O zaman çukuru gösterin

Agos, 31 Aralık 2010

Bayramların mutluluğu bazı evlerde buruk yaşanır. Zenginlikle ya da fukaralıkla ilgisi yok... Başkalarının büyük kutlama günleri bazı hanelere eksikliklerini, yarım kalmışlıklarını hatırlatır her şeyden çok. Hiç konuşulmasa, hep etrafından dolanılsa da, birilerinin yokluğu, tekinsiz bir natamamlığı getirir ziyafet sofrasına, bir türlü tam olamamayı, hep eksik kalmayı... Siz görmeseniz de, soğuk soğuk parlayan kör bir bıçak, tepelerde bir yerde sallanır durur. Kimse de onu kovmaya kalkmaz. Hane halkı bir arada da olsa, o gün herkes bir başınadır. Herkes kendi iç-evinde, kendi hesaplaşmasında.

Bayramlar bazı evlerde buruk yaşanır. En çok da, şeklen bir aileye benzediği halde, o eksiklik hissi nedeniyle aile olma özelliğini hepten yitirmeye yüz tutmuş insanların hanelerinde. Açık yaralar en çok o gün görünür. Bu sebeptendir bazılarının bayramları sevmemesi.


*


Her ölüm erken ölümdür. Ama bazı ölümler isyan duygusu yaratmaz, kabullenilir. Ne de olsa hayatın en büyük, en mutlak gerçeğidir ölüm. Metanetle karşılanması, belli bir süre üzüntü duyduktan sonra unutulması beklenir. Metanetle karşılamayan, bir süre üzülüp unutamayanlar, yaşadığımız hayatın dışına itilmeye çalışılır.

Peki ya ölümün bir bedeni yoksa? Yıldönümlerinde ziyaret edilecek, bir demet çiçek bırakılacak, toprağı bir kova suyla sulanıp yanık bağırları ferahlatacak bir mezar yoksa? Âlemin her köşesinde, insan evladının başına gelebilecek en büyük felaket budur ve bu en büyük felaketin bu kara topraklardaki cisimleşmiş hali de Cumartesi Anneleri’dir. Onlar, yıllardır bu anlatılamaz, bu anlaşılamaz acıyla yaşamak zorunda bırakıldı.


15 Şubat 1995’te gözaltına alınıp kaybedilen Rıdvan Karakoç’un ağabeyi Hasan Karakoç’un “Biz en azından şanslıyız. Çünkü çiçek koyabileceğimiz bir mezarımız var. Bu insanlar, işkencelerde, kalorifer kazanlarında kaybedilen insanların kemiklerini istiyor” demesi boşa değil.
Başında ağlayabileceği bir mezar için 15 yıldır karda kıyamette, polis copunun, panzerinin altında oturuyor analar.

Evlatları, bu devletin istediği türden sadık vatandaşlar olmadıkları için, başka türlü bir dünya istedikleri için veya sırf Kürt oldukları için gözaltına alındıktan sonra, devletin memurları tarafından yok edildiler. Polisler, askerler, komiserler, yüzbaşılar, emniyet müdürleri, generaller; onların da her biri aile babası, her biri anasının bir tanesi, göz göre göre cinayet işlediler, katilleştiler.

Pusu bu toprakların kanlı ve kadim geleneğidir, iyi biliriz. 1994’te İstanbul Aksaray’da gözaltına alındıktan sonra kaybedilen DEV-GENÇ’li İsmail Bahçeci’nin kardeşi Umut Bahçeci, kardeşini kaybedenlerden hesap sorduklarında, dönemin bakanı Azimet Köylüoğlu’nun, annesine “Çocuğunu almışlardır, öldürmüşlerdir, bir çukura atmışlardır” dediğini anlattı geçtiğimiz cumartesi. Annesi, bakana, “O zaman çukuru gösterin!” demişti.

Analardan o çukuru bile esirgediler.


*


Cumartesi Anneleri, 24 Nisan 2010’dan bu yana, o pusu geleneğinin kurbanı, çukursuz, mezarsız, duasız kalmış Ermeni aydınların, İstanbullu Krikor Zohrab’ın, Harputlu Tılgadıntsı’nin, Siverekli Rupen Zartaryan’ın, Sivaslı Doktor Nazaret Dağavaryan’ın resimlerini de gösteriyor Galatasaray meydanında, gören gözlere.

Bir arkadaş yaklaşıp, “Şu resimleri taşımak Cumartesi Anneleri’ne ne de çok yakışıyor, değil mi?” diye soruyor.


Bu nasıl memleket? Acılarda buluştuğumuz için kendimizi mutlu hissediyoruz. Mutluluk bile keder dolu.

İşte bu da, bu garip memlekette bir yeni yıl yazısı.

Cumartesi Anneleri, analarımız bilsinler ki, sadece Galatasaray’da değil, 15 yıldır gönlümüzün tahtında da oturuyorlar.

Yeni yıllara bugünkünden daha mutlu girecekleri zamanlara...

(Fotoğraf: Paolo Pellegrin)

Gomidas’ı anarken

24 Aralık 2010

Geçtiğimiz hafta, Lütfi Kırdar Salonu’ndaki Gomidas anması şüphesiz önemliydi. Önemliydi, çünkü daha birkaç yıl önce Paris’te dikilen anıtı nedeniyle Türkiye medyasının hakaret ve aşağılamalarına maruz kalan Gomidas’ı, aynı medyanın gözü önünde anmak, şarkılarını söylemek ve başına gelenlerden söz etmek, memlekette bir şeylerin değişmekte olduğunu gösteriyordu. O günleri bilenler ve unutmayanlar, bugünlerin kıymetini bilirler. Bu nedenle, katkıda bulunan herkesin emeğine sağlık.

Ama bu yazı, Gomidas’ın ve onun bugün İstanbul’da anılma şeklinin bambaşka bir yönünü didiklemek üzere yazıldı. Çünkü Gomidas’a nasıl bakıldığı, Ermenilerin kendileriyle, geçmişleriyle ve gelecekle ilişkilerine dair önemli şeyler söylüyor.

O gece, programın ezici çoğunluğunu, İstanbul’un çeşitli Ermeni kilise korolarının seslendirdiği din dışı Gomidas düzenlemeleri oluşturuyordu. Salondaki Ermeni olmayan dostlar, arkadaşlar, gazeteciler, onları hayranlıkla dinledi, çok sesli düzenlemelerdeki derinlik karşısında şaşkına döndü, küçücük Ermeni toplumunun içinden nasıl olup da bunca koro çıktığına şaşırdı.

Ama bugüne kadar kendilerinden gizlenmiş, saklanmış olanı keşfetmekten kaynaklanan bu heyecanlı tepkileri bir yana bırakırsak, o anma töreninin ruhuyla ilgili ciddi bir sorun vardı.

Açalım...

Ruh meselesi

Gomidas, Ermenilerin uluslaşma çabası gösterdikleri bir dönemin sanatsal zirvelerinden biriydi. Batı’da 19. yüzyılda gerçekleşen ve Osmanlı coğrafyasına gecikmeli olarak giren ulus yaratma projesinin motor gücü, tarihin derinliklerinde kalmış, ‘öz’ kültürün, başlı başına bir medeniyet olduğunu kanıtlamak, onu çağdaşlarının seviyesine çıkarmaktı. (Burada, “Muassır medeniyet” söylemini hatırlayabiliriz.)

Ermeniler de, Urartulara dek uzanan tarihsel anlatılarında, öz medeniyetlerinin köklerini bulmakta zorlanmadılar.

Osmanlı yönetimi altında Ermeni halkının büyük çoğunluğu sefalet koşulları ve baskı altında yaşıyordu. Bunu değiştirebilmek içinse, tek ve kenetlenmiş bir ulusun inşa edilmesi gerekiyordu.

Edebiyatta 19. yüzyılın son çeyreğinde başlayan ve 1915 öncesinde (Taniel Varujan ve arkadaşlarının ‘Mehyan’ [Tapınak] dergisiyle) zirveye ulaşan arayışlara paralel olarak, Gomidas da müzikte o güne dek denenmemiş yollarda ilerliyordu.

Amaç netti: Bir ulusal yüksek estetik yaratmak. Bunu gerçekleştirebilmek için halkta olana gidilecek, o cevher işlenerek, dünya piyasasında geçerliliği olan bir ürüne dönüşecekti. Gomidas da, Ermeni köylülerin en saf sevda, iş ve doğa şarkılarını Batı normlarına göre düzenledi, onların kalabalık korolar tarafından çok sesli okunması için çaba gösterdi.

Modernizmin macerasının çeşitli veçhelerinde karşımıza çıkan bir süreç burada da yaşandı. Halkın kültürü temel alınıyor, ama ortaya ona yabancı bir ürün çıkıyordu. ?arkıların özgün haliyle Gomidas’ın tezgâhından geçmiş halleri arasında büyük fark vardı. Ve bu çağdaş ve yüksek kültür, Ermeni yerel kültürünü, folklorunu, onun kendine özgü tadını ve kokusunu bir anlamda tehdit de ediyordu.

Çünkü yüksek olarak tanımlanan kültür, alçakta durana tahammül edemez. (Bu durumun radikal bir örneği olarak, 1930’lu yıllarda Türkiye’de alaturka müziğe ve halk şarkılarına uygulanan baskıları getirin hatrınıza.)

İşte o gecenin en önemli sorunu, bu tip bir eleştirel okumadan bihabermiş gibi davranılmasıydı. Her şey, Ermeni geleneğinde ‘tasagan’ (klasik) olarak adlandırılan usullere uygundu. Bu yüzden de, istisnalar hariç, sahne tektip ve donuktu.

Yukarıdaki tarihsel yorum, Gomidas’ı suçlamak üzere yazılmadı. Aksine, onun tavrının son derece anlaşılır ve doğal olduğunu söylemek lazım. Zamanın ruhu, o zaman öyle söylüyordu ve bugün bu kritiği de bu zamanın ruhuyla bağlantılı olarak yapıyoruz.

Ama eğer 1915 yaşanmasaydı ve Gomidas felaketimizin en önemli simgelerinden biri halini almasaydı, onun yapıtının eleştirisi yapılacak, Gomidas bir ya da iki kuşak sonra aşılacak, tarihte alması gereken doğal yeri alacaktı. Öyle olmadı. Yaşadığı trajedi Gomidas’ı bir ikon haline getirdi; adeta taşlaştırdı.

İşte o gece, Türkiye siyasetinde, tepeden inmeci Türk modernleşmesine karşı keskin eleştiriler yönelten, bu toplumu tektipleştirme çabalarına şiddetle karşı çıkan Türkiyeli entelektüeller, bu arkaplanın pek de farkında olmadan, dinlediklerine hayran kaldılar.

Muhtemelen sahnede, Ermenilerin bu topraklar ölçeğinde fazlaca ileri ve gelişkin bir kültüre sahip olduğu yönündeki inançlarının onayını görüyorlardı.

Oysa, sahneye konan, tarihsel alternatif okumalara kapalı bir gösteriydi. Ermeni taşrasının sesleri, Batıya öykünen bir kılıkla çıktı karşımıza. Kaderin garip bir cilvesi işte, şarkıların en serbest ve bugüne ait yorumlarının icrası da, Ermeni olmayan sanatçılara kalmıştı.

Oysa konserde, klasik Gomidas icralarının yanı sıra, Gomidas’a kaynaklık eden halk şarkılarının özgün hallerine de yer verilse, hiç olmazsa bazı şarkılarda çokseslilik saplantısından uzak durulsa, aynı salonda birkaç gün önceki Ahmet Kaya anmasındakine benzer yaratıcı bir ruhla, birbirini andıran çok sayıda koro yerine, değişik yaklaşımlara sahip sanatçılar aransaydı, daha mükemmel ve gerçekçi bir fotoğraf çıkardı ortaya. Bunlar yapılmadığı için, sahnede bir tür resmigeçit izledik. Gösterişli ama sahicilikten uzak.

