Katil kime denir?

Agos, 29 Ekim 2010

Lafı fazla uzatmayalım. Devlet bu cinayetin suç ortağıdır. Yani katildir.

Hem de gözünü kan bürümüş bir katil.

Sadece cinayet işlediği, işlettiği için değil.

Sadece arkadan vuranların arkasında durduğu için değil.

Sadece AİHM’e “o hak etmişti zaten” diyen savunmalar gönderdiği için değil.

Katildir. Çünkü yüz yıldır bitmeyen, bitmek bilmeyen bir Ermeni düşmanlığıyla hareket etmektedir. O düşmanlıkla, devlet içi bütün hesaplaşmalar rafa kalkmakta, öldürülen bir Ermeni olduğu için sessizlik anlaşması yürürlüğe girmekte, başka meselelerde birbirlerini yiyenler, söz konusu bir Ermeni olduğunda birbirlerinin ayağına basmaktan dahi çekinmekte, birbirlerini koruyup kollamaktadır.

Bu, yüzyıllık nefret, yüzyıllık suç ortaklığı, yüzyıllık cinayettir.

*

Cevabı malum sorular o kadar çok ki.

301’den yargılanan, adı kamuoyunda duyulmuş onca insanın arasından sadece Hrant Dink’in ceza alması, hapse mahkûm olması tesadüf müydü?

Onun “Türklüğe hakaret eden Hrant Dink” olarak tanınmasını sağlayan medya operasyonu tesadüf müydü?

Arkasından timsah gözyaşları dökenler, onu hedef haline getirenler değil miydi?

*

Gönlümüzden geçeni, aklımızdan geçeni, aramızda fısır fısır konuştuğumuzu yazalım.

Devletin, katilken çocuk olana, tetikçiye yaptığı muameleyi hatırlayalım.

Onu içerde kim semirtti?

Ona kim sahip çıkıyor?

Onu içerde kim evlendirdi?

Katilin gözlerindeki o küstahlık, kimlerden bulduğu cesaretin alevi?

Onu içerde semirtenler, onu içerde everenler, o birkaç sene sonra dışarı çıktığında ona nasıl bir gelecek sunacak?

Plan yaparken katildi, Agos’un önünde beklerken katildi, tetiği çekerken katildi, kaçarken katildi, yakalanırken katildi. Şimdi, dört sene geçti ve çocuk oldu.

O dört senede adaleti yerine getirmek için en ufak bir çaba gösterilmiş değil. Avukatların hiçbir talebine hakkıyla yanıt verilmiş değil. Devlet görevlilerinin soruşturulması için hiçbir ciddi adım atılmış değil.

Eğer bunların biraz yapılmış, bu yönde biraz iyi niyet gösterilmiş olsaydı, emin olun, tetikçinin çocuk mahkemesinde yargılanmasını dünyanın en olağan gelişmesi olarak değerlendirilecektik.

Oysa şimdi, adalete pranga vurulduğu hissiyatı içimizi kavurup geçiyor.

*

MİT mahkemeye yazı göndermiş. Sabiha Gökçen haberinden sonra Hrant Dink’in İstanbul Valiliği’ne çağrılmasından kurumlarının haberdar olduğunu itiraf etmiş.

Ona, yazdığı yazıların toplumda ‘infiale’ sebep olacağını söylenmiş.

Siz söyleyin Allah aşkına, Türkiye’yi az çok bilen herkes için o davetin tercümesi, “Ayağını denk almazsan kalemin kırılır” demek değil midir?

MİT, şimdi altı sene sonra, bunu itiraf ediyor. Ediyor ama, o dönemki MİT Müsteşarı hakkında, diğer görevliler hakkında neden yaprak kımıldamıyor?

Tetikçi çocuk olabilir, peki katiller kim?

*

Pazartesi günü, mahkemede, devletimiz bize, “AİHM katilin kim olduğunu işaret etti diye sevinmeyin, son sözü hep ben söylerim” dedi.

Tetikçiyi çocuk mahkemesine gönderdiler.

Yarın öbür gün salıverirler de…

Peki katil kime denir?

Katile vur diyen katil değil midir?

Katilin arkasında duran katil değil midir?

*

Ben bu hafta Çoğunluk filmi hakkındayazacaktım. Seren Yüce’nin çektiği gerçek Türkiye fotoğrafını anlatacak, onun açtığı yoldan bir tartışma yürütecektim.

Ben Çoğunluk’u yazamadım, ama bu yazıyı bana çoğunluk yazdırdı.

Sınıf ve kimlik arasında

Agos, 22 Ekim 2010

ÖDP’nin düzenlediği ‘Kürt Sorununda Çözüm Önerileri’ başlıklı çalıştay, anlamlı bir girişimdi. Hem sol adına çözüme mütevazı bir katkı sunmak bakımından, hem de son yıllarda yapıcı siyaset anlamında pek de olumlu bir görüntü çizmemiş partinin bu durumu değiştirmeye çalışması bakımından.

Sosyalist solun Kürt meselesiyle ve Kürtlerle ilişkisi, önemli sorunlar barındırır. Kürt siyasi hareketini kalabalığa ihtiyaç duyulduğunda başvurulacak bir tür insan deposu olarak görmek, Kürtlere karşı bir tür ağbilik konumundan konuşmak, sınıf mücadelesi gibi daha yüce bir alan varken kimlik siyaseti gibi aşağı bir siyaseti tercih ettikleri için onları hor görmek, Kürt hareketinin kökünün dışarıda olduğu iddiasının arkasına gizlenmek bu sorunların başlıcaları.

Çalıştayda, bu arızaların pek çoğunun hafiflemiş, törpülenmiş olduğunu görmek sevindiriciydi. ÖDP Başkanı Alper Taş’ın konuşması, Kürt sorununda demokrat bir perspektifi ortaya koyuyordu. Bunda, sol hareketin giderek daha sınırlı bir kitleyi etkiler hale gelmesinden ileri gelen bir gerçekçilik kadar, Kürt hareketinin geçmişe nazaran rüştünü ispat etmiş olmasının da önemli payı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Sol açısından, ‘Kürtlerden nasıl yararlanabiliriz?’ sorusundan, ‘Kürtler için ne yapabiliriz?’ sorusuna geçmek kendi içinde önemli bir dönüşümü ifade ediyor.

Elbette ki, BDP’lilere, kimlik siyasetini bir kenara bırakıp sınıf siyasetini yükseltmeleri gerektiğini söyleyen konuşmalar da yapıldı salonda, ama onlarda dahi, Kürtlerin Kürt olmaktan kaynaklanan baskılara uğradığını gören daha makul bir anlayışın izleri okunuyordu.

