Devran döne, umut yetişe

Agos, 25 Haziran 2010

Meşeler yapraklanınca bir tuhaf olurlar işte

Koparılmış kürt çiçekleri, hatırlayarak amcalarını

Azınlıkta oldukları bir okulda bile, sorarlar soru

Neden feriklerin ve eşeklerin memeleri vardır?


En arka sırada çift dikişliler, sınavda en öne

İntihara ve denizde nasıl boğulmaya çalışırlar

Yalnız Orta Doğu’da el altında satılan bir atlas

Kim demiş on sekiz yaşından küçükler okuyamaz

(Ece Ayhan, ‘Açık Atlas’tan)


Bize kimin yasının tutulmaya değer olduğunu söylüyorlar; kimin arkasından ağlayacağımızı. Hangi ölünün cennetlik, hangisinin ‘leş’ olduğunu. Hangi cesedin bizden, hangisinin onlardan olduğunu söylüyorlar.
Bizim yerimize karar veriyorlar; bizleri birer piyon olarak satranç tahtasına sürüyor ve can almamızı, can vermemizi istiyorlar. Bizden insanlığımızı, bizden bizi çalıyorlar.

Her biri birbirinden yoksul çocuklara birbirlerini öldürmekten başka yol bırakmıyorlar. Kahramanlığı, korkmamayı, vatan için ölmeyi, vatan için öldürmeyi marifet belletiyorlar. Korkunun, dehşetin, kaçıp gitme arzunun üstünü örtüyor, gerçek olmayan bir gerçeklik icat ediyor, hepimizin o gerçekliğe inanmamızı, o gerçekliğin totemlerinin, bayrak direklerinin etrafında kenetlenip dans etmemizi bekliyorlar.
Karatahtalar önünde sözlüye kaldırıp, vatan için dökülen kanın asil ve kutsal olduğunu, boşa akmadığını, asla yerde kalmayacağını öğretiyorlar okumayı yeni sökmüş miniklere.

“Bu vatan hepimizin” diyorlar, ama ‘hepimiz’e beni, sizi, onları, başkalarını katmıyorlar; vatan onlar kimi isterse onların vatanı oluyor, ama asla ekmeğini oradan çıkaranların, oraya düşüp oraya gömülenlerin değil.

Yukarılarda bir yerlerde, gücün, iktidarın etrafında dönüp duran pervane böcekleri, kâh gözyaşı döküp kâh meydan okuyarak maskeli balolarda birbirini ağırlayan muktedirler, beyler ve efendiler, can korkusu, evlat acısı, yürek yarası bilmeyen gidi gidiler, kösele suratlı tuzu kurular…

Aşağıda, işsizi, çobanı, işçisi, anasızı, babasızı, bahtsızı, kadersizi, kademsizi; zorunlu göçün, depremin, krizin mağduru. Yirmisinde, on sekizinde, yirmi üçünde. Tek çocuğu, kazan artığı, üç çocuklusu. Anası merdiven silen, babası hep hasta olup çalışamayan, bacısı evde, evlenip dayağını yiyeceği en uygun koca adayını bekleyen.

Sizi kim anlar, kim yanar size, kim acır, kim hatırlar sizi?

Başkasının çocuğunu sakınmak

Çocukları ölmeye ve öldürmeye değil, yaşamaya ve yaşatmaya göndereceğimiz günler de gelecek elbet. Ortasından ikiye bölünmüş güzel Kıbrıs’ın şairi Neşe Yaşın’ın dediği gibi, yalnızca kendi vatanımızı değil başkalarının vatanını da sevmeyi öğreneceğimiz, yalnızca kendi oğullarımızı değil, başkalarının oğullarını da sakınacağımız vakitler gelecek. Annelerin korkudan ve kederden değil mutluluktan ağlayacağı zamanlar…

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır:

ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

(Ece Ayhan, ‘Meçhul öğrenci anıtı’ndan)

24 yaşındaki Jandarma Uzman Çavuş Ömer Kara’nın annesi Elmas Kara’nın, oğlunun tabutuna sarılıp yüreğinin en derininden çıkardığı, “Sen niye öldün oğlum? Sen neyin bedelisin?” sorusu karşısında başını yere eğmeyecek, gözlerini kaçırmayacak, omzu kalabalık general, ensesi kalın siyaset erbabı yok bu memlekette.

Ama salt onlar mı? Bizler, biz insanlar, biz kalabalıklar da sorumlu değil miyiz çocukların dağlarda, karakollarda, yollarda ölmesinden, öldürmesinden?

Gölge oyununa, mış gibi yapmaya dur demenin vakti gelmedi mi? Öldürülen asker çocuğa da, gerilla çocuğa da yanmanın, ikisinin canının hesabını onları ölüm tarlalarına sürenlerden sormanın zamanı değil mi hâlâ?

‘Şehit asker’e karşılık ‘ölü ele geçirilen terörist’ vicdansızlığını tarihin çöplüğüne yollamakla başlamalı. Türklük-Kürtlük davasıyla akan kan durur mu? Kürtlere hadlerini bildiren, onları tehdit eden, ağzı salyalı kalemşorun katillerle işbirliği yaptığını ilan etmeli. İradesini parmaklıklar ardına havale edip kendini mazlumiyete hapseden Kürtlere “Neden?” diye sormalı. Ölü bedenleri siyasi çıkar kapısı yapanların, şehit haberi aldığında gözleri beleren, kanı kaynayanların ipliğini pazara çıkarmalı.