Yaşayarak yaşatmak

Etkinliğin, Gomidas’ın doğduğu topraklarda anılması anlamında önemli olduğunu söylemiştik. Bu tür çabalar, ‘Türklerin’, geçmişi ve yaşanan kayıpları öğrenmesi bakımından önem taşıyor şüphesiz. Ve bu anlamda, bizlerin bütün çabası bu yüzleşmeye yardımcı olmak yolunda... Ama bu uğurda kimi zaman, Ermeni kültürünün araçsallaşması gibi istenmeyen bir yola sapabileceğimizi görebilmemiz lazım.

Oysa bizim hayati sorunlarımızdan biri de, kültürün yaşaması. Ve sadece geçmişi anarak, onu muhafaza ederek kültürü yaşatmak mümkün değil. Gomidas’ın sanatı da, ancak onun düzenlemeleri bugünle ve bugünün ruhuyla buluştuğunda gerçekten yaşayabilecek.

Yüzleşmeye elbette ki evet. Ama şu andaki ilişki, Türkler ve Ermeniler arasındaki adaletsizliği besleyen bir kanalda ilerliyor. Türklerin geçmişle yüzleşmesine kapı aralayan, ama Ermeni kültürünü müzelik olmaktan kurtaran bir denge halini bulmak, hepimizin boynunun borcu.

Cinayetin ardındaki sorular

Agos, 17 Aralık 2010

Ölümün ardından yazmak zor. Hele böyle gencecik fidanlar söz konusu olduğunda. Çünkü ölümün olduğu yerde ondan daha ciddi hiçbir şey yok.

Ama bazı ölümler insanın karşısına pek çok soru ve sınav çıkarıyor, yanıtlar istiyor.

Sonay’la Zekeriya’ya rahmet, ailelerine sabır dileyerek o yanıtları arayalım.

Bizlere bugünlerde en çok, bu tip cinayetlerin Ermeni ‘töre’sinde yer alıp almadığı soruluyor. Harcıâlem yanıtlarla geçiştirilemeyecek kadar çetrefil bir mesele bu.

Töre denilenin, şu ya da bu etnik gruba bağlı olmaktan çok, kültürel ve bölgesel olduğunu söylemek gerek her şeyden önce. Evet, taşralı nüfusu yoğun bir topluluk olan Ermeniler için de, özellikle kadınlar söz konusu olduğunda, namus, bekâret, gibi ataerkil normların boğuculuğu söz konusu. Ermenistan’da bugün hâlâ gelinlerin beline bekâretin simgesi olan kırmızı kuşak takılıyor. Tıpkı Türkiye’nin pek çok yerinde olduğu gibi. Veya gerdek gecesinden sonra, yine bekâretin simgesi olarak, kız tarafına kırmızı bir elma götürülüyor törenlerle. Tıpkı Türkiye’nin pek çok yerinde gerdek sabahında kanlı çarşaf âdetinin sürdüğü gibi.

Ermeniler de, Türkler ve Kürtler gibi, bu toprakların ürettiği birtakım kültürel simgeleri beraberlerinde taşıyorlar. Bu bakımdan, Ermenilerde namus ve kadın üzerine baskıcı bir törenin olmadığını söylemek, ancak, gerçeğin üstünü örten modernleşmeci-öykünmeci bir bakış açısıyla mümkün. Ama Ermenilerin farklı dinden olanlarla evlilik durumunda bu tip cinayetler işleyebileceklerini ve bunun törenin bir parçası olduğunu söylemek de doğru değil. Nihayetinde başımıza gelen, öncesi ve benzeri olmayan, gelecekte de olmamasını bütün kalbimizle dilediğimiz bir cinayettir.

Yok olma korkusu

Evet, karma evlilikler, yani farklı dinden veya etnik kökenden insanlarla evlilik meselesi, Türkiyeli Ermeniler arasında çokça konuşuluyor ve tartışılıyor uzun yıllardır. Hayat da karşımıza giderek daha fazla sayıda örneğini çıkarıyor bir Ermeni’yle bir Türk’ün, bir Ermeni’yle bir Kürt’ün aşkını. Pek çok Ermeni ailenin, çocuklarının farklı dinden biriyle evlenmesini arzu etmediği, etmeyeceği de bir sır değil.

Bunda, Ermenilerin sayıca giderek azalması, kültürün devamlılığının büyük bir tehdit altında olması, 1915’te yaşanan acının, soyun devamlılığını başka her şeyin önüne geçirmesi gibi parametrelerin rol oynadığını ve bunların Ermenilerde keskin bir hassasiyet yarattığını görmek gerekiyor. Cemaat içi baskı, yani “mahalle baskısı” da cabası...

Bu hassasiyetin sonucu olan reaksiyonlar da çeşitli. Kimi aileler başta arzu etmedikleri duruma sonradan rıza gösterip, başka bir kökenden gelen gelin veya damatlarını kendi evlatları gibi benimserken; bazı aileler de söz konusu birlikteliği, evliliği ve hatta bu birlikten doğan çocukları, yani torunlarını reddetmeye kadar vardırabiliyor işi.

Genelde iki gönlün bir olmasına, gençlerin birbiriyle “görüşmesine” ses çıkarılmasa da, iş ciddiyete binip evlilik söz konusu olduğunda vaziyet gergin bir hal alabiliyor. Anne babalar, özellikle de torunlarının yaşayacağı sorunları göz önüne alarak, mutlak asimilasyon korkusuyla karşı çıkıyor bu tür evliliklere. Çocuğun adının ne olacağı, hangi dine mensup olacağı, hangi dili konuşacağı, hangi okula gideceği, gibi meseleler aşılmaz duvarlara dönüşebiliyor.

Ama Türkiye gerçekliğinde, kaç Müslüman anne babanın çocuğunun başka inançtan veya kökenden biriyle evlenmesine gönül rahatlığıyla evet diyebileceği sorusunun yanıtını aradığımızda, meselenin Ermenileri aşan bir ataerkil zihniyet sorunu olduğunu tespit etmek de zor değil.

Sonuçta, Ermeni toplumunda çok sayıda kişi, başka dinden veya etnik kökenden olanlarla evleniyor ve yukarıda zikrettiğimiz kaygılar bu tür şiddet eylemlerine yol açmıyor. Üstelik son derece başarılı, mutlu karma evlilik örnekleri de yok değil. Önce evliliğe büyük tepki gösteren ebeveyn ve akrabaların zamanla işi kanıksadığı, hatta gelin veya damatlarını bağırlarına basacak kadar çok sevdikleri durumlar da var.

Ermenilik ve kadınlık

Agos olarak, talihsiz Zekeriya’nın ailesinin Ermeni kökenli olduğu bilgisini okurlarla paylaşmak konusunda bir süre kararsızlık çektik. Müslüman olan, Müslümanlığından kaynaklanan bir sorun nedeniyle hayatını kaybeden ve İslam usüllerine göre gömülen Zekeriya’nın ailesinin iki kuşak öncesinde Ermeni ve Hıristiyan olduğunu açıklamanın bir tür saygısızlık olacağı görüşündeydik. Ancak Salı günkü cenazede bizzat Zekeriya’nın amcası bu bilgiyi basın mensuplarıyla paylaştı ve meselenin bir başka boyutunu tartışmanın yolunu da açmış oldu.

1915’te pek çok Ermeni, hayatta kalabilmek için Müslümanlığı benimsedi. Bu insanların birçoğu sonraki yıllarda hayatını Müslüman olarak sürdürdü; bazıları ise güvenli ortamı bulunca Hıristiyanlığa geri döndü. Bugün Vural’lar gibi, bir kısmı Ermeni, bir kısmı Müslüman olan pek çok sülale var. Ve Sonay’la Zekeriya’nın öldürülmesi, ‘Ermeni Ermeniler’in, 1915 ve sonrasında zorunluluktan din değiştirmek zorunda kalan ‘Müslüman Ermeni’lere bakışına dair, fevkalade olumsuz şeyler anlatıyor bize.

Giderek daha fazla görünürlük kazanan Müslüman Ermenilerin, Ermeni kimliğinin yeni zamanlarda yeniden tanımlanması meselesinde en önemli sınavlardan biri olacağını konuşup yazıyoruz sık sık. Ama belli ki, mesele sandığımızdan çok daha karmaşık.

Son olarak, unutmamamız gereken bir husus da, cinayetin dinle ilgili boyutu konuşulurken pas geçilen kadına karşı şiddet meselesi. Türkiye’de erkekler, namus veya benzeri gerekçelerle kadınları sürekli olarak öldürüyorlar. Bianet’in derlediği verilere göre, 2010 yılı içinde, ekimde 23, eylülde 17, ağustosta 35, temmuzda 23, haziranda 10, mayısta 16, nisanda 25, martta 20, şubatta 14, ocakta 16 kadın, erkekler tarafından öldürüldü. Ve Sonay da, gazetelerin üçüncü sayfalarında sararıp giden pek çok hemcinsi, kız kardeşi gibi, erkek şiddetinin bir kurbanı. Bugün Ermenilik, Müslümanlık, din değiştirmiş Ermeniler gibi yönleriyle öne çıksa da, bu cinayetin aynı zamanda kadına karşı işlenmiş bir suç olduğunu unutmamalı ve olayı bu geniş fotoğraf açısından da değerlendirebilmeliyiz.

Hem patriksiz hem de

10 Aralık 2010

Epeyce uzun bir süredir Patrikhane çevresinde olup bitenler hakkında yazıp çiziyoruz. Son günlerde ise, Türkiye basını konuya giderek daha çok yer veriyor. Mevcut tartışma çeşitleniyor, boyutlanıyor, genişliyor; sadece Ermenilerin iç sorunu olarak değil, Türkiye devletinin gayrimüslimlere yaklaşımının anti-demokratik doğası ve laiklik açısından değerlendiriliyor.

Bazı okurlar açısından kabak tadı verdiğinin farkındayım. Ama onlardan aflarını rica ediyorum, çünkü mesele, bu krizi bizzat yaratan aktörlere bırakılmayacak kadar önemli.

Patrik seçimiyle ilgili tıkanmanın ve tartışmaların perde arkasındaki gelişmeleri okumak, Türkiye Ermenilerinin asıl krizini ve devletin bu krizin neresinde durduğunu anlamamıza olanak sağlıyor. Patriklik Ruhani Kurulu’nun konuyla ilgili son bildirisi de, Patriklik-Devlet ilişkisine dair bir suçluluk psikozunun itirafı anlamına gelen ifadeler içeriyor.

Son zamanlarda yaşananlar ışığında, mevcut durumun Ermeni toplumunun hiçbir bileşeni tarafından kabul görmediğinin artık apaçık bir hal aldı.

Kısaca saymak gerekirse:

• Ermeni toplumu içerisinden binlerce kişi, kendi iradesiyle ‘Patriğimizi Seçmek İstiyoruz’ adı altındaki metni imzaladı ve demokratik tepkisini ortaya koyarak, devlet müdahalesini ve Patrikliğin tutumunu kabul etmediğini duyurdu.

• Geçtiğimiz haftalarda, Patriklik Mali Komisyonu toplu olarak istifa etti. Kurul, istifa gerekçesini net olarak açıklamasa da, sağır sultanlar bile, Başepiskopos Ateşyan’ın mali konularda hiçbir bilgi vermeden tasarrufta bulunmasının bu kararda büyük bir rol oynadığını duydu. Bu yılın başında Agos’un ortaya çıkardığı skandalda, el konulmuş bir mülkünü geri almaya uğraşan bir Ermeni ailesine yardım etmek karşılığında komisyon istediğini kabul eden Başepiskopos’un Patriklik’teki akçeli işlerde sorgulanamaz bir hale gelmesi elbette ki büyük tepki çekti. Çünkü seçilmiş patrikler bile ancak sivillerle istişare halinde harcama yapabiliyordu.

• Bu gelişmenin ardından, Patrikhane adına yapılan harcamalara imza atan sivil yetkili Melkon Karaköse de, bundan böyle kendisinin herhangi bir belgeye imza koymayacağını duyurdu.