Kürt sorunu elbette ki sınıfsal ‘da’ bir sorun. Ama eski sınıfsallık algılarına sığmayacak kadar çok boyutlu ve kompleks bir mesele aynı zamanda. BDP şüphesiz bu durumun farkında, dolayısıyla, stratejilerini gözden geçirmek, onlardan daha acil olarak sola düşüyor. Sınıf mücadelesinin salt sınıflarla ilişkiden ibaret olmadığına, bütün hak taleplerine duyarlı olmayı gerektiren daha esnek bir mekanizmayı gerektirdiğine dair bir iradeden söz ediyorum.

Kürtlere ağbilik eden anlayışın dönüşmesini olumlu bulurken, Kürt hareketini bir tür siyasi eleştirilmezlik ve dokunulmazlık halesiyle donatmak yolunda bir yüceltmeye gidilmemesi gerektiğini de bir uyarı olarak not etmek lazım. BDP içinde veya dışında, parti politikasından biraz daha bağımsız hareket eden Kürt seslerinin bu toplantıda temsil edilmemesi bir eksiklikti. Bu anlamda, Kürt hareketinde çoğulculuğa kapıları kapatmanın ve BDP yönetimini tek muhatap kabul etmenin sol açısından sorunlu bir tutum olacağını görmek gerekir. Doğru pozisyon, daimi bir dayanışma çağrısı ve yapıcı bir eleştirellik içinde olmaktan geçiyor:

Haklı olmak yeter mi?

Siyasi tutuklamalar ve baskılarla boğuşmak zorunda olan BDP’nin, bir yandan da bölgede geniş bir seçmen tabanına sahip olan ve bunu giderek genişletmeye çalışan AKP’yle rekabet etmesi elbette kolay değil. Ancak bu noktada, rakip partinin Kürt nüfus nezdindeki varlığını kategorik olarak reddetmenin pek de demokratça bir tavır olmayacağını söylemek gerek. ‹ktidar partisinin bir siyasi parti olarak örgütlenme ve çoğalma arzusunu her seferinde “AKP kendi Kürtlerini yaratıyor” diyerek mahkûm etmek de sorunlu ve mücadeleyi sekteye uğratacak bir bakış açısı.

BDP Eşbaşkanı Gülten Kışanak çalıştayda, Kürtlere “Ya asimile ol ya ayrıl!” diyen ulus devlet politikasının yok ediciliğine dair güçlü bir tespitle girdiği konuşmasında, partinin Demokratik Özerklik siyaseti hakkında bilgi verdi. Bir tür yerinden yönetim modeli olan bu programı sadece Kürt illeri için değil bütün Türkiye için arzu ettiklerini söyleyen Kışanak, devletin zaten Kalkınma Ajansları yoluyla Türkiye coğrafyasını 23 bölgeye ayırdığını, kendi önerilerinin de etnik değil bölgesel nitelikli olduğunu ve bunu da çağdaş demokrasinin gereği olarak gördüklerini söyledi.

Yerinden yönetim gerçekten de Türkiye’nin yaşaması gereken dönüşümün en önemli ayağı. Koca bir coğrafyayı Ankara’dan belirlenen yekpare politikalarla yönetmek, yerelin sesine ve taleplerine kulak tıkamak, siyasetin yerinden üretilmesine engel olmak bu köhnemiş rejimin kadim alışkanlığı ve bu alışkanlığın yeni zamanlarda yeri yok. Ancak BDP’nin de bu programın içini nasıl doldurduğunu net bir şekilde açıklaması gerekiyor.

Öte yandan, içi nasıl doldurulursa doldurulsun, tepesinde ‘özerklik’ yazan bir yerinden yönetim paketinin, Türkiye’nin batısında bir bağımsızlık projesi olarak algılanacağına ve daha baştan reddedileceğine de emin olabiliriz.

Bu bakımdan, Orhan Miroğlu’nın demokratik özerklikle ilgili olarak “yanlış zamanda doğru talep” şeklinde ifade ettiği eleştiriyi dikkate almak şart. Koşullar olgunlaşmadan dile getirilen haklı taleplerin, var olan kutuplaşmaları derinleştireceği gibi, meşruiyetini de yitireceğini hesaba katmalı. Bu bakımdan, Türklerin Kürtleri dinlemesinin elzem olduğu kadar, Kürtlerin de Türklerin ruh halini göz ardı etme lüksü olmadığını söyleyebiliriz.

BDP’nin AKP yayılmacılığı karşısında kendi kitlesini toparlama yönünde bir çaba içinde olması elbette ki anlaşılır, ancak meselenin asıl çözümünün Türkleri ikna etmekten geçtiği de unutulmamalı. Milliyetçi pompalamaların etkisi altındaki nüfustan koparılacak her taş, daha demokratik bir Türkiye hedefine biraz daha yaklaşmak anlamına gelecek.

Velhasıl, sadece haklı olmak değil, o haklılığı karşısındakine anlatacak yolları bulmak gerekiyor. Bu da, sadece devletle, hükümetle mücadele etmeyi değil, topluma bakmayı, onları muhatap almayı ve siyasetin dilini buna göre kurmayı gerektiriyor. BDP içerisinde, “Taleplerimizi Fırat’ın batısına nasıl daha inandırıcı ve etkili bir şekilde anlatabiliriz?” sorusuna yanıt arayacak bir farkındalığın daim kılınması büyük önem taşıyor.

Ödevi daha çok Kürtlere yüklemenin haksızlık olarak algılanabileceğinin farkındayım. Ama mevcut durumdan memnun olmayan ve onu değiştirmek isteyenler bizlersek, daha ince stratejiler geliştirmesi gerekenler de bizleriz.

Zaman, hayat ve doğa üstüne

Agos, 15 Ekim 2010

Şehir hayatının hercümerci dışında da bir hayatın mümkün olduğunu hatırlıyor muyuz hiç?

Rüzgârın uğultusunu, yaprakların hışırtısını, kıyıya vuran dalgaların şırıltısını, balıkçı teknelerinin pata patalarını, ağustosböceklerinin bitmek bilmeyen cırıltısını, yaşlı adamın toprağı havalandırmak için kullandığı çapanın zemine değerken çıkardığı sesi hatırlıyor muyuz?

Adına hayat dediğimiz, ardı ardına eklenmiş telaşlı günlerin büyük şehirlerde hiç dinmeyen yorgunluğundan çok başka, ondan çok ayrı bir hayatın ve zamanın varlığını, biz içine girsek de girmesek de sürüp gittiğini duyumsatan doğanın sesini veya sessizliğini en son ne zaman duyduk?