Milliyetçi-ulusalcı gericilik bertaraf edilmedikçe hiçbir iktidarın bu meseleyi tek başına çözemeyeceğini anlamak gerekiyor. Hiçbir siyasi parti bunun yükünü tek başına omuzlayamaz. Bütün Türkiye, Türkleri ve Kürtleriyle, işte bu yüzden samimiyet sınavında.

Alnındaki yaradan boşaldı belki bütün kanı
Fakat nehirlerin akıyor dağların rüzgarlıdır

Bak yine çarpıyor kalbim

Ortasında kavganın

Gün ola devran döne, umut yetişe.

(Ahmed Arif, ‘Gün ola’dan)

Soru basit, cevabı basit, hayata geçirmesi zor...

Kürtler asker karakollarına, Türkler gerillaların gezdiği yaylalara canlı kalkan olmadıkça bu kan durur mu? Türkiye sokakları, caddeleri, “Barış! Aşiti!” diyen milyonlarca insanla dolmadıkça, barış bizim olur mu? Taptaze nefesli bir sivil itaatsizlik ruhunu yeşertip bütün paradigmaları altüst etmeden, bütün ezberleri bozmadan, gün olur, devran döner, umut yetişir mi?

Kültürel etkileşim üzerine

Agos, 18 Haziran 2010

Hrant Dink Vakfı’nın geçtiğimiz hafta sonu düzenlediği sempozyum, ‘kültür’ ve ‘etkileşim’ kavramları üzerinde yeniden düşünmemize vesile oldu.


Her şeyin tek yönlü, tek sesli, tek renkli bir dayatmayla Türkçü kisvelere büründüğü bir ülkede, gündelik hayatın, sanatın, hayatın yekpare, masif bir kütleden ibaret olmadığını; hâkim kılınmaya çalışılan kültürün aslında farklı kanallardan beslendiğini; bu toprakların başka dillere, başka edebiyatlara, başka şarkılara, başka oyunlara, başka kıyafetlere, başka güzelliklere de ev sahipliği yaptığını hatırlamanın, hatırlatmanın, emir-komuta zinciriyle kurgulanmış tarihsel anlatıları tersine çevirmenin yollarından biri de, ilişkilere, etkileşimlere dikkat çekmek şüphesiz.


Kültürel etkileşim kavramına biraz daha yakından bakıp, üzerinde etraflıca düşünmek için hangi soruları sormamız gerekiyor?


Mesela, etkileşenler kimlerdir? Farklı, birbirinden ayrık unsurlar mı, yoksa aynı bütünü oluşturan parçalar mı?


Etkileşimin sınırları nerededir? Başı, sonu var mıdır?


Güç ilişkilerinden bağımsız bir etkileşim mümkün müdür? Hâkim kültür, güdük bıraktığı, çoraklaştırdığı, can çekiştirdiği ‘alt-kültür’lerle girdiği her türlü ilişkiyi kâr hanesine yazmaz mı?

Meseleye bu yönden bakarsak, etkileşimden mi, yoksa bir tür kullanma ilişkisinden mi söz etmeli?


‘Ulusal’ addedilen değerler birbirleriyle etkileşir mi? ‘Ulusal’ olan, şundan ya da bundan aldığını en nihayetinde hep kendine mal etmez mi?

O halde, etkileşim ancak ‘ulusal’ın dışında mı mümkündür? Peki, insani boyuta indiğimizde yaşanan nedir?


Etkileşimin bir dikey bir de yatay boyutu varsa eğer, tepesinde devletin durduğu dikey hiyerarşili ilişkilenme şeklini bir yana, insanların, grupların yan yana durarak girdiği etkilenme biçimini diğer yana koyup, meseleyi bir de o gözlükle değerlendirmeliyiz demektir…

O halde, iktidar ilişkilerinin uzağında yeşeren temasları teşvik ederken, hâkim gücün dayattığı yolları da tersine çevirmeye uğraşmalıyız.


Yan yana yaşayanların birbirinden etkilenmemesi mümkün mü? Peki, yan yana yaşayanlar farklı kültürleri mi paylaşmaktadır ki, yaşayışlarında, inanışlarında, hal ve tavırlarındaki benzerlikleri etkileşim penceresinden değerlendirelim? Böyle yaparak onları birbirlerine yabancılaştırmış olmuyor muyuz? İnsanların doğallık içinde kurdukları ortak yaşama etkileşim penceresinden bakmak, onları kompartmanlara ayırmak, partikülarize, atomize etmek sonucunu doğurmaz mı? Atomlarına ayırdığımızı daha sonra nasıl bir araya getireceğiz?


*


Bu sorulara, her biri anlamlı olacak yenilerini eklemek mümkün. Herhalde, onlarca yıldır bize dayatılanlara karşı koymanın yolu da bu soruların yanıtlarını aramaktan geçiyor. Türk, Kürt, Ermeni, Laz, Çerkez, Rum, Arap, Yahudi... Ama aynı zamanda zengin ve fakir, esnaf ve memur, burjuva ve proleter… Kadın ve erkek, heteroseksüel ve homoseksüel… Etkileşim nerede, nasıl, hangi boyutta, kimler ve neler arasında?

(Fotoğraf: Balazs Pataki, http://armeniangallery.blogspot.com)

201Özil

Agos, 18 Haziran 2010

Bu köşede, bundan yaklaşık iki yıl önce, 17 Ekim 2008’de, Mesut Özil hakkında iki satır karalamıştım. Bugün Almanya milli takımının gözbebeği olan genç Mesut’un, henüz Türkiye mi, yoksa Almanya için mi ter dökeceği belli değildi. Doğduğu, yetiştiği ülkeyi, kendisine emek verilen ve kendisinin emek verdiği takımı, yani Almanya’yı mı tercih edecekti? Yoksa, ailesinin geldiği, şüphesiz kendisinin de çok derin bağlara sahip olduğu Türkiye’yi mi?

