‘Büyük Felaket’ dogmaya dönüşmesin

Agos, 27 Şubat 2009

‘Özür Diliyorum’ kampanyasını başlatan aydınların, ‘Soykırım’ kavramının 1915’te yaşanan trajedinin memlekette gereğince tartışılmasını engellediği yönündeki görüşlerinde haklılık payı var elbette. Zira, geçmişte yaşananları hakkıyla öğrenme şansına sahip olmamış, aksine, bilgi yerine hep dezenformasyona maruz kalmış, önyargılarla donanmış Türkiye toplumu, karşısına soykırım gibi ağır bir yük çıkarıldığında hemen kabuğuna çekilip tepkisel bir tavır geliştirerek, diyalogdan uzak duruyor.


Gerçek tartışma ancak asgari bir iletişim ortamında mümkün olabilir. Halbuki bu kavram, mevcut koşullar altında, diyalog kapılarını kapatmakta, toplumun meseleye yakından vâkıf olmasını ve olası evrimini engellemekte. Türkiye’yi az çok tanıyan biri, bu hassasiyeti anlayışla karşılayacaktır.

Eğer nirengi noktamız 1948’de kabul edilen Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme olacaksa, 1915’te yaşananları soykırım şeklinde tanımlanabileceği açık. Ancak, barışa giden yol Türkiye toplumunun dönüşümünden geçtiğine göre, önceliği hukuki, teknik ya da siyasi terminolojinin ne olacağına değil, yaşananların öğrenilip öğretilmesine vermek, anlaşılır bir tercih.

*

Kampanyanın düzenleyicilerinden Cengiz Aktar’ın 13 Şubat tarihli Agos’ta yayımlanan ‘Soykırım Ötesi Büyük Felâket’ başlıklı yazısı, bu bakış açısıyla kaleme alınmıştı. Ancak yazıdaki temel vurgu, 1915’te yaşananların ağırlığının soykırım kavramıyla değil, ancak ‘Büyük Felaket’ (Medz Yeğern) tabiriyle karşılanabileceğiydi.

Aktar şöyle yazıyor: “Soykırım sözcüğünün, Anadolu’nun maruz kaldığı bu akıldışı kararın sonuçlarının bugün doğru okunabilmesi için yeterli olduğu kanaatinde değilim. Ermenilerin soyunun kırılması olgusunun dışında olanları anlatmaya yetmez, tarihî okumayı bu korkunç olgu ile sınırlar. Ermeni tarihini Anadolu’dan alır, dünyanın dört bir yanında yeniden yeşertir ama 1915’lerden sonra Anadolu’yu artık anlatmaz.”

Aktar, soykırımın “soğuk, ürpertici, uzak”, “Ermenice çart, felâket, facia, kıyım” gibi sözcüklerinse “yakın” çağrışımları olduğunu söylüyor. Soykırımın neden ‘soğuk’ ve mesela ‘çart’ın (kırım, kesim) neden ‘yakın’ olduğuna dair bir açıklamaya rastlamıyoruz yazıda. ‘Büyük Felaket’ deyişi yaşananları ve 1915’ten sonra Anadolu’yu hakkıyla anlatırken, ‘Soykırım’ın bunu neden başaramadığını da... İnsanın aklına şöyle bir soru geliyor: Almanya’da İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan soykırımın Soykırım (Genocide, Holocaust, Shoah) olarak anılması, yaşananların muazzam etkilerini anlatmayı, ya da Almanya toplumunun geçmişiyle yüzleşmesini engelledi mi?

*

Yazının başında sözü edilen hassasiyeti paylaştığım, aynı topraklar üzerinde yaşadığım insanlarla konuşabilmeyi istediğim için, 1915 trajedisini ‘Soykırım’ değil, ‘Büyük Felaket’, ‘Felaket’, ‘1915 Felaketi’ tabirleriyle andım bugüne dek. Ancak bu kullanım, Soykırım tabirini, hatta geçmişte kullanılmış ya da gelecekte kullanılacak diğer kavramları dışlamadığı, onu marjinalize edip cezalandırmadığı ölçüde anlamlı. Kanımca, “Bu acıyı Soykırım değil, ancak Büyük Felaket anlatır” dediğiniz takdirde, tam da şikâyetçi olduğunuza benzer bir dogmatizm ya da terminoloji fetişizmi yaratarak, diyalog yolunu bu kez siz kapatmış oluyorsunuz. Bu, bir özür metni imzacısının duruşu olmamalı; çünkü o yolu tuttuğunuzda, 1915’te yaşanan her neyse, onun mağdurlarını veya onların acısını paylaşanları susturmuş, sessizleştirmiş oluyorsunuz.

Aktar’ın dediği gibi, 1915 elbette yakın tarihte yaşanmış en büyük trajedilerden biridir ve Anadolu’da bugün dahi süren vahim etkilere sahiptir. Yine de, unutmayalım ki, bugün Anadolu’daki insanların önemli bir kısmı, nihayetinde Ermenilerin terk etmek zorunda kaldığı kentlerde, köylerde, evlerde, kendi memleketlerinde yaşıyorlar. Ölmeyip dünyanın dört bir yanına dağılan Ermenilerse, yersiz yurtsuzluğun, sürgünlüğün acı şurubundan içtiler onyıllarca, içiyorlar da. Onlara, “Hayır, yaşadığınız şeyin adını siz koyamazsınız” demek ne kadar adil?

Farklı kuşakların, farklı coğrafyalarda yaşayanların, bugüne dek olayları tanımlarken farklı isimler kullandığı ortada. Zira hiçbir kavram dokunulmaz değildir ve son sözü söyleyemez. Kavramların kapsamı ya da anlamı zamanla değişebilir, bazıları yaygınlık kazanırken diğerleri kullanılmaz hale gelebilir. Rahatsız edici olansa, tarihsel bir olayı değişmez bir kavramın içine sıkıştırmaya çalışarak mutlaklaştırmaktır.