• Patriklik danışmanları ve basın sözcüsü, zaten uzun süredir görevden çekilmiş durumda.

• Tüm Ermeniler Katolikosu II. Karekin’in Patrikhane’ye hitaben kaleme aldığı, genel vekilin görevinin seçim ortamını sağlamak olduğuna dair mektubu Ermeni toplumundan gizlendi. II. Karekin, Paris’te yaptığı açıklamada, genel vekilliğin belirsiz bir süre için geçerli olmasının kabul edilemez olduğunu ilan etti.

• Başepiskopos Ateşyan’ın bizzat tesis edip ilk olarak Bedros ?irinoğlu’nu ödüllendirdiği Ormanyan Nişanı, Karagözyan Vakfı Başkanı Dikran Gülmezgil tarafından reddedildi. Gülmezgil, bu ödülün zamanlamasının içine sinmediğini söyleyerek, Ateşyan’ın şahsi prestijini korumak için kendi adını kullanmasına izin vermedi.

• Bugün, Patrik II. Mesrob’a saygı beslediği için o ölene kadar seçim yapılmayacağını söyleyen Başepiskopos Ateşyan, geçen yıl bu vakitler, vakıf başkanlarını birer birer arıyor, ve yapılacak olan seçimde kendi delegesi olma sözü alıyordu. O zaman ona ses çıkaramayan yöneticilerin hepsi, halkın Ateşyan’a olan tepkisini görerek, zaman içerisinde onun yanından uzaklaştı.

Seçimden kaçmak için

Peki, devletin, Ermenilerin ruhani önder seçme hakkını belirsiz bir süre için askıya almasıyla sonuçlanan bu yola nasıl girildi?

Başepiskopos Ateşyan, seçim kararını almasından sonra, sadece çevresindeki vakıf yöneticileriyle sandıkta kazanamayacağını görmeye başladı. Asıl ihtiyacı olan halkın sevgisi ve oyuydu. Ama özellikle komisyon skandalından sonra, seçim artık çantada keklik değildi. O ve çevresindeki klik, seçimden kaçmanın en doğru yol olacağına hükmederek, Patrikliğin Ateşyan’ın idaresinde olmasından hayli memnun olan devletle birlikte hareket etti ve ortaya patrik genel vekilliği ucubesi çıktı.

Bu öyle bir ucubeydi ki, Valilik kanalıyla iletilen hükümet kararında, tek bir kişiye mahsus olmak üzere verilen kisve giyme hakkının, istendiği takdirde, Ruhani Kurul tarafından seçilecek patrik genel vekiline de verilebileceği belirtiliyordu. Yani, II. Mesrob henüz sağ olduğu için yeni bir patrik seçilemeyeceğini söyleyen devlet yazısı, aynı II. Mesrob sağ olduğu halde, kisve giyme yetkisini ondan alıp halk tarafından seçilmemiş bir vekile vermek gibi dehşetli bir çifte standart uygulamaktan çekinmiyordu.

Bunlar olurken, Patrik II. Mesrob’a sevgiyle bağlı olduğunu iddia eden bir grup da, halkın büyük bir samimiyetle istediği seçim hakkını kösteklemek pahasına, o fiziken ölmediği müddetçe patrik seçilemeyeceği tezine yapışıp kalarak, bir tıkaç rolünü benimsiyordu. Oysa, genel vekil veya eşpatrik, ancak patriğin rızasıyla hayata geçirilebilecek unvanlardı. Ancak bu klik, patriğin sağlığıyla ilgili bilgilerin şeffaflığı, iyi bakılıp bakılmadığı, en iyi tedavinin nasıl gerçekleşeceği gibi konularla uğraşmak yerine, mevcut durumdan hiç şikâyet etmeden, hesapçı yöneticilere prim sağlamış oldu. Ayrıca, çok sevdiklerini söyledikleri patriğin hasta bedeninin bu çıkar kavgasının paravanı haline gelmesine razı geldi.

Akbaba olmaya mecbur muyuz?

Ruhani Kurul, yaptığı açıklamada, patrik genel vekili uygulamasının devlet tarafından ihdas edildiği suçlamasına karşı, bu unvanın Ermeni geleneğindeki değabah’lık, yani patrik kaymakamlığı olduğunu iddia ediyor. Bu çok talihsiz bir açıklama, çünkü gerçeklerin üzerini örtme amacını güdüyor. Biliyoruz ki, değabah, patriğin ölümü halinde, seçim sürecini hazırlamak üzere, öngörülebilir ve geçici bir süre için atanan ruhani görevliye verilen ad. Oysa, patrik genel vekilliği, şu anki haliyle, II. Mesrob ölene kadar, yani belirsiz bir süre için görevlendirildi.

Bütün Ermeni toplumunu akbabalar gibi patriğin ölümünü bekler hale sokan bu akıl almaz uygulamayı bu tür yalanlarla savunmak, Ruhani Kurul’un itibarına büyük zarar veriyor. Oysa zaman, bugüne kadar yapılan yanlışları yeni yanlışlarla katmerlendirmenin değil, samimi bir özeleştiriyle, tepkileri dikkate alarak halkın sesine kulak verme zamanı.

Hem patriksiz hem de cemaatsiz bir Patrikhane neye yarar ki?


Vay kez kağak!

Agos, 4 Aralık 2010

Büyükada’daki gasp edilen Rum Yetimhanesi, nihayet gerçek sahibine, Patrikliğe devredildi. Bakmayın büyük gazetelerin haberi Türkiye devletinin gayrimüslimlere yaptığı büyük bir jest gibi sunmasına. Unutmayalım ki, bu işlem, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye’yi mahkûm eden ve genel teamüllerinin dahi dışına çıkarak Türkiye’nin yetimhaneyi iade etmesini “şart koşan” kararının ardından yapılabildi. Yani adalet bir kez daha uzaklardan, ta Strasbourg’dan geldi.

Gelen haberlere göre, yetimhane Ekümenik Patriklik tarafından restore edilecek. Oysa, kiliseye kırk yıl önce el konulmasaydı, orası yetim çocuklara veya muhtaçlara hizmet eden bir yer olarak faaliyetine kesintisiz devam edebilseydi, bugün restorasyona ihtiyaç duyulmadan bina doğal haliyle karşımızda olacaktı. Şimdi ise, elimizde harabe halinde, yıkık dökük dev bir yapı var.

Zalimin zulmü yüzünden geç tecelli eden adalet, tam adalet olamıyor bir türlü... Eğer Türkiye gayrimüslim vatandaşlarına gerçek vatandaş gibi davranabilme olgunluğunu gösteren adil bir devlet olabilseydi, Rumların sayısı bu kadar azalmayacak, yetimhane yetimhane olarak, kilise kilise olarak, okul okul olarak, şu üstteki fotoğraftaki mutfak da mutfak olarak kalabilecekti.

Bugün, iade edilen yetimhanenin kuruluş amaçlarına uygun bir hizmet verebilmesi söz konusu değil, çünkü ayrımcı politikalar nedeniyle ülkedeki Rumların sayısı iki bine kadar düştü. Ve biz adalet bir şekilde tecelli etti diye seviniyoruz...

Ermenicede, “Vay kez kağak, vor takavorıt manug e!” diye bir deyim var.

“Yazık sana şehir, yazık ki kralın daha çocuk!” diye çevirebiliriz.

Yazık bize ki, kralımız bir türlü büyümek bilmiyor.

Solcu ve şair Ecevit

Agos, 4 Aralık 2010

Geçen hafta tüm Türkiye, 19 Aralık 2000’de çeşitli cezaevlerine düzenlenen kanlı ‘Hayata Dönüş’ operasyonunun ardındaki gerçekleri, başta mağdurlardan Hacer Arıkan olmak üzere, birinci el tanıklarından dinledi. On yıl önce, o zamanki iktidarın ve anaakım medyanın el birliğiyle önce hedef haline getirilen, ardından da acımasızca katledilen, sakat bırakılan veya kimyasal silahlarla yakılan insanların hikâyeleri ilk kez geniş kitleler tarafından görüldü, duyuldu. O gün çok kötü, çok vicdansız bir sınav veren Türkiye, topluca mahcup bir günah çıkarma seansındaydı adeta.

On yıl sonra açılan dava, o günleri bir kez daha anımsamamıza neden olurken, bazı önemli ifşaatları da beraberinde getirdi. Bunlar arasında özellikle Zülfü Livaneli’nin Vatan’daki köşesinde aktardığı tanıklık dikkat çekiyordu (28 Kasım).

Livaneli, o günlerde, ölüm orucundaki mahkûmlarla hükümet arasında arabuluculuk görevi üstlenen aydın grubunun bir üyesiydi. Aynı görevi, 1996’da, yani dört yıl önce de üstlenmiş ve anlattığına göre, adalet bakanı tutukluların haklı taleplerini geri çevirince, dönemin başbakanı Necmettin Erbakan’a ulaşılmış, soruna bir çözüm bulunması talep edilmişti. Birçok gencin o geceyi çıkaramayacağını öğrenen Erbakan, “Peki. Bu gece Kadir Gecesi. İsteklerini kabul ediyoruz” diyerek devletin operasyon yapmasını engellemiş ve tutsakların hayatını kurtarmıştı.

Livaneli, cezaevinde bu haberin mutluluğu yaşanırken, Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü’nün, Başsavcı Ferzan Çitici’yi arayıp, “Biz ne güzel operasyon hazırlamıştık. Her şeyi berbat ettiniz!’ diye çıkıştığını söylüyor.

Ancak, benzer bir talep dört yıl sonraki olaylarda bu kez Başbakan Bülent Ecevit’e iletildiğinde ise, bu kez olumlu yanıt alınamayacak, düzenlenen operasyonda 32 kişi öldürülecek, onlarca kişi yaralanacaktı.

Zülfü Livaneli, olayları anlattığı yazısını şu sözlerle bitiriyor: “Sonuçta ‘dinci Erbakan’ genç ölümlere yol açmamış ama ‘solcu-şair Ecevit’ katliam emri vermiş oldu. Bunları anlatmak tarih önünde benim namusum ve sorumluluğumdur.”

Livaneli’yle siyasi anlamda epeyce farklı yerlerde olabiliriz, ama devlet vahşetini ve tetikçileri aşikâr eden bu yazısı nedeniyle ona derinden bir teşekkür borcumuz var.

Marie, Kristina, Bernard

Agos, 4 Aralık 2010

Radikal’den Elif Türkölmez’in güzel yazısı (“Yarım kalan viskiler, sigaralar”) düşürdü Fransız rock grubu Noir Desir’i ve solisti Bernard Cantat’ı hatırıma.

Harıl harıl ve bangır bangır Noir Desir dinlediğim günler vardı. Sekiz on yıl olmuş. Bilen biliyor, Bernard Cantat, sevgilisi Fransız oyuncu Marie Trintignant’ı, Litvanya’da bir otel odasında, içkili ve dumanlı kafalarla yaşanan şiddetli bir tartışmanın ardından öldürdü.

Bernard, Marie’yi öldüresiye sevmiş ve erkeklerin sevgisi bir kadını daha öldürmüştü. Cantat sekiz yıl ceza aldı, Litvanya’da hapse girdi.

Grubun pek çok seveni, cinayet haberinden sonra bir daha Noir Desir dinlemedi. Ellerimiz ‘Play’ tuşuna gitmedi, gidemedi.

2007’de şartlı olarak salıverildiğinde, Cantat’ın yeni bir hayata başlayacak gücü var mıydı bilmiyorum, ama bu yılın başında karısı Kristina Rady intihar edince, onun bir büyük bir yıkım daha yaşadığı kesin.