Sorunun yanıtı o zaman belli değildi. Belli değildi... Ama bu belirsizlik bile Türkiye’de bazılarını öfkelendirmeye yetiyordu.

Eski milli futbolcu, şimdinin yorumcusu Semih Yuvakuran mesela, bir televizyon programında, “Bir futbolcu eğer Türk Milli Takımı’na davet aldığında düşünmek için süre istiyorsa, onun üstünü hemen çizeceksin kardeşim!” diyordu: “Eğer bir adam Türklüğü yüreğinde hissetmiyorsa, zaten onun futbolculuğundan hayır gelmez!”

Hiddetleniyor, kendini tutamayacağını hissedince de kestirip atıyordu: “Bu konu hakkında konuşmaya değmez, kapatalım.”

“Hayır, kapatmayalım” demiş ve sormuştuk: Mesut Özil ne yapmıştı? Günahı neydi?

Doğduğu, okula gittiği, ismini duyurduğu, muhtemelen dilini Türkçeden daha iyi bildiği ülkenin milli takımını tercih etmeyi aklından geçirmişti... Kendini daha çok oraya ait hissettiği için. Veya, belki de sırf kariyeri açısından bunun daha doğru olduğunu hissettiği için.

Mesut Özil geçen sürede ne yaptı? Kendi kararını verdi ve kendisinden ‘vatani görev’ini yerine getirmesini bekleyen ülkeyi değil, hayatını kazanacağı oyunu öğrendiği ülkenin milli takımında oynamayı tercih etti.

Ona öfke duyanların arzu ettiği gibi kan bağını değil, yurttaşlık bağını seçti...

Ülkenin en parlak, en çok ümit vaat eden futbolcularından biri oldu. Dünya Kupası kadrosuna seçilmeye hak kazandı. Turnuvanın ilk maçında, Avustralya karşısında alınan 4-0’lık net galibiyette büyük pay sahibi oldu.

Milliyet’in haberine gore, teknik direktörü Joachim Löw, maçtan sonra “Topla oynayışı ve futbolumuza verdiği akıcılık Mesut’u son derece değerli kılıyor” sözleriyle onu kutladı. Pek çok gazete ve televizyon, gol atamamasına rağmen, onu maçın yıldızı seçti.

Bugün Almanya’da taraftarların çoğu, 2010’un onun yılı olacağına inanıyor; her yere ‘201Özil’ yazılıyor. Bütün bu başarılar, yine Milliyet’e göre, “parmak ısırtıyor.”

Türkiye’de ise hâlâ onun neden Almanya’yı seçtiği tartışılıyor. Oysa bu genç ve akıllı adam, bunun “doğal bir tercih” olduğunu söylüyor, “Tüm genç kategorilerinde Almanya forması giydiğim için bu kararı verdim” diyor. Dünyayı ırk, soy, nesep çerçevesinden görenlerin anlayamayacağı bir basitlik...

Agos’un bayilere düştüğü gün, yani 18 Haziran’da, Mesut’lar Sırbistan’a karşı oynuyorlar. Futbolda yenmek de var, yenilmek de... Ama milliyetçiliğe boyun eğmeyen temiz duruşuyla Mesut Özil, kaybetse de kaybetmeyeceğini iyi biliyor.

TC tipi delilik

Agos, 11 Haziran 2010

Benim bildiğim, deliler aklı başında insanlardır. Zararsızdırlar. Fazla göz önünde olmak istemezler. Kendi hallerinde, kendi dünyalarında yaşar, suya sabuna dokunmazlar.

William Saroyan’ın ödlekler için yazdıkları, onlar için de geçerlidir: “En iyi insanlar ödleklerdir. En ilginç, en kibar, en has ve suç işleme ihtimali en az olanlar gene onlardır. Asla bir banka soymayı düşünmezler. Akıllarından bir suikast düzenlemek gibi bir şey geçmez. (…) Ödlekler iyidirler, ilginçtirler, kibardırlar; bir kuleden insanların üzerine ateş etmeyi asla düşünmezler. Yaşamayı arzularlar…” (Ödlekler Cesurdur, çev. Ohannes Kılıçdağı, İstanbul: Aras, 2001.)

Evet, deliler de Saroyan’ın anlattığı gibidir. Şöyle bir etrafınıza bakınıp biraz düşünün, mahallenizdeki delileri akla getirin. Onlarda hiç suç işleme potansiyeli görüyor musunuz? Sizce sokaklarda dolaşıp, gelen geçenin arkasından “Aaaeee!” diye bağıran mahallenizin delisinin aklından birini öldürmek, birine suikast düzenlemek geçmiş midir hiç?

Ama galiba literatürde bir de “TC tipi delilik” var ve bu tip delilik zararsız delilikler sınıfına asla ve kat’a girmiyor. Çünkü Türkiye’de bu tip deliler, deli oldukları için deli değiller; aksine, hâkim görüşün tasvip ve teşvik edip desteklediği birtakım suçlar işledikleri ve cezasız kalmaları istendiği için deli sayılıyorlar.

Memlekette birileri ha bire Hıristiyan öldürüyor ve şablon neredeyse her olayda aynı. Olayın failinin ya akli dengesi yerinde değil, ya da psikolojisi bozuk! Tabii bir de, her olay münferit ve buna ilaveten kesinlikle ve kesinlikle siyasi değil! Üstelik hiç de münferit olmayan bu bilgiler, yine hiç münferit olmayan bir şekilde, daha olay ortaya çıkar çıkmaz, daha ciddi bir soruşturma ve araştırma yapılmamışken, sıcağı sıcağına ve üstüne üstlük üst düzey bir yetkili tarafından dile getiriliyor.