Bu yüzden, asıl önemli olan, yaşananların boyutunu ve derinliğini aktaran çeşitli kavramların ‘özgürce’ kullanılabilmesi. Devlet, hukuk, aydınlar ya da mağdurlar tarafından tek bir kavramın dayatılmaması.

Terminolojiye dair

Yukarıdaki yazıya dair bir not

Ermeniler 1915’te yaşananları tanımlamak için sadece Medz Yeğern (Büyük Felaket) ya da Tseğasbanutyun (Soykırım) sözcüklerini kullanmadılar bugüne dek.

Yaşananlara dair, zamana ve yere göre değişen, bazılarının öne çıkıp bazılarının geriye gittiği oldukça zengin bir terminoloji mevcut: Abrilyan Yeğern (Nisan Felaketi), Medz Voğperkutyun (Büyük Trajedi), Sev Vocir (Kara Suç), Medz Voğçagez (Büyük Facia), Medz Ağed (Büyük Felaket), Hayasbanutyun (Ermenikırımı), Medz Nahadagutyun (Büyük Şehadet), Medz Nakhcir ve Medz Isbant (Büyük Katliam), Medz Potorig (Büyük Fırtına)...

Konunun hiçbir zaman özgürce konuşulmadığı Türkiye’de yaşayan Ermeniler ise daha içine kapanık isimlerle andılar o kara günleri: Çart (kırım, kesim), değahanutyun (tehcir), aksor (sürgün), seferberlik, kaf(i)le, vs...

Özür kampanyasının metninde kullanılan ‘Medz Yeğern’ tabirinin ise tek bir karşılığa sahip olmadığını, ‘Büyük Felaket’in yanı sıra, ‘Büyük Suç’ olarak da çevrilebileceğini hatırlamak gerek.

(Kaynak: Khatchig Mouradian, “Explaining the Unexplainable: The Terminology Employed by the Armenian Media when Referring to 1915”, The Armenian Weekly, 23 Eylül 2006)

Surp Giragos'ta bir saat

Agos, 20 Şubat 2009

Diyarbakır’daki Surp Giragos Kilisesi’nin yüzlerce resmini görmüştüm bundan önce. Eski kitaplarda, gazetelerde, internet sitelerinde, kilisenin eski ve yeni hallerini gösteren görsellerle çokça karşılaşmıştım.

Tam bir viraneye dönmüş olan bu ihtişamlı yapının içler acısı durumu, sırf o fotoğraflarla bile insanın içini karartmaya yeterdi elbette; ama nihayetinde, İstanbul’da doğmuş olan benim için Surp Giragos uzak, eski, soğuk taştı; yıkıntıydı. Anadolu’nun bağrında yatan nice kadim medeniyet artığından biriydi.

Oysa Diyarbakır’a gidip kilisenin taş duvarları ve sütunları arasında gezinmek, o granit zemine ayak basmak bambaşka, dönüştürücü bir deneyim oldu. O yıkıntı, üstüne hayat izlerinin katman katman işlendiği, hâlâ derinden derine nefes alan, güneşin altında parıldayan, yazın kavrulup kışın donan, illa ki acı çeken, canlı bir varlıktı işte. Hiç yaşamamışçasına silinip giden nesillerin yadigârı, korumasız, sahipsiz bir miras.

Evet, o üzgün sütünlar arasında gezinirken taş yine taştı, ama artık ne uzaktı, ne eski, ne de soğuk. Surp Giragos oradaydı; talihsizlikler, kötü günler görmüştü ama vardı, yaşıyordu.

İşte orada, Diyarbakırlı Ermeni dostların her daim büyük bir bağlılık ve iflah olmaz bir coşkuyla anlattıkları, son halinden dolayı yıllar yılı yürek tükettikleri kilisenin derdine ben de ortaktım, onların acısını hissedebiliyordum.

Bazen bir saat, insan ömrüne yeni anlamlar yüklemeye yeter de artar. Surp Giragos’un yıkıntıları arasında ben de, tarihle hayat ve zamanla hüzün arasındaki ilişkiyi galiba daha iyi anladım.


Hangi lanetin esiri?

Mıgırdiç Margosyan’ın artık neredeyse ezbere bildiğim kitaplarından, Gâvur Mahallesi’nin daracık küçelerine girip Dört Ayaklı Minare’yi, namı diğer Mınara Çarnık’ı, namı diğer Çors Odkov Minare’yi görünce, artık Surp Giragos’a çok yakın olduğumu biliyordum. Tavit Hızarcıyan tarafından yapılan 29 metrelik görkemli çan kulesinin, inşa edilmesinden sadece bir yıl sonra, 1915’teki kitlesel delilik günlerinde, çevredeki minarelerden yüksek olduğu için top gülleleriyle yıkılmasının ardından, kilisenin kendini yüksek duvarların ardına iyiden iyiye gizlediğini de...

Dört Ayaklı Minare’den sağa devam ettik, sonra sola. Eski bir kapının ardında durduk. Kilitliydi. Vurduk. Bir daha... Paslı kapı fazla bekletmeden açıldı. Birkaç kadın, birkaç çocuk başı uzandı yanı başımızdaki kulübeden. “İstanbul, ziyaret...” laflarını duyunca alışkın bir edayla, işlerinin, sohbetlerinin başına dönüp bizi duvarlar ve sütünlarla baş başa bıraktılar.

Kışlık yakacak olarak kullanıldığı belli pazar sandıklarının, türlü ıvır zıvırın depolandığı odalardan geçip, çatısı çökmüş kiliseye girdiğimizde ilk hissettiğim derin bir çaresizlikti. Zamanla, kilisenin çeşitli bölümlerini dolaştıkça, güzel taş işçiliğine el sürüp koro balkonunu taşıması gereken sütunlar üzerinde yürüdükçe, nasılsa çökmemiş mihrabın damında gezindikçe, o çaresizlik hissi yerine ağlama arzusuna bırakacaktı.