Türkölmez’in yazısının anlattığına göre, kocasını çılgıncasına seven bir kadındı Rady: “İstisnasız her duruşmaya geliyor, ‘evlilikleri boyunca hiç şiddet görmediğini’ anlatıyor, ‘melek gibi adamdır’ diyor gözyaşlarına boğularak. Cantat’ın bir bakışını yakalamak için bekliyor. Sekiz yıl hapse mahkûm olunca en çok o yıkılıyor. 2007’de şartlı tahliye olunca en çok o seviniyor. Macar asıllı, çok güçlü bir kadın. Yakınları çocuklarına çok düşkün olduğunu, onların kendisini hayata bağladığını söylediğini, ancak Cantat’la olan ilişkisinin kadını fena yıprattığını anlatıyor.”

Aldatılmaya, kocasının bir hemcinsini öldürmesine, hapse girmesine ve daha bir sürü şeye dayanan bu güçlü kadın, demek artık yükü taşıyamaz hale gelmişti ki, hayatına son verdi. Evinin mutfağında, çocukları okuldayken…

30 Kasım tarihli Liberation, Noir Desir’in üyelerinden Denis Barthes’ın yaptığı açıklamaya yer vermiş. Barthes grubun dağıldığını duyurmuş; bütün o acı olayların ardından, grubu yaşatmak için suni teneffüs uygulamayacaklarını söylemiş.

Bunca keder, belli ki Cantat’ın çevresindeki kimsede takat bırakmamış.

Kanayan bir yara: Din özgürlüğü

Agos, 26 Kasım 2010


16-17 Kasım’da Brüksel’de düzenlenen “Din Özgürlüğü: Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Köprüsü” başlıklı konferans, ilginç sunumları ve çarpıcı açıklamalarıyla önemli bir toplantıydı. Konferansa, Devlet Bakanı ve Avrupa Birliği Başmüzakerecisi Egemen Bağış’ın, Heybeliada Ruhban Okulu, Patrik Bartholomeos’un Ekümenik unvanı ve Başepiskopos Aram Ateşyan’ın ‘Patrik Genel Vekili’ atanması hakkındaki açıklamaları damga vurdu.

Toplantının ev sahibi, ABD’de faaliyet gösteren Archons of the Ecumenical Patriarchate adlı örgüttü. Kendilerini Kilise’ye hizmete adamış olan Archon’lar, hayır işleri ve diplomatik faaliyetlerle, Ana Kilise’nin, yani merkezinde Fener’deki Ekümenik Patrikliğin olduğu Ortodoks Kilisesi’nin yararı için çalışıyor. Brüksel’deki Din Özgürlüğü konulu konferans da, sadece Kilise’ye değil, Türkiye’nin demokratikleşmesine de katkıda bulunmak anlamında yararlı tanışma ve tartışmalara vesile oldu. Oturumlara çok sayıda akademisyen, uzman, siyasetçi ve din adamı katıldı. Konferansa riyaset eden Amerika metropoliti Başepiskopos Demetrios, bilge ve nüktedan kişiliği, soğukkanlı değerlendirmeleri ve tartışmaları teşvik eden tavrıyla gerçek bir ruhani duruşu sergiliyordu.

İki günlük konferansın, Avrupa Parlamentosu çatısı altında gerçekleşen ilk ayağı “Köprü” başlığını taşıyordu ve Türkiye’de din özgürlüğü konusunun bir fotoğrafını çekmeyi amaçlıyordu. Bu fotoğraf elbette ki öncelikle sorunları gösteriyordu ve doğaldır ki konuşmalar da bu sorunları göz önüne sermeye odaklanmıştı. Başepiskopos Demetrios’un dikkati çektiği gibi, Türkiye’de mevcut hükümet, Sümela ve Ahtamar’daki ayinler gibi simgelerle, bu meseleleri olumlu bir ruh haliyle konuşma fırsatını sağlıyordu ve şimdi sıra, simgelerin ötesine geçip, gerçek tedavinin yollarını aramaktaydı.

Dünyanın yüzde yetmişi baskı altında yaşıyor

Konferansın açılış konuşmasını yapan Archon’ların başkanı Anthony J. Limberakis’in dikkatini çektiği gibi, dünya üzerinde insanların yüzde yetmişi dini özgürlükleri sınırlı bir ortamda yaşıyorlar ve bu yüzden baskıya uğruyorlar. Bu alandaki huzursuzluk ve çekişmeler, dünyada barışı tehdit ettiği gibi, din, kötü niyetli siyasetleri de perdelemek amacıyla kullanılıyor sıkça. Bu nedenle de, her türlü inancın özgürce yaşanması, dünya üzerinde istikrarın sağlanması açısından büyük önem taşıyor.

Dini özgürlüğün en temel insan hakkı olduğunu söyleyen, ABD’deki Vicdanın Çağrısı (Appeal of Consciesne) Vakfı’nın Başkanı Haham Arthur Schneier, yaptığı konuşmada, kapıları açmak, engelleri aşmak ve kalpleri kazanmak için diyalog ve işbirliğinden başka bir yol olmadığını vurguladı. Bir Holokost kurbanı ve 72 yıl önce yaşanmış Kristal Gece’nin bir tanığı olarak özgürlüklerin kıymetini çok iyi bildiğini ve bunun için de onu bütün insanlık için talep ettiğini söyleyen Schneier, “Bir din adına işlenen suçun, dine karşı işlenmiş suçların en büyüğü olduğunu” ifade etti. Avrupa’nın göçler, İslam korkusu ve Anti-Semitizm gibi sorunlarla cebelleştiğini hatırlatan din adamı, bu sorunları çözmek için büyük krizlerin beklenmeden olumlu adımlar atılması gerektiğini söyledi.

Almanya’daki İnsan Hakları Ofisi’nin yöneticisi Otmar Oehring ise, Türkiye’nin jeopolitik önemi nedeniyle dini özgürlüklerin her zaman uluslararası politikanın bir aracı haline geldiğini vurgulayarak, son yıllarda yaşanan suikastların gösterdiği gibi, vaziyetin hiç de iç açıcı olmadığını ifade etti. Türkiye’de azınlık tanımında ciddi bir sorun olduğunu anlatan Oehring, gayrimüslim toplulukların dini kurumlarının tüzel kişiliklerinin tanınmamasının önüne geçilemeyen sorunlara neden olduğuna işaret etti.

Türkiye çok yol almalı

Türkiye’de, Lozan Anlaşması’na aykırı bir şekilde sadece Rum, Ermeni ve Yahudilerin azınlık olarak değerlendirilmesinin kabul edilemez olduğunu söyleyen Avrupa Hukuk ve Adalet Merkezi yöneticisi Gregor Puppinck ise, AB’nin Yeni Vakıflar Yasası’nın alkışladığını, oysa yasanın önemli bir yenilik sağlamadığını belirtti. Aynı tuzağın Sümela ve Ahtamar ayinlerinde de geçerli olduğunu söyleyen Puppinck, bu tip adımların keyfi kararlara bağlı olmaması gerektiğini ve sistemli bir hal alması gerektiğini ifade ederek, tüzel kişiliğe sahip olmamaları nedeniyle Patrikhanelerin bir banka hesabı açmak imkânından dahi mahrum bırakıldığını vurguladı.

Alevilerin ibadet yerlerinin resmen tanınmadığını ve din eğitiminin de büyük sorunlar taşıdığına dikkat çeken Puppinck, Türkiye’nin din özgürlüğü konusunda alması gereken çok yol olduğunu söyledi.

Konferansın ilgi çekici oturumlarından birinde, Türkiyeli Aleviler adına Alevi Vakıfları Federasyonu Başkanı Doğan Bermek, Katolikler adına Türkiye Dinler Birliği Başkanı Peder Claudio Monge, Rumlar adına Azınlık Vakıfları Temsilcisi Laki Vingas, Protestanlar adına Protestan Kiliseler Birliği’nden Mine Yıldırım, Süryaniler adına ise Dünya Süryani Birliği’nden Johnny Messo konuştular. Aynı oturumda Başepiskopos Aram Ateşyan da konuşmacıydı. Sunumlarda genel vurgu, yasalarda ayrımcılık içermeyen hükümlerin dahi uygulamada ayrımcılığa dönüştüğü, bununla mücadele etmenin de hiç kolay olmadığı yönündeydi.

Doğan Bermek, konuşmasında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın misyoner bir örgüt gibi işleyerek Alevileri Sünnileştirmeye çalıştığını, herkesin ödediği vergilerle yapılandığı halde Sünni inancı dışındakilerin bütçeden pay alamadığını anlattı. Peder Monge dini azınlıkların milli birliğe tehdit olarak algılandığını ve bunun sonucunda da şiddet eylemleriyle karşılaştığını, tek çözümün ise gerçek anlamda laikliğin hayata geçirilmesiyle sağlanabileceğini söyledi.

Konuşmasında Yeni Vakıflar Yasası’nın hükümleri gereğince, daha önce el konulmuş gayrimüslim mülkleri için tanınan yasal başvuru sürecini anlatan Laki Vingas ise, yaklaşık 1700 mülk için yapılan başvurunun sadece 100 kadarının iade edildiğini, diğerlerini bekleyen akıbetin henüz belli olmadığını anlattı. Kanunun olumlu düzenlemelerin yanı sıra pek çok eksikliği de olduğunu anlatan Vingas, farklı dini gruplara ait kurumların yasal statülerinin olmaması nedeniyle büyük zorluklar yaşadıklarını, ayrıca, yeni bir vakıf kurma hakkının hâlâ yasada tanınmadığını anlattı.

Konferansın sonraki oturumlarında Türkiyeli ve yabancı çok sayıda aydın ve hukukçu, sorunların çözüm yolunu tartışmaya devam ettiler. İnsan hakları savunucusu ve hukukçu Orhan Kemal Cengiz gayrimüslim toplulukların Türkiye hukuk sisteminde sahip olduğu hakları anlatırken, Avukat Kezban Hatemi Heybeliada Ruhban Okulu’yla ilgili süreci irdeledi. Dilek Kurban, Cole Durham ve Muna Ndulo’nun katıldığı bir başka oturumda uluslararası hukuk standartlarına göre dini özgürlük konusu irdelendi. Mustafa Akyol Türkiye’de çoğunlukta olan nüfusun gayrimüslimler hakkındaki algı ve paranoyasına ve bunun eğitim kanalıyla nasıl sistemik bir hal aldığına dikkat çekerek meselenin toplumsal ve kültürel yönünü vurguladı.

Konferansa konuşmacı olarak katılan Avrupa Parlamentosu milletvekilleri Renate Sommer ve Konrad Szymanski’nin 11 Eylül sonrası İslam karşıtlığından izler taşıyan ve hiç de yapıcı sayılamayacak konuşmaları durumun Avrupa kültürü açısından da hiç iç açıcı olmadığını gösterirken, Prof. Hüseyin Hatemi’nin, ‘Medeniyetler Çatışması’ teorisinin zararlarını gösteren ve barışçı söylemi öne çıkaran konuşması, doğru yolun hangi değerleri yüceltmekten geçtiğini gösteriyordu.

Konferans boyunca birlikte yenilen her öğünün sonunda, Yahudi, Müslüman ve Hıristiyan inancına mensup bir din adamının kendi dili ve dinince ettiği duaya herkesin eşlik etmesi, konferansa katılanların bu değerleri özümsediğinin bir göstergesi gibiydi. Darısı Türkiye’nin, Avrupa’nın ve tüm dünyanın başına…


Egemen Bağış’tan Patriklik gafları

Başmüzakereci Egemen Bağış konferansın ilk gününde konuştu. Bir önceki oturumda din özgürlüğü konusunda dile getirilen karamsar ve gerçekçi tablonun aksine oldukça mutlu bir Türkiye profili çizen Bağış, hükümetin din özgürlüğü için attığı adımları sıralarken iddialıydı. Müslüman çoğunluğun da din özgürlüğü konusunda ciddi sıkıntılar yaşadığını söyleyen Bağış, yaşadığımız topraklarda Osmanlı döneminden gelen bir ortak yaşam geleneği olduğunu ve bunu yeniden tesis etmek için gerekli reformların yapıldığını anlattı kendisini dinleyenlere. Başmüzakereci, hükümetin Sümela ve Ahtamar gibi jestlerinin yarının daha iyi olacağının müjdecisi olduğunu belirtti.

Bağış’ın konuşmasında daha çok pozitif gelişmeleri öne çıkarması bir politikacı açısından anlaşılır olsa da, kendisini bu toplantıya davet eden ve konuşmasından önce de ödüllendiren organizatörlerin beklentilerini karşılamaktan uzaktı. Archon’lar ve Ekümenik Patriklik, kendisinden özellikle Ruhban Okulu, Patrikliğin tüzel kişiliği ve Ekümenik sıfatının tanınması konusunda geçmiş dönemlerin ulusalcı politikalarını geride bırakacak bir açıklama bekliyorlardı şüphesiz. Ancak bu konularda bırakın bir umut ışığı bulmayı, hayal kırıklığı yaratan açıklamalara tanık oldular.

Konuşmanın ardından kendisine iletilen yazılı sorulara cevap veren Bakan Bağış’ın yanıtları salondaki kimseyi memnun etmedi. Örneğin, Patriğin Ekümenik sıfatının neden tanınmadığı yönündeki soruya Bağış, bu tabirin dini bir içeriği olduğunu, kendisinin de Hıristiyan inancına mensup olmadığı için bu konuda bir değerlendirme yapamayacağını, ancak Ortodoksların diledikleri unvanı kullanmakta özgür oldukları yanıtını verdi. Bağış’ın, ülkede gittikçe azalmakta olan gayrimüslim nüfusun artması için ne gibi planları olduğu yönündeki bir soruya verdiği cevap ise, gayrimüslimlerin bu ülkede hangi koşullar nedeniyle azaldığını hiç dikkate almayan, bu nedenle pek de şık olmayan bir hazırcevaplığı gösteriyordu. Başmüzakereci, nüfuslarının artması için, Başbakan Erdoğan’ın “üç çocuk yapma” önerisini gayrimüslimlerin de benimsemesinin hayırlı olacağını söyledi gülümseyerek...

Bağış’a, konuşması sırasında, salonda bulunan Başepiskopos Aram Ateşyan’dan “patrik”, “eş patrik” gibi sıfatlarla söz etmesinin nedeni; Türkiyeli Ermeni yurttaşların oylarıyla seçilmeyen bir ruhaniyi patrik olarak kabul etmedikleri ve hükümetin “patrik genel vekili” uygulamasıyla neden sürece müdahale ettiği de soruldu... Bağış’ın yanıtı çok sayıda gaf içeriyor ve Patrik II. Mesrob’un rahatsızlığının ardından yaşanan sorunların neden bu kadar çetrefil bir hal aldığını gösteriyordu.

Bakan Bağış, öfkeli bir ifadeyle, bu sorunun Başepiskopos Ateşyan hakkında çok haksız bir suçlama olduğunu söyledi öncelikle. Ateşyan’ın büyük fedakârlıkla, Ermeni toplumunun kendisine patrik olması için bulunduğu ricaları geri çevirdiğini iddia etti. Ruhani büyüğü olan Patrik II. Mesrob’u kardeşi gibi sevdiği için o ölene kadar patrik olmayı, “O koltuğa oturmayı reddettiğini” savundu. Üstelik, ardından da, Ateşyan’ın hükümete, II. Mesrob’un sağlığında kendisine güvenerek vekâlet verdiğine dair belgeler gösterdiğini anlattı ve bunun üzerinde de kendilerinin Ermeni kilisesinin geleneklerince “patrik genel vekili” uygulaması yoluna gittiklerini, Ruhani Kurul’un da Ateşyan’ı oybirliğiyle seçtiğini anlattı.

Neresinden tutsanız elinizde kalacak bu açıklamalar cevaplanması gereken pek çok soru doğuruyordu elbette.

Ermeni Patrikliği makamı, bir ruhaninin bir başkası hakkındaki kardeşlik duygularına bırakılacak bir kurum muydu? Hükümet, bu kilisenin geleneklerinde halkoyuna dayanan bir seçim olduğu gerçeğini nasıl göz ardı edebiliyordu? Patrikhane II. Mesrob’un hastalığı nedeniyle seçim kararı aldığı, bu karar üzerine bir Seçim Müteşebbis Heyeti oluşturulduğu ve seçim için resmi başvuru yapıldığı, hatta aday ruhaniler dahi ortaya çıktığı halde seçim yapılamayacağına hükmeden hükümet, Ermeni Kilisesi’nin iç işlerine hangi hakla karışabiliyordu? Üstelik bu tavrı “din özgürlüğü” konulu bir toplantıda nasıl savunabiliyordu? Başepiskopos Ateşyan’ın kendilerine gösterdiği iddia edilen belgeler hangileriydi? Patrik II. Mesrob, Başepiskopos Ateşyan’a seyahatleri sırasında vermiş olabileceği vekâletler dışında, daha genel, daha kapsayıcı bir vekâlet vermiş olabilir miydi? Eğer durum buysa, Patrik rahatsızlanıp fiilen patriklik yapamayacağını nasıl bilmiş ve Ateşyan’a vekâlet vermişti? Yoksa Ateşyan geçici bazı vekâlet belgelerini hükümete ‘patrik genel vekil’liği için verilmiş gibi mi göstermişti?

Bu soruların hiçbir makul yanıtı olamayacağı aşikâr. Hükümet ve Başepiskopos Ateşyan, görünen o ki, gerçekler üzerine kurulu olmayan bir senaryoyla bir ‘patrik genel vekilliği’ ucubesi yarattılar ve bu durumu tüm Türkiyeli Ermenilere dayattılar.

Bunu yaparken halkın seçim ve söz hakkını görmezden geldiler. Hükümet bu tavrıyla din özgürlüğü konusunda çok olumsuz bir sınav verdiği gibi, halkın sesini bastırıp sadece Başepiskopos Ateşyan’ı muhatap alarak demokratlık açısından da sınıfta kaldı.

Hükümetin neden ısrarla Başepiskopos Ateşyan’ı muhatap kabul ettiği ve Ermeni Kilisesi’ne müdahale eden bir tavır içine girerek eleştirilmeyi göze aldığının yanıtı ise yine aynı konferanstaydı.

Bağış’ın konuşmasından sonra, Türkiyeli farklı dinsel grupların sorunlarının tartışıldığı oturumda, Türkiyeli Aleviler, Katolikler, Rumlar, Protestanlar ve Süryaniler, dilleri döndüğünce, güçleri yettiğince, kendi meşreplerince sorunlarını anlattılar, taleplerde ve önerilerde bulundular. Aynı oturumda Ermeniler adına konuşan Başepiskopos Ateşyan ise, sanki Ermeniler açısından her şey tozpembeymiş gibi, suya sabuna dokunmayan, tatsızlıklara ve olumsuzluklara hiç değinmeyen bir konuşma yaptı ve hükümetin neden kendisini Ermeni Patrikhanesi temsilcisi olarak görmek istediğini de göstermiş oldu.

Eksik

burada 19 Kasım 2010 tarihli yazı olması lazım. aradım ama bulamadım. bulunca yerine koyarım.
r.

Gülünç oyunlara devam mı?

Agos, 12 Kasım 2010

Patrikhaneyle, vakıf yönetimleriyle, okulların bütçe açıklarıyla ilgili meseleleri konuşurken, bir yandan da ve asıl olarak, İstanbullu Ermenilerin kendileri için nasıl bir gelecek tasavvur ettiklerini tartışıyoruz.

Mevcut durumdan kimsenin memnun olmadığı bir gerçek. Sorunların ne olduğu konusunda hemen herkes ittifak halinde; çözüm konusunda herkesin söyleyecek sözü var, ancak ne gariptir ki, çözümü getirecek irade ve pratik adım hiç kimseden gelmiyor.

Herkesin şikâyet ettiği, herkesin konuştuğu ama kimsenin esasen bir şey söylemediği bir acayip dönemdeyiz.

Manzara net. Patriklik seçimi konusunda her şeyi elimize yüzümüze bulaştırmış durumdayız. Organizasyondan yoksunuz. İstanbul’da kaç Ermeni’nin yaşadığını, kaçının neyle uğraştığını, maddi olarak ne durumda olduklarını bilmiyoruz. Vakıflarımız iyi yönetilmiyor. Doğru düzgün bir seçim bile yapamıyoruz. Okullarımız giderek öğrenci ve güç kaybediyor, eğitim kalitesi düşüyor. Ermenice hayattan bütünüyle çekilmiş durumda. Geçmişte kültür hayatının lokomotifi durumundaki dernekler neredeyse atıl halde.

Velhasıl yolunda giden pek bir şey yok ve hepimiz de bunun böyle olduğu konusunda hemfikiriz.

Peki, neden çözüm üretemiyoruz?

Ne acı ki, çözümsüzlüğün birinci nedeni samimiyetsizliğimiz. Hepimiz ortak bir yalanlar havuzunun içinde yüzüyoruz. Sorunları tarif ederken, çözüm önerirken, eleştiri yaparken, hep bir –mış gibi yapma halindeyiz. Sorunları tarif ediyormuş gibi yapıyoruz, eleştiriyormuş gibi yapıyoruz, çözüm öneriyormuş gibi yapıyoruz.

Ermeni toplumu, dehşet verici bir kapalılığın esiri durumunda. Göz önünde olan aktörlerin neredeyse hiçbiri sistemi eleştirmeyi göze alamıyor. Göze alamıyor, çünkü sistem bütünüyle güç ve para odaklı bir düzen öneriyor ve kimse bunu kökten eleştirerek kendisinin ve temsil ettiği kurumun çıkarlarını riske etmek istemiyor. Maddi açığı olan vakıfların yöneticileri, daha rahat durumdaki vakıfların yöneticilerini, onlardan gelecek yardımlardan mahrum kalacakları korkusuyla eleştiremiyor. Eğitimciler, işlerinden olacakları kaygısıyla yöneticiler karşısında söz söyleyemiyor. Bu zincir böyle uzayıp gidiyor.

Dolayısıyla, eninde sonunda hepimiz, var olan sorunların parçası ve bu sığ girdabın da sorumlusuyuz. Eğer durum tahlilini içten bir şekilde yapmaz ve ona göre hareket etmezsek, hızla yuvarlanmakta olduğumuz toplumsal ve kültürel çöküşün de sorumluları olacağız.

Bizi bu noktaya getiren sistemin gerçek bir eleştirisini yapmamız ve kendimize yeni bir yön çizmemiz gerekiyor. Türkiye Ermenilerinin önündeki hayati sınav, olmak ya da olmamak kavgası bu.

Öncelikli hedef, Ermeniliğini ve Türkiyeliliğini gerçekten yaşayabilen, anadilinde konuşup yazabilen, kendini iyi ifade edebilen, dünyayı demokrat ve insancıl bir perspektiften algılayabilen bireyler yetiştirmek olmalı. Çünkü bütün kurumlar ancak insan gücüyle ayakta kalabilir ve gelecek nesillere aktarılabilir.

Bunu yaparken toplumun hali pür mealini ortaya çıkaracak bir röntgenin çekilmesi için çalışmalar yapmalıyız. Mevcut ekonomik sıkıntıların nerelerden kaynaklandığını, hangi alanlarda yetişmiş insan gücü sıkıntısı olduğunu tespit etmeliyiz. Yoksul durumdaki, kendisini dışlanmış hisseden insanlarla bağ kurmalı ve onları kendi hayatlarını idame ettirebilecekleri bir düzeye çıkarabilmeliyiz.

Bunu nasıl gerçekleştirebiliriz?

Patrikhane’nin odakta olduğu, vakıf yönetimi için seçilen yöneticilerin toplum lideri gibi davrandığı, parası çok olanın sözünün geçtiği bir ortamda işlerin yolunda gitmediği çok açık. O zaman, Patrikhane’nin görev ve yetkilerini konuşmalıyız. Vakıfların asli amaçlarını tartışmaya açıp belki yeni örgütlenme modelleri aramalıyız. Okullarda hangi metotları uygularsak başarılı olacağımızı, işinin uzmanı insanları bir araya getirerek kararlaştırmalı ve bu kararları uygulamayı birilerinin iki dudağı arasına bırakmamalıyız.