Neymiş? Olay münferitmiş, kesinlikle siyasi değil, kişiselmiş; ve de failin akli dengesi yerinde değilmiş… Hadi o zaman, olanla ölene çare yok diyelim ve bir dahaki münferit, siyasi olmayıp kişisel olan ve akli dengesi bozuk biri tarafından işlenecek din adamı cinayetini beklemeye başlayalım...

Peki, bu deliler nasıl olur da hep Hıristiyanlara denk gelir? Memlekette Hıristiyan bulmak öyle kolay iş değil ki; zaten kökleri kurutulmuş durumda. Elinizi sallasanız Hıristiyan’a çarpan bir yer değil artık burası...

Anladık, memlekette bu tip cinayetlerle ortalığı karıştırmaya ve bir askeri darbeye zemin hazırlamaya niyetli bir örgüt veya örgütler var. Peki ya devletin koca koca valileri, yetkili ağızları, neden daha dakikası dolmadan olayın üstünü örtmeye çalışıyor, zanlıyı delidir diyerek kanatları altına alıyorlar? Yoksa onlar da mı o örgütün ya da örgütlerin üyesi?

Peki bu valileri bizzat hükümet atamıyor mu? Sicillerinde yazan ve yazmayan her türlü huylarını onlar bilmiyorlar mı? Yoksa hükümet de mi bir darbe ortamı yaratıp hükümeti devirmeye çalışan örgütün üyesi?

Delirmek işten değil bu memlekette...

Samimiyet meselesi

Agos, 11 Haziran 2010

İsrail protestolarını izlerken, bir yandan da ölçünün nasıl ayarsızca kaçtığına tanık olduk son bir haftada. Nazilere “ellerinize sağlık!” diyenler mi ararsınız, Hitler’i “efsane lider” diyerek yüceltenler mi, kendilerini “Siyonist köpeklerin korkusu” ilan eden mi, “pişman edin!” diye çağrıda bulunan gazeteler mi, yoksa İsrail devletine hitaben ve “sanatçılar adına” “Sizi öyle bir pataklayacağız ki, hayatınız gözlerinizin önünde Gazze Şeridi gibi geçecek” diyen aydınlar mı?

Amaç İsrail’in insanlık dışı saldırısını protesto etmek mi, yoksa dünyadaki Yahudileri ve İsrail devletini kökten ortadan kaldırmak mı? Filistinler yıllardır baskıya uğrarken Türkiye devletinin İsrail’le stratejik ortaklık geliştirmesine ses çıkarmayan kamuoyu, tek bir olayla, nasıl oluyor da, bazılarının iddiasına göre hiç sahip olmadığı Anti-Semitizm’i böyle şiddetli bir şekilde dışa vurabiliyor? Ülkücülerin faşizan “Her şey Türk için, Türk’e göre, Türk tarafından” şiarı bütün Türkiye tarafından benimsendiği için olmasın?

Ümit Kıvanç, Taraf’taki yazısında bu soruyu çok daha doğrudan soruyordu geçenlerde: “Biz İsrail devletinin küstahça ve acımasızca saldırısını mı protesto ediyoruz yoksa ‘yüzyıllardır’ birtakım suçları işleyen bir kavmin zorla sahip olduğu devletin ortadan kalkmasını mı talep ediyoruz? Bu kavmin herhangi birileri değil de “Yahudiler” oluşu sakın bütün tavrımızı belirliyor olmasın?”

Peki, İsrail saldırganlığını haklı olarak kınayanların aynı hassasiyeti kendi devletleriyle ilgili olarak göstermekte bu kadar isteksiz olmasına ne demeli?

İyisi mi bu konuda da Ümit Kıvanç’a kulak verelim.

“...Ben, gayrımüslimlere yapılmış zulümler hakkında sürekli yalan söylenen, mezhep adına insanların katledilebildiği, milliyetçilik ve ırkçılığın kol gezdiği bir ülkede yaşıyorum. Dolayısıyla, sabıka kaydına ve potansiyel suçlarına ‘insanî’ bakımdan hassasiyet göstermem gereken tek merci İsrail devleti değil.”

Kendi devletlerinin işlediği suçlarla hesaplaşmadan, dahası onlardan nemalanarak; kendi memleketinin mazlumlarıyla dayanışmadan, dahası onları ezerek, başka devletleri ve onların işledikleri suçları kınayanlar hiç samimi olabilir mi?

Fotoğraf: Görkem Keser (habervesaire.com)

Eleştirinin eleştirisi

Agos, 4 Haziran 2010

Hrant Dink Anısına Atölyeler’in bu yılki en çok ilgi toplayan ve tartışılan oturumlarından biri, Seyhan Bayraktar, Ayda Erbal, Bilgin Ayata ve Ferhat Kentel’in konuşmacı olduğu, “Entelektüellerin Rolü ve Söylemleri” başlıklı paneldi.

Bayraktar, Erbal ve Bilgin’in, ‘Özür Diliyorum’ kampanyasını ve Türkiyeli önde gelen aydınların 1915’e ilişkin söylemlerini analiz ettiği sunumları, netameli bir zemin üzerinde yükselen zorlu bir tartışma doğurdu. Üçlünün eleştirileri, bugüne dek kamusal alanda pek dillendirilmeyen görüşleri dile getirdiği için özel bir merakla takip edildi.

Bu görüşleri paylaşalım ya da paylaşmayalım, haklı bulalım ya da bulmayalım, onları ciddiye alıp üzerinde düşünmek, Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesini gerçekten isteyenlerin sorumluluğu olmalı. Aynı sorumluluk, eleştirilerine yönelik tepkilerin nedenlerini anlamaya çalışmak bakımından, Bayraktar, Seyhan ve Ayata’ya da düşüyor elbette.

Sindirilmesi zor ama alınmalı

Son yıllarda konuyla ilgili yazılmış 1200 kadar köşe yazısını inceleyen Bayraktar’ın eleştirisinde en dikkat çekici olan, gazetelerde yazan, televizyonlarda konuşan, dolayısıyla kanaat önderi konumunda olan liberal-demokrat aydınların, ulusal yarar söylemi içerisinden konuşmaya devam ettikleri, milliyetçi denilebilecek bir söylemi daha sofistike bir şekilde yeniden ürettikleri yolundaydı.

Özür Kampanyası üzerine yoğunlaşan Ayda Erbal ise, özrün muhatabı olması gereken Ermenilerin kale alınmadığını, metnin muğlaklıklar içerdiğini, herhangi bir özne zikretmekten kaçındığını ve koca bir terimler sepetinden “Büyük Felaket” tabirini seçerek diğer adlandırmaları sessizleştirdiğine dikkat çekerek, bunun gerçek anlamda bir özür olarak değerlendirilemeyeceğini savundu.

Bilgin Ayata ise, Türkiye’de sorunların kompartımanlara ayrılarak değerlendirilmesinin, Kürt, Ermeni, Alevi meselelerinin birbiriyle bağımsız olarak ele alınmasının hâkim düşüncenin işine geldiğini söyledi; geçmişle yüzleşmenin Türkiye’nin gelecekteki hesaplaşmalardan en az zararla çıkmasını sağlamaya yönelik bir ulusal çıkar mantığı üzerine oturduğuna ve bunun dışındaki yüzleşme alternatiflerinin marjinalleştirildiğine dikkat çekti.

Bu eleştirilerin, ilk anda sindirilmesi zor olsa da, haklı yönleri olduğuna ve derinlemesine tartışılması gerektiğine inanıyorum.

Türkiye 1915’te yaşananları geçmişe nazaran çok daha özgürce tartışır, 1915’te ne olduğu pek çokları için artık aşikâr bir nitelik kazanırken, bu yolda atılan adımların araçsallaştırılmasına da tanık olabiliyoruz.

Özür kampanyasını topluma anlatırken kullanılan, artık yabancı ülkelerde soykırım kararlarının alınmayacağı veya 1915’te yaşananları en iyi ve sadece “Büyük Felaket” tabirinin açıklayacağı yollu beyanlar, bu tavra örnekti. Türkiye şartları düşünüldüğünde, bu korunmacı refleksleri bir yere kadar anlamak mümkündü belki, ancak madem ki ortada bir özür vardı, bunun Ermenilerin hissiyatını da hesaba katan bir şekilde yapılması gerekirdi elbet.

Türkiye’nin şartları dedik ve bu şartlar hepimizin malumu. Şiddetle iç içe yaşayan, linç kültürünün kol gezdiği, sebepsiz yere Hıristiyan boğazlayacak ‘çocuk’ların kolaylıkla bulunduğu bu ortamda yapılabileceklerin bir sınırı olduğu ve atılan adımların bu gözle değerlendirilmesi gerektiği tespiti de yanlış değil şüphesiz. Buna rağmen, panelde dile getirilen eleştirilere karşı, “Siz dışarıda doktora yaparken biz burada tehlikelere göğüs geriyoruz” yollu çıkışların da bir geçerliliği olmasa gerek.

Çünkü aradaki fark “içerde” ya da “dışarıda” olmaktan değil, bir düzlem farklılığından kaynaklanıyor. Kabaca söylemek gerekirse, felsefeyle siyaset arasındaki fark bu. Taraflardan biri ilkeler, etik ve ideal koşullar üzerinden norm üretirken, diğer kesim, hayatın çetrefilli yollarında ilerlemeye çabalıyor. Felsefenin yüksekliğine ve temizliğine karşın, siyasetin kirliliği, işbitiriciliği... Galiba ikisinden de vazgeçmek mümkün değil. En çok temiz kalarak ilerleyebileceğimiz siyaseti bulmak zorunda değil miyiz? Bunun ideal durumla sonlanmayacağının farkında olarak, ama ideali arama çabasından da hiç vazgeçmeden.

Dar bir yoldan bugüne

Dolayısıyla, bu kez de, özür kampanyasına ve aydınlara yönelik eleştirileri daha da ötelere taşımanın, birilerini yargılamaya, mahkûm etmeye doğru götürmenin de bir tür iktidar yarattığını; ve bu tavrın da, insani samimiyeti görmezden gelmek, Türkiye’nin içinde bulunduğu toplumsal bağlamı göz ardı etmek, eleştirelliğin büyüsüne kapılmak gibi kusurlarla malul olabileceğini fark etmek gerekiyor.

Ayrıca, Türkiye’de bazı insanların büyük bir değişim yaşadığını görmek ve bunun devam etmesi için de kredi tanımak gerekiyor. Türk-Ermeni meselesinde bugün pek çok kimse, daha on yıl önce bulunduğu yerin çok daha ötesinde bir bilgiye sahip; buna bağlı olarak da artan bir sorumluluk duygusuna… Özür kampanyası, pek çok insanın hayatında o ana kadar ulaşılan en yüksek noktayı ifade ediyordu. Bu insanların kendi hayatları içinde yaşadığı dönüşümü unutmamak gerekiyor. Onlar Ermenilerin başına ne geldiğini ailelerinden, komşularından, okullardan öğrenmediler. Birkaç fedâkar insanın büyük çabaları sonucunda açılan daracık bir yoldan yürüdüler. Onlardan Holokost sonrası Batılı Hıristiyan duyarlılığın suçlulukla ve cezalandırmayla iç içe geçmiş performansını beklemek, bunu bulamayınca da onları resmi söylemle, milliyetçilerle aynı kefeye koymak ne kadar adil, ne kadar dürüstçe olur?

Mesela galiba, her zaman olduğu gibi açıklıkta yatıyor. Konuşmaktan, temas etmekten, özgürce tartışmaktan, art niyet aramadan tartışmaktan geçiyor. Türkiye’nin geçmişiyle gerçekten yüzleşmesi, resmi söylemin eleştirisinin kendi eleştirisiyle buluşacağı bir yerlerde saklanıyor çünkü.

CHP'nin evi

Agos, 28 Mayıs 2010

CHP’nin ne olup olmadığını anlamak istiyorsanız, onun evine bakın. Genel merkez binasına.


Gözünüze mutlaka bir yerlerde çarpmıştır, mutlaka bir fotoğrafını görmüşsünüzdür, Ankara Söğütözü’ndeki o yapı, “Cumhuriyet’in ve Atatürk’ün partisinin” bilinçaltındakiler hakkında o kadar çok şey söylüyor ki bize. Bir sürü şey olma iddiasındaki, gerçekten de bir sürü şey olan, ama aslında pek de bir şey olmayan, olduğu şeyle de, devasa bir absürtlük abidesinden başka bir şey olmayan bir yığın. Katman üstüne katman, mesaj üstüne mesaj…

Kurulduğu günden bu yana bütün Türkiye’yi temsil etme iddiasında olan, her dara düştüğünde, “Gel vatandaş, gel, sen de gel!” çığlığına sarılan, ama her nedense vatandaşına bir türlü güvenemeyen bir siyasi partinin; büyüklük taslayan, hava atan, ama bir yandan da, büyüklük taslayanların, hava atanların pek çoğunda görülen bir kofluğa sahip bir siyasi partinin binası. Tüm zamanların çorbası.

Devletimiz katında pek muteber ve de muhterem Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu yeni genel merkez binası, daha birkaç yıl önce, 2006’nın 19 Mayıs’ında açıldı. O tarihten iki gün önce yaşanan Danıştay saldırısı nedeniyle, yapılması planlanan görkemli açılıştan vazgeçilmiş, daha mütevazı bir tören gerçekleşmişti. Yapılamayan o “görkemli” açılışta sunuculuğu oyuncu Cem Davran yapacak, Sabahat Akkiraz, Yıldız İbrahimova, Ferhat Göçer ve İbrahim Tatlıses konser verecekti. Sabahat Akkiraz, Yıldız İbrahimova, Ferhat Göçer ve İbrahim Tatlıses… ?u kimyaya bakar mısınız?

8 bin 700 metrekarelik arsa üzerine kurulu ve kullanım alanı 27 bin 400 metrekare olan bu yapı, “akıllı bina” olarak nitelendirilen bir teknolojik donanıma sahipmiş. Merak ediyorsanız, http://www.chp.org.tr/sanaltur/index.html adresinde bir sanal tur atabilir, Atatürk portreli, altıoklu, Nuri İyem tablolu, dev ekran televizyonlu ve azıcık da kitaplı Genel Başkan odasında dolanabilirsiniz. CHP bize işte bu kadar yakın.

Ama içeri girmeden, gelin şöyle dışardan bir göz atalım binaya.

Zeminden yükselen, tuğla rengi sıra katlar, Cumhuriyet’in ilk yıllarını, kuntluğu, otoriterliği simgeliyorsa eğer, herhalde girişin yanı başındaki dairesel blok da, partinin tarihsel sıfır noktasını, İttihat-Terakki Merkez-i Umumi’sini anımsatıyor olmalı.

Eğer, onun üstündeki tek katlı sözüm ona ferah teras, 1946’da çok partili hayata lütfen geçişi anlatıyorsa, onun bir yanına saplanmış gibi görünen eğimli kütle, 1950’de, Demokrat Parti karşısında yaşanan seçim hezimeti olmalı mutlaka.

Daha yukardaki beşli şerit, memleketin yediği beş vurgunu söylüyor olsa gerek. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül askeri darbeleri (“ihtilal” diyenler de vardır o binanın içinde), 28 ?ubat post-modern darbesi ve 27 Nisan e-muhtırası... Hiza, nizam, intizam.

Sonrasında ise, Ankara’nın ortasında denize nazır bir konak edasıyla duran iki kat geliyor sanki. “Ayşe’nin tatile çıktığı” Kıbrıs ellerinin iyot kokusu geliyordur orada kimilerinin burnuna hâlâ, Karaoğlanlı o heyecanlı günlerin nostaljik hatırası eşliğinde... Hem şair hem devlet adamı, hem halkçı hem de başkomutan Ecevit’in takaları geçiyordur oradan, allı yeşilli…

Onun üstüne ise kaçak yapılaşma, plansız kentleşme, gecekondu ve rant katı çıkmışlar. Oturmamışlık, yerini bulmamışlık, olmamışlık… Müteahhitlerin partisine yakışır bir finiş.

Ve en nihayet, tepedeki o küçük CHP tabelası da, bu devasa ama düşünemeyen “akıllı” binanın, minicik, gülünç mü gülünç beyni olsa gerektir.

Binanın üzerine konmuş gibi görünen o UFO’vari yuvarlak cisim konusunda ne demek gerektiğini bilemedim. Belki, CHP’nin halktan olmayan, elitist, öteden olduğunu gösteren, muasır medeniyet seviyesinin bile ilerisine giden en hakiki damarını simgelesin diye yerleştirilmiştir oraya. Mükemmel bir buluş! O garip cismin, daha açılış zamanından, Amerikan başkanlarının meşhur çalışma odasına göndermeyle “Oval ofis” diye adlandırılması da herhalde, Nostradamus’a layık bir kehanettir. Bill Clinton’ın kulakları çınlasın, Monica Lewinski’yle bir videosu olmadığından, görevde kalabilmişti… Amerikan istihbaratı Türk istihbaratıyla hiç aşık atabilir mi canım!

Ruhların kucaklaşması

Agos, 28 Mayıs 2010

Güney Afrika’daki Dünya Kupası’na az vakit kaldı. Sevenleri hâlâ heyecanlanıyor şüphesiz, ama bugün daha çok milyon dolarlarla, sponsorluk gelirleriyle ve marketing’iyle konuşulan bu güzel oyunun ruhunun daha canlı ve renkli olduğu zamanlar çok da uzakta değil aslında.

Yukarıdaki fotoğraf, Arjantin’de düzenlenen ve Arjantin’in kazandığı 1978 Dünya Kupası final maçının bitiminde çekilmiş. Vahşi bir askeri darbe ortamında, pek çoğunun arkadaşı cunta hapishanelerinde can veren Arjantinli futbolcular, müthiş bir oyunla, Hollanda’yı 3-1 yenmiş. Maçın oynandığı stadyumun yakınındaki bir işkencehanede, arkadaşlarının işkenceden geçerken attıkları çığlıklar arasında Buenos Aires göğüne yükselen “Gol!” haykırışlarını duymanın tutsaklara cesaret verdiği anlatılıyor hâlâ.

Takımın savunmacısı, üç arkadaşı askerler tarafından katledilen Alberto Tarantini, kaleci Ubaldo Fillol’e sarılmış. Kendilerini kaybetmişler. Yanı başlarında bitiveren taraftar ise, kollarını 12 yaşında kaybetmiş fanatik bir Boca Juniors’lu olan Victor Dell’Aquila. İki futbolcu, bu fotoğraftan birkaç saniye sonra onlara sarılan Victor’un varlığının farkında değiller. Bugün, o anı değil, ama bu sahneyi ertesi günkü gazetelerde gördüklerini hatırlıyorlar…

Dört yıl sonra askeri darbe rejiminden kurtulacak ve 1986’da “Tanrı’nın eli” yardımıyla bir kez daha Dünya ?ampiyonu ünvanını kazanacak olan Arjantinliler, bu fotoğrafa, “Ruhların kucaklaşması” adını vermişler.

Akhtamar'da asıl unutturulan

Agos, 21 Mayıs 2010

Kaç senedir Akhtamar’ın etrafında dönüp duruyoruz; oysa meselenin çözümü, siyasi koz elde etme amaçlı günlük jestlerin çok daha derininde yatıyor. Oraya indiğimizde de, sadece Akhtamar’a değil, devletin Ermenilere, bütün gayrimüslimlere, kendi tarihine ve 1915’e bakışına dair kadim bir heyula görüyoruz.

Kilisenin restorasyonuna 2005’te başlanmıştı. Sonraki dönemde, önce açılışın tarihi, ardından, kilisenin tepesine haç konup konmayacağı, çanının takılıp takılmayacağı, ve son olarak da, ibadet izninin verilip verilmeyeceği gibi, pek çok tartışma yaşandı. Bu sürede neredeyse hiç sözü edilmeyense, kilisenin neden Kültür Bakanlığı’na bağlı bir anıt-müze olarak açıldığıydı.


Şöyle bir geri dönüp, son dört yılda yaşananları hatırlayalım.

Ekim 2006’da, bu sütunda, Surp Haç Kilisesi’nin restore edilmesinin elbette sevindirici olduğunu, hükümetin bir arada yaşama kültürü adına olumlu bir mesaj vermek istediğini, ancak adanın ‘Akhtamar’ olan adını teslim etmeyip ‘Akdamar’da diretmenin bu mesajla çeliştiğini söyleyerek, bu tutumu eleştirmiştik.

O sıralarda, kilisenin, AB ilerleme raporunun açıklamasının hemen öncesinde, yani Kasım ayında açılacağı söyleniyordu, ama öyle olmadı.

İki ay sonra, Aralık ayında, açılış tarihi olarak bu kez 24 Nisan 2007 uygun görüldü. Ancak bu tarih, İstanbul’da Ermeni aydınların tutuklanıp ölüm yolculuğuna çıkarıldığı, 1915 soykırımında ölenlerin yasının tutulduğu gündü. Hükümetin, kiliseyi kurbanların anıldığı bu günde açma yönündeki saçma kararına, dünyanın dört bir yanından tepki geldi. O zaman, bu tarihin, ancak Türkiye geçmişle yüzleşmeye gerçekten karar verir, Willy Brandt’ın Varşova’daki soykırım kurbanları anıtının önünde diz çökmesine benzer bir büyük jest yaparsa anlamlı olacağını, aksi takdirde bu tercihin Ermenilerin canını yakmaktan başka bir şeye hizmet etmeyeceğini yazmıştık.

“Emin misiniz? Son kararınız mı?”

