Korkuluk

Agos, 28 Mart 2008

Türkiye, Kürt Sorunu’nun çözümü için bugüne dek şiddetten başka bir şeye yatırım yaptı mı?

Gelip geçen bütün iktidarların benimsediği siyasetsizlik siyaseti, müesses nizamın DTP’yi muhatap olarak kabul etmeme tavrının giderek kökleşmesi sonucunu doğurdu. Her seçimde %6 civarında oy alan ve bugün de 20 milletvekilinden oluşan bir meclis grubuna sahip olan Kürt hareketi, hem rejimin sahipleri hem de sivil siyasetçiler tarafından yok sayılıyor.

Başbakan Erdoğan, 13 Mart’ta yaptığı açıklamada, DTP’nin kendisiyle görüşme talebinde bulunduğunu, ancak PKK’yı terör örgütü ilan etmedikçe bu partiyle görüşmeyeceğini söyledi. 22 Mart’ta ise, Siirt Emniyet Müdürü Cumali Aydın, “Ben terör örgütünü terörist ilan etmeyen bir milletvekiline el uzatmam” diyerek, Newroz kutlamaları için şehre giden DTP’li vekillerin ellerini sıkmadı. Genelkurmay da, 30 Ağustos resepsiyonunda DTP’ye davetiye göndermemişti.

Türkiye’nin şartlarını bilmeyen biri, olan bitene bakıp, DTP bugün PKK’yi terörist ilan etse bütün meselenin çözüleceğini zanneder.

Oysa işin astarı hiç de öyle değil. Türkiye, Kürtçenin eğitim dili olarak kabul edilmesini, Kürtçe televizyonu, yerel yönetimlerde Kürtçenin kullanımını, doğu ve güneydoğudaki geri kalmışlığa nasıl çözüm bulunacağını gerçekten tartışmaya hazır olmadığından, “terörist dedin / demedin!” dayatmasını bir koz olarak kullanıyor.

Bu koz, esasında sadece, Kürt Sorunu’nda rejimin tarlasının bomboş olduğunu gizlemeye yarayan bir korkuluk işlevi görüyor.

Yasak renkler, yasak sözler

Agos, 28 Mart 2008

Geçen hafta, evcilleştirilmiş Nevruz’da takım elbiseli bakanlar, bürokratlar ateş üzerinden atlayıp örste demir döverken, evcilleştirilmemiş Newroz’da binlerce insan şiddete maruz kaldı, dayak yedi. 30 kişi yaralandı, iki kişi öldürüldü; askerler, polisler uygun adım koşup marşlar söyleyerek caddeleri fethetti. Bir “hukuk devleti” olan Türkiye Cumhuriyeti’nin “sözde vatandaş”larına hadleri bir kez daha bildirildi.

Hakkâri’den, Van’dan, Siirt’ten gelen haberler, dostlardan gelen mektuplar avaz avaz haykırıyordu:

“Neredesiniz? Neden sesimizi, çığlığımızı duymuyorsunuz!”

Bu sese kulaklarımızı tıkadığımız, emniyet bülteni ağzıyla haber veren medyanın yazdıklarını sorgulamadan kabul ettiğimiz için kendimizi suçlamamız gerekiyor.

1991 ve 1992 Newroz kutlamalarında toplam 125 kişi ölmüştü. Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik, 2008’e geldik ama değişen bir şey yok. Yine yerlerde coplanan kadınlar, yine sokaklarda yaralılar, yine ev baskınları…

Taraf gazetesinin günlerce ısrarla yazdığı gibi, olaylar valilerin kutlama izni vermediği kentlerde yaşandı; izin verilen yerlerdeyse Newroz olaysız geçti.

Sonuç ortada: Yasaklamak mı, yoksa insanların demokratik haklarını kullanmalarına izin vermek mi daha iyi?


Evet, bugün Newroz Kürtler için kültürel yönü silik kalmış, bütünüyle siyasileşmiş bir bayram. Peki bunun sorumlusu kim? Newroz’u yıllar yılı baskılar ve cinayetlerle yasaklamaya çalışan, Kürt halkının siyaset kanallarını tıkayan iktidarların, DEP, HADEP, DEHAP kapatılırken sessiz kalanların hiç mi suçu yok?

Bir araya gelmesi yasak olan üç renk yan yana gelecek, Abdullah Öcalan posterleri açılacak diye binlerce insana şiddet uygulamaktan, barışçı mitinglerde kalabalığın üzerinde jetler uçurmaktan, slogana silahla, postere panzerle cevap vermekten mi medet umuluyor?

Alçaktan uçurulan her jet, yasaklanan her Newroz, ikinci sınıf vatandaş diye tanımlanan, dövülen, gözaltına alınan, dehşet içinde bırakılan her Kürt’ün benliğinde aşılmaz uçurumlar doğmasına neden oluyor. Küstürülen her yürekte yasak renkler inadına yan yana geliyor, “Yeter artık!” diyen nice yeni isyan pankartları açılıyor.