Süs ve püsle, haz ve hırsla, yerine koymadan harcamakla doldurduğumuz koca bir dünya ve “modern” hayatımızda çok farklı akan bir zaman var bugün. Yetişmemiz gereken onca iş, meşguliyetlerimiz, koşturmacamız, varmak istediğimiz yerler, amaçlarımız, fethedilecek hedeflerimiz...

Oysa, tiktakları nabzımıza kafa tutsun diye kolumuza taktığımız mekanik saatlerin, şaşmaz pilli saatlerin, işe geç kalmayalım diye bizi uyaran dijital saatlerin gösterdiğinden çok farklı, biz farkına varsak da varmasak da akıp giden başka bir zaman daha var. Biz o ‘geniş’ zamanın farkına, kimi zaman ayna karşısında saçımıza aklar düştüğünü gördüğümüzde, kimi zaman çocuğumuz yuvadan uçup gittiğinde, hayatımızın belli başlı dönemeçlerinde varırız. Farkına varırız da, o farkındalığı bir idrake dönüştürmez, o idrakin gerektirdiği olgunlukla davranmak yerine, belki beş dakikalık bir arınmadan sonra, yine yüreğimizi karartıp, günlük hırslarımızın peşine düşeriz.

Hiçbir zaman hükmedemeyeceğimiz, istediğimiz gibi eğip bükemeyeceğimiz genişlikte bir zaman yokmuş, her şey takvimlerimizin denetimi altındaymış gibi yaşamaya devam etmek için, yüzümüzde beliren kırışıklıkları, saçımıza düşen akları, bedenimizin bir yerlerinde biriken kiloları, cilt kremiyle, botoksla, saç boyasıyla, sporla, şu ya da bu ‘operasyonla’ geri çevirmeye çalışmakla içine düştüğümüz haller ne gülünç!

Kendimizi doğanın efendisi ve sahibi saydığımız için mi yok farz edebilir, durdurduğumuzu düşünürüz zamanı?

Zamanın doğal, gerçekten doğal, güneşle, ayla, mevsimlerle belirlenen akışına meydan okumak, geceyi gündüze çevirip hayatı 24 saatlik dilimlere ayırmak basit bir matematik işlemi midir sadece? Dönüp duran, sonsuz sayıda tekrardan, alışkanlıklardan, alışkanlıktan kaynaklanan bir rahatlıktan ibaret eski zamanı, durmadan ilerleyen, ilerlerken bir sürü şeyi ardında bırakan, ancak yeni zaferleri hedef göstererek var olabilen obur bir yeni zamanla ikame etmek, insan hayatında çok daha derin bir dönüşümü işaret etmiyor mu?

Ahmet Haşim, 1921’de kaleme aldığı, alaturka zaman ölçüsünün alafranga saatle değişmesinin geleneksel olanda açtığı o hazin yarayı deştiği meşhur ‘Müslüman Saati’ yazısında, Türkiye’de günlük hayatta Batılı saatin benimsenmesi ve Doğulu saatin gerilere düşüp camilere ve muvakkithanelere bırakılmış, işe yaramaz bir ‘eski saat’ durumuna gelmesinin, yaşama bakış biçimimizde vahim bir tesire sahip olduğunu söyler mealen.

Haşim’in de işaret ettiği gibi, zamanın muhayyilemizdeki anlamının kökten değişmesi sandığımızdan da çok etkiledi yaşayışımızı. Hayatı fethetmenin en önemli gailemiz haline gelmesi, bize, kazanılacak ve harcanacak paralardan başka konuşacak şey bırakmadı adeta. Eski vakitlere ait bir değer olan kanaatkârlık söz dağarcığımızdan silindi ve yaşamın özü tamah etmeye indirgendi.

İnsan evladının yarattığı medeniyetin gelip dayandığı yerde doğanın anbean tükenmesi, belki yarın yaşayacak bir dünya bulamayacak olmamız, bir yerlerde yanlış yaptığımızı göstermiyor mu hâlâ? Neden kendimizi bu yanlışla yüzleşmesi gerekenlerin, sorumlu olanların dışında tutuyoruz? Neden dünya giderek yok olurken bizler umursamazca havalara bakıp ıslık çalmaya devam ediyoruz?

Doğanın ve zamanın efendisi olmaktan vazgeçmek ve “uygun adım ileri doğru” yürüyüşümüzün yolundan kendi isteğimizle sapmamız gerek. Hem doğanın, hem de bizim kurtuluşumuz ancak böyle mümkün olacak.

Bunun hangi yol yordamla olacağını bilmiyoruz belki, ama dönüp dönüp kendimize sormamız gerek: Nasıl? Nasıl?

Standart

Agos, 15 Ekim 2010

Pek çoğumuz gibi, Kusturica’nın geçmişte neler yapmış, neler söylemiş olduğunu ben de bilmiyordum. Hâlâ da tam olarak bildiğim söylenemez, çünkü medya bu konuda, birkaç istisna dışında, bilgi vermek yerine meseleyi daha da mistikleştiren bir gazeteciliği tercih etti ve berrak bir Kusturica portresi okuma şansına sahip olamadık.

Ama zaten Kusturica’dan çok, bizim ne yaptığımız, bizim nasıl davrandığımız önemli... Ve bu açıdan bakıldığında da, hakkında herhangi bir hukuki karar olmayan ancak siyasi geçmişi epeyce tartışmalı bir yönetmeni, üstelik bizim davet ettiğimiz bir yönetmeni, Türkiye’ye geldikten sonra apar topar geri dönmek zorunda bırakan tepkimizin, en azından ölçüsüz olduğu söylenebilir.

Bu tepkinin haklı ya da haksız olduğunu konusunda fikir beyan edecek durumda değilim. Bosnalıların, Kusturica’nın geçmişteki açıklamaları ve yaptıklarından dolayı derinden incinmiş olduklarını da çok iyi anlıyor ve onların duygularını paylaşıyorum. Ama, Kusturica’ya tepki gösteren ‘Türkler’in pek çoğunun kendilerine yönelik bir eleştirellik içerisinde olmadıklarını görünce de şaşırmadan edemiyorum.

“Türkler asıl kendi tarihlerine, Ermenilere yaptıklarına baksınlar!” deme kolaycılığına düşecek değilim... Ama bütün bu olan bitende, Necati Sönmez’in Bianet’te yayımlanan ve basın sayfamızda iktibas ettiğimiz o güçlü yazısında anlattığı “çifte standardı” görmemek de imkânsız.

Başbakan’ı “Benim ecdadım öyle şey yapmaz!” diyen; daha dün Darfur soykırımcısı El-Beşir’i bağrına basan; birkaç yıl önce Hitler’in kitabının yüz binlerce okunduğu; iktidar partisi Irak’taki işgale destek çıkan; İsrail’in en önemli askeri ve stratejik ortaklardan biri olduğu; askerleri, öldürülen Kürt gerillaların kulağını kesen bir memlekette, tek bir insanın, tek bir adamın üzerine, üstelik kendisine atfedilen sözleri reddettiği halde, yaşananları bir kez de basının önünde “soykırım” olarak tanımladığı halde, vurun abalıya misali bu kadar çullanılmasında bir gariplik yok mu?

Soykırımın insanlığa karşı işlenmiş en büyük şey olduğunu düşünmeye başlamak elbette ki olumlu bir gelişme. Ama insan biraz da olsa kendine dönüp bakmaz mı hiç?

MHP’nin panik atağı

Agos, 8 Ekim 2010

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin yüzlerce partiliyle birlikte Ani’de kıldığı cuma namazı, referandum sonrasında partilerin kendilerini yeni şartlara göre konumlandırma arayışlarının bir ürünü.

Bugünlerde en azından söylemsel düzeyde daha fazla demokrasi vaaz ederek, stratejik adımlarla, iki ileri bir gerilerle AKP’yi köşeye sıkıştırmayı ve gündemi bizzat belirleyerek zeminini genişletmeyi arzu eden CHP’nin aksine, anlaşılan MHP daha sert, daha karanlık ve sığ sulara çekilmeyi uygun görmüş.

Bahçeli böylece muhtemelen, hem tepkisel milliyetçi tabandaki savrulmanın önüne geçmeyi, hem AKP’nin reformcu siyasetinin korkuttuğu muhafazakâr-milliyetçi tabandan oy almayı, hem de CHP’nin yeni ve daha esnek siyasetiyle tatmin olamayacak ulusalcı hassasiyetleri kendi kazanç hanesine yazmayı umuyor.

Partinin bu konuda bir başka hesabı ve mesajı da, AKP’nin gelecekteki muhtemel ‘Ermeni açılımları’na yönelik. Bahçeli, hükümete “Ermenistan’la diyaloğu güçlendirir ve sınırı açmaya kalkarsan, bu ülkedeki bütün milliyetçi muhalefeti harekete geçirir, dünyayı sana dar ederim!” mesajı veriyor.

Bugüne kadar Ermeniler ve Ermenistan konusunda attığı her adımda milliyetçi tepkileri hesaba katan, İsviçre’de imzalanan protokolleri bu tepkiler nedeniyle sulandıran ve nihayetinde askıya alan AKP’yi en hassas olduğu yerden vurarak gelecekteki normalleşmenin önüne geçmeye çalışan MHP, referandumdaki başarısızlığını Ermeni karşıtlığıyla telafi etmeyi planlıyor.

Her fetih gibi mütecaviz

Türkiye’de anaakım medya, Bahçeli’nin ve MHP’lilerin cuma namazının üzerinde pek fazla durmadı. Örneğin, hiçbir büyük gazete, bu olayı manşetine taşımaya değer görmedi. Basının bu sessizleştirme tavrı, MHP yönetimindeki aklıevvel birilerinin, daha önce kimsenin aklına gelmeyen bir işe kalkışıp Ani’deki Surp Asdvadzadzin katedralinde namaz kararı almasının yarattığı hicap duygusundan mı kaynaklanıyordu acaba? Kim bilir...

Halbuki olayın, gündelik siyasetin ötesine geçen çok daha derin anlamları var. Bunların başında, Bahçeli’nin konuşmasında “Yeniden fethederiz!” sözleriyle dikkat çektiği fütuhat, yani fetihçilik zihniyetine yapılan gönderme geliyor.

Ani, tıpkı MHP’lilerin bir günlüğüne de olsa ibadete açılmasına tepki gösterdiği Ahtamar’daki Surp Haç Kilisesi gibi, Ermeniler açısından tarihi ve dini önem taşıyan önemli bir simge. Ermeni Gamsaragan ve Pakraduni prenslikleri döneminde büyük gelişme gösteren, İpek Yolu’nun bu önemli menzili, 1045’te Bizans egemenliğine geçmiş, ardından da, 1064’te Selçuklu beylerine teslim olmuştu. Ancak Ani’deki ana katedral, 12. yüzyıldan sonra da Hıristiyanların ibadet ettiği bir kilise olmayı sürdürdü.

Surp Asdvadzadzin katedralinin güney cephesinde yer alan bir kitabede, “Ermeni devrinin 450. yılında (1001)... Tanrı ve Ermenilerin ruhani lideri Katolikos tarafından onurlandırılmış Sarkis ve Ermeni ve Gürcüler şahenşahı Gagik’in şanlı hükümdarlığı zamanında, ben, Sünik Kralı Vasak’ın kızı, Ermeniler Kraliçesi Katranide, kendimi Tanrı’nın lutfuna emanet ederek, zevcim Gagik şahenşahın emri üzerine, Ulu Smbat’ın temelini attığı bu kutsal katedrali inşa ettirdim...” diye yazar.

MHP’lilerin Ani’yi yeniden fethi, bugün Türkiye-Ermenistan sınırında yer alan bu kadim kentin, şu anki sahibinin kim olduğunun tüm dünyaya duyurma amacı da taşıyordu. Ama bunun pek de ‘dünyalı’ bir hareket olduğu söylenemez… Zira, başka bir halkın, başka bir dinin ‘aziz’ bildiği, dünyaya mal olmuş evrensel bir tarihsel eserin ibadet görünümü altında da olsa zaptı, yüzlerce insanın bir anda o harabelerin çevresinde biterek, alelacele uydurulmuş halıfleksler üzerinde namaz kılması, günümüzde kabul gören hiçbir değerle bağdaşmıyor. MHP’liler bilmiyor olabilir, ama fetihler devri çoktan kapandı.

Son olarak, Ani’de namaz, her fetih gibi, aşırı ölçüde eril bir zihniyeti de yansıtıyor. Bir ‘kutsal’a, bir ‘mahrem’e böylesine hoyratça ayak basılması, onun ele geçirilmesi, ona kendi damgamızın vurulması, savaşlarda, soykırımlarda görülen ve kadınların kurban olduğu, son örneklerini Bosna’da ve Ruanda’da gördüğümüz erkek mütecavizliğinin bir benzeri. MHP, Ani’deki namazıyla, bu mütecaviz zihniyeti paylaşmaktan gurur duyduğunu cümle âleme göstermiş oldu.