Velhasıl, yeni zamanların ruhuna uygun arayışların içinde olmalıyız.

Az olmamız, azalıyor olmamız, daima koruma ve korunma güdüsüyle hareket etmemize neden oluyor. Bu bizi akıl almaz bir muhafazakârlığa götürüyor ve salt muhafaza ederek de hiçbir şeyi koruyamıyoruz.

Bunları gerçekten tartışmazsak, Başepiskopos Ateşyan ona nişan vermiş, Üç Horan seçimi yapmamış, baldırıçıplaklar yönetime talip olmuş gibi muhabbetlere daha çok devam ederiz.

Bu sığ çekişme ortamını heyecanlı bulanlar da vardır elbette. Böyle yaşamaya devam da edebiliriz. Bu da bir tercih… Ama bu oyunu oynayanları gülünç hale düşürecek bir tercih.

Gülünç olmaya razıysak, aynen devam.

Bizi geçmişe bağlayan

Agos, 12 Kasım 2010

Misak Toros’u yakından tanımazdım, sadece merhabamız vardı.

İstanbul’daki Ermeni tiyatro sahnelerinin sevilen bir emektarıydı. Gitaristliğiyle, tasarımcılığıyla, oyun-culuğu ve yönetmenliğiyle, hayatı boyunca sanatla yoğrulmuş bir büyüğümüzdü.

Onyıllarca çabalamış, gülmeye, güldürmeye, insanları eğlendirmeye çalışmıştı. Bu, neresinden bakarsanız bakın saygı duyulacak bir emek demektir.

Onu kaybettiğimizi duyduğum an, onunla birlikte kaybettiğimiz şeyin geçmişle kurduğumuz ince bir bağ olduğunu düşündüm. O bağ, bizi dolaylı da olsa Osmanlı zamanlarının İstanbuluna, eski zamanlara ve eskilerin tiyatro sahnesine bağlıyordu.

Misak Toros, bir zamanlar Ermeni oyuncuların ve yönetmenlerin en önemli sürükleyicisi olduğu Osmanlı tiyatro geleneğine doğrudan mensup değildi belki, ama onun gölgesini üzerinde taşıyan, biraz uçarı, biraz çelebi bir havası vardı.

Misak Toros’un gidişiyle, bizi geçmişe bağlayan o ince bağ biraz daha inceldi.

Sevenlerinin başı sağ olsun.

Zirveden dibe ve yeniden umuda

Agos, 5 Kasım 2010

1990’lar, Ermenilerin, onyıllarca süren korkuların ardından, o zamanlar için hayli cesur sayılabilecek eşit yurttaşlık talebiyle ortaya çıktığı ve bu talebin altını da sözle, eylemle doldurduğu bir çıkış dönemiydi.


ASALA suikastları döneminde bir kez daha ‘hain’, ‘köpek’, ‘düşman’ gibi sıfatlarla anılmaya başlanan ve yurtdışına göçe zorlanan, zaten bir avuç kalmış Ermeniler, Kürt siyasi mücadelesinin şiddetlendiği yıllarda bir kez daha itilip kakılırken, aynı Kürt hareketinin açtığı yolu adımlayarak, kendi kimliklerini anlatmaya, uğradıkları haksızlıkları ifade etmeye başladı.


Bu dönemin iki önemli simgesi vardı. İlki, cumhuriyet döneminde kamusal alanda söz söyleme cesaretini gösteren ilk Ermeni entelektüeli olan Hrant Dink’ti şüphesiz. Konuşur ve eylerken hem kendi küçük toplumunun dertlerini dile getiren, hem de onun ve bütün Türkiye’nin dönüşmesine katkıda bulunan bir yordam öneren, o güne kadarkilerden çok farklı, alternatif bir duruştu onunki. İkinci simge ise, doksanlarda yaşanan o toplumsal dönüşümün bir meyvesi olarak patrik seçilen Başepiskopos Mesrob Mutafyan’dı.

Bu iki simgenin 1996’da Agos’ta ve 1998’deki patrik seçimlerinde yan yana gelmesi, birlikte fikir üretmesi tesadüf değildi. Zamanın ruhuyla ilgiliydi. Agos nasıl Ermeni toplumunun içindeki muhafazakâr, tektipçi, dediğim dedikçi zümreye karşı bir başkaldırıysa, patrikliğe, devletin ve onun Ermeniler arasındaki uzantılarının tüm karşı çabalarına rağmen Mutafyan Sırpazan’ın seçilmesi de, Agos’la dışa vurulan cesaretin Ermeni tabanında gördüğü kabulün ilanıydı.

Bu gelişmeler, Türkiye Ermenilerinin yarattığı dönüşümün, karanlık ve sancılı bir devreden geçen, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra kendine bir yol çizmeye çalışan Türkiye’nin epeyce ilerisinde bir siyasal söylem yaratmasına yol açtı. Elli bin kişilik küçücük bir toplum, 70 milyonluk koca bir denizin içinde başka türlü bir vaha yaratma yolunda ilerliyordu.


Ancak, II. Mesrob’un daha seçilir seçilmez, o güne dek kendisini alaşağı etmek için her yolu mubah sayan devletlû zümreye mavi boncuk dağıtmaya girişmesi, kendisine umut bağlayan halktan kesimi hor görüp kendini onlardan soyutlaması, büyük bir hayal kırıklığı yaratacaktı. Ermenilerin devri sabıkı, yani eski rejimi, ayakta duracak zemini bizzat Patriğin şahsında buluyordu bir kez daha.

2000’lerin ilk yıllarında Türkiye’de rüzgârların sertleşmesi, dönüşümü büyük ölçüde sekteye uğrattı. Hrant Dink sistemli bir kampanyayla önce hedef haline getirildi ve sonra aramızdan alındı. II. Mesrob, devletle fazlasıyla içli dışlı olmaktan dolayı, dil ve adalet terazisini yitirdi; Genelkurmay Başkanı’yla görüşerek sorunlara çözüm bulmaktan medet umacak kadar düştü; kendisine verilen yakın koruma polisi kanalıyla kim bilir hangi etkilere, hangi telkinlere maruz kalıp akıl sağlığını yitirdi.

Karanlık bir manzara

Bugün artık başka bir zamanda yaşıyoruz ve bu zaman hiç de iç açıcı değil. Ermeni okullarına giden öğrenci sayısının giderek azaldığı, kültürün gerilediği, ben yaptım olduculuğun, gücün ve paranın egemen olduğu bir dönemden geçiyoruz.

Öncekinin zıddı bu dönemin iki simgesinin, patriklik makamını rehin alan Başepiskopos Ateşyan’la, kendi kendini cemaat başkanı ilan eden Bedros Şirinoğlu olması da tesadüf değil elbette.
Meydanı adeta bomboş bulan, devlete biat edip kendi halkını duymazdan gelen bu iki şahsiyetin yarattığı karanlıktan cesaret alan fırsatçılar da, başlarını artık çok daha rahat çıkarıyor. Her türlü toplumsal ilişki çok daha hızlı kirleniyor.

Onyıllardır pervasız bir güç odağı oluşturan, bütün Ermenilere ait kıt kaynakları dilediği gibi kullanıp göstermelik bilançolar dışında kimseye hesap vermeyen, çöreklendikleri vakfı adeta bir arpalık gibi yöneten Beyoğlu yönetiminin gösterdiği performansın bu kadar bayağılaşabilmesi de elbette ki bu sığlığın ürünü.


Seçimde alışık olmadığı bir şekilde rakip bir liste aday olunca ne yapacağını şaşıran, oylamayı İstanbul geneline açmayıp Feriköy’den, Kurtuluş’tan, Şirinevler’den seçmen taşıyan ve bu durum belgelenince de, dürüst insanların yapacağı gibi istifa etmek yerine dava üstüne dava açan, üstelik açtığı her davayı da kaybeden Beyoğlu yönetimi, bugün de, seçmen listelerini halktan kaçırıyor, yasal sürelere uymadığı gibi, listelerin askıda kalma ve itiraz günlerini resmi tatillere denk getirerek uyanıklık yaptığını zannediyor.


Son birkaç yılda yaşanan sarsıntılar geleneksel ağalık sisteminin hortlamasına, “ağababa” kültürünün canlanmasına yol açtı. On yıl önce Türkiye’nin ilerisinde bir atılımı gerçekleştiren Ermeni toplumu, bugün demokrasi ve çokseslilik kültürü önemli mevziler kazanırken, bu kez büyük bir çöküntü yaşamaya başladı.


Bugünkü zorlu mücadele, ağalık kültürüne, hesap vermez yöneticilere, komisyoncu ruhanilere, halkın olanı halktan saklayan fırsatçılara karşı.


Bu mücadele uzun soluklu olacak, ama atalet içinde kaybedecek vakit yok. Kurtarıcı kahramanlar, ancak çaresiz olanların umududur. Haksızlıklara tepki gösterecek, doğru bildiğimizi ve elimizde kalanları savunacak, patrikhaneyi gerçek bir patrikhane, vakıfları gerçek vakıflar, okulları gerçek okullar, gazeteleri de gerçek gazeteler haline getirecek olanlar yine bizleriz.

Bu muhalefet dinamiğini siz, biz, hepimiz, eninde sonunda bir avuç insan oluşturacağız. Kerameti kendinden menkul başkanlara, koltuk işgalcilerine karşı toplanan imzalar, tepkimizin ateşini gösteriyor. Şimdi artık o ateşi harlandırmanın zamanı.


Bugün Beyoğlu, yarın başka bir mücadele. Kazanılır, kaybedilir... Önemli olan, ilkeli ve dürüst ruhu her daim canlı tutmaya çalışmak. Gerçek ve köklü değişimi ancak bu temiz ruh sağlar. Manzara karanlık olabilir, ama korkması gerekenler bizler değiliz.

Katil kime denir?

Agos, 29 Ekim 2010

Lafı fazla uzatmayalım. Devlet bu cinayetin suç ortağıdır. Yani katildir.

Hem de gözünü kan bürümüş bir katil.

Sadece cinayet işlediği, işlettiği için değil.

Sadece arkadan vuranların arkasında durduğu için değil.

Sadece AİHM’e “o hak etmişti zaten” diyen savunmalar gönderdiği için değil.

Katildir. Çünkü yüz yıldır bitmeyen, bitmek bilmeyen bir Ermeni düşmanlığıyla hareket etmektedir. O düşmanlıkla, devlet içi bütün hesaplaşmalar rafa kalkmakta, öldürülen bir Ermeni olduğu için sessizlik anlaşması yürürlüğe girmekte, başka meselelerde birbirlerini yiyenler, söz konusu bir Ermeni olduğunda birbirlerinin ayağına basmaktan dahi çekinmekte, birbirlerini koruyup kollamaktadır.

Bu, yüzyıllık nefret, yüzyıllık suç ortaklığı, yüzyıllık cinayettir.

*

Cevabı malum sorular o kadar çok ki.

301’den yargılanan, adı kamuoyunda duyulmuş onca insanın arasından sadece Hrant Dink’in ceza alması, hapse mahkûm olması tesadüf müydü?

Onun “Türklüğe hakaret eden Hrant Dink” olarak tanınmasını sağlayan medya operasyonu tesadüf müydü?

Arkasından timsah gözyaşları dökenler, onu hedef haline getirenler değil miydi?

*

Gönlümüzden geçeni, aklımızdan geçeni, aramızda fısır fısır konuştuğumuzu yazalım.

Devletin, katilken çocuk olana, tetikçiye yaptığı muameleyi hatırlayalım.

Onu içerde kim semirtti?

Ona kim sahip çıkıyor?

Onu içerde kim evlendirdi?

Katilin gözlerindeki o küstahlık, kimlerden bulduğu cesaretin alevi?

Onu içerde semirtenler, onu içerde everenler, o birkaç sene sonra dışarı çıktığında ona nasıl bir gelecek sunacak?