Ardından, tarih bir kez daha değişti. Hükümet, töreni mutlaka Nisan ayında, ABD Başkanı Bush’un 24 Nisan mesajı öncesinde yapmak istiyordu. Bu kez, tercih edilen tarih, eski takvimde 24 Nisan’a tekabül eden 11 Nisan’dı. Hrant Dink’in öldürüldüğü 19 Ocak 2007 tarihinde yayımlanan Agos’un manşeti, işte bu nedenle, “Emin misiniz? Son kararınız mı?” diye soruyor, hükümeti ‘11/24 Nisan’ inadından vazgeçmeye çağırıyordu.

Aynı gün, Agos’un ‘Tarihin cilvesi’ başlıklı başyazısı, bu kararı şu sözlerle eleştiriyordu: “Restorasyonu tamamlanan Akhtamar Surp Haç Kilisesi’nin açılışı tam bir arapsaçına döndüğü gibi, fazlasıyla da mizah kokmaya başladı. Doğru bir işi bu kadar yanlış bir mecraya kaydırmak ve eline yüzüne bulaştırmak ancak bu kadar becerilebilirdi. Gizlenemez gizli niyet, ancak bu kadar sırıtabilirdi. Tam bir komedi. Tam bir rezalet! Hükümet ‘Ermeni sorunu’ konusunda hâlâ doğru bir yöntem ve doğru bir yol tutturamadı. Derdi sorun çözmek değil, güreşe soyunmuş pehlivan gibi puan kazanmak. Neyi, nasıl yapıp, arkaya dolanacak da rakibini kündeye oturtacak. Tüm tasası bu. Hiç ama hiç samimi değil.”

Bu ses duyulmuş olmalı, çünkü tarih bir kez daha değişti ve beklenen açılış 29 Mart 2007’de yapıldı. Kilisenin üzerine koskocaman bir Türkiye bayrağı ve Atatürk posteri asılmıştı. Bu manzara, gerçeğin altını bir kez daha çiziyordu. Amaç, kültürel varlığa sahip çıkmak değil, siyasi propagandaydı, hem de en kabasından. Dahası, bu amacın bu kadar hoyratça ve kalın çizgilerle dışa vurulması, o günlerde Cengiz Çandar’ın bir yazısında belirttiği gibi, ortaya bir ‘kültürel soykırım’ tablosu çıkarıyordu.

Kilisenin bir ‘anıt-müze’ olarak açılması, ‘Surp Haç’ olan adının hiçbir resmi yazıda zikredilmemesi; dahası, ‘Akdamar Kilisesi Anıt Müzesi’ gibi soğuk mu soğuk bir adla anılması, tepesine haçının konmaması, çan kulesinin çansız bırakılması gibi detaylar, restorasyonla gösterildiği varsayılan iyi niyetin tam zıddını ima ediyordu.

Bu yılın Mart ayında ise, kilisenin yılda bir gün, adını aldığı Haçverats yortusundaibadete açılabileceği yönündeki Kültür Bakanlığı kararı geldi. Bu karar da, “kilisede, ziyaretçi sirkülasyonuna engel teşkil etmeyecek bir bölümde, sınırlı sayıda ziyaretçinin katılımıyla, yılda bir kez olmak üzere, Eylül ayının ikinci haftasında, günü, saati ve süresi Valilikçe belirlenmek kaydıyla dini içerikli etkinlik” düzenlenebileceğini ifade ediyor, dini ayini koşullara ve sınırlamalara boğuyordu.

Nihayet, Haçverats yortusu günü olan 12 Eylül’de yapılması gereken ayin, anayasa referandumuyla çakışması nedeniyle bir hafta ertelenerek 19 Eylül’e alındı. Oysa o gün, Türkiye’nin her yerinde her tür dini ibadetin ertelenmeden yapılacağı, kiliselerde ayinlerin düzenleneceği, camilerde vakit namazlarının kılınacağı gibi, Akhtamar’da da, ruhanilerin ve inananların katılımıyla pekâlâ ayin yapılabilirdi.

Kilisenin bir sahibi var

Başa dönelim. Surp Haç Kilisesi’nin bu kadar çok tartışılan macerasında, neredeyse hiç dile getirilmeyen bir başka gerçek var. 915-921 yılları arasında inşa edilen, mimarisi ve eşsiz kabartmalarıyla büyük bir kültür mirası olan bu kilise, bin yıl boyunca Ermeni Ortodoks Kilisesi’ne aitti. Zamanında, en önemli dini merkez olan gatoğigosluğa da ev sahipliği yapan ve Van yöresindeki Ermeni prensliklerinin ulaşmış olduğu medeniyet seviyesini gösteren bu güzel yapı, devlet eliyle restore edildikten sonra, mülkiyeti ve kullanım hakkı Kültür Bakanlığı’na ait olarak, gerçek işlevinden hayli farklı bir şekilde kullanıldı. Bu, 1915’te yaşanan gaspın bugün yenilenmesinden başka bir anlam taşımıyor.

Oysa gerçek iyi niyet, kilisenin, asıl sahiplerine, Ermenilere, Ermeni Kilisesi’ne geri verilmesini, devletin ise, belki onun güvenliğini sağlamak dışında, başka hiçbir şeye karışmamasını gerektiriyor. Bu adım atılmadıkça, hiçbir jest, siyasi manevra olmaktan öteye geçmeyecek; birilerine, reddedilmediği, aksine sahiplenildiği için hâlâ devam eden kültürel soykırımı hatırlatacak daima.

(Fotoğraf: Balazs Pataki, http://armeniangallery.blogspot.com)