilesiyle şöyle bir durup idam cezası hakkında bir kez daha düşünmekte fayda var.

Özellikle son yirmi beş yılda dünyanın pekçok ülkesinde idam karşıtı siyasi hareketlerin etkinliğinin artmasıyla bugün dünyada, aralarında Türkiye ve Ermenistan'ın da bulunduğu 99 ülke idam cezasını kaldırmış durumda (11'inde bazı koşullara bağlı), 30 ülke ise hukuk sisteminde idam cezasına yer vermesine karşın son 10 yıldır cezaları infaz etmiyor; geriye kalan 68 ülkede ise idam cezası mevcut (ABD'de sadece bazı eyaletlerde kaldırıldı) (http://en.wikipedia.org/wiki/Death_sentence). Bütün dünyada eğilim cezanın kaldırılması yönünde olsa da (idam cezasını kaldırmış olan ülkelerin sayısı 1977'de yalnızca 16'ydı), halihazırda pek çok ülkede idam cezasının var olduğunu ve uygulandığını bilmek huzursuzluk verici.

Hukuki bir temel üzerine oturuyor olsa da bir insanı öldürmek sonuçta bir cinayettir. İşlenen suç ne olursa olsun mücrimin canına kastetmek, onun, işlediği suçun sonuçlarını idrak ederek pişman olma ve salah bulma imkânını ortadan kaldırdığı için, insanî değildir. İdam cezasının uygulandığı toplumların daha huzurlu ve mutlu olduğuna dair herhangi bir işaret de bugüne kadar görülmemiştir. Bir can alınarak sağlanacak toplumsal huzurun gerçekliği de şüphelidir elbette. İdam cezası, ister en soğukkanlı, hijyenik, “sağlıklı” koşullarda infaz edilsin (sözgelimi iğnelerle “uyutma” yoluyla), ister bazı ülkelerde olduğu gibi sokak ortasında bir kılıç darbesiyle, ister siyasi veya dini gerekçelerle uygulansın, insanlık adına utanç ve elem verici bir yaradır. Bu yaranın yeryüzünden silinmesi için her türlü çabayı göstermek de bir insanlık görevidir. Bugünün reelpolitik dünyasında gerçekleştirmek hayal gibi de görünse, başta ABD ve Çin Halk Cumhuriyeti olmak üzere, hukuk sisteminden idamı dışlamayan ülkelere çeşitli yaptırımlar uygulamayı, sözgelimi uluslararası kurumlardaki üyeliklerini askıya almayı savunmak bu yönde atılacak ilk adımlardan biri olabilir.

5 Ocak 2007

Bir roman

Fosforlu Cevriye, Suat Derviş

Fosforlu Cevriye, hafızalarda her ne kadar iki film çevriminin görüntüleriyle yer etmiş olsa da (1959 Neriman Köksal; 1969 Türkan Şoray) Suat Derviş'in (1905-1972) romanıdır. Türkçe edebiyatta İstanbul'u roman kahramanı olarak ele alan pekçok eser içerisinde sahiciliğiyle ve inandırıcılığıyla öne çıkar. Yıllanmış, hazmedilmiş bir çok-kültürlülük perdesi önünde roman kahramanları, müthiş çarpıcı bir argoyla bezeli kadim İstanbul ağzıyla konuşurlar. Lüks evlerin, asfalt caddelerin ve ışıklı vitrinlerin değil, kulübelerin, çıplak sokakların, batakhanelerin, köprü altlarının İstanbuludur bu. Oyuncuları da beyefendiler ve hanımefendiler değil külhanbeyleri, serseriler, sokak kadınları, yosmalar, karakolun gediklileridir; tutunamayan, adam/kadın yerine konmayanlardır. Cevriye'nin “O'na” böyle çılgınca vurulmasının nedeni, belki de en çok, kendisine “siz” diye hitap etmesi, insanca davranmasıdır. Okuru heyecandan heyecana sürükleyen olay örgüsüyle Fosforlu Cevriye Türkçede yazılmış en güzel sevda romanlarından biridir.

Siyasi olarak komünizme meyletmesi nedeniyle hayatının önemli bir kısmını takibatlar ve yurtdışı sürgünleriyle geçiren kadın romancı Suat Derviş,1939'dan sonra, ta 1960'ların sonlarına dek kitaplarını basacak yayınevi bulamamış, bu nedenle uzun yıllar antolojilere girememişti. Son yıllarda, özellikle kadınlar üzerine çalışmaların artmasıyla, Nazım Hikmet'in “Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını / bir kere eğemedim bu kadının başını” dizelerine ilham veren bu değerli yazarın hatırlanması sevindirici.

______________

Not: Elimizdeki Doğan Kitap baskısının (2004) Suat Derviş'in hayatı ve eseri hakkında tek satır bilgiye yer vermeyerek, her nedense yazarın hatırasını (ve elbette okuru) cezalandırmayı tercih ettiğini belirtmeden geçmeyelim.

5 Ocak 2007