Plan yaparken katildi, Agos’un önünde beklerken katildi, tetiği çekerken katildi, kaçarken katildi, yakalanırken katildi. Şimdi, dört sene geçti ve çocuk oldu.

O dört senede adaleti yerine getirmek için en ufak bir çaba gösterilmiş değil. Avukatların hiçbir talebine hakkıyla yanıt verilmiş değil. Devlet görevlilerinin soruşturulması için hiçbir ciddi adım atılmış değil.

Eğer bunların biraz yapılmış, bu yönde biraz iyi niyet gösterilmiş olsaydı, emin olun, tetikçinin çocuk mahkemesinde yargılanmasını dünyanın en olağan gelişmesi olarak değerlendirilecektik.

Oysa şimdi, adalete pranga vurulduğu hissiyatı içimizi kavurup geçiyor.

*

MİT mahkemeye yazı göndermiş. Sabiha Gökçen haberinden sonra Hrant Dink’in İstanbul Valiliği’ne çağrılmasından kurumlarının haberdar olduğunu itiraf etmiş.

Ona, yazdığı yazıların toplumda ‘infiale’ sebep olacağını söylenmiş.

Siz söyleyin Allah aşkına, Türkiye’yi az çok bilen herkes için o davetin tercümesi, “Ayağını denk almazsan kalemin kırılır” demek değil midir?

MİT, şimdi altı sene sonra, bunu itiraf ediyor. Ediyor ama, o dönemki MİT Müsteşarı hakkında, diğer görevliler hakkında neden yaprak kımıldamıyor?

Tetikçi çocuk olabilir, peki katiller kim?

*

Pazartesi günü, mahkemede, devletimiz bize, “AİHM katilin kim olduğunu işaret etti diye sevinmeyin, son sözü hep ben söylerim” dedi.

Tetikçiyi çocuk mahkemesine gönderdiler.

Yarın öbür gün salıverirler de…

Peki katil kime denir?

Katile vur diyen katil değil midir?

Katilin arkasında duran katil değil midir?

*

Ben bu hafta Çoğunluk filmi hakkındayazacaktım. Seren Yüce’nin çektiği gerçek Türkiye fotoğrafını anlatacak, onun açtığı yoldan bir tartışma yürütecektim.

Ben Çoğunluk’u yazamadım, ama bu yazıyı bana çoğunluk yazdırdı.

Sınıf ve kimlik arasında

Agos, 22 Ekim 2010

ÖDP’nin düzenlediği ‘Kürt Sorununda Çözüm Önerileri’ başlıklı çalıştay, anlamlı bir girişimdi. Hem sol adına çözüme mütevazı bir katkı sunmak bakımından, hem de son yıllarda yapıcı siyaset anlamında pek de olumlu bir görüntü çizmemiş partinin bu durumu değiştirmeye çalışması bakımından.

Sosyalist solun Kürt meselesiyle ve Kürtlerle ilişkisi, önemli sorunlar barındırır. Kürt siyasi hareketini kalabalığa ihtiyaç duyulduğunda başvurulacak bir tür insan deposu olarak görmek, Kürtlere karşı bir tür ağbilik konumundan konuşmak, sınıf mücadelesi gibi daha yüce bir alan varken kimlik siyaseti gibi aşağı bir siyaseti tercih ettikleri için onları hor görmek, Kürt hareketinin kökünün dışarıda olduğu iddiasının arkasına gizlenmek bu sorunların başlıcaları.

Çalıştayda, bu arızaların pek çoğunun hafiflemiş, törpülenmiş olduğunu görmek sevindiriciydi. ÖDP Başkanı Alper Taş’ın konuşması, Kürt sorununda demokrat bir perspektifi ortaya koyuyordu. Bunda, sol hareketin giderek daha sınırlı bir kitleyi etkiler hale gelmesinden ileri gelen bir gerçekçilik kadar, Kürt hareketinin geçmişe nazaran rüştünü ispat etmiş olmasının da önemli payı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Sol açısından, ‘Kürtlerden nasıl yararlanabiliriz?’ sorusundan, ‘Kürtler için ne yapabiliriz?’ sorusuna geçmek kendi içinde önemli bir dönüşümü ifade ediyor.

Elbette ki, BDP’lilere, kimlik siyasetini bir kenara bırakıp sınıf siyasetini yükseltmeleri gerektiğini söyleyen konuşmalar da yapıldı salonda, ama onlarda dahi, Kürtlerin Kürt olmaktan kaynaklanan baskılara uğradığını gören daha makul bir anlayışın izleri okunuyordu.

Kürt sorunu elbette ki sınıfsal ‘da’ bir sorun. Ama eski sınıfsallık algılarına sığmayacak kadar çok boyutlu ve kompleks bir mesele aynı zamanda. BDP şüphesiz bu durumun farkında, dolayısıyla, stratejilerini gözden geçirmek, onlardan daha acil olarak sola düşüyor. Sınıf mücadelesinin salt sınıflarla ilişkiden ibaret olmadığına, bütün hak taleplerine duyarlı olmayı gerektiren daha esnek bir mekanizmayı gerektirdiğine dair bir iradeden söz ediyorum.

Kürtlere ağbilik eden anlayışın dönüşmesini olumlu bulurken, Kürt hareketini bir tür siyasi eleştirilmezlik ve dokunulmazlık halesiyle donatmak yolunda bir yüceltmeye gidilmemesi gerektiğini de bir uyarı olarak not etmek lazım. BDP içinde veya dışında, parti politikasından biraz daha bağımsız hareket eden Kürt seslerinin bu toplantıda temsil edilmemesi bir eksiklikti. Bu anlamda, Kürt hareketinde çoğulculuğa kapıları kapatmanın ve BDP yönetimini tek muhatap kabul etmenin sol açısından sorunlu bir tutum olacağını görmek gerekir. Doğru pozisyon, daimi bir dayanışma çağrısı ve yapıcı bir eleştirellik içinde olmaktan geçiyor:

Haklı olmak yeter mi?

Siyasi tutuklamalar ve baskılarla boğuşmak zorunda olan BDP’nin, bir yandan da bölgede geniş bir seçmen tabanına sahip olan ve bunu giderek genişletmeye çalışan AKP’yle rekabet etmesi elbette kolay değil. Ancak bu noktada, rakip partinin Kürt nüfus nezdindeki varlığını kategorik olarak reddetmenin pek de demokratça bir tavır olmayacağını söylemek gerek. ‹ktidar partisinin bir siyasi parti olarak örgütlenme ve çoğalma arzusunu her seferinde “AKP kendi Kürtlerini yaratıyor” diyerek mahkûm etmek de sorunlu ve mücadeleyi sekteye uğratacak bir bakış açısı.

BDP Eşbaşkanı Gülten Kışanak çalıştayda, Kürtlere “Ya asimile ol ya ayrıl!” diyen ulus devlet politikasının yok ediciliğine dair güçlü bir tespitle girdiği konuşmasında, partinin Demokratik Özerklik siyaseti hakkında bilgi verdi. Bir tür yerinden yönetim modeli olan bu programı sadece Kürt illeri için değil bütün Türkiye için arzu ettiklerini söyleyen Kışanak, devletin zaten Kalkınma Ajansları yoluyla Türkiye coğrafyasını 23 bölgeye ayırdığını, kendi önerilerinin de etnik değil bölgesel nitelikli olduğunu ve bunu da çağdaş demokrasinin gereği olarak gördüklerini söyledi.

Yerinden yönetim gerçekten de Türkiye’nin yaşaması gereken dönüşümün en önemli ayağı. Koca bir coğrafyayı Ankara’dan belirlenen yekpare politikalarla yönetmek, yerelin sesine ve taleplerine kulak tıkamak, siyasetin yerinden üretilmesine engel olmak bu köhnemiş rejimin kadim alışkanlığı ve bu alışkanlığın yeni zamanlarda yeri yok. Ancak BDP’nin de bu programın içini nasıl doldurduğunu net bir şekilde açıklaması gerekiyor.

Öte yandan, içi nasıl doldurulursa doldurulsun, tepesinde ‘özerklik’ yazan bir yerinden yönetim paketinin, Türkiye’nin batısında bir bağımsızlık projesi olarak algılanacağına ve daha baştan reddedileceğine de emin olabiliriz.

Bu bakımdan, Orhan Miroğlu’nın demokratik özerklikle ilgili olarak “yanlış zamanda doğru talep” şeklinde ifade ettiği eleştiriyi dikkate almak şart. Koşullar olgunlaşmadan dile getirilen haklı taleplerin, var olan kutuplaşmaları derinleştireceği gibi, meşruiyetini de yitireceğini hesaba katmalı. Bu bakımdan, Türklerin Kürtleri dinlemesinin elzem olduğu kadar, Kürtlerin de Türklerin ruh halini göz ardı etme lüksü olmadığını söyleyebiliriz.

BDP’nin AKP yayılmacılığı karşısında kendi kitlesini toparlama yönünde bir çaba içinde olması elbette ki anlaşılır, ancak meselenin asıl çözümünün Türkleri ikna etmekten geçtiği de unutulmamalı. Milliyetçi pompalamaların etkisi altındaki nüfustan koparılacak her taş, daha demokratik bir Türkiye hedefine biraz daha yaklaşmak anlamına gelecek.

Velhasıl, sadece haklı olmak değil, o haklılığı karşısındakine anlatacak yolları bulmak gerekiyor. Bu da, sadece devletle, hükümetle mücadele etmeyi değil, topluma bakmayı, onları muhatap almayı ve siyasetin dilini buna göre kurmayı gerektiriyor. BDP içerisinde, “Taleplerimizi Fırat’ın batısına nasıl daha inandırıcı ve etkili bir şekilde anlatabiliriz?” sorusuna yanıt arayacak bir farkındalığın daim kılınması büyük önem taşıyor.

Ödevi daha çok Kürtlere yüklemenin haksızlık olarak algılanabileceğinin farkındayım. Ama mevcut durumdan memnun olmayan ve onu değiştirmek isteyenler bizlersek, daha ince stratejiler geliştirmesi gerekenler de bizleriz.

Zaman, hayat ve doğa üstüne

Agos, 15 Ekim 2010

Şehir hayatının hercümerci dışında da bir hayatın mümkün olduğunu hatırlıyor muyuz hiç?

Rüzgârın uğultusunu, yaprakların hışırtısını, kıyıya vuran dalgaların şırıltısını, balıkçı teknelerinin pata patalarını, ağustosböceklerinin bitmek bilmeyen cırıltısını, yaşlı adamın toprağı havalandırmak için kullandığı çapanın zemine değerken çıkardığı sesi hatırlıyor muyuz?

Adına hayat dediğimiz, ardı ardına eklenmiş telaşlı günlerin büyük şehirlerde hiç dinmeyen yorgunluğundan çok başka, ondan çok ayrı bir hayatın ve zamanın varlığını, biz içine girsek de girmesek de sürüp gittiğini duyumsatan doğanın sesini veya sessizliğini en son ne zaman duyduk?

Süs ve püsle, haz ve hırsla, yerine koymadan harcamakla doldurduğumuz koca bir dünya ve “modern” hayatımızda çok farklı akan bir zaman var bugün. Yetişmemiz gereken onca iş, meşguliyetlerimiz, koşturmacamız, varmak istediğimiz yerler, amaçlarımız, fethedilecek hedeflerimiz...

Oysa, tiktakları nabzımıza kafa tutsun diye kolumuza taktığımız mekanik saatlerin, şaşmaz pilli saatlerin, işe geç kalmayalım diye bizi uyaran dijital saatlerin gösterdiğinden çok farklı, biz farkına varsak da varmasak da akıp giden başka bir zaman daha var. Biz o ‘geniş’ zamanın farkına, kimi zaman ayna karşısında saçımıza aklar düştüğünü gördüğümüzde, kimi zaman çocuğumuz yuvadan uçup gittiğinde, hayatımızın belli başlı dönemeçlerinde varırız. Farkına varırız da, o farkındalığı bir idrake dönüştürmez, o idrakin gerektirdiği olgunlukla davranmak yerine, belki beş dakikalık bir arınmadan sonra, yine yüreğimizi karartıp, günlük hırslarımızın peşine düşeriz.

Hiçbir zaman hükmedemeyeceğimiz, istediğimiz gibi eğip bükemeyeceğimiz genişlikte bir zaman yokmuş, her şey takvimlerimizin denetimi altındaymış gibi yaşamaya devam etmek için, yüzümüzde beliren kırışıklıkları, saçımıza düşen akları, bedenimizin bir yerlerinde biriken kiloları, cilt kremiyle, botoksla, saç boyasıyla, sporla, şu ya da bu ‘operasyonla’ geri çevirmeye çalışmakla içine düştüğümüz haller ne gülünç!

Kendimizi doğanın efendisi ve sahibi saydığımız için mi yok farz edebilir, durdurduğumuzu düşünürüz zamanı?

Zamanın doğal, gerçekten doğal, güneşle, ayla, mevsimlerle belirlenen akışına meydan okumak, geceyi gündüze çevirip hayatı 24 saatlik dilimlere ayırmak basit bir matematik işlemi midir sadece? Dönüp duran, sonsuz sayıda tekrardan, alışkanlıklardan, alışkanlıktan kaynaklanan bir rahatlıktan ibaret eski zamanı, durmadan ilerleyen, ilerlerken bir sürü şeyi ardında bırakan, ancak yeni zaferleri hedef göstererek var olabilen obur bir yeni zamanla ikame etmek, insan hayatında çok daha derin bir dönüşümü işaret etmiyor mu?

Ahmet Haşim, 1921’de kaleme aldığı, alaturka zaman ölçüsünün alafranga saatle değişmesinin geleneksel olanda açtığı o hazin yarayı deştiği meşhur ‘Müslüman Saati’ yazısında, Türkiye’de günlük hayatta Batılı saatin benimsenmesi ve Doğulu saatin gerilere düşüp camilere ve muvakkithanelere bırakılmış, işe yaramaz bir ‘eski saat’ durumuna gelmesinin, yaşama bakış biçimimizde vahim bir tesire sahip olduğunu söyler mealen.

Haşim’in de işaret ettiği gibi, zamanın muhayyilemizdeki anlamının kökten değişmesi sandığımızdan da çok etkiledi yaşayışımızı. Hayatı fethetmenin en önemli gailemiz haline gelmesi, bize, kazanılacak ve harcanacak paralardan başka konuşacak şey bırakmadı adeta. Eski vakitlere ait bir değer olan kanaatkârlık söz dağarcığımızdan silindi ve yaşamın özü tamah etmeye indirgendi.

İnsan evladının yarattığı medeniyetin gelip dayandığı yerde doğanın anbean tükenmesi, belki yarın yaşayacak bir dünya bulamayacak olmamız, bir yerlerde yanlış yaptığımızı göstermiyor mu hâlâ? Neden kendimizi bu yanlışla yüzleşmesi gerekenlerin, sorumlu olanların dışında tutuyoruz? Neden dünya giderek yok olurken bizler umursamazca havalara bakıp ıslık çalmaya devam ediyoruz?

Doğanın ve zamanın efendisi olmaktan vazgeçmek ve “uygun adım ileri doğru” yürüyüşümüzün yolundan kendi isteğimizle sapmamız gerek. Hem doğanın, hem de bizim kurtuluşumuz ancak böyle mümkün olacak.

Bunun hangi yol yordamla olacağını bilmiyoruz belki, ama dönüp dönüp kendimize sormamız gerek: Nasıl? Nasıl?

Standart

Agos, 15 Ekim 2010

Pek çoğumuz gibi, Kusturica’nın geçmişte neler yapmış, neler söylemiş olduğunu ben de bilmiyordum. Hâlâ da tam olarak bildiğim söylenemez, çünkü medya bu konuda, birkaç istisna dışında, bilgi vermek yerine meseleyi daha da mistikleştiren bir gazeteciliği tercih etti ve berrak bir Kusturica portresi okuma şansına sahip olamadık.

Ama zaten Kusturica’dan çok, bizim ne yaptığımız, bizim nasıl davrandığımız önemli... Ve bu açıdan bakıldığında da, hakkında herhangi bir hukuki karar olmayan ancak siyasi geçmişi epeyce tartışmalı bir yönetmeni, üstelik bizim davet ettiğimiz bir yönetmeni, Türkiye’ye geldikten sonra apar topar geri dönmek zorunda bırakan tepkimizin, en azından ölçüsüz olduğu söylenebilir.

Bu tepkinin haklı ya da haksız olduğunu konusunda fikir beyan edecek durumda değilim. Bosnalıların, Kusturica’nın geçmişteki açıklamaları ve yaptıklarından dolayı derinden incinmiş olduklarını da çok iyi anlıyor ve onların duygularını paylaşıyorum. Ama, Kusturica’ya tepki gösteren ‘Türkler’in pek çoğunun kendilerine yönelik bir eleştirellik içerisinde olmadıklarını görünce de şaşırmadan edemiyorum.

“Türkler asıl kendi tarihlerine, Ermenilere yaptıklarına baksınlar!” deme kolaycılığına düşecek değilim... Ama bütün bu olan bitende, Necati Sönmez’in Bianet’te yayımlanan ve basın sayfamızda iktibas ettiğimiz o güçlü yazısında anlattığı “çifte standardı” görmemek de imkânsız.

Başbakan’ı “Benim ecdadım öyle şey yapmaz!” diyen; daha dün Darfur soykırımcısı El-Beşir’i bağrına basan; birkaç yıl önce Hitler’in kitabının yüz binlerce okunduğu; iktidar partisi Irak’taki işgale destek çıkan; İsrail’in en önemli askeri ve stratejik ortaklardan biri olduğu; askerleri, öldürülen Kürt gerillaların kulağını kesen bir memlekette, tek bir insanın, tek bir adamın üzerine, üstelik kendisine atfedilen sözleri reddettiği halde, yaşananları bir kez de basının önünde “soykırım” olarak tanımladığı halde, vurun abalıya misali bu kadar çullanılmasında bir gariplik yok mu?

Soykırımın insanlığa karşı işlenmiş en büyük şey olduğunu düşünmeye başlamak elbette ki olumlu bir gelişme. Ama insan biraz da olsa kendine dönüp bakmaz mı hiç?

MHP’nin panik atağı

Agos, 8 Ekim 2010

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin yüzlerce partiliyle birlikte Ani’de kıldığı cuma namazı, referandum sonrasında partilerin kendilerini yeni şartlara göre konumlandırma arayışlarının bir ürünü.

Bugünlerde en azından söylemsel düzeyde daha fazla demokrasi vaaz ederek, stratejik adımlarla, iki ileri bir gerilerle AKP’yi köşeye sıkıştırmayı ve gündemi bizzat belirleyerek zeminini genişletmeyi arzu eden CHP’nin aksine, anlaşılan MHP daha sert, daha karanlık ve sığ sulara çekilmeyi uygun görmüş.

Bahçeli böylece muhtemelen, hem tepkisel milliyetçi tabandaki savrulmanın önüne geçmeyi, hem AKP’nin reformcu siyasetinin korkuttuğu muhafazakâr-milliyetçi tabandan oy almayı, hem de CHP’nin yeni ve daha esnek siyasetiyle tatmin olamayacak ulusalcı hassasiyetleri kendi kazanç hanesine yazmayı umuyor.

Partinin bu konuda bir başka hesabı ve mesajı da, AKP’nin gelecekteki muhtemel ‘Ermeni açılımları’na yönelik. Bahçeli, hükümete “Ermenistan’la diyaloğu güçlendirir ve sınırı açmaya kalkarsan, bu ülkedeki bütün milliyetçi muhalefeti harekete geçirir, dünyayı sana dar ederim!” mesajı veriyor.

Bugüne kadar Ermeniler ve Ermenistan konusunda attığı her adımda milliyetçi tepkileri hesaba katan, İsviçre’de imzalanan protokolleri bu tepkiler nedeniyle sulandıran ve nihayetinde askıya alan AKP’yi en hassas olduğu yerden vurarak gelecekteki normalleşmenin önüne geçmeye çalışan MHP, referandumdaki başarısızlığını Ermeni karşıtlığıyla telafi etmeyi planlıyor.

Her fetih gibi mütecaviz

Türkiye’de anaakım medya, Bahçeli’nin ve MHP’lilerin cuma namazının üzerinde pek fazla durmadı. Örneğin, hiçbir büyük gazete, bu olayı manşetine taşımaya değer görmedi. Basının bu sessizleştirme tavrı, MHP yönetimindeki aklıevvel birilerinin, daha önce kimsenin aklına gelmeyen bir işe kalkışıp Ani’deki Surp Asdvadzadzin katedralinde namaz kararı almasının yarattığı hicap duygusundan mı kaynaklanıyordu acaba? Kim bilir...

Halbuki olayın, gündelik siyasetin ötesine geçen çok daha derin anlamları var. Bunların başında, Bahçeli’nin konuşmasında “Yeniden fethederiz!” sözleriyle dikkat çektiği fütuhat, yani fetihçilik zihniyetine yapılan gönderme geliyor.

Ani, tıpkı MHP’lilerin bir günlüğüne de olsa ibadete açılmasına tepki gösterdiği Ahtamar’daki Surp Haç Kilisesi gibi, Ermeniler açısından tarihi ve dini önem taşıyan önemli bir simge. Ermeni Gamsaragan ve Pakraduni prenslikleri döneminde büyük gelişme gösteren, İpek Yolu’nun bu önemli menzili, 1045’te Bizans egemenliğine geçmiş, ardından da, 1064’te Selçuklu beylerine teslim olmuştu. Ancak Ani’deki ana katedral, 12. yüzyıldan sonra da Hıristiyanların ibadet ettiği bir kilise olmayı sürdürdü.

Surp Asdvadzadzin katedralinin güney cephesinde yer alan bir kitabede, “Ermeni devrinin 450. yılında (1001)... Tanrı ve Ermenilerin ruhani lideri Katolikos tarafından onurlandırılmış Sarkis ve Ermeni ve Gürcüler şahenşahı Gagik’in şanlı hükümdarlığı zamanında, ben, Sünik Kralı Vasak’ın kızı, Ermeniler Kraliçesi Katranide, kendimi Tanrı’nın lutfuna emanet ederek, zevcim Gagik şahenşahın emri üzerine, Ulu Smbat’ın temelini attığı bu kutsal katedrali inşa ettirdim...” diye yazar.

MHP’lilerin Ani’yi yeniden fethi, bugün Türkiye-Ermenistan sınırında yer alan bu kadim kentin, şu anki sahibinin kim olduğunun tüm dünyaya duyurma amacı da taşıyordu. Ama bunun pek de ‘dünyalı’ bir hareket olduğu söylenemez… Zira, başka bir halkın, başka bir dinin ‘aziz’ bildiği, dünyaya mal olmuş evrensel bir tarihsel eserin ibadet görünümü altında da olsa zaptı, yüzlerce insanın bir anda o harabelerin çevresinde biterek, alelacele uydurulmuş halıfleksler üzerinde namaz kılması, günümüzde kabul gören hiçbir değerle bağdaşmıyor. MHP’liler bilmiyor olabilir, ama fetihler devri çoktan kapandı.

Son olarak, Ani’de namaz, her fetih gibi, aşırı ölçüde eril bir zihniyeti de yansıtıyor. Bir ‘kutsal’a, bir ‘mahrem’e böylesine hoyratça ayak basılması, onun ele geçirilmesi, ona kendi damgamızın vurulması, savaşlarda, soykırımlarda görülen ve kadınların kurban olduğu, son örneklerini Bosna’da ve Ruanda’da gördüğümüz erkek mütecavizliğinin bir benzeri. MHP, Ani’deki namazıyla, bu mütecaviz zihniyeti paylaşmaktan gurur duyduğunu cümle âleme göstermiş oldu.