Artık çözülsün

Agos, 8 Ekim 2010

Türkiye’de laiklik sorunu, Türkiye’nin laik olmaması sorunudur. Bugün başörtüsünü bir sorun haline getiren devletin, dinsel alandaki iktidarı kimselere bırakmak istemeyişinden ileri gelen jakoben laiklik anlayışıdır.

Rejim, üniversiteleri, genç kadınların okul kapısında ancak başörtülerini çıkarıp içeri girebildikleri ‘laik ibadethane’lere dönüştürdü. Gencecik insanlar, laiklik dininin gereklerini hakkıyla eda eylemeleri için ‘ikna odaları’na alındı, başlarını örtmekte ısrar edenler peruk takmaya zorlandı. Fikirsel ve bedensel bütünlüğü ihlal edilen buöğrenciler kim bilir hangi travmalarla boğuşmak zorunda kaldı.

Başörtüsü sorunu, Türkiye’de kendini modern sayan kesimin totaliter eğilimlerini açığa çıktığı bir turnusol testi oldu. Gündelikçi Fatma Hanım’ın başını örtmesinde bir sakınca görmeyenler, Fatma Hanım’ın saçını süpürge edip okuttuğu kızı Emine’nin, başını örttüğü için üniversitede okuyamayacağını savundular. Bunu da, başörtüsü serbest kalırsa, “Mahalle baskısı” nedeniyle Anadolu’da başını örtmeyen kimse kalmayacağı gerekçesine dayandırdılar. Böylece, gelecekte hep birlikte muhalefet edebileceğimiz ve ihtimal düzeyinde olan bir ihlali bahane ederek bugün insanları mağdur ettiler.

Başörtüsü meselesinde AKP de sütten çıkmış ak kaşık değil şüphesiz. Zorunlu din derslerinin kaldırılması, cemevlerinin ibadethane olarak tanınması, Sünni İslam’ın Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yapısının değiştirilmesi gibi adımları atmaması, başörtüsü meselesinin çözümünde hükümetin elini kolunu bağladı. Çok sayıda genç kadın başörtüsü taktıkları için üniversiteye gidemezken, varlıklı ailelerin çocuklarının yurtdışında başlarını örterek okuyabilmelerini sindirebilmesi ise, AKP’nin bu konuda kendi doğal tabanında dahi eleştirilmesine neden oldu.

Bugün, bir kez daha ve kim bilir kaçıncı kez başörtüsünü konuşuyoruz. Yine siyasi manevraların ve hesapların parçası olarak... Oysa artık kaybedilen yıllara ve bunca insana yazık olduğunu anlamak ve bunun sorumluluğuyla hareket etmek gerekiyor.

Roussef’in düşündürdüğü

Agos, 1 Ekim 2010

Dünya basını, Brezilya’da devlet başkanı Lula da Silva’nın halefi olması için işaret ettiği ve 3 Ekim’de ilk kadın devlet başkanı seçilmesi beklenen Dilma Roussef’in gerilla geçmişini mercek altına aldı son günlerde. Ülkedeki askeri diktatörlük döneminde POLOP (İşçi Politikası) örgütüne üye olan ve sonraki yıllarda silahlı direnişe katılan Bulgaristan kökenli Roussef, Lula döneminde enerji bakanlığı ve genel sekreterlik görevlerini üstlenmişti.

Brezilya’dakinden çok farklı bir realite geçerli olsa da, Türkiye’de de büyük barışmanın yolu, geçmişte elinde silah tutmuş, dağlarda dolaşmış militanların gelecekte özgürce siyaset yapabilmesinden geçiyor. Belki de gelecekte bir gün, silahlı mücadele içinde yer almış kimi Kürtler de Meclis’te siyaset yapacaklar. fiu an için ağza alınması bile büyük bir günah, ama düzlüğe çıkabilmemiz için yarın her şey bugünden farklı olmalı zaten.

Geçmişte, II. Meşrutiyet’in ihtilal havasının etkisiyle, bir büyük dönüşüm gerçekleşmiş ve Abdülhamit döneminin Ermeni fedai liderleri Meclis-i Mebusan’a girmişti. 1908’de seçilen 10 Ermeni mebustan beşi, daha önce dağa çıkıp savaşmış gerillalardı. Taşnaktsutyun’un Erzurum mebusları Vartkes Serengülyan ve Karekin Pastırmacıyan, Van mebusu Vahan Papazyan, Muş mebusu Keğam Der Garabedyan, Hınçaklardan seçilen Kozan mebusu Hampartzum Boyacıyan (Murad), mecliste diğer etnik gruplardan yurttaşlarıyla birlikte Osmanlı yurdunun kalkınması için çaba göstermişlerdi.

Vahan Papazyan, anılarında Meclis Başkanı Ahmed Rıza ile Meclis’te tanışmalarını aktarır. Erzurum Mebusu Vartkes Efendi, Papazyan’ı Ahmed Rıza’ya, “dağlardan inen bir fedai” olarak tanıtır. Dönemin önemli siyasi aktörlerinden biri olan Ahmet Rıza, bu sözlere, “Ne güzel! Güvenilir dostlarımız meşrutiyetin kurumlarını savunmak için dağlardan inip meclise geliyorlar” diyerek karşılık verir.

Papazyan’larla aynı coğrafyayı paylaşan Kürt fedailerinin dağlardan inip meclise girmelerini sağlayacak bir siyasi atmosfer, en büyük sorunumuzun çözülmüş olması anlamına gelecek. Bugün siyasi düzlemde söz söyleyen herkes Türkiye’yi bu geleceğe hazırlamakla yükümlü.

Anadil zarf değil mazruf olmalı

Agos, 1 Ekim 2010

Aynı anda bir sürü ağır mevzuyu bir arada tartışmaktan kaynaklanan bir baş dönmesinden mustaribiz. Konuşa konuşa bir yerlere gidiyoruz da, bu muhabbetin bizleri nereye götüreceği hakkında pek bir fikrimiz yok.

Kürtçe eğitim tartışmaları da, anadilde eğitim konusunda evrensel düzeydeki çalışmalar dikkate alınmadan yapılıyor, kaba siyasetin malzemesi olmaktan kurtulamıyor. Almanya’ya gittiğinde oradaki Türkiyelilerin Türkçe eğitim hakkını savunan, bu hakkın verilmemesinin asimilasyon anlamına geleceğini yüksek perdeden haykıran Başbakan, sıra Türkiye’deki Kürtlere gelince, onların “azınlık” değil, “Türkiye’nin asli sahibi” olduklarını ve statülerinin farklı olduğunu söyleyerek, anadillerinde eğitim alamayacağını iddia edebiliyor.

“Asli sahip” olana hak görülmeyeni “azınlık” olana uygun görmek, Erdoğan’a özgü, ondan gayrı kimsenin anlayamayacağı bir garip denklem.

