Vicdani Ret

Bir bireyin, ahlaki tercih, dini inanç ya da politik görüşleri nedeniyle askerlik yapmayı reddetmesi anlamına gelen vicdani ret, kökleri yüzlerce yıl öncesine uzanan bir haktır. Bugün Türkiye’de, ağır ağır kanamasına karşın siyasi yapı tarafından inatla görmezden gelinen bir vicdani ret yarası var. İnançlarına aykırı olduğu için askerlik yapmayacağını, silah altına girmeyeceğini, herhangi bir askeri merciden emir almayacağını beyan eden kimseler, bu konuda herhangi bir hukuki düzenleme olmaması nedeniyle, zorla askere alınıyor, askeri kıyafet giymeye, emirlere uymaya zorlanıyor ve nihayetinde ciddi cezalarla karşı karşıya kalıyor; hem de askeri mahkemelerde.

Türkiye siyaseti, üstelik Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından verilmiş bir kararın üzerine oturarak, parmağını kıpırdatmamayı ve yarayı derinleştirmeyi sürdürüyor. Vicdani reddi nedeniyle 2,5 yıl hapis yatan, sonrasında da hiçbir medeni hakkını kullanamadığı bir tür “sivil ölüm”e mahkûm edilen Osman Murat Ülke’nin yaptığı başvuruyu görüşen AİHM, 24 Ocak 2006'da onun yaşadıklarını kötü muamele olarak tanımlayıp Türkiye'yi tazminata mahkûm etti. Dünyanın bütün gelişmiş demokrasilerinde hukuk sistemine yıllar önce girmiş bir insan hakkı olan vicdani ret, ülkemizde hâlâ hukuken “asker kaçaklığı / emre itaatsizlik” cenderesine kıstırılmaya çalışılıyor.

Hayatı karartılmak istenen son retçi Mehmet Tarhan. 2001 yılında vicdani reddini ilan eden Tarhan, Nisan 2005’te İzmir’de tutuklandıktan sonra, askeri mahkemenin verdiği emre itaatsizlik kararıyla Sivas Askeri Cezaevi’ne gönderildi. Burada bir linç girişimine maruz kaldı, birkaç vicdanlı mahkûmun müdahalesiyle belki de ölümden döndü. O günden bu yana defalarca aynı suçlamayla askeri hâkimin karşısına çıktı ve her defasında birkaç aya varan hapis cezaları aldı. Vicdani retçiyi bir tür müebbet hapse mahkûm etmeyi amaçlayan mevcut uygulamanın gereği olarak bu yargılamalar ve hapis cezaları döngüsel bir hal aldı. Yargılama, hapis, tekrar askeri birliğe teslim, retçinin askeri kıyafet giymeyi yeniden reddetmesi üzerine yine yargılama, yine hapis, yine askeri birliğe teslim, retçinin askeri kıyafet giymeyi yeniden reddetmesi üzerine yine yargılama, yine... Mehmet Tarhan’ın karşı karşıya olduğu bir başka baskı da eşcinselliğiyle ilgili. Sistem, eşcinsel olduğunu beyan eden Mehmet Tarhan’a, askerlik yapmamasının ancak alacağı “çürük” raporuyla mümkün olduğu dayatmasında bulunuyor. Zira, eşcinsellik askeri hukuk içerisinde hâlâ “psikoseksüel bozukluk” olarak görülüyor. Tarhan’a gösterilen çıkar yolun kendisi başlı başına bir aşağılama: Madem hem vicdani retçi hem de eşcinselsin, yaptır bir anal muayene, “bozukluğunu” belgelet, askerlikten yırt!

Bu sürecin sonunda Tarhan, Ağustos 2005’te Sivas Askeri Mahkemesi tarafından emre itaatsizlikten dört yıl hapse mahkûm edildi. Ekim 2005’te Askeri Yargıtay bedensel (“anal” diye okuyunuz) muayene yapılmadığı gerekçesiyle yerel mahkemede verilen bu kararı bozdu. Tarhan, 9 Mart 2006’da Askeri Yargıtay Daireler Kurulu kararı uyarınca tahliye edildi. Mevcutsuz olarak Tokat'taki birliğe gitmesi istendi, bunu yapmayacağını söylemesine rağmen salıverildi. Böylece, bir buçuk yıl süren fiili mahkûmiyet hali, nihai bir hukuki karar değil, yetkililerin kendisini görmezden gelme tavrını takınması nedeniyle son buldu. 10 Ekim 2006’da ise, Askeri Yargıtay’ın bozma kararının ardından yeniden görülen davada Tarhan gıyabında 25 ay hapis cezası aldı. Şu anda nerede olduğu bilinmesine rağmen hakkında herhangi bir işlem yapılmıyor.

Mehmet Tarhan’ın serüveni bize çok şey anlatıyor. İnandığını savunmanın, güce direnmenin tu kaka edildiği bir zamanda, vicdanının sesini dinleyerek dayatmalara boyun eğmeye direnenlerin bunca “süründülmesi”nin yegâne amacı var: Arkadan başkaları sökün etmesin, hakkını isteyenler çoğalmasın, kimse gücü elinde tutanların tavuğuna kışt demesin, bu devran böyle dönsün. Geçtiğimiz bahar, her daim gözümüzün önünde olan şeylerin görmediğimiz yanlarını yüzümüze çarpmakta mahir bir sanatçı olan Mihran Tovmasyan’ın koreograflığını yaptığı “Mehmet Barış’ı Seviyor” adlı modern dans gösterisinde, ucuzcu dükkânlarında çokça gördüğümüz şarkı söyleyen bebekler, asker kıyafetleri içinde meşhur “yaylalar, yaylalar” türküsünü çığırıyordu. İstenildiği zaman kurulan oyuncak bebekler olmadığımıza göre, giyeceğimiz kıyafeti de, söyleceğimiz türküyü de seçmek, hakkımızdır.