Zamanın değil de, insan evladının ne kadar hoyrat olabildiğinin tanığı, yüzünü ölüme dönmüş bu kilisenin sessiz çığlığını duymak için kulağa ne hacet! Çok değil, daha 20 yıl önce iyi kötü bir cemaate sahip, mumları yanan, çanı çınlayan bir ibadethaneyken bu hale düşmek için, hangi büyük lanetlerin esiri olmuştu Surp Giragos?

İki yıl önce tantanalı törenler eşliğinde, iki tarafına Türk bayrakları asmayı ihmal etmeden ama her nedense kiliseyi Ermenilerin kullanımına sunmayı unutarak Ahtamar’daki Surp Haç Kilisesi’ni restore eden devletin riyakârlığının en açık sembollerinden biri olan Surp Giragos kilisesi, bir gün stratejik-propagandif bir değer kazanır da restore edilir mi? O zamana kadar iyice eriyip tükenmezse, dünyanın dört bir yanına dağılmış Diyarbakırlı Ermeniler, yolları eski memleketlerine düştüğünde, tüm ölülerinin canı için orada birer mum yakabilir mi?

Diyarbakır ve Türkiye, mimarlar Şahin, Saruhan ve Yarem ustaların el emeği göz nuru kiliseyi top güllelerine, yağmura, güneşe, kara ve en önemlisi düşmanlığa yenik düşürmenin vebalini ödeyebilir mi?

O vebal ödenmedikçe, memleketin iki yakası bir araya gelir mi?


Kilisenin yarını

Birinci Dünya Savaşı sırasında Alman subaylar tarafından karargâh olarak kullanılan, savaşın ardından ise Sümerbank’ın bez deposu olarak kullanılmaya başlanan Surp Giragos’un yeniden ayağa kalkması için yapılan çalışmalar son yıllarda hızlansa da, maddi imkânsızlıklar, kiliseye herhangi bir müdahalede bulunulmasını engelliyor.

Çekül Vakfı’nın katkılarıyla mimar Mehmet Alper tarafından hazırlanan restorasyon projesi, Anıtlar Kurulu’ndan onay alınmış bir halde bekliyor.

Yeni Vakıflar Kanunu’nun, yöneticilerin vakfın bulunduğu kentte ikamet etme şartını kaldırması sayesinde seçilebilen yeni kilise yönetim kurulu, restorasyon için gerekli 3 milyon doları aşkın parayı bulabilmek için çareler düşünüyor. Masrafın bir kısmını Diyarbakır Belediyesi bütçesinden karşılamak için DTP’li belediye başkanı Osman Baydemir’den söz alınmış durumda.

Vakıf yönetim kurulu, kamuoyunu dikkatini kilisenin restorasyonuyla ilgili projeye çekme amacıyla geçtiğimiz aylarda ‘Diyarbakır Surp Giragos Kilisesi – Dünü, Bugünü, Yarını’ başlıklı bir broşür yayımladı. Broşürün içeriğine www.surpgiragoskilisesi.com web adresinden ulaşmak da mümkün.

Surp Giragos’a yardım için hesap numarası: Vakıfbank Nuruosmaniye Şubesi – 00158007287967518

Türkiye tarihinin gayrıresmi resmigeçidi*

Bu yazı Agos’un aylık eki Agos Kitap/Kirk’in Şubat 2009 sayısında yayımlandı.

Şebnem İşigüzel Resmigeçit’te az şey başarmamış. Her şeyden önce, siyasi roman ya da tarihsel roman dediğimiz türlerin doğasına içkin risklerle baş etmeyi, hatta onları birer avantaja dönüştürmeyi becermiş ve böylece çoğu zaman romanı roman olmaktan çıkaran şablonlara, yaftalara, klişelere düşmekten kurtulmuş.

Biliyoruz ki,
romancı konusunu gerçek hayattan seçerse, hele siyasi birtakım meseleleri kurgusunun odağına yerleştirirse, bir propagandiste, bir vaize dönüşme tehlikesi de yanı başında onu bekler. Bu tür romanlar çoğu zaman salt iyiyle kötüyü gösterir bize. İyinin masumluğunu, kötünün gaddarlığını... Bu romanları biz en çok, haklılığımızın yazılı belgeleri olarak görürüz. Kendimizle ve kendimizi ait hissettiğimiz siyasi, kültürel, dini, ahlaki geleneklerle bir kez daha gönenmek, gurur duymak, yeniden umutla ve enerjiyle dolmak, ve belki de kendimize acımak, gerçek hayatta uğradığımız haksızlıkların telafisini kâğıt üzerinde bulmak için.

Bu romanların yazarı elinde terazisiyle adalet dağıtan yüce bir mahlûk, Allah’ın 99 adı gibi pek çok yüce sıfata sahip ve daha çoğuna da talip bir Yaratıcı’dır adeta: Âlimdir o romancı, bedîdir, celîldir, evveldir, hâkemdir, kâdirdir, meliktir, vâciddir, zâhirdir ve daha bir sürü şey…

Oysa romanlar başkalarını anlamaya yaramaz mı en çok? Karşınızdakini haksız, sizin taraftakini haklı çıkarmanın ve başı sonu belli bu diyalektiksiz diyalektiğ
i bir kez daha ispatlamanın yeri midir roman sayfaları? İyiliği yüceltmez, kötülüğü mahkûm etmez ki roman; onları anlamaya çalışır. Buradan bakıldığında, romancı için iyilik sıkıcı, kötülük ise vaatkârdır. Romanın ihtiyaç duyduğu heyecan verici her şey orada saklıdır. İç gıdıklayan oyunları, bütün hinliği ve sürprize açıklığıyla roman, hayal bile edilemeyenin peşinde koşar, gerçekte olanın değil.