Bu tartışmalar yaşanırken, devlet mekanizması, yenilik görünümü altında dahi eski âdetlerini sürdürmenin yollarını her nasılsa buluyor. Birkaç yıldır yılan hikâyesine dönen, Milli Eğitim Bakanlığı’nın Ermenice ders kitapları basarak Ermeni okullarında ücretsiz dağıtma meselesi de sonunda hayata geçirildi.

Ama malum, Türkiye’de ders kitapları, tek parti zihniyetinden kalma kaba bir otoriteryenizmin sözcülüğünü yapıyor. Velhasıl, bu çevirilerden de pek “dünyalı” bir şey çıkmıyor. Yine her sayfada milliyetçilik, devletçilik, ayrımcılık var. Çocuklar bayrakla, resmi ideolojiyle, Türklükle, bu kez Ermenice olarak “eğitiliyorlar.”

İşte, devletin Ermeni yurttaşları için Ermenice kitap basıp dağıtması gibi önemli ve hoş görünümlü bir adım da, hevesinizi kursağınızda bırakan bir garabete dönüşüyor.

Tek başına bu örnek dahi, çok dilli eğitim tartışmalarının ne kadar önemli olduğunu gösteriyor bize. Zarfa değil, mazrufa bakmak gerekiyor. Mazruf otoriter ve tektipçi olduktan sonra, zarfın üstünde Türkçe mi, Ermenice mi, Kürtçe mi yazdığı çok da önemli değil.

Taşnaktsutyun’a düşen

Agos, 1 Ekim 2010

Şahan Ardzruni’nin Ahtamar’daki ayinden bir gün önce Van’da vereceği konser başından beri hatalarla doluydu. Yanlış anlaşılmasın, Van’da, ünlü ve yetenekli bir Ermeni sanatçının ayinden önce bir konser vermesinin elbette büyük bir anlamı vardı, bu konuda şüpheye yer yok. Ama etkinliğin organize ediliş biçimi, Ardzruni’nin bu konserle ilgili temaslara ta Amerika’da, Türkiye Büyükelçiliği’nde başlaması ve her şeyin diplomatik bir çerçevede devlet tarafından organize edilmesi, insana soğuk, tatsız bir duygu veriyordu.


Geçen hafta, Ahtamar izlenimlerini aktarırken, konser salonuna hâkim olan resmi ve sıkıcı havadan dem vurmuş, koca koca bayraklarla süslü salonda polis telsizleri eşliğinde müzik dinmek zorunda kalmaktan şikâyetçi olmuştuk. Oysa, bu konser Van halkıyla, yerel STK’larla, belediyeyle birlikte kotarılsaydı, çok daha farklı duygular uyandıracak ve eminiz çok daha farklı bir atmosferde gerçekleşecekti.

Şimdi, Ardzruni, yetkililerle yaptığı anlaşma üzerine, bu konseri Amerika’da tekrarlayacak. Okuyoruz ki, Amerikalı bazı Ermeni gruplar, bu konseri protesto etmek için çağrı yapmaya başlamışlar. Yapılanı Türk dışişleri propagandasının bir parçası olarak gördüklerinden, insanları konsere katılmamaya, boykot etmeye çağırıyorlar.

Devletin Ahtamar’la ilgili hareket tarzındaki hataları ve diasporanın haleti ruhiyesini göz önüne aldığınızda anlaşılır ve demokratik bir tepki bu; kimsenin de insanların konseri izlememe kararının meşruiyeti üzerine söyleyeceği söz olmamalı.

Ancak, bir Taşnaktsutyun yetkilisinin konuyla ilgili açıklaması için aynı şeyi söylemek mümkün değil. “Ardzuni’nin yeteneğini çok takdir ediyoruz, ama ona siyasi konulardan uzak durmasını tavsiye ediyoruz” diyen parti temsilcisinin yaptığı, sanatçıya açıkça gözdağı vermekten, onu tehdit etmekten başka bir şey değil.

Bu tutum demokrat bir siyasi partiye asla yakışmaz. Taşnaktsutyun da eğer demokrat bir parti olduğunu söylüyorsa, bu açıklamanın yarattığı kötü izleri silmek için hemen harekete geçmeli ve Ardzruni’den özür dilemeli.

Ahtamar’dan dönüşte

24 Eylül 2010

Her şey karmakarışıktı Ahtamar’da.

Van’da, tarihin bu büyük başkentindeydik. Van’da, 1915’in en kanlı olaylarının yaşandığı kentteydik. Van’da, Kürt sorununun en hararetli olduğu bölgedeydik. Anıt müze, kilise, haç, bir günlük ibadet izni, Akdamar, boykot derken, beyinlerimiz pirinç lapasına dönmüş, hislerimiz vurgun yemişti.

Bir tarafta bütün güzelliğiyle deniz, bir tarafta bütün yok olmuşluğuyla eski Van; bir tarafta bütün fukaralığı ve anlaşılmazlığıyla bugünkü Van; bir tarafta insanı isyan ettiren bir sıkışmışlık, kapalılık ve fukaralık... Havada, adeta elle tutulur bir gerçeklik olarak Kürt kimliği, ve günlük hayatın Batı’da olduğundan çok farklı akan ritmi...

Yüz küsur yıl önce, Ermeni devrimciler Abdülhamit zulmüne karşı önce bağımsız Ermenistan, daha sonra meşruti bir hükümet için gerilla savaşı yürütürken, şu çıplak tepelerden mi geçiyorlardı Osmanlı topraklarına? Seksen küsur yıl sonra, önce bağımsızlık, sonra kültürel tanınma için mücadele eden Kürt gerillaların kullandığı geçitler mi bunlar?

Orası Vosdanik Manug Adoyan’ın, namıdiğer Arshile Gorky’nin doğduğu köy mü? Burası, Naregatsi’nin ‘Madyan Voğperkutyun’unu yazdığı inziva yeri mi? Varak İncili’nin bulunduğu Varakavank’tan geriye kala kala bunlar mı kalmış? Ardzruni krallarının inşa ettirdiği görkemli saraylar nerede? ?amiram’ın yaptırdığı söylenen o muhteşem sulama sisteminden iz kalmış mı acaba? Van yöresindeki yüzlerce Ermeni manastırı ve kilisesine ne oldu? Ya okullar? Peki ya insanlar?

Kaygı ve küskünlük

Van’a giderken, had safhada siyasileşmiş bir gündemin içine girmenin, o gündemin aktörü ve bir anlamda piyonu olmanın gerginliğini taşıyorduk üzerimizde. Aklımızda pek çok soru ve pek çok cevap vardı.

Devlet, bize bizim olanı bir günlüğüne de olsa ödünç vermesini nasıl olur da büyük bir lütuf gibi sunardı? Bu kilise neden anıt müze olarak açılmıştı? Neden ‘Ahtamar’ değil de ‘Akdamar’dı? Haç neden yerinde değildi? Van’a giderek devlet propagandasına alet mi oluyorduk? Hiç yerimizden kalkmamalı, bu propaganda pisliğini üzerimize bulaştırmayıp boykot mu etmeliydik? Yoksa, “Yetmez ama evet” deyip oraya gitmeli ve devletin kendi muradı için sağlamış olduğu zeminden mi yararlanmalıydık?

Cumartesi günü, Çarpanak adasındaki kiliseye gidiyoruz diyerek çıktığımız yol, türlü aksaklıklardan sonra Ahtamar’a çıkınca, gerginliğimiz daha da arttı. Kilisenin alnında, açılış zamanında olduğu gibi Atatürk posteri ve bayrak olmadığına görünce bir oh çektik. Akşam güneşinde kilise ne kadar güzelse, kilisenin etrafını saran polis, özel güvenlik, tesisatçı, gazeteci, televizyoncu kalabalığı da o kadar can sıkıcıydı. Buraya bir Hisus gerekti; kiliseyi pazar yerine çevirenleri elinde kırbacıyla korkutup, babasının, yani Tanrı’nın evinde ticaret yapamayacaklarını, çıkıp gitmelerini söyleyecek bir Hisus...

Ama birilerine dışarı çıkmalarını söyleyen Hisus değil, elhamdülillah Müslüman özel güvenlik görevlisi oldu. Üstelik dışarı çıkardıkları da, biz Ermeni ‘ziyaretçiler’di. Saat altı oluyordu, Ahtamar kapanacaktı, kilisenin yarınki büyük güne hazırlanması gerekiyordu. Kışkışlandık.

Akşam, Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ndeki ?ahan Arzruni konseri, içimize yayılmaya başlayan acının yoğunluğunu artırmaktan başka bir işe yaramadı. İki koca bayrak ve iki Atatürk posteriyle süslü salonda, polis telsizleri eşliğinde dinlediğimiz Arzruni, Gomidas’ın doğum tarihinden, nerelerde eğitim aldığından söz etti etmesine de, onun başından geçenlere dair tek bir söz söylemedi.

Her şey değişiyor

İşte böyle, ayin sabahı, adaya doğru giderken, dağlar, deniz ve güneş gülümseyip bizlere göz kırparken, pek de iyi durumda değildik. Ama adaya çıktıktan sonrası için bambaşka şeyler söylemek lazım.

Bir kere, kalabalık olmak güzeldi. Orada, Lübnan’dan, Los Angeles’tan, Marsilya’dan, Gürcistan’dan, ve elbette en çok da İstanbul’dan gelen Ermeniler arasında, adanın ve kilisenin birkaç saatliğine de olsa Ermenileşmesine tanıklık ettik. Önceleri ortalıkta şüpheli ve kaygılı adımlarla dolaşırken, bembeyaz başörtüleriyle dua okuyan, kilisenin duvarlarına başlarını dayayıp kim bilir hangi devasız dertleri, hangi dermansız yaraları, hangi tövbesiz günahları için tanrılarına yakaran insanlar doluşup etrafı sardıkça, çan sesleri duyulup koronun sesi göğe yükselince, kadınlar, ama en çok kadınlar, kollarını göğe doğru açıp yukarılara doğru bakınca, sanki bir yerlerden komut verilmiş gibi birdenbire ağlamaya başlayınca, biz farkına dahi varmadan bir şeyler değişmeye, bir şeyler insanileşmeye başladı. Onca kavga konusu olan haç bile, sanki yerine konmadığı için değil, insanların arasına karışmak, onlarla birlikte poz vermek için aşağılarda olmayı tercih etmişti.

İşte orada, o anda, Ermeni’si, Kürd’ü, Hıristiyan’ı, Müslüman’ı, dönmesi, gizli Ermeni’si, yüz yıl aradan sonra aralanan kapının yarın sonuna kadar açılacağını biliyorlardı sanki. Biz daha hiçbir şey söylemeden, “Siz merak etmeyin, biz bu işin arkasında duracağız. Haç da yerine konacak, kilise de kilise olacak” diyen Vanlıların içtenliğiydi asıl dikkate almamız gereken. Dua edenlerin mutluluğu, “Haçımız da olsaydı ne güzel olurdu, ama olsun, seneye mutlaka olur” diyen yaşlı kadının umudu olmalıydı nirengi noktamız.

Velhasılıkelam, herkes siyasetini yaptı elbette – devlet de, kilise de, partiler de, gazeteler de. Biliyoruz, Ahtamar meselesi ve daha bir sürü meselemiz böyle yarım yamalak tartışılmaya devam edecek. Ama, insanlar var: Asıl bilge olanlar. Onların, dokundukları her şeyi insanileştirmesi için daha çok fırsat yaratabilmek gerek.


Yıldönümü

Agos, 10 Eylül 2010

Hayat, olduğu gibi’ dördüncü yılını doldurdu, beşincisine girdi. Geride kalan dört mevsimin üzerinden kuşbakışı geçiyoruz bu hafta.


Güz

Eylül: Ardaşes Harutyunyan yazıyor: “Sadece güzelliği hissedebildiğimiz takdirde yaşamın bir ilginçliği vardır. Herhalde bütün boşlukların içinde en güzeli, güzelliğin boşluğudur. Şüphesiz, bu bir zevk meselesi. Benim hakikatim budur. Başkalarının da kendi hakikatleri olduğunu kabul ederim. Öyledir de zaten. Aksini iddia etmek, yersiz ve yararsızdır.” (19 Nisan 1911) / Aret Gıcır’ın Yerevan tablolarına bakınca, Ermenistan’ın, ilk kez duduksuz, folklorsuz, kebapsız, “birbirimize ne kadar çok benziyoruz”suz bir tasvirini görüyoruz. Kafdağı’nın ardındaki uzak ülkeyi değil, dünyanın içinden geçtiği değişim-dönüşüm devriyle temas eden bir kenti, tüm salınım ve savrulmalarıyla aksettiren tuvaller.

Ekim: Ceylan, bu yıl devlet görevlileri tarafından öldürülen beşinci Kürt çocuğu. Hakkari’de 14 yaşındaki Abdülsamet Erip, Van’da 8 yaşındaki Maziye Aslan, Siirt’te 10 yaşındaki Hakan Uluç, Şırnak’ta 16 yaşındaki Caziye Ölmez. Çocuk katili devlet… / Türk aydınının diasporayla imtihanı: Yerinden yurdundan edilmiş, topraklarına el konmuş, kiliseleri yağmalanmış bu insanlardan kalan mülkler üzerinde güzel güzel oturup, diaspora hakkında söz söylemek hangi vicdana sığar?

Kasım: Anadili meselesi: Yok sayılmak bizleri mağduriyet diline hapsediyor. Bunun çıkar yol olmadığının farkındayız, bir çıkış bulma derdindeyiz. O yüzden anlatıyoruz kendimize dair bütün bu ilkokul bilgilerini, dünyanın en gizemli sırlarıymışçasına. Artık duyun diye… / Başepiskopos Ateşyan’ın Kayseri konuşması üstüne: Devlete sadakat beyan ederek belki Patrik olabilirsiniz, ancak adil olmadıkça, gerçek bir ruhani ve bir önder olmanız mümkün değildir.

Kış

Aralık: Yeruhan’dan İstanbul’a mektup: “Mamüretülaziz, 11 Ekim 1914... Böyle bir vakitte “çoluk çocuk”la beraber Anadolu’nun ta diplerinde bir yerde olmak kolay şey değil. Bir gün sağ salim görüşebilecek miyiz acaba?” / DTP’nin kapatılması: Bugün Kürt meselesini parti kapatarak, Kürtlerin seslerini bastırarak çözeceklerini sanan aklıevvellere karşı hep birlikte mücadele etmezsek, yarın çok geç olacak.

Ocak: Yasımız bize, daha iyi insanlar olmak, başkalarının yüreğine nüfuz etmek, ortak dertlerimize birlikte derman bulmak istiyorsak, başkalarının acısını duymaya amade olmamız gerektiğini öğretiyor. / Hayatın sırlarından biri de, çocukların ana babalarına, nesillerin kendilerinden önce gelenlere karşı yarışında değil mi? Aşmanız gereken, bir gün ebedi bir sembol haline gelip başka bir boyuta taşınırsa, ve ne yaparsanız yapın artık onu aşma şansınız kalmadığını idrak ederseniz, çareyi nerede bulursunuz?

Şubat: Eğer hastalığın ve açlığın kol gezdiği ilk günlerde, ‘yağma’ temalı televizyon görüntüleriyle gündemi belirlemek yerine insan hayatını korumaya öncelik verilseydi, bugün bir sürü Haitili nefes almaya devam ediyor olacaktı. / Ermenilerde şehitliğin yüceltilmesi: Şehadet ödül olduğuna göre, zafer katilin değil, kurbanındır: “Kılıç onlarınsa, boyunlar bizimdir. Ölüm, ölüm değildir. Ölüm, ölümsüzlüktür.”

Bahar

Mart: 24 Nisan 1915’te çok farklı görüşlerden Ermeni aydınların tutuklanıp cezaevine konulması büyük bir dehşet uyandırmıştı. Yervant Odyan soruyor: “Nasıl olur da Keçyan, Dağavaryan, Torkomyan ve Taşnaklar aynı sebepten tutuklanır?” / AKP’nin “Günübirlik Ahtamar” açılımı: Türkiye’nin Ermeni meselesinde, kurnazca “jestlere” değil, büyük bir zihniyet dönüşümüne ihtiyacı var. Bize samimiyet gerekiyor, riyakârlık değil.

Nisan: / Ardavazt Peleşyan’ın “şiirsel” sineması: Bu diyalogsuz, karaktersiz filmlerde, görüntülerin art arda gelerek, tekrarlanarak, dönüp durarak oluşturduğu benzersiz bütünlük duygusu, sinemanın, film yapma sanatının sınırlarını ortadan kaldırıyor. / 24 Nisan: Soykırım Ermenilerin yaşadığı en büyük trajediyse eğer, yaşananları yüz yıl sonra dünyaya anlatmaya çalışmak, yüz yıl sonra hâlâ başkalarından tasdik görme zorunluluğu hissetmek de, büyük bir dramdır. Eğer soykırım insanlığa karşı işlenmiş en büyük suçsa, onun inkârı da, ilkinin devamı olan bir başka büyük suçtur.

Mayıs: Ateşyan-Şirinoğlu: Yardımda bulunduğu bir kişiden milyonlarca dolar tutarında komisyon talep eden ve bu komisyonun anasının ak sütü gibi hakkı olduğunu savunan bir “ruhani önder”le, kendi kendini cemaat başkanı ilan eden bir “sivil temsilci”. / Güler Zere: “Kıymayın efendiler!” demiştik, ama onu cezaevinden çıkarmak için ölümün ta kıyısına kadar gelmesini beklediler. Güler, son mektubunda bize çocuklardan bahsetmiş, “Umuttan yana ne varsa bizimledir” demişti.

Yaz

Haziran: Mavi Marmara sonrası mitingler: Kendi devletinin suçlarıyla hesaplaşmadan, kendi memleketinin mazlumlarıyla dayanışmadan, başka devletleri ve onların işledikleri suçları kınayanlar samimi olabilir mi? / Ölümler, cinayetler: Bize kimin yasının tutulmaya değer olduğunu söylüyorlar; kimin arkasından ağlayacağımızı. Hangi ölünün cennetlik, hangisinin ‘leş’ olduğunu. Hangi cesedin bizden, hangisinin onlardan olduğunu…

Temmuz: Sevda Demirel sayesinde öğrendik ki, meğer Türk Soyunu Koruma Yönetmeliği adı altında ucube bir kanuni düzenlemeye sahipmişiz. Meğer Sağlık Bakanlığı, yurtdışındaki bir sperm bankasından alınan spermle hamile kalanları hapsettirebilirmiş. / Modern devletlerin, bir ulus yaratmak adına ortadan kaldırdığı, baskı altına aldığı, asimile etmeye çalıştığı kültürler, insanlık tarihinde koskoca bir mezarlık oluşturuyor.

Ağustos: Vahe Berberyan, ana babasının zorla koparıldığı Anadolu’dan izler taşıyan, Beyrut’la şekillenen, cilasını Amerika’nın attığı bir sahne adamı olarak, kendisini var edenlere borcunu, gülerek, güldürerek, kültürüne yeni bir soluk üfleyip ona can vererek ödüyor... / Ve tabii referandum: Değişimden yana olması gereken sol, özgürlükleri genişleten adımların arkasında olmazsa solluğunu yitirir. Referandum sürecinde sol muhalefet, AKP’yi eleştirip paketin yetersizliklerini ortaya koymalı, ancak nihayetinde halkı yüksek sesle “evet” demeye çağırmalı, yani “evet”i sollaştırmalıydı.