Görmüyor musunuz?

Bir kez daha vicdani red

Agos, 28 Mart 2008

Bu kutuda daha önce iki kez, Mehmet Tarhan’ın ve Halil Savda’nın davaları nedeniyle ‘vicdani red’le ilgili yazılar yayımlanmıştı. Ancak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına rağmen Türkiye’de ihlaller devam ettiğine göre, vicdani red konusunu bir kez daha tartışmakta yarar var.

Zira son K. Irak operasyonu vesilesiyle bir kez daha gördük ki, militarizm hem insan canına kast ediyor, hem de ifade özgürlüğümüzü kısıtlıyor. Bir tarafta askerler, dağdakiler ve masum insanlar –ve diğer canlılar– ölürken, bir tarafta da Bülent Ersoy gibi “ölüm değil çözüm” isteyenler hakkında soruşturmalar, davalar açılıyor.

Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, 1987’de, üye ülkelere, zorunlu askerlik hizmeti karşısında vicdani reddi mevzuatlarına dahil etmeleri tavsiyesinde bulunmuştu. 2006’nın Ocak ayında ise Türkiye, AİHM tarafından vicdani redci Osman Murat Ülke’ye tazminat ödemeye mahkûm edildi. AİHM kararı, “Başvurucunun mecbur bırakıldığı ve neredeyse ‘sivil ölüme’ yol açan kaçak yaşam, demokratik bir toplumda ceza rejimiyle bağdaşmamaktadır” diyordu.

Bu mahkûmiyet kararına karşın, bugün Türkiye’de vicdani gerekçelerle askerlik yapmayacağını açıklayanlara Askeri Ceza Kanunu’nun 87 ve 88. maddelerine göre “emre itaatsizlikte ısrar”, konu üzerine çalışan gazetecilere de Türk Ceza Kanunu’nun 318. maddesine dayanılarak “halkı askerlikten soğutmak” suçlamasıyla dava açılıyor.

Geçtiğimiz günlerde yayımlanan Çarklardaki Kum: Vicdani Red adlı kitaptaki makalesinde, Taha Parla, bakın bu “halkı askerlikten soğutmak” suçlamasıyla ilgili olarak ne söylüyor:

Askerlikten, ki adam öldürme sanatı/eğitimi/fiilidir, soğutmak suç olamaz; asıl askerliğe ısındırmak insanlık suçu sayılmalıdır.”*

Son vicdani red kurbanımız İsmail Saygı.

7 ay askerlik yaptıktan sonra, “Askerlikteki şiddet, ölme, öldürme öğretisinin yaşam tarzıma uymadığını gördüm; şiddet barındıran kurumlarla bağımın kalmamasına karar verdim” diyerek Kasım 2006’da vicdani reddini açıklayan İsmail Saygı, 15 Mart gece yarısı, Kadıköy’de çalıştığı iş yerinden evine gitmek üzere bindiği minibüste polisin yaptığı kimlik kontrolünde gözaltına alındı ve sonraki günlerde çıkarıldığı askeri mahkeme tarafından tutuklandı.

Türkiye, AİHM kararlarını bir kez daha ihlal ederek Saygı’yı mahkûm etmeye hazırlanıyor.

Düzenin hepimize belletmeye çalıştığı “Her Türk asker doğar!” sloganına “Hiç kimse asker doğmaz” karşılığını veren yürekli insanlara destek olmanın zamanı gelmedi mi?

* Özgür Heval Çınar, Coşkun Üsterci (ed.), Çarklardaki Kum: Vicdani Red, İstanbul: İletişim, 2008, s. 96.

Bu yazı için www.savaskarsitlari.org ve www.bianet.org internet sitelerinden yararlandım

Anneler ve askerdeki oğullarına dair

Agos, 21 Mart 2008

Bülent Ersoy’un televizyondan “Ölüm değil, çözüm!” diye haykırıp savaş çığırtkanlığının kararttığı yüreklere su serptiği günlerde, anneler ve askerdeki/dağdaki çocukları hakkında düşünüyordum.

Türkiye’nin son yirmi beş yılına damga vuran savaşta ölen asker ve gerillaların neden önce anneleri geliyordu akıllara? Neden en çok annelerin yüreği yanıyordu? Neden annenin yüreği bir ömür soğumuyordu da, babaların, kardeşlerin acısı bu kadar göz önünde değildi? Neden anneler, yıllar sonra bile, kaybettikleri çocuklarından söz ederken gözyaşlarını tutamıyordu?

Bu soruların, her biri belli bir gerçeğe işaret eden onlarca yanıtı var elbette.