Batan geminin malları

Resmigeçit, Türkiye’nin son 30 yılda yaşadığı siyasi çalkantıların üzerine üzerine giden bir roman. İşigüzel kâh olayların perde arkasına dair gün yüzü görmemiş bilgileri fâş ediyor, kâh hepimizin bildiği ama anlamlı bir resim oluşturamadığı kimi olayları birbirine bağlayarak hayranlık uyandırıcı bir bellek tazeleme çalışmasına girişiyor. Resmigeçit ana muradını, “Yakın tarihi yazılamayan bir ulus kilidi bozuk bir el bagajıdır. Her an açılır, içindekiler ortalığa saçılır” (s. 182) sözleriyle anlatıyor.

Resmigeçit her şeyde
n önce bir 12 Eylül romanı. Darbeyle ülkenin girdiği karanlık tünelin ne kadar uzun olduğunu, militarizmin memleketi nasıl içinden çıkılmaz bataklıklara sürükleyeceğini, güzelim hayatları nasıl söndüreceğini –İşigüzel’in Virginia Woolf’un Orlando’suna selam verdiği– zamanlar ve cinsiyetler arasında seyahat eden karakteri Orlando’nun sözleri anlatıyor:

“Darbe olursa, ki olacak, bu defa çok uzun sürecek. Çok şey değişecek. O kadar çok şey değişecek ki, bu sizin için, arı kovanının içine başınızı sokmadan neler olacağını bilmemeye benzeyecek.” (s. 54)
Kafasını uçurduğunuz şey demokrasi değildi. Ama iyi bakılıp itina gösterilseydi, hataları onarılsaydı on yıl sonra demokrasi olabilirdi. Artık bu ülkenin demokratikleşmek için hiçbir şansı kalmadı.” (s. 136)

İşigüzel’in romanı Türkiye’de yaşanan siyasi ve toplumsal gelişmelerin gayrıresmi kronolojisi gibi. Bu tarihi yapanlar arasında aklınıza kim gelirse var orada. Resmigeçit’teki karakter bolluğunu şöyle kabaca sıralamak bile yazarın roman helvasını nasıl zengin bir malzemeyle pişirdiğini gösteriyor. Batmakta olan geminin malları bunlar: Otuz iki kısım tekmili birden.

Siyasette taşranın sesini duyuran barajlar fatihi Ali Çoban ve onun 365 çift ayakkabısını ceset gibi yatağının altına dizmiş, bir kunduracıya vurgun hanımı Nazlı Hanımı.

Siyasete “Kimse bende kuşkulanmasın” sloganıyla giren şair parti başkanı Cevdet Kara ve onu çay ve bisküviyle besleyen eşi Reyhan Kara.

“Kafadan 20 yıl dayanır” diyerek yaptığı, ama hâlâ başımızı duvarlarına vurmaktan kurtulamadığımız 18 Kasım darbesinin bir numaralı generali, “canlı bir lağım çukuru” olan Rasim Ögür; namı diğer Rasim Ötün, Övün, Önün, veya Öfür.

Apolitik bir kuşak yaratmayı, insanların zararlı düşüncelerden kurtulması için parayla satın alabilecekleri şeylerin tadına varmasını sağlamayı görev edinen Pertev ve karısı Şermin.

İktidar hevesine her kapıldığında asker tarafından alaşağı edilen, iskambil kâğıdından yaptığı şatolar ordunun ‘puf’ demesiyle yıkılan, namazında niyazında Süleyman Tel.

Kurt partisinin herkesi korkutan ama genç ve yakışıklı çete lideri Reis Kurdoğlu karşısında yüreği pırpır atan, 36 numara ayakkabı giyen lideri Hüseyin Feyzullah.

1961’den bu yana görevde unutulmuş, 1.98 boyunda dev bir kadın olan, yüzyıllardır, “yoksa Kanuni zamanında(n beri mi?)” (s. 386) bu topraklarda olup bitenlere tanık olmuş İsveç büyükelçisi Orlando.

Denizin üzerinde, 301 kazığın üstüne oturtulmuş Florya Deniz Köşkü’nün, ki batmakta olan cumhuriyeti temsil etmektedir, Atatürk’ten bu yana bütün reisicumhurlara hizmet etmiş, 1915’te mucizeler eseri hayatta kalan bir bebek olan hizmetlisi Mustafa, namı diğer Mösyö Kevork Papazyan.

Kafası ayrıldığı örgütteki arkadaşları tarafından demir çubuklarla ezilip, nasılsa ölür diye morga konulan, devrimcilikte ancak bir arpa boyu yol gitmiş, “yaşamak, aşk, seks ve tatlı şeylerse eğer,” hiç yaşamamış, “ama bir inancı olmaksa yaşamak” çok uzun yaşamış (s. 81) genç sosyalist Emin.

7 Mayıs cuntasının, erkeklikten kadınlığa geçme yolunda olduğu için koyduğu sahne yasağını kırmak için, ‘davet edildiği sünnet düğünlerinde’ oturduğu yerden şarkı söyleyen, bir yandan da sürekli olay çıkarıp (mesela hamile kalıp!) gündem yaratan Büyent Paye: “halkın aklı başka yerde”.