(Vicdani ret kavramı ve Mehmet Tarhan’la ilgili yazılar için www.savaskarsitlari.org internet sitesine; Türkiye’de militarizm konusunda Ayşe Gül Altınay’ın derlediği Vatan Millet Kadınlar adlı kitaba bakılabilir [İletişim Yay., 2004])

27 Ekim 2006

Suretin Sureti

1882’de Londra’da doğan Virginia Woolf, seçtiği temalar ve başarıyla uyguladığı “bilinç akışı” yöntemiyle modern edebiyatı derinden etkilemiş, fikirleriyle feminist kuramın önünü açmış büyük bir yazardır. Günümüzde geniş kitlelerce tanınması Nicole Kidman’ın oynadığı Stephen Daldry filmi Saatler’le oldu. Birkaç haftadır yayımlanmakta olan “K” edebiyat dergisinin 20 Ekim tarihli sayısının kapağında Woolf vardı. Ancak nedense, K’yı hazırlayanlar kapak resmi olarak Woolf’un onlarcası bulunabilecek fotoğraflarından birini değil, “güzel” Nicole Kidman’ın makyajla “çirkinleştirilmiş” Virginia Woolf tiplemesini tercih etmişler. Bir dalgınlık mı, bilinçli bir seçim mi? Dünya edebiyatında büyük iz bırakmış, ardından gelen nesilleri etkilemiş, birbirinden değerli on beş roman yazmış bir yazarın ele alındığı bir dergide, yazarın sureti yerine, onun taklidinin, onu kamera karşısında canlandırmaya çalışan aktrisin “performans”ının suretini kullanmak neyle açıklanabilir? Anadolu’da ardında hiçbir hatıra bırakamadan yok olan kuşağın acısı yüreğinde sızlayan William Saroyan, “hakkında bir şey yazılmadan kimse bu dünyadan göçüp gitmemeli”* demişti. Popüler kültür, milyonlarca satır yazmış, ardında pek çok fotoğraf bırakmış bir romancının suretini dahi belleklerden kazıyıp, onun kopyasını gerçek sanmamıza yol açacak kadar güçlü mü? Eğer öyleyse, hayatın belki de ölümden bile acı bir gerçeği olan unutulmaya, kim, nasıl karşı koyacak? Woolf gibi bir abide ona yenik düşerken, ömrü şu yalan dünyada bir küçük iz bırakabilmek için tırnaklarını sivriltmekle geçen biz faniler için umut var mı?

* Paris-Fresno Güncesi 1967-68, çev. Beril Eyüboğlu, Aras Yay., 2001.

27 Ekim 2006

Edebiyat çevirisi, Türkler ve Ermeniler

Türkler ve Ermeniler arasındaki ilişki 1915’le ilgili tartışmalar üzerinde donup kaldığı için midir bilinmez, Türkçe edebiyatın başarılı eserlerinden çevirilere Ermenicede pek rastlamayız; aynı şey Türkiye’de Ermenice eserler için de söz konusudur; Aras Yayıncılık’ın yayımladığı çalışmalar bir yana, Ermenice romanların, edebiyat eserlerinin çevirileri parmakla sayılır. Sovyet dönemi Ermenistanı’nda, Moskova’nın onay verdiği bazı Türk yazarların eserleri Ermeniceye çevrilmişti. En çok bilineni, İstanbul göçmeni bir aydın olan Haçik Amiryan’ın çevirdiği, Yaşar Kemal’in unutulmaz romanı İnce Memed’dir (Ermenicesiyle Tzakh Memed).

Aslında, 1915 öncesinde de iki dil arasında bu tür bir alışverişin ciddi örnekleri nadirdir. Ancak, iç içe yaşayan iki halkın, birbirleri hakkında bugünkünden daha çok bilgi ve görgüye sahip olduğu kesindir. Edebiyat ve sanat alanında, sözgelimi Abdülhamit döneminde, dönemin önemli mecmuası Servet-i Fünun’un Ermeni hikâyecilerden çevirilere yer verdiğini biliyoruz. 1913’te sekiz Ermeni hikâyecinin eserlerinin çevirisine yer veren Ermeni Edebiyatı Nümuneleri adlı kitap ise, 1915’in hemen öncesinde bu alanda bir hareketlenmenin uç vermekte olduğunu gösterir belki de.

Günümüzde ise, Türkiye Ermenilerini dışarıda bırakırsak, Türkiye-Ermenistan-Diaspora üçgeninde halkların birbirleri hakkındaki bilinç derecelerini tanımlayacak sözcük herhalde ancak “cehalet” olacaktır. Diaspora ve Ermenistan’daki Ermeniler için “Türk”, doğrudan 1915 felaketiyle tanımlanan bir olgudur; aynısı, “Ermeni” söz konusu olduğunda Türkler için geçerlidir. Ferhat Kentel ve Kevork Boğosyan’ın TESEV desteğiyle gerçekleştirdiği ve geçtiğimiz yıl yayımlanan “Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi” adlı çalışma, bu durumu doğrular örneklerle dolu. Bu ankete göre, Ermenistan’da sorulan “Ünlü Türk kişi veya kuruluşların ismini verebilir misiniz?” şeklindeki soruya katılımcıların verdiği cevaplarda ilk sırayı şu kişiler alır:

"Atatürk (%18), Talat (%14), Enver (%10), Sultan Hamid (%7).” Türkiye’de bu sorunun muadiline katılımcıların %82’si herhangi bir cevap verememiştir.

Üzerine düşürülmeye çalışılan gölgelere rağmen, Orhan Pamuk’un aldığı Nobel ödülünün iki dil arasındaki çevirilerin artmasına katkısı olabileceğini umuyoruz. Edebiyatın, halklar arasında doksan küsur yıl önce atılmış köprülerin yeniden ihdasını sağlama imkânı vardır. Türkçeden yapılacak çevirilerin, bugün Paris’te, Los Angeles’te yaşayan, dedeleri-nineleri vaktinde Türkçe konuşan, ne ki kendileri Türkiye hakkında herhangi bir pratik bilgiye sahip olmayan Ermenilerin, Türkiye toplumunu tanıması yönünde önemli rolü olabilir. Aynı şekilde, bugün Sivas’ta veya Erzurum’da, vaktinde Ermenilerin bulunduğu bir mahallede yaşayan, hatta Ermenilerden kalma bir evde oturan Türkiyeli’nin de, kopmuş tarihsel bağları yeniden kurmasında, misal, yaşadığı yerle ilgili bir Ermenice kitabın çevirisini okuması, etken olabilir.

“İnternet çağı”nda kitapların kitlelere ulaşma gücü sorgulanabilir elbette; ancak zaman içerisinde olumlu bir etkinin yaratılabileceği de yadsınamaz. Bu bağlamda, Diaspora, Türkiye ve Ermenistan’da, iki dili iyi derecede bilen, profesyonel seviyede iş çıkarabilecek çevirmenler yetiştirecek projeler geliştirilmesi, uzun vadede, Türkler ve Ermeniler arasındaki barışmanın mihenk taşlarından biri olabilir.

20 Ekim 2006

Orhan Pamuk’u tartışmak



Orhan Pamuk’un Nobel ödülünü kazandığının açıklanmasının ardından koparılan fırtınayı izliyoruz bir haftadır. Milliyetçi kesimin (buna kendilerine “ulusalcı” diyen “sol” milliyetçiler de dahil) Pamuk’a karşı olan keskin tavrı, onun İsveç gazetesi Svenska Dagbladet’e verdiği söyleşiden çok daha öncesine dayanıyor aslında. Pamuk’un, Türkiye’nin demokratikleşmesi, ifade özgürlüğü, Kürt meselesi gibi sorunlarda dile getirdiği görüşleri, 1994’te bombalanan Özgür Gündem gazetesine destek vermek için sokaklarda gazete satması, onu uzun yıllardır önemli bir boy hedefi haline getirmişti zaten. Pamuk’u eleştirenler, en çok, onun aslında çok kötü bir yazar olduğundan dem vuruyor. Onun Nobel’i kazanması karşısında “Türkiye’yi satışa çıkardılar!” diyebilecek kadar gözü dönen şair ve eleştirmen Özdemir İnce bu grup içinde öne çıkanlardan yalnızca biri. Pamuk’a verilen ödülün siyasiliği vurgulanıyor da, onun yazarlık kariyerini yerin dibine batıranlar, kendi tavırlarının tamamen siyasi olduğunu asla kabul etmiyor. Yazarların elbette iyi ve kötü romanları, kötü dönemleri olabilir; ancak bir “yazarlık serüveni” açısından değerlendirdiğimizde, Türkiye’nin bugüne dek Pamuk’a, Nazım Hikmet’e ve Yaşar Kemal’e eş uluslararası değerler çıkarmadığı görülecektir. Pamuk’un Nobel ödülünü reddetmesi gerektiğini söyleyenler, hiç hakları olmadığı halde, onun bugüne dek tırnağıyla kazıyarak inşa ettiği yazarlığının reddiyesini imzalamasını istiyorlar. (Edebiyat eleşirmeni Jale Parla’nın Orhan Pamuk’un yazarlığıyla ilgili tartışmaları ele aldığı yazısı için bkz. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=144509)

20 Ekim 2006

Bir dergi

Dergicilik ve istikrar kavramları her nedense pek hazzetmezler birbirlerinden. Bir dergi çıkar, merakla alır, karıştırırsınız. İlk sayılar bir oturma, kendini bulma evresidir; hata bol olur ama hoş görülür. Bu ilk dönemin asıl sorusu “bakalım tutacak mı?” olur hep. Zamanla, pekçokları içinden o dergiyi seversiniz; müptelası olur, her hafta, her ay, artık hangi aralıkla çıkıyorsa, sabırsızlıkla beklersiniz. Bazı aylar müthiş formdadır, kimileyin yerlerde süründüğü de olur. Bazen kulağınıza, tirajı ya da ekonomik sıkıntıları nedeniyle yayına son vereceği çalınır. İnanmak istemez, bir yandan da korkar, “inşallah kapanmaz” kaygısını duyar, her yeni sayıda rahatlarsınız.

Türkiye’nin en iyi kitap ve eleştiri dergisi Virgül, yüzüncü sayısına ulaştı. Bugün artık daha çok kitap tanıtma işlevini yüklenmiş eleştiri kurumunun o en has halini yaşatmaya çalışan, ince işlenmiş, emek verilmiş bir dergi olan Virgül’ün her sayısında farklı alanlarda pek çok yazı yayımlanır ve her sayıda birkaç yazı mutlaka ilginizi çeker. Görüp duyma şansına sahip olmadığınız, gürültülü popüler kültür ırmağının kıyısındaki bir kuytuya sığınmış serinkanlı kitaplar en çok orada çarpar gözünüze. Virgül o dolu içeriğiyle, her seferinde, ne kadar az kitap okuduğunuzu hatırlatıp vicdanlara işkence etse de, hep daha çok okuma şevki verir. Eh, bu da az şey değildir.

20 Ekim 2006

Kutu-CUK!

____________________________________________________

“Bayrak direklerini ne kadar yükseltirseniz yükseltin, bayraklar o ülkeden ilk kez Nobel ödülü almış bir yazar kadar görünemiyor dünyadan.”

Çetin Altan, Milliyet, 13 Ekim 2006

____________________________________________________


Fransa, özgürlükçülük ve samimiyet

1915’te yaşanan büyük felaketin inkârını cezalandırmayı amaçlayan Fransa’daki yasa tasarısının düşünce özgürlüğü fikrinin özüne aykırı olduğu açık. Fransız siyasilerinin tasarı üzerindeki çeşitli art niyetli yatırımlarını bir an için unutsak bile, özgürlükçü bir rejimde fikir beyanını cezaya bağlamak, kabul edilemez. Demokratik ülkelerde, bir etnik grubu rencide eden, bir diğerinin üstünlüğüne vurgu yapan, ırkçı, şiddete yönelten söylemlerin önünü alacak tedbirlerin alınması zorunludur. Ne ki, tarihsel araştırma konusunu, sosyal bilimlerde mutlak doğrular varmışçasına belli bir çerçeveye mahkûm etmek otoriter rejimlerin işidir.

1915 Felaketi hakkındaki uluslararası tartışmalarda, olayları kati bir şekilde “soykırım” olarak adlandıranların yanı sıra, katliamları, bir halkın yok edilmesini amaçlayan sürgünleri vs. içtenlikle kabul eden, ancak literatüre 1945’ten sonra giren “soykırım” terimini, hukuken 1915 örneğine uygulanamayacağı düşüncesiyle (ya da terimin üzerindeki siyasi yükün ağırlığı nedeniyle) kullanmaktan imtina eden saygın akademisyenler de var. Fransa’daki tasarı yasalaşırsa, bu insanlar cezalandırılacak mı? Fransız Ermeni toplumunun, bu ve benzer mahzurlarından ötürü tasarı hakkında vicdanen rahat olmadığı, iktidar partisi milletvekili Patrick Devedjian’ın Meclis’e sunduğu “söz konusu cezalar bilimsel çalışma yürütenlere uygulanamaz” yollu değişiklik önerisinde de kendini gösteriyor aslında.

Bir de madalyonun öbür yüzüne, Türkiye’ye, yasa tasarısı gündeme geldikten sonra doğan tepkilere bakalım. Görülüyor ki, seslerini yükseltenlerin çoğu, zevahiri kurtarmak için düşünce özgürlüğünün ardına sığınıyor olsalar da, aslında idealist değil oportünist bir tavır içindeler. İroniktir, şu günlerde demokrasi havarisi kesilenlerin önemli bir kısmı, çok değil birkaç ay, hatta birkaç hafta önce, Orhan Pamuk, Hrant Dink ve Elif Şafak davalarında (ve Kürt sorunuyla ilgili açılan pek çok davada), söz konusu değerleri savunanların yanında değil, tam karşısında, mahkeme kapılarında küfür, sumsuk, yumurta savuranların saflarında yer aldılar. Soralım: Tüketici derneklerinin, ticaret odalarının, Türk-İş’in, son on yılda düşünce özgürlüğünü savunduğu vaki midir? Orhan Pamuk yargılanırken “oh!” deyip, Fransa’daki yasa tasarısına karşı özgürlük meleği kesilenlere, “tutarlıdır!” denilebilir mi?

Velhasıl, tasarıya karşı çıkanların pek çoğu, özgürlük idealine bağlılıktan değil, yaşananların soykırım değil, vatan savunması olduğuna; söylenen sayıda Ermeni’nin ölmediğine, ölenlerin de bunu hak ettiğine ve nihayet Türklerin böyle bir suçu asla işlemeyeceğine inandıklarından tepki gösteriyor; bir yandan da Türkiye’de “1915’te yaşananlar soykırımdı” fikrini savunanların hain olduğunu, yargılanmaları, ceza almaları gerektiğini savunuyorlar. Bu insanlar, “Ermeni Sorunu”nu konuşurlarken, kendilerini zafer yolunda her şeyin mubah olduğu bir savaş alanında görüyor, insanların acılarını, hassasiyetlerini, hatıralarını kolaylıkla ayaklar altına alabiliyorlar. Mart ayında İstanbul Üniversitesi’nde düzenlenen konferansta kimi “devletlu” akademisyenlerin söylediklerinin kulaklarımızdan silinmesine imkân var mı?

Türkler Ermenileri uğurlamışlardır, komşuluk vardır. Paşa paşa, geze geze gittiler / Ermeniler tarihte efendilerini hep değiştirmişler ve efendilerini satmışlardır / Saldırılar sonucu ölenler 6.500-8.500 arasıdır / Sadece suçlular tehcire gönderildi / 1915 bir kriz yönetim biçimiydi. (Talin Suciyan’ın haberinden, http://www.bianet.org/2006/04/12/76695.htm)

Bu tür “akademik inci”lerin yasaklanması veya cezalandırılması değil, fikirsel zaaf ve kofluklarını ortaya çıkaracağından, kürsülerden serbestçe dile getirilmesi faydalı olacaktır; böylece belki zamanla Ermeniler ve Türkler arasında aracısız, gerçek bir diyalogun yolu açılabilir.

13 Ekim 2006

“Ak-damar”

Ahtamar adasındaki Surp Haç Kilisesi’nin uzmanlar tarafından da takdir edilen bir titizlikle restore edilmesi sevindirici. 915-921 tarihlerinde inşa edilen kilise, mimarisi ve eşsiz kabartmalarıyla önemli bir kültür mirası. Gazeteler, kilisenin açılışının, kasım başında, yani AB ilerleme raporunun yayımlanmasından kısa bir süre önce, başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da katılacağı görkemli bir törenle yapılacağını yazdılar. Başbakan, 2004’te de, AB’nin müzakerelerin başlangıç tarihini ilan edeceği 17 Aralık öncesinde Surp Pırgiç Hastanesi bünyesindeki müzenin açılışını yapmıştı. Görülüyor ki, cümle âleme, bir arada yaşama kültürü adına olumlu bir mesaj verilmek isteniyor. Mesaj elbette güzel, ancak tek başına yeterli değil. İcraatlar mesajları destekler nitelikte olmadıkça ve ayrımcı söylemler terk edilmedikçe, dostluk mesajlarının hiçbir kıymeti harbiyesi kalmayacak.

Ahtamar’la ilgili tartışılması gerekeni dillendirmek için meşhur efsaneye başvurmak işe yarar mı acaba?

Sevgilisi DAMAR’a kavuşmak için her gece karanlıkta Van Gölü’ndeki adaya doğru kulaç atan, ancak kızın zalim babasının durumu fark edip, yüzerken kerteriz aldığı fener ışığının yerini değiştirmesiyle gölde ‘AKKK! DAMAR!’ çığlığıyla can veren delikanlının efsanesini bilmeyen var mıdır?

Olmuyor, değil mi?

Ahtamar kilisesinin restorasyonu için teşekkür eder, adada restore edilecek başka bir şey daha kaldığını hatırlatırız.

13 Ekim 2006

Bir film...

Ken Loach’tan “Duygudan da Öte” (Ae Fond Kiss)

Yer Glasgow. Pakistan göçmeni anne-babadan doğmuş bir erkek, İskoç bir kadın. Biri Müslüman, biri Katolik. Deli gibi âşık olur, birbirlerini kadife gibi sarar, ipekler içindeymiş gibi sevişirler. Britanya işçi sınıfı ve sıradan insanlar üzerine filmleriyle sevdiğimiz Ken Loach’tan bir aşk filmi. Tahmin edileceği gibi, salt bir aşk filmi değil. Göçmenlerin dışlanmışlığı, içe kapanıklığı, birinci ve üçüncü kuşağın çatışmaları; İslam’ı hakir görüp ona dudak büken Katoliklerin ve Katolisizmin akıl almaz bağnazlıkları; hem doğduğu toplumun, hem de babasının memleketi Pakistan’ın gelenekleriyle yoğrulmuş gencin, aşkı ve ailesi, gelenekler ve tercihleri arasındaki sıkışmışlığı; toplumun bir beyazla bir esmer tenlinin sevdalarına ket vurmak için ördüğü duvarlar; aşkın, hırpalansa, yalpalasa, devrilse bile, küllerinden her defasında yeniden doğuşu... Bir peri masalı değil, insanın canını acıtacak kadar gerçek, “damardan” bir aşk hikâyesi.

13 Ekim 2006

Ayvaz...

Tiyatrocu, gazeteci, mizah yazarı Hagop Ayvaz artık yok. 1911’de Yenikapı’da başlayan yaşamı, 29 Eylül 2006 günü, solgun bir güz yaprağı misali dalından düştü ve toprağa karıştı. Adıyla özdeşleşen Kulis adlı tiyatro dergisini 1946’dan 1996’ya elli yıl boyunca aralıksız yayımlamış, bugün artık tarihe karışmak üzere olan İstanbul Ermenicesiyle konuşturduğu dedikoducu ihtiyar Lutsika Dudu’yla büyük bir hayran kitlesi edinmiş 95’lik Hagop Ayvaz, birkaç yıl önce kaybettiği sevgili eşi Arşaluys’a kavuştu.

Gözümün önünde hep o son yıllardaki görüntüsü. Yılların sırtına bindirdiği yüklere inat her daim dimdik; kulakları az duysa, hareketleri kaçınılmaz olarak yavaşlasa da her daim şık, her daim nüktedan ve zarif bir eski zaman beyefendisi. Yıllar önce yaptırdığı mezarı başında gazetecilere söyleşi verecek kadar yaşamla ve ölümle dalga geçebilen bir derviş. Ayvaz, öyle uzun ve öyle dolu yaşamıştı ki, onu tanıyanlarda hiç ölmeyeceği yanılsaması yaratıyordu. İstanbul Ermeni toplumu için, onun buralarda olduğunu, nefes aldığını bilmek, onca yıkıntıya karşın, sanki işlerin yine de rayında gittiğinin, hayatın akışının hiç durmadığının güvencesi gibiydi. Baron Ayvaz (da) gitti; biz biraz daha garip, kimsesiz ve tarihsiz kaldık.

5 Ekim 2006

Son yasakçı icraat

Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali kapsamında gösterileceği açıklanan, yönetmenliğini Suzanne Khardalian ve Pea Holmquist’in üstlendiği İsveç yapımı “Köpeklerden Nefret Ederim” adlı belgesel festival programından son anda çıkarıldı. Film, 1915 Felaketi’nden sağ kurtulan Garbis Hagopyan’ın tehcire ve kırımlara dair tanıklıklarına dayanıyordu. Gazeteler önceleri kararın Kültür Bakanlığı baskısıyla alındığını duyurduysa da, festival düzenleme komitesi daha sonra yayımladığı bir bildiriyle bunu yalanladı. Bildiride şöyle deniyordu:

Kendimizle ve geçmişimizle yüzleşmek, ancak birbirini tanıma ve anlayışın var olduğu, nefret ve intikam kavramlarının sorgulandığı, şiddet ortamının beslenmediği iklimlerde yeşerebilir. (...) Bu bakış açısıyla ve içinde yaşadığımız konjonktürde (...) filmin festivalde yer alması kararını yeniden değerlendirdik, (...) filmi programdan kaldırdık. (İlginçtir, bildirinin İngilizcesinde yer alan, film hakkındaki “sanatsal değerinin yüksekliğine ve gerçek bir hikâye anlattığına şüphe olmayan” tanımlaması Türkçe metinde yer almıyor.)

Bu ifadeler sizde de festival düzenleyicilerinin kaçak dövüştüğü hissi uyandırmıyor mu? İnsanın aklına, program oluşturulurken filmin hangi ölçütlere göre seçildiği ve geçen zaman içinde bu yargının ne hikmetle değiştiği sorusu geliyor. Sözü edilen “iklim”e uygun görülerek programa dahil olmuş bir film, hangi aşamalardan sonra empatiden yoksun veya şiddet taraftarı bulunuyor? Bu süreçte film bir değişikliğe uğramadığına göre, düzenleyicilerin fikrini ne/neler değiştirmiş olabilir? Basın açıklaması Kültür Bakanlığı’nın baskısının söz konusu olmadığını ilan ettiğine göre, sanat eserlerinin değerinin nasıl ölçüldüğünü iyi bildiğine şüphe olmayan BSB, filmin hatasıyla sevabıyla bizzat seyirci tarafından değerlendirilmesine engel olan yasakçı zihniyeti nasıl benimser?

Filmi görme şansımız olmadığı için bilemiyoruz; “Köpeklerden Nefret Ederim” gerçekten de, kahramanı Garbis Hagopyan’ın nefret ve dehşet duygularını açığa vuruyor olabilir. Hagopyan gerçekten de hoşgörülü bir tavır içinde olmayabilir. Peki, bu olası nefretin ve hiddetin, bu coğrafyada 1915’te yaşanmış şedit katliamların doğrudan sonucu olduğu gün gibi aşikârken, festival düzenleyicilerinin Hagopyan’ın hissettiklerine dair bir “birbirini tanıma anlayışı” geliştirdiği söylenebilir mi? Eğer gerçekten de bu yasak festival komitesinin kendi iradesiyle konulmuş ise çok vahim bir durumla karşı karşıyayız demektir. Zira bu, sanat çevrelerinin de, düşünce özgürlüğü karşısında estirilen sert fırtınalar karşısında ürküp, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” düsturuyla, anti-demokratik çevrelerin dümen suyuna girdiğini gösterir.

Not: Yazının tesliminden hemen önce ulaşan bir habere göre, BSB başkan yardımcısı Necati Sönmez onurlu bir tavır gösterip, “içeriği ne olursa olsun, festivale seçilmiş bir filmin, sonradan belli endişelerle programdan kaldırılmasını, en başta yönetmene, sonra seyirciye ve nihayet bu festivale yapılmış bir hakaret sayıyorum,” diyerek görevinden istifa etti.


5 Ekim 2006

Bir reklam...

“Eti’den Wanted”

İstanbul’un dört bir yanındaki panolarda, bir Eti ürünü olan “Wanted”in reklamına rastlıyoruz bir süredir. İlk bakışta anormal bir durum yok. Pek çokları gibi, ürünü gerçekte olduğundan çok daha büyük ve parlak –lezzetli, kaliteli, albenili; dolayısıyla gerekli– göstermeyi amaçlayan sıradan bir reklam. Ancak, ürün fotoğrafının etrafına serpiştirilmiş ibarelere dikkat kesilince, insan elinde olmadan irkiliyor. Zira, “Wanted”in bileşimini tanıtmak için yapılan benzetmeler tüyler ürpertici . Mesela, çikolatanın iç kısmındaki karamel tabakası “uzun menzilli”, onun üzerini kaplayan pirinç patlakları “parça tesirli” diye tanımlanmış; en dıştaki çikolata kısmı ise “kamufle edici” imiş!

Ne kadar tanıdık değil mi? “Her Türk asker doğar” teraneleriyle zihinlerimize işlenen militarist, kıyıcı söylemin hayatımıza her fırsatta nüfuz ettiğini biliyorduk da, sıranın birçoğumuzun zevkle tükettiği abur cubura geldiğinin farkında değildik. Reklamı hazırlayanlar, “Asker millet askerî çikolata yemeli!” diye mi düşünmüşler acaba? Bu reklamı gördükten sonra, sanırız, OYAK’ın (Ordu Yardımlaşma Kurumu) Eti Grubu’nun ortaklarından olduğu bilgisi de kimseyi şaşırtmayacaktır! (40 kadar şirketi ve pek çok ortaklığı olan OYAK’ın ticari ve sınai faaliyetlerle ilgili derinlemesine araştırmalar yapmış bir akademisyenin, Yıldız Üniversitesi’nden İsmet Akça’nın kısa ama çarpıcı yazısına bakılabilir [http://www.uzaklar.net/html/sanayici_ordu-ismet_akca.html]).

Çocukluğumuzda iz bırakmış o unutulmaz reklamın (“Bir bilmecem var çocuklar / Haydi sor, sor! / Çayda, kahvaltıda yenir / Acaba nedir, nedir? / Bisküvi denince akla / Tamam, şimdi buldum! / Hemen, onun adı gelir / Eti, Eti, Eti!”) yüzü suyu hürmetine bile “Eti Wanted”in tadına bakmak isteyeceğimi sanmıyorum.

5 Ekim 2006

Sans papiers! (Kâğıtsızlar)

Dünyanın güneyinde ve doğusunda milyonlarca insanın gözü batıda ve kuzeyde. Zenginlik orada, teknoloji orada, imkanlar orada. Demokrasi, özgürlük, eşitlik..? Orada mı acaba? Bunu bir de Avrupa’nın göçmenlerine sorun. Cevap olarak baskıyı, dışlanmayı, aşağılanmayı duyacaksınız. Çünkü Avrupa bugün, göğe ulaşan burçlarını, sıkı sıkıya tahkim edilmiş surlarını, berkitilmiş kapılarını aşmak için ağızla kuş tutmanın yetmediği bir “kale-kıta”. Göçmenin, “yabancı”nın kendisi için bir tehdit olduğundan o kadar emin ki, hasbelkader içine aldığı Afrikalıya, Pakistanlıya, Çinliye reva gördüğü muamele, ona her daim gözetim altında olduğunu, adaletinin şerrinden kaçış olmadığını hissettiriyor. “Demokrasinin beşiği”, işaret parmağını göçmenlerin gözünün önünden eksik etmeyen sinirli bir dev artık.

Bundan on yıl önce, Mart 1996’da, 300 kadar Afrikalı göçmen, kendilerine oturma izni ve benzer belgeleri bir türlü vermeyen Fransız yetkilileri protesto edip kamuoyunun dikkatini çekmek için Paris’teki St. Ambroise kilisesinde toplandı. Bu barışçıl eyleme polis sert bir tepki verip göçmenleri dağıttı, pekçoğunu sınırdışı etti. Haziran ayında, 230 kişilik bir grup bu kez St. Bernard kilisesini işgal etti. Binlerce göçmen adına, hükümetin sorunlarına çözüm bulmasını talep ediyorlardı. Akademisyenler ve sanatçılardan oluşan bir grup aktivist, gönüllü olarak göçmenlerle hükümet arasında arabuluculuk yapmayı üstlendi. Eylem birkaç ay sürdü; 23 Ağustos’ta yüzlerce polis kiliseyi erken saatlerde basıp zor kullanarak direnişi sona erdirdi. Yine yüzlerce kişi sınırdışı edildi.

Sans papiers” (Kâğıtsızlar)... Onlara böyle deniyor. Geçerli bir oturma izinleri yok. Kalabalık evlerde yaşayan, eğitim ve sağlık hizmetlerinden mahrum yüzbinlerce insan. Avrupa’nın göbeğindeki o izbe evlerde yangın çıktığında onlarca genç, çocuk ve yaşlı ölüyor. Pekçoğu salgın hastalık tehlikesiyle karşı karşıya. Çalabilecekleri kapı, başvurabilecekleri merci yok. Kâğıtsızlar, yasadışılar, çaresizler.

1981’de göçmenlerle ilgili Bonnet Yasası yürürlüğe girdiğinden beri göçmenlerin durumu giderek kötüleşiyor. Savcıların onları mahkemesiz sınırdışı etme hakları var. Başlarda 10 gün olan tutukluluk süresi 45 güne çıktı; polisin ve “eğitimli köpeklerin” (gerçek köpeklerden söz ediyoruz) kötü muamelesine maruz kalmak göçmenler için vaka-yı adiyeden. Ülkede günbegün yükselen yabancı düşmanı, ırkçı dalga da göz önünde bulundurulursa durumun vahameti daha iyi anlaşılabilir. 13 yaşından beri Fransa’da yaşayan, belgeleri tam, meslek sahibi, ama onlarca Afrikalı göçmenle birlikte sahipsiz bir evde kalmak zorunda olan 25 yaşındaki bir göçmen-işçinin sözleri bunu tasdik ediyor: “Uygun bir işim var ve bir daire tutacak kadar kazanabiliyorum. Başımı sokabileceğim bir ev kiralayabileceğimi düşünebilirsiniz. Ama Fransa’da işler böyle yürümüyor. Irkçılıkla Allahın her günü, hayatın her alanında karşılaşıyorum.” (http://wsws.org/articles/2006/sep2006/fran-s06.shtml)

1989’da sosyalist başbakan Michael Rocard haykırmıştı: “Fransa dünyanın bütün sefillerine barınma sağlayamaz!” Bugün iktidarda sağcı UMP var (Halk Hareketi Birliği); içişleri bakanı Nicolas Sarkozy seleflerinin kaldığı yerden icraata devam ediyor. Yeni bir yasayla, çocukları Fransız vatandaşı olan ama kendi belgeleri olmayan ebeveynlerin sınırdışı edilmesinin önü açılıyor. On yıl önce kilise işgalleriyle başlayan Kâğıtsızlar hareketi, sivil toplum örgütlerinin, sendikaların ve bazı partilerin desteğini alarak seslerini yükseltiyor. Bundan birkaç ay önce, 26 yaşına kadarki gençlerin iki yıl içerisinde kolayca işten çıkarılabilmesini sağlayan yasayı şiddetle protesto eden lise ve üniversite gençliği de yanlarında. Talepleri on yıl öncekilerle aynı: a. Göçmenlerle ilgili ayrımcı değil insani düzenlemeler, b. Sınırdışı işlemlerinin ve kötü muamelenin durdurulması. Kâğıtsızlar, on yıldır kendi çaplarında bir sivil muhalefet tarihi yazıyorlar.

Anne-babası Macar göçmeni olan Sarkozy’yle ilgili bir afiş:
“Göçmen çocuğu Sarkozy’nin çözümü baskınlar ve sınırdışılar.
Bunu yapmasına izin vermeyelim” (Ağustos 2006)


Hangi paranoya?

Milliyetçi çevreler bir süredir “Sevr Paranoyası”ndan mustarip. Türkiye’nin emperyal güçler tarafından parçalanacağı korkusu, kökleri ta Tanzimat dönemine uzanan ve nesiller boyu ülkenin düşünce iklimini şekillendiren bir olgu. 1920’deki Sevr Antlaşması’nın kâğıt üstünde gerçeğe dönüştürdüğü ve Cumhuriyetin kuruluşundan sonra da varolmayı sürdüren tedirginlikler, belki de ilk kez bu kadar elle tutulur bir hale geliyor. Durumun yaşadığımız coğrafya üzerindeki emperyalist tasarılar ve eylemler nedeniyle iyice körüklendiği aşikâr. Psikolojik olarak, korkuya sebep olan koşulların gerçekliğinden çok “korkunun” kendisinin gerçekliğinin önemli olduğu ve geçerli bir sebebi olmasa da bunun ciddiye alınması gerektiği biliniyor. Zira tavırlarımızı kimi zaman bu tür tehdit algılarımız belirliyor.

Ancak son yıllardaki hâkim manzaraya baktığımızda, artık hezeyan raddesine ulaşmış mevcut milliyetçi korkuların büyük ölçüde, paranoya duygusunun siyasi gruplar tarafından suiistimal edilmesinden kaynaklandığını görüyoruz. Son AB uyum paketiyle ilgili meclis görüşmeleri sırasında, özellikle azınlıklarla ilgili tartışmalarda siyasetin kirli yüzünün bu paranoyaları nasıl kullandığı iyice gün yüzüne çıktı. Birçok bakımdan zamanın TBMM hükümetinin büyük diplomatik başarısı olarak kabul edilen Lozan Antlaşması’yla gayrimüslim gruplara tanınmış olan “kendi okul, kilise, hastanelerini idare etme, yeni müesseseler kurma, taşınmaz edinme” haklarının bugünkünden bir nebze daha etkin şekilde kullanımına ve bazı mağduriyetlerin giderilmesine dair bir yasa tasarısı muhalefet tarafından Meclis kürsüsünde bilinçli bir şekilde “Sevr hortlatılıyor” nidalarıyla karşılandı. Kendini savunmak durumunda kalan iktidar partisi de, bu tür durumlarda sıkça yaptığı gibi kaş yapayım darken göz çıkardı: “Azınlıklar sorununu AB’ye giriş sürecinin gereği olarak ele alacağız... Cemaat vakıflarının mal edinmesi ve ticaret yapmasını düzenleyen tasarı maddesinde ‘mütekabiliyet’i (karşılıklılık) gözeteceğiz.”

Geldiğimiz noktada, artık galiba Sevr paranoyasından değil, milliyetçilik yarışında tıknefes kalan siyasilerin yeni icadı “Lozan paranoyası”ndan söz etmek gerek. Zira, üzerinde tepinip paramparça ettikleri, Sevr’in değil, ülkenin kurucu antlaşması olarak nitelendirilen Lozan’ın metni…

29 Eylül 2006