Bunların en başında patriyarkinin yanıtları durur: Kadını irrasyonelliğe yakın duran, ruhen zayıf bir varlık olarak gören, bu yüzden onun ağlayıp haykırmasını ‘normal’ bir tavır olarak kabullenen, buna karşın erkeğin rasyonellik temsilcisi olarak, hep daha vakur durması gerektiğini vaaz eden, kadını da erkeği de ataerkilliğin toplumsal rol zincirleriyle bağlayan bir gerekçeler silsilesi…

Beri yandan, anneyle, dokuz ay karnında taşıdığı çocuğu arasındaki bağın, kaçınılmaz olarak çevredeki ‘diğer’ kişilerden daha güçlü olacağı da, olası yanıtlardan biridir.

Sırrına tam olarak vâkıf olamadığım bu bağı düşündüğümde, gözümün önüne kendi hayatımdan bir fotoğraf karesi geliyor.

Yüzü aşkın asker. Üzerlerinde kamuflajları, bir güruh halinde, azgın bir tempoda koşuyorlar. Az önce silah ve bayrak üzerine yemin edip acemilik eğitimini tamamlamış, komutanlarının “Serbestsiniz!” dediği anda her şeyi unutup, birkaç yüz metre uzaktaki derme çatma tribünlerden kendilerini seyreden ailelerine koşmaya başlamışlar. En çok da annelerine…

Hayatımın en mutsuz, en umutsuz günlerini askerdeyken yaşadım. İlk günlerde kahraman edasında tüfekli pozlar veren arkadaşlarımız dahi, birkaç hafta geçtikten sonra oradan nasıl kurtulabileceklerinin yollarını aramaya başlamıştı. Sekiz ayı, her sabah aynı yürek sızısıyla uyanarak doldurdum. Bu sürede öğrendiğim tek şey, dışarıda hayatın ne kadar güzel olduğuydu. Bugün, büyüklerin “Askere gidince olgunlaşır” sözünün ardında, oradaki hayatın insanın içindeki sevinçleri köreltmek üzere kurulduğu bilgisinin olduğunu düşünüyorum.

Askerde, ergenlik yaşlarımdan o güne annemle ilişkimde kaybettiğim ne varsa hepsini yeniden buldum. Beni ne kadar çok özlediğini biliyordum, ben de onu çok özlüyordum. Birkaç defa, gururumu yenip, ne kadar endişe duyacağını bildiğim halde telefonda ona ağladım. Yıllar sonra ilk kez, gözyaşlarıma tanık olması beni rahatsız etmiyordu. Yeniden onun oğluydum, o da benim annem… Askerden döndükten sonra, gündelik hayatın hayhuyu içinde yine hayırsızlık edip onu fazla arayıp sormasam da, yeniden keşfedilen bu bağın ışığı hiç kaybolmadı.

Bu kişisel hikâye ne kadar genelleştirilebilir, bilmiyorum. Ama savaşta çocuklarını yitiren annelerin acısının hiç dinmemesinin benim yaşadıklarımla dolaylı da olsa bir ilişkisi olduğunu seziyorum.

Anne, çocukluktan ergenliğe geçerken bir daha belki hiç eskisi gibi yakın olamayacağını hissettiği, “kaybettiği” oğlunun, o en zayıf olduğu zamanda, askeriyenin dikenli tellerinin ardında, tıpkı eskiden olduğu gibi kendisine muhtaç olduğunu keşfediyor. Bu ona anneliğini geri veriyor. Kaybettiği kuzusunu askerde ıstırap çekerken buluyor. Askerde oğlu ölen anne ise, kaybettikten sonra bulduğu kuzusunu, bu kez sonsuza dek yitiriyor. Bu, onun sonsuz acısını biraz daha dayanılmaz kılıyor.

Rejim bekçisinin günlüğünden

Agos, 21 Mart 2008

AKP’yi, DTP’yi kapatmakla rejim kurtulur mu? Sineklerle savaşmaktansa bataklığı kurutmak gerek. Partiler sinek, halk bataklıktır. Asıl halkı kapatmalı…

Bunun nasıl yapılacağı önemli bir sorun elbette. Esasen, böyle durumlarda hep yaptığımız gibi, dönüp şanlı tarihimize bakmak gerek. Bu konuda tek parti döneminden ve bilhassa darbelerden feyz alınabilir.

Mesela, yeniden İstiklal Mahkemeleri kurulsa ve her türlü dinci-kürtçü-solcu-demokrat haşarat ibretiâlem için darağacında sallandırılsa, rejim kendini biraz olsun güvende hissetmez mi? Madem artık eski usul darbeler yapılamıyor, ülke tehlikeden tehlikeye savrulup dururken, hukuk, meşruiyet, demokrasi zırvalarına pabuç bırakmadan mücadele etmeli.

Mesela, mahkemeler şöyle hükümler verse, içimiz nasıl da rahat eder:

AKP laikliğe aykırı fiillerin odağı olduğundan, ona oy verenlerin tespit edilerek sokağa çıkmalarının engellenmesine… Türban takanların, ideolojik sakal ve bıyık bırakanların, bunların eş ve çocuklarının, kolluk kuvveti gücüyle evlerine kapatılmalarına… Böylece laikliğin korunmasına…

DTP bölünmez bütünlüğümüze aykırı fiillerin odağı olduğundan, ona oy verenlerin, Kürtçe bilenlerin veya Türkçeyi Kürt şivesiyle konuşanların, doğum yeri Diyarbakır, Tunceli, Van gibi sakıncalı iller olanların, yukarıda sözü geçen muameleye tabi tutulmasına… Böylece devletin bekasının korunmasına… Karar verilmiştir.

AKP ve demokrasi

Agos, 21 Mart 2008

Yargıtay Başsavcısı’nın açtığı kapatma davasına, belki AKP’lilerden de çok, iktidar partisinin, ulusalcı, ultra-milliyetçi, otoriter OLMAYAN muhalifleri kızmalı.

Dava, AKP’yi demokratik sınırlar içinde eleştiren kesimlerin sesini kısma potansiyeli de taşıyor. Oysa AKP, “özgürlüğün taşıyıcısı” rolüne hiç uymayan bir sürü icraatıyla son zamanlarda eleştirilerin hedefiydi.

Siyaset her gün ve her an yeniden kurulan bir oyun olduğuna göre, kimse AKP’nin uygun gördüğü dozda demokrasiye tamah etmek zorunda değil. Daha çoğunu istemeye, yüksek sesle istemeye hakkımız var.

Evet, AKP muhafazakâr kesimi ve Türkiye’yi dönüştürüyor. Ama bunu yaparken, toplumun diğer kesimlerine “Benim vizyonumun öngördüğü kadar özgürsünüz” mesajı vermeyi de ihmal etmiyor.

301. madde, ifade özgürlüğünün önündeki engeller, Polis Yasası, DTP’nin kapatılma süreci, çalışanların sosyal haklarının tırpanlanması, Tuzla’daki işçi ölümleri, Vakıflar Yasası, başbakanın kadına sadece annelik rolünü biçmesi vs…

AKP, demokratlık konusunda rüştünü ispat etmek, “kendine demokrat” olarak kalmak istemiyorsa, bu konulardaki eleştirileri dikkate almak zorunda.

Demokrat duruş ise, iddia edildiği gibi iktidarı eleştirmemeyi değil, siyaset dışı baskılara karşı AKP’ye sonuna dek sahip çıkarken, 'à la AKP' demokrasi anlayışıyla da mücadele etmeyi gerektiriyor.

Homo homini lupus

Agos, 14 Mart 2008

Ermenistan’da siyaset sahnesine hâkim olan kıyıcılığın köklerini nerelerde aramalı?

Büyük çoğunluğunu 1915 Felaketi’nden kaçanların torunlarının oluşturduğu bir toplumda, şiddet tohumlarının, derinlerde bir yerde zaten hep var olduğunu varsayabilir miyiz?

Son gelişmeleri doğrudan 1915’te yaşananlara bağlamak kolaya kaçmak olur elbette. Böylesi bir tutum, en basitinden, bugünkü iktidarın sorumluluğunu gözden ırak tutacaktır. Ancak, 90 küsur yıl önce Anadolu’da kan rengi akan nehirlerin dünyanın dört bir yanındaki Ermeniler üzerinde yarattığı tahribatın, şiddeti meşru kılan bir zihniyeti hâkim kıldığı da asla yadsınamaz.

1915 tarihi ve yaşanan acıların Türkiye tarafından sistematik olarak inkârı, salt maruz kalınan fiziksel ve sembolik şiddet yönüyle değil, ortak benlikte, amaca ulaşmak için her yolun mubah sayıldığı bir tür çılgınlığa yol açması nedeniyle de hassasiyetle tartışılmayı hak ediyor.

1915’te İttihat ve Terakki’nin tehcir ve katliam politikası, 1916’dan sonra Rusya’nın Doğu Anadolu’yu işgali sırasında, Rus ordusuyla birlikte hareket eden Ermeni gruplarının intikam güdüsüyle katliamlara girişmesine yol açmıştı. İntikam için kan dökenlerin sonraki yıllarda milli kahraman mertebesine yükseltilmesi ise, hiç de sağlıklı bir ruh iklimine işaret etmiyor.

Sultan Abdülhamit döneminde muhalif Ermeni gruplarının verdiği silahlı mücadele, Ermeni geleneğinde ‘fedai’liğin yüceltilmesine yol açtı. Yasadışılığın getirdiği gizlilik ve adanmışlık kültürü, tıpkı İttihatçılarda olduğu gibi, “davaya ihanet edenin” canının alınmasını doğal kabul ediyordu. Osmanlı makamlarının baskısından kurtulmak için Kahire’ye kaçan Hınçak eğilimli yazar Arpiar Arpiaryan’ın orada Taşnaklar tarafından öldürülmesi, hasmını ne pahasına olursa olsun yok etme kültürünün Ermeni tarihindeki simgelerinden biri olarak, akıllardan hiç çıkmayacak.

Sovyet döneminde ise, KGB’nin yarattığı terör on binlerce Ermeni’nin hayatını zindana çevirdi. Ermenice edebiyatın Büyük Felaket’ten sonraki en büyük isimlerinden Yeğişe Çarents, Kurken Mahari, Aksel Pagunts, Zabel Yesayan, Vahan Totovents gibi isimler dahil, pek çok kişi Sibirya’daki ölüm kamplarına sürüldü, yok edildi. İşin en acı tarafı, bu insanların pek çoğunun, 1915 Felaketi’nde ailelerini kaybetmiş, ancak kendi canlarını kurtarabilmiş kuşağa mensup olmalarıydı.

Beria’nın direktifleriyle yürütülen Stalinist kovuşturmalar rejim muhaliflerini ortadan kaldırırken, “başka” Ermeniler, Komünist Parti saflarında huzur, refah ve mevki sahibi olmanın yollarını arıyordu. Sovyet usulü belden aşağı siyaset taktiklerinin Ermenistan’daki siyasi ortam üzerinde ne kadar etkili olduğunu, son olaylar sırasında Koçaryan-Sarkisyan iktidarının attığı adımlarda görmek pekâlâ mümkün.

1915… Ermeni devrimci hareketlerinden tevarüs eden intikamcılık… Sovyetik siyasetten kalma hastalıklar…

Burada kabaca ele almaya çalıştığım bu olguların yarattığı boz bulanık iklim, Ermenistan örneğinde, başlıktaki “insan insanın kurdudur” sözünün geçerliliğini tasdik ediyor.

Ermenistan: Birkaç kronolojik not

1918’de I. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle, Taşnakların önderliğinde Ermenistan Cumhuriyeti kuruldu. En temel uğraşı kırımdan kaçan Ermeni göçmenlere sıcak bir kap çorba sağlamak olan, bir yandan da cephede Türk Kuva-yı Milliye güçleriyle çarpışarak var olma mücadelesi veren küçük cumhuriyet, 1920’de Gümrü’de Karabekir’le imzalanan antlaşmayla büyük kayıplara uğradıktan hemen sonra, Bolşevikler tarafından tahakküm altına alındı.

Savaşın ve kırımların ardından, görece istikrarlı bir ortamda rahat bir nefes alan ve kurumsal gelişimini gerçekleştiren Sovyet Ermenistanı, siyasi olarak büyük baskı altındaydı. Özellikle 1930’lu yıllardaki Stalin kovuşturmaları sırasında on binlerce Ermeni tutuklandı, sürgüne gönderildi ve bilinmeyen koşullar altında hayatını kaybetti.

Kilise’nin ve toplumsal yaşamın üzerindeki baskılar Stalin’in ölümünden sonra bir nebze hafiflese de, rejime dair genel hoşnutsuzluk, 1965’te, Yerevan’daki Opera Meydanı’nda, 1915 Felaketi’nin 50. yılı anmaları sırasında dışa vuruldu. Sovyet tarihinde ilk kez, yüz binlerce kişi, kitlesel gösterilerle Moskova’yı protesto etti.

Azerbaycan’daki, nüfusunun dörtte üçü Ermeni olan Karabağ bölgesinin özerkliğinin kaldırılmasına dair planlar, 1980’lerde yöredeki Ermenileri ayağa kaldırdı. Sovyet ve Azeri askeri güçleri ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırdı. Sumgayit’te Azeriler Ermenilere, Hocalı’da Ermeniler Azerilere karşı pogromlar düzenledi. Ermenistan ve Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilan etmesiyle, Karabağ’da Azeri-Ermeni savaşı başladı. 1994’teki ateşkes silahları susturdu, ancak aradan geçen 14 yılda çözüm için hiç mesafe kat edilemedi.

Parlamento baskınından bugüne

Agos, 14 Mart 2008

Ermenistan yakın tarihinin en dramatik olaylarından biri, 27 Ekim 1999’da meclisin silahlı bir grup tarafından basılarak, aralarında başbakan Vazken Sarkisyan ve meclis başkanı Karen Demirciyan’ın da bulunduğu sekiz kişinin öldürülmesiydi.

Nairi Hunanyan adında eski bir gazetecinin önderliğindeki terörist grup yargılanıp ömür boyu hapse mahkûm edilse de, katliam, siyasi çevreler tarafından, cumhurbaşkanı Koçaryan’ın o dönemdeki tek gerçek rakibi olan Vazken Sarkisyan’ın bertaraf edilmesi olarak algılandı; soru işaretleri hep, o tarihten sonra iktidarını giderek sağlamlaştıran Koçaryan’ı işaret etti.

Katledilen başbakanın kardeşi Aram Sarkisyan’la, meclis başkanının oğlu Isdepan Demirciyan’ın seçim kampanyası süresince Levon Ter-Petrosyan’ı desteklemiş olmaları, 1999’da mecliste kan dökülerek açılan yaranın bugüne dek kapanmadığını ve mücadele eden gruplar arasındaki hesabın epey eskilere dayandığını gösteriyor.

Ermenistan üzerinde gölgeler

Agos, 7 Mart 2008

Tanışma
1991’de bağımsızlığını ilan edene dek, Türkiyeli Ermenilerin pek çoğu için Kaf dağının ardındaki ülke kadar uzak, soluk bir hayaldi Ermenistan. Havasını, suyunu, insanının hal ve tavrını bilmediğimiz bambaşka bir diyar, terra incognita’ydı.

Bu soluk hayali bir nebze olsun gerçek bir tabloya çevirenler, çalışmak üzere Ermenistan’dan İstanbul’a gelen göçmenler, İstanbul-Yerevan uçak seferleri, uydu antenleriyle izlenen Ermenistan kanalları ve 90’lı yıllarda oralara üniversite okumaya giden bir avuç genç oldu.

70 yıllık Sovyet rejiminin yıkılmasının ardından, bu ilk temaslarla Kaf dağının üzerinde gedikler açıldı. O gedikler sayesinde Ermenistan’da bize yabancı olan şeyler hakkında fikir sahibi olduk.

Yavaş yavaş, günlük yaşamın nasıl aktığına dair genel bir kanaat ve konuşulan dilin şifrelerine dair kulak dolgunluğu oluştu. O yakın, ama Türkiye’nin sınırı kapalı tutması nedeniyle uzağımıza düşmüş memlekette, Ermeni okullarında öğrenip hayatla bir türlü temas ettiremediğimiz Ermeniceden farklı, ilk duyuşta kulağımıza yabancı gelen bir dil konuşuluyordu. Zamanla, karşılıklı ilişki kurmak istediğimizde bu lehçe farklılığının pek sorun teşkil etmediğini gördük.

Ermenistan’da, tıpkı buradaki arabesk gibi, seçkinciler tarafından aşağılanan ‘rabiz’ müziğinin hâkim olduğunu öğrendik. Güzelliğin ve statünün takılan altın diş sayısıyla belirlendiğine inanamadık. Bizim ‘kednakhıntzor’ dediğimiz patatese Rusçadan alınma ‘kartofil’, minibüse ‘maşutni’ denmesine şaşırdık.

Fazlasıyla yüzeysel, küçük bilgi kırıntılarıydı bunlar. İlk temaslardı.


Ermenistan üzerinde gölgeler


2000’in baharında, on günlük bir seyahat için Ermenistan’a gittim. 2002 yılbaşında bir kez daha, bu kez üç hafta için… Düzenli caddeleri ve güzel taş binalarıyla küçük bir Avrupa şehrini andıran Yerevan’ı sevdim; turistik güzergâhlardan uzak, konserve kutusu misali toplu konut mahallelerini de gözden kaçırmadan.

Fakirliği görmek için öyle uzun uzadıya gezmeye gerek yoktu. Komünizmden kapitalizme adım atılırken, kafeler, restoranlar, oteller yeni yeni açılıyor, sınıfsal çelişkiler giderek keskinleşiyor, Komünist Parti bürokrasisinin artıklarının önderliğinde yeni bir mafyatik-burjuva sınıfı doğuyordu.

2002’deki o ziyaretten bugüne Yerevan’ın giderek “modernleştiği”, yeni alışveriş ve iş merkezlerinin açıldığı haberlerini okuduk.

Nüfus göçler nedeniyle azalırken sokaklarda gezinen ciplerin sayısı artıyor, fakirlikle başa çıkmak için bir şey yapılmıyor, ekmek parası peşinde gurbet yollarına düşüp en ağır işlerde çalışan Ermenistanlılar ailelerine gönderecekleri 100 dolarları biriktirerek ömür tüketiyordu.

1988’de yaklaşık 25 bin kişinin öldüğü depremle sarsılan ülke, 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ve bağımsızlığın ilanıyla dipsiz bir kuyunun içine düşmüştü. Bütün üretim faaliyeti bir anda bıçak gibi kesildi; fabrikalar, işyerleri kapandı. 1920’den beri Moskova’nın mutlak tahakkümü altındaki ülke kendi ayakları üzerinde durma deneyimine sahip değildi. Karabağ’daki savaş ülkenin tüm gücünü emerken, Türkiye’nin uyguladığı ambargo ekonomik darboğazı şiddetlendiriyordu.

Ülkede müthiş bir enerji sıkıntısı baş gösterdi. Halk, ısınmak için Yerevan çevresindeki çam ağaçlarından medet umar hale geldi. İktidar krizi gidermek için çareyi, güvenliği konusunda çok ciddi şüpheler bulunun Medzamor nükleer santralini faaliyete geçirmekte buldu. Siyasi güvenlik sorununun çözümü ise Rusya’nın gölgesine sığınmakta arandı.

Ülkede artık elektrik var, Karabağ’da yıllardır süren ateşkes herkese biraz olsun rahat nefes aldırdı ama istikrarsızlığın gölgesi Ermenistan’ın üzerinden hiç eksilmedi.

Bu arada ben de, Ermenistan’ı ve Ermenistanlıyı zihnimde ete kemiğe büründüren ve pek çok dostla tanışma imkânı bulduğum iki turistik seyahatin ardından ülkeyle ilgili her gelişmeyle ilgilenirken, Yerevan’daki gündelik siyasi çekişmelere kulak tıkıyor, bu konuda cahil kalmak için adeta özel bir çaba sarf ediyordum.

Şöyle bir geriye dönüp baktığımda, bunun iki sebebi olduğunu anlıyorum:

• Türkiye’de zaten her daim ötekileştirilen Ermeni kimliğinin bir de Ermenistan’la ilişkilendirilmesini ve bu yüzden hırpalanmayı istemiyordum.

• Ermenistan’da siyasi yaşamın ne kadar hoyrat olduğunu, belden aşağı darbelerle yürüdüğünü görebiliyordum. Orman kanunlarının geçerli olduğu bir siyasi ortamı takip etmeye çalışmak ne kadar anlamlı olacaktı? Parlamentosu silahlı militanlarca basılıp başbakanın ve pek çok milletvekilinin öldürüldüğü bir ülke hakkında yorum yapabilmek, hele uzaktaki bir ‘yabancı’ için ne kadar mümkündü?

Oysa, geçtiğimiz Cumartesi sabahı Yerevan’dan gelen, ayrıntılarını Agos’un sayfalarında okuyacağınız şiddetli polis müdahalesinin aktarıldığı bir telefon ve iki yakın dostun tehlike altında olduğu bilgisi, yüzlerce kilometre uzaktaki beni, Ermenistan’daki siyasi mücadelenin tam ortasına oturttu. Fiziken evimde, telefonun, bilgisayarın başındaydım ama endişelerim kanatlanmış, Türkiye’nin yıllardır kapalı tuttuğu sınırı bir kanat çırpışıyla aşmış ve Yerevan’da, Fransız ve İtalyan konsolosluklarının önüne sığınan, yeni bir saldırıdan korkan kalabalığın arasına konuvermişti.


Şark vaatleri

Ermenistan’daki vahşi siyasi mücadele, David Cronenberg’in son filmi ‘Eastern Promises’ın (Şark Vaatleri) en çarpıcı sahnesini düşürüyor aklıma.

Londra’daki Rus mafyası içindeki bir çekişme nedeniyle, filmin başkahramanı Nikolay, hamamda iki hasmıyla karşı karşıya kalıyor ve üç kişi arasında bir can pazarı açılıyor.

Üç erkek, can alıp can vermek üzere kavgaya tutuşuyorlar. Bellerine sardıkları peştamallar ilk hamlede uçup gidiyor. Hamamın beyaz mermeri üzerinde, görülebilecek en vahşi, en anadan üryan mücadele başlıyor. Yönetmen, teri, kanı, kası, çıkan gözleri, sallanan cinsel organları ve kaba etleri gözümüzün içine sokuyor.

Beyazperdede, bir doğa belgeseli seyrediyormuş hissine kapılıyorsunuz. İşte insan, doğal ortamından uzakta, evrilmiş, incelmiş, güzelleşmiş ama en vahşi içgüdüleriyle hasmının canını almak için dövüşüyor.

Ermenistan üzerine konuşmaya devam edeceğiz.


(Fotoğraflar: Onnik Krikorkian, http://blog.oneworld.am)
(İkinci fotoğrafta, "Uyan lo! / Kurban olayım sana / Oligarşi yedi bizi!” yazıyor)

Kan içenlerin kıblegâhı kiliseler

Agos, 29 Şubat 2008

Milletin yaratıcı vekilleri


20 Şubat günü TBMM’de Vakıflar Yasası’nın tartışıldığı oturum, değme yazara taş çıkartacak bir kara mizah şahikası olarak demokrasi tarihimizdeki yerini aldı. Hele hele, yaşadığımız şu akıl tutulması çağında akil adamlık mertebesine yükselme yolunda ilerleyen Kamer Genç’in konuşması…

Bakın, Tunceli milletvekilimiz ne diyor:
Bugün Anadolu’nun birçok yerlerinde, işte benim Tunceli’nin birçok yerlerinde kiliseler var. Şimdi siz, getirdiğiniz bu kanunla, adamların yanına gelecekler, her tarafta, işte şu kiliseyi canlandırma vakfı, bu kiliseyi canlandırma vakfı… Dolayısıyla Türkiye’yi paramparça edecekler.

Neymiş? Şu kiliseyi canlandırma vakfı, bu kiliseyi canlandırma vakfı diye Türkiye’yi paramparça edeceklermiş.

‘Kara mizah’ dedik ama, mizahla birlikte anılması katiyen caiz olmayan bir partinin, MHP’nin Mersin milletvekili Behiç Çelik’in sözlerini de unutmayalım. Çelik, “sömürge yasası”, “şer kanunu” laflarının havada uçuştuğu konuşmasında, ne kadar âlicenap olduğumuzu cümle âleme göstermek için restore ettirdiğimiz Ahtamar Surp Haç Kilisesi’yle ilgili olarak bakın ne demiş:

Evet, Türkiye’de en az yirmi tane kilise onarıldı, Van Akdamar Kilisesi onarıldı. Burası, maalesef, Türk ve Müslümanların kanını içenlerin kıblegâhı olarak anılmaktadır tarihte.

Neymiş? Van Gölü’nün ortasındaki adanın üzerindeki kilise, Türk ve Müslüman kanını içenlerin kıblegâhı olarak anılmaktaymış tarihte.

Sakın ha, “Hangi tarihte?” diye sorma gafletine düşüp zihninizi bulandırmayın.


Kan içenlerin kıblegâhı kiliseler

Geçmişte, Ahtamar Kilisesi’nin restorasyonuyla ilgili tartışmalar sürerken, dünyaya verilmek istenen mesajın olumlu olduğunu belirtmiş, ancak bir ihtiyat şerhi koymuştuk: “İcraatlar mesajları destekler nitelikte olmadıkça ve ayrımcı söylemler terk edilmedikçe, dostluk mesajlarının hiçbir kıymeti kalmayacak.” (Agos, 13 Ekim 2006).

İşte, restore edilen kilise, faşizan milliyetçiliğin tıka basa dolu cephaneliğindeki mühimmat haline geldi bile… Öğrenmenin yaşı yok: Ahtamar kilisesi, Türk ve Müslümanların kanını içenlerin kıblegâhı olarak anılmaktaymış tarihte.

Yaratıcı vekilimize soralım: Velev ki Ahtamar Kilisesi tarihte Türk ve Müslüman kanını içenlerin kıblegâhı idi. Peki, yanda eski ve yeni hallerinin fotoğraflarını gördüğünüz Varak, Khıdzgonk, Narek ve Pakrevant kiliseleri acaba tarihte ne olarak anılmaktadır? Kıblegâh niteliğini haiz olmadıkları için mi Ahtamar kadar şanslı olamamış, yakılıp yıkılmış, bombalanmış, yerle bir edilmişlerdir?

Diğer yaratıcı vekilimize soralım: Sahi, her biri Türkiye toprağında, Anadolu’nun bağrında olan bu kiliseleri kimler yok etmiş? Onları bu hale getirenler, parça parça edenler, öyle muhayyel haritalar üzerinde filan da değil, fiilen Türkiye’yi paramparça etmiş sayılır mı?

Ermeni Kilisesi’ne bağlı olanların en kutsal ibadet yerlerinden biri olan ve İsa’nın çarmıha gerildiği haçın kalıntılarının gömülü olduğuna inanılan, VII. yüzyılda inşa edilmiş Varak (Erek) Manastırı da sözünü ettiğiniz türden bir kıblegâh mıydı?

Kars yakınlarındaki Digor’da X. yüzyılda inşa edilen, beş kiliselik bir külliye olan ve 1964’te kim bilir kimler tarafından bombalanarak havaya uçurulan Khıdzgonk Kilisesi’nde de kan içiliyor muydu?

Aziz Krikor Naregatsi’nin mezarının bulunduğu, X. yüzyılda inşa edilen, 90 yıl öncesine kadar dimdik ayakta olan ve bugüne hiçbir kırıntısı kalmayan Narek (Yemişlik) manastırında kan içme ayinin ritüelleri nelerdi?

VII. yüzyılda Eleşkirt yakınlarında inşa edilen, yakın tarihlere kadar sağlam olan ve 1966’dan sonra her nasılsa yerle yeksan olan Pakrevant Surp Hovhannes Kilisesi’nin sözü edilen türden bir kıblegâh vasfı taşıyıp taşımadığına dair bulgulara rastlandı mı?

Keşke, kan içenlerin kıblegâhı olan bu kiliseleri ve daha yüzlercesini ayakta tutsaydık, onları bir kültür kırımına maruz bırakmasaydık. O zaman, hiç olmazsa, kalıntılarını onarıp bütün dünyaya “Bakın, ne kadar hoşgörülüyüz!” deme şansımız olurdu.

Varak (Varakavank)


Khıdzgonk


Narek (Naregavank)




Pakrevant Surp Hovhannes