26 Temmuz darbesinin bir numaralı generali Rasim Ötür’ün dostu, Pakistanlı darbeci Ziya Ülhak; gariban Kürt taksi şoförü Şehmus ve biricik Keje’si; zenginliği, gösterişi seven ve yıllar sonra milyonlarca müridiyle büyük bir güce erişecek olan Hocaefendi; darbecilerin konuklarını ‘eğlendiren’ Emer Sultan; seks filmlerinin unutulmaz oyuncusu Banu Ballı. Ve daha niceleri, niceleri…

Kirli çamaşırların geçit resmi


Resmigeçit’te geçit resmine çıkan bir memleketin kirli çamaşırları. Ancak, İşigüzel’in romanı salt siyasete, siyasetçiye, halka takık değil. Tarihle ve yalanla ve dolanla, velhasıl, şu kavanoz dipli memlekette eğri büğrü, yamuk yumuk, katır kutur olan ne varsa onunla da derdi var: “Hangi ülkenin halkından gizlenen, yüzleşemediği bir tarihi varsa, siyasetçilerden başka duyan bilenin kurşuna dizildiği bir sırrı varsa, pislik yığının üzerinde oturuyordur o ülke.”

Resmigeçit’te Ermeni felaketine, Kürtlerin son isyanına, 21 Mart darbesinin en karanlık cinayetlerinin işlendiği Diyarbakır Cezaevi’ne, işkencelere dair pek çok tarihsel adaletsizlikten söz ediliyor. Ancak İşigüzel, başta, “Ortada bir özür bile yokken, bu acının bir romana kenar süsü yapılması haksızlık” (s. 102) dediği Ermeni meselesi olmak üzere, riyanın değil samimiyetin arkasında duruyor ve vicdani bir tavır takınıyor. Memleketin çivisi çıkmış halinin en ağır travmaları olarak her birine hak ettikleri ağırlık ve sorumluluk duygusuyla yaklaşıyor.

Çok boyutlu karakterler


İşigüzel’in kahramanlarıyla ilişkisini çözmek kolay değil. Genç ve masum devrimci Emin’e, bir zamanların garibanı, sonraların fırlaması Mühendis’e duyduğu sempatiyi, buna karşın faşolara beslediği öfkeyi görebiliyorsunuz da (bunları saklamaya çalışır bir hali de yok romanın), o ‘pislik yığını’nı yaratan siyasetçi kalabalığına karşı öyle aman aman bir tiksinti hissetmiyorsunuz (belki, 5 Şubat darbesinin bir numaralı generali Rasim Ökür istisna!). Yazar, bir söyleşisinde “İyi de benim şefkat göstereceğim kahramanım yok ki...” dese de, sanki hayalleri karakterlere dönüşüp kâğıda düştüğünde, onlara mutlaka insani bir boyut katıyor. Bu da Resmigeçit’i çok katmanlı, incelikli bir metin haline getiriyor.

Hal böyle olunca, siyaseten hiç mi hiç tutmasanız da, Nazlı Hanımı’nın kunduracıya olan aşkını bildiği halde vakarını yitirmeyen Ali Çoban’a, ha bire bastırmaya çalıştığı “aklının frenk köşesi” hiç olmadık yerlerde pörtleyen Süleyman Tel’e, anneciğinin yaptığı dolmaları karısından gizli lüpleten Pertev’e, temel besin maddesi olan bisküvileri durmadan çayının içine düşen Cevdet Kara’ya karşı içinizde sıcak bir şeyler uyanıyor. İşigüzel’in karakterleri, bu tip bir sürü ayrıntıyla boyut kazanıyor, kâğıttan, harften, mürekkepten ayrılıp ete kemiğe bürünüyor. Gerçek hayattaki hallerinden bütünüyle farklılar elbette; romanın gerçekliğiyle gerçekliğin gerçekliğinin birbirine hem benzediği hem benzemediği son derece ‘romanesk’ bir durum bu.

Romanın bazı hoş teknik sürprizleri de var. Metinde kimi flash-back’ler ve zaman ve mekânda geçişler çok zekice kurgulanmış. Sözgelimi, başkentin çatılarının üzerinde kanat çırpan kumrular, bir o dama bir bu pencere kenarına konarak, bir bakıyorsunuz sizi Genelkurmay’a, hop Başbakanlığa ya da bir partinin genel merkezine götürüyorlar. Mösyö Kevork, bizi hem tarihte gezintiye çıkarıyor, hem de Cumhuriyet’in temellerinde bir yerlere gömülmüş duran Büyük Felaket’in memleketin bilinçaltında ne kadar ağır bir yük olduğunu duyumsatıyor. İsveç büyükelçisi Orlando yüzyıllar arasında gidip gelirken, İşigüzel, Woolf dışında, Rushdie, Nabokov, Marquez gibi sevdiği romancılara da sık sık göndermeler yapıyor.

Resmigeçit, yukarıda sözünü ettiğimiz karakter zenginliği ve olay örgüsüyle bir epik roman olarak da değerlendirilebilir. Ancak somurtkan değil, neşeli, cıvıltılı, zaman zaman insana kahkahalar attıran bir epik roman bu. Memlekette daha önce kaleme alınmış, pek çoğu ihanet-sadakat, işkence-kahramanlık, çözülmek-çözülmemek meselelerine odaklanan siyasi romanlardan ise çok farklı bir yerde duruyor. Şebnem İşigüzel, Türkiye’de siyasi romanın bundan sonraki macerası için farklı bir yol öneriyor ve o yolun ilk taşlarını da Resmigeçit’le döşüyor.

* Yazıda verilen tarihlerde kaymalar olabilir. Lütfen alıcılarınızın ayarıyla oynamayın.

Diyarbakır’da beş gün

Agos, 13 Şubat 2008

Diyarbakır ve değişim

Geçen hafta, daha önce Tophane’deki Tütün Deposu’nda açtığımız William Saroyan sergisini Diyarbakır’a taşıdık. Diyarbakır Sanat Merkezi’nde 10 Mart’a kadar açık kalacak sergi vesilesiyle ben de ilk kez bu kente gitme fırsatı buldum.

Bu kaotik, karmaşık, hayhuyu bol şehir hakkında beş günde derin değerlendirmelerde bulunmak zor elbette. Dolayısıyla, burada yazılanlar, bir acemi gözün gördüklerinden fazlası değil.

Sokaklar, caddeler kalabalık, insanlar güleryüzlüydü Diyarbakır’da. Son 20 yılda aldığı göçlerle nüfusu hızla artan, büyük siyasal sorunlarla boğuşan kadim kent, her şeye karşın huzurlu ve güvenli görünüyordu.

Beton ve plastiğin tartışılmaz hâkimiyeti başta olmak üzere pek çok açıdan herhangi bir taşra kentine benzese de, Diyarbakır’ın kendine özgü bir ruhu ve enerjisi var. Kent, her şeyden önce, etnik olarak olmasa da toplumsal-coğrafi açıdan son derece kozmopolit. Yakılan köyler ve iç savaş nedeniyle bölgenin dört bir yanından insanlar Diyarbakır’a göç etmiş durumda ve bu da, beraberinde taşıdığı ağır dertler bir yana, kenti daha renkli, daha canlı bir hale getirmiş.

Diyarbakır’ın damarlarında bir isyan ve boyun eğmeme kültürü dolaşıyor. Aşağılanmayla, ötekileştirilmeyle, şiddetle geçen yıllar ve uzun silahlı mücadele geleneği muhalif tavrı kentin ruhuna adeta nakşetmiş. Bu yüzden, Diyarbakır’ı ikna etmeyen her dönüşüm projesi, Türkiye’nin batısıyla sınırlı, yerel bir girişim olarak kalmaya; dolayısıyla var olan ayrılıkları daha da derinleştimeye mahkûm.

Türkiye değişecekse, bunu ancak Diyarbakır’ı ve bölgeyi içine alan yeni bir toplumsal sözleşmeyle başaracak. Aksi takdirde, karanlıklardan kurtulmak belki de hiç mümkün olmayacak.


Kürtlerin Ermeni meselesi

Çok fazla su yüzüne çıkmasa da, Türkiyeli Kürtlerin önemli bir kısmı, 1915’te yaşanan Büyük Felaket nedeniyle kişisel sohbetlerinde Ermenilerden yıllardır özür diliyor.

Daha henüz hiçbir özür kampanyasının ufukta görünmediği, özür kavramının zihinlerde hiç yer almadığı 90’lı yıllardan bu yana, tanıştığım Kürtler, 1915’te olan bitenler nedeniyle, alçak sesle ama çok içten bir tonla özür dilediler.

Türkiye’nin batısında yaşayanların bu konudaki cehaletini, suskunluğunu ve nihayet resmi tezleri sahiplenmek konusundaki heveskârlığını göz önünde bulundurduğumuzda, bu durum ciddi bir şaşkınlık vesilesidir.

Diyarbakır’da sohbet ettiğim arkadaşlar, bu farklılığı her şeyden çok, Kürtlerin de Ermenilerin ardından, cumhuriyet döneminde zulme uğramış olmasıyla açıklıyordu. Buna göre, ezilen bir halk, daha önce ezilmiş bir halkın çektiği acıları daha iyi anlıyor, onun hissettikleriyle kendi çektikleri arasında bir bağ kuruyor ve bu bağı empatik bir yaklaşımla, şahsi bir özürle hayata geçiriyordu.

Öte yandan, Ermenilerin yaşadığı katliamların en şiddetlilerinin Kürtlerin yaşadığı coğrafyada gerçekleşmesi ve İttihatçıların yönlendirdiği çeşitli Kürt aşiretlerinin bu kırımlarda aktif rol almaları nedeniyle, kanlı hatıralar memleketin batısından ziyade bu yörede canlıydı ve ortak hafızada ciddi bir yer tutuyor, vicdanları rahatsız ediyordu.

Devletçi kesimler son zamanlarda bu olguyu 1915’te yaşananların sorumluluğunu Kürtlerin omzuna yüklemek için kullansalar da, bugünün Kürtlerinin geçmiş kaynaklı bir suçluluk duygusuyla yaşamaları için hiçbir neden yok. Yeter ki özeleştiri ve muhasebe kanalları hep açık olsun.

Pek çok Kürt ailesinde, Ermenilerin başına gelenlere dair hikâyeler nesilden nesile aktarılıyor. Bu bilgi, bugün geçmişe göre daha parçalı bir yapı arz eden Kürt siyasi hareketinin öncelikli hedefleri açısından çok şey ifade etmiyor gibi görünebilir; ancak Kürtlerin geleceklerini bugünden inşa etmekte olduklarını hesaba kattığınızda, Ermeni sorunuyla yüzleşmenin ne kadar hayati bir öneme sahip olduğunu hissetmek zor değil. Zira, geleceğini, tıpkı cumhuriyet rejimi gibi geçmişi inkâr ederek kuracak bir Kürt hareketinin, ayağındaki prangalara takılması kaçınılmazdır.

Bu konuda en büyük görev, tabii ki yine Kürtlere düşüyor.

Türklerin Kürtleri dinlememekte bu kadar ısrarcı olduğu bir ortamda görevi yine mağdur olana yüklemek adaletsizlik gibi görünebilir. Ancak, onların Ermeni sorunu konusunda resmi tezlere payanda olmaktan, ‘asli unsur’ gibi bahşişlere gönül indirmekten kaçınmalarının, mağduru oldukları devletin betondan ayaklarından birinin eksilmesini sağlayacağı unutulmamalı. Kürtler bu hesaplaşmayı göze aldıkları ölçüde, Türkiye’nin barışa kavuşma çabalarına büyük bir katkıda bulunmuş olacaklar.


Haklı olmak

Diyarbakır’da en çok dikkati çeken şeylerden biri, hemen her ailede Ermeni anneannelerin, babaannelerin varlığının kolaylıkla söylenmesi; 1915’te canını kurtarmak için Müslümanlığa geçenlerin veya Kürt aileler tarafından alıkonulan çocuk ve kadınların hikâyeleriydi.

Bu ağır meselelerin bu kadar açık yüreklilikle konuşuluyor olması, kentte kozmopolit olarak nitelediğim ruh halinin içselleştirildiğine dair bir işaret aynı zamanda. Görülüyor ki, 1920’lerden itibaren yaratılmaya çalışılan ‘öz Türk’ gibi bir ‘öz Kürt’ tahayyülü mevcut değil orada. Kimlikler arasındaki geçişlere vâkıf olmak, insanların bakışlarına bir esneklik, bir yumuşaklık katmış; Kürt kimliğinin mutlaklaştırılmasının önüne geçmiş.

Onların, kısa bir süreliğine İstanbul’dan gelmiş, hiç tanımadıkları bir Ermeniyi, bir ‘fılle’yi el üstünde tutma konusundaki gayretleri, salt misafirperverlikle değil, ancak bu farkındalıkla açıklanabilir.

*

Son olarak, o farkındalık ve geçmişte yaşanan acı deneyimlerin izleri, Ergenekon davasının Kürt coğrafyasında batıya nazaran neden daha ciddiye alındığını da açıklıyor.

Varlığı geçmişte inkâr edilen JİTEM’in binlerce faili meçhul cinayeti konusunda bugüne dek bölgeden yükselen çığlıklara kulak tıkanmışken, bugün dava süreciyle ortaya çıkan bilgiler, geçmişteki isyanın ne kadar sahih temelleri olduğunu gösteriyor.

İçkale’de, eskiden JİTEM hapisanesi-işkencehanesi olarak kullanılan, bugün boşaltılıp restore edilen tarihi binayı birlikte gezdiğimiz Diyarbakırlı arkadaşımın yüz ifadesi, tam da bu nedenle, haklı çıkmanın ölçülü mağruriyetini yansıtıyordu.

Esquire'daki 'özür' yazısı

Bir süre önce Agos'tan arkadaşım Aris (Nalcı) arayıp Esquire dergisinin özür kampanyasıyla ilgili fikrimizi öğrenmek istediğini söyledi. Başta "ne gerek var" diye düşünsem de, Aris normalde Agos okumayacak insanlara da ulaşmanın önemli olduğunu uygun bir şekilde anlatınca, ben de bir şeyler karaladım. Aşağıda o kısa metin var (dergide son cümle düşmüştü).

Esquire
dosyayı "Ermeni meselesinde mikrofonu karşı tarafa uzattık" diye sunmayı tercih etmişti. "Karşı olmak"la ilgili bir sorunum olmasa da, bu takdime epey gücendiğimi söylemeliyim.

Esquire, Şubat 2009

Türkiyeli bir grup yurttaşın çıkıp Ermenilerin yaşadığı Büyük Felaket’ten ve bunun inkâr edilmesinden ötürü özür beyan etmesi, İstanbul’da doğup büyümüş bir Ermeni olarak bana her şeyden önce, içinde yaşadığım, parçası olduğum toplumun geleceği açısından umut veriyor.

Bu özrü, imzacıların bireysel ve vicdani tavrının onurlu bir yansıması olarak görüyorum.

Özür dilemenin hiç de kolay olmadığını hepimiz biliriz. Özür, her şeyden önce yaşananları idrak ettiğimizi, bu idrakin sonuçlarını sindirdiğimizi ve muhatabımızla ilişki içinde olmaya devam etmek istediğimizi gösterir. Türkiye toplumu da bu noktaya kolay gelmedi. Onyıllar süren bilmeme hali, ardından duvarda beliren ilk çatlaklar, ardından gelen şaşkınlık, kaos ve büyük tartışmalar… Geldiğimiz noktada, resmi tavırda ciddi bir değişiklik gözlemlemek pek mümkün olmasa da, toplumun çoksesli bir tartışmayı hayata geçirme yolunda önemli adımlar attığını görüyoruz. Az şey değil bu.

Hasbelkader Ermeni bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş bir Türkiyeli olarak kimseden kişisel bir özür beklentisi içinde olmasam da, Agos’ta yazdığım yazıda, özür dileyen yurttaşlarımın her birinin ‘başımın üstünde’ yeri olduğunu söyledim. Bu özrün, öncelikle onların kendi vicdani muhasebeleriyle ilgili olduğunu biliyor ve bu çabaya büyük saygı duyuyorum.

Özür dileyenlere karşı en yumuşağından en sertine çeşitli tepkiler verildi. Bunun nedenlerini anlamak zor değil. Ancak ben, tepkilerin çok büyük bir kısmının Ermenilere karşı, ya da geçmişte hayatını kaybetmiş, memleketlerinden sökülmüş insanların hatıralarına karşı olmadığına inanıyorum. Türkiye toplumu, çok derin bir dönüşüm süreci yaşıyor. Bu dönüşüm, ezberleri kırdığı ölçüde korku ve reaksiyon üretiyor. Daha demokratik, daha özgür, farklı fikirlere tahammülü daha geniş bir Türkiye’yi hep birlikte yaratabilir ve gelecek nesilleri milliyetçi değil, barışçı ilkeler ışığında eğitebilirsek, sadece Ermenilerle değil, bütün tarihimizle ilgili cesur adımlara daha anlayışla yaklaşan bir toplum haline gelebiliriz.

Bu zorlu görevi başaracağımıza inanıyorum.

Erdoğan diplomasinin dışında mıydı?

Agos, 6 Şubat 2009

Başbakan’ın Davos’taki performansı memlekette tutkulu bir kabulle karşılandı.

O öfkeli çıkışla gururlananlar, Türkiye’nin ilk kez uluslararası politikada sözü dinlenir bir aktör olarak temayüz ettiğini düşünenler, Erdoğan’ın diplomasinin soğuk ve yukarıdan dilini altüst eden hayırlı, neredeyse anarşizan bir sivil isyanın ateşini yaktığına inananlar, kendini beğenmiş Peres’e haddini bildirmesinden memnuniyet duyanlar, tam da Obama’nın yeni Amerikan siyasetini şekillendirmesiyle Ortadoğu’da kartların yeniden karılacağı bir zamanda Türkiye’nin böyle bir siyasi adım atmasının önemine değinenler çoğunluktaydı.

Tabii bir de, yüreğindeki patlamayı, ancak Erdoğan’ı Yavuz Sultan Selim’le, Fatih Sultan Mehmet’le yarıştırarak dile getirebilen, heyecandan zangır zangır titreyen, gecenin bir vakti havaalanı yollarına dökülüp “Âlemin kralı geliyor, geliyor!” diye haykıran bir hayran kitlesi vardı.

Başbakan’ın tavrına muhalefetse, onu iç siyasette sözlerinin arkasında durmaya davet eden tavırda birleşti. Türkiye’de Kürtlerin onlarca yıldır maruz kaldığı muamele, 12 yaşında 13 kurşunla katledilen Uğur Kaymaz, Başbakan’ın fiemdinli davasındaki sessiz tutumu, Amerika Irak’a savaş açtığında Türkiye’nin de savaşa girip parsadan pay kapması için nasıl militanca mücadele verdiğini anımsatıldı. Erdoğan, Türkiye’nin gerçek bir demokrasi ülkesi haline gelmesi için çaba göstermeye davet edildi.

Velhasıl, fili herkes bir yerinden tuttu ve tuttuğu yere göre ses verdi.

*

Siyasette aslolan söz, konuşma, diyalog, tartışma olduğuna göre, üslup elbette çok şey ifade eder. Milyonlarca insan üzerinde etkisi olan liderlerin de, sözlerini iyi ölçüp biçmesi gerekir. Öfkeli davranmak yerine sözü keskinleştirmeye yaslanmak, belagatli bir dille muhatabınızın haksızlığını açık etmek esastır. Bu nedenle, Erdoğan’ın öfkeli yüz hatları, karşısındakini adeta tokatlayan sözleri ve mekânı terk edip gitmesi, onun gücünden ziyade acizliğinin ifadesiydi.

Başbakan, ilk ve son kurşununu bu şekilde kullanmayı tercih etti.

Hareketinin yarattığı şok bir süre hepimizi oyalayabilir, ancak onun bundan sonraki hiçbir çıkışının aynı etkiyi yaratmayacağı aşikâr. Bu, bir siyaset adamının başına gelebilecek en tatsız şey olsa gerek.

*

Peki, Erdoğan’ı savunanlar arasında, onun diplomasinin bugüne kadarki soğuk, yukarıdan tavrını yerle bir edip yeni bir dil kurduğunu iddia edenler ne kadar haklı?

Sorunun yanıtı, Başbakan’ın bu adımı bir strateji dahilinde atıp atmadığında gizli. Onun samimiyetini test edebileceğimiz tek yer orası. Tam da yerel seçimler arifesinde, İsrail’le ilişkilerde hiçbir değişikliğe gidilmemişken ve askeri alışveriş olanca hızıyla sürerken, Erdoğan’ın çıkışının salt insani duygulardan ileri geldiğini söylemek ne kadar mümkün?

Erdoğan, tartışmalı panelin hemen ardından düzenlediği basın toplantısında, olanlardan bütünüyle moderatör Ignatius’u sorumlu tutarken, ertesi gün İstanbul’da, İsrail’in politikasıyla, Batı diplomasisiyle ilgili sert demeçler verdi.

Hal böyleyken, Ortadoğu’da Türkiye’ye yeni mevziler kazandırmayı amaçladığı açık olan bir stratejik performansı, adeta yeni bir dünya yaratılıyormuşçasına kutsamak niye?


Başbakan’ın, diplomasinin geleneksel ulusal çıkar düsturunun içinden, ama kendi meşrebince konuştuğunu teslim etmek neden bu kadar zor?

“Yahudi yemeği yemeyiz!”

Agos, 6 Şubat 2009

Erdoğan “Bu millet hiçbir zaman Yahudi düşmanlığı yapmamıştır” dese de, Türkiyeli Yahudilerin çok sıkıntılı günler geçirdikleri bir gerçek.


Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Leyla Navaro, Radikal’deki ‘Türkiye’de Yahudi olmak: 500 yıllık yalnızlık’ başlıklı yazısında, yaşadığımız günlerdeki hissiyatını şu sözlerle dile getiriyordu: “Birlikte ortak kaderini paylaştığım, iyi ve kötü günlerde ‘ne olacak bu durumumuz?’ diye ülke sorunlarına hayıflandığım kimi vatandaşlar demek beni potansiyel düşman olarak addedecek, canımı yakmak ya da yoketmek isteyecek... Bugün kendim için üzülüyorum, tedirginim ve nisbeten ürküyorum, ama açıkça söylemem gerekirse Türkiye’nin ırkçılığa kaymakta olan geleceği için de eşit derecede tedirginim, üzülüyor ve ürküyorum.” (22 Ocak)


Başbakan’ın Davos’taki sözlerinin, zaten ciddi korkular içinde yaşayan Türkiyeli Yahudilerin yaşamında ne gibi etkileri olacağı üzerinde de nedense pek durulmadı.


Türkiye’de milliyetçi-muhafazakâr değerlerle donanmış milyonlar, Başbakan’ın çıkışını sizce nasıl algıladılar? Bu sözlerin Yahudileri değil İsrail devletinin politikalarını hedef aldığı ayırt edilebildi mi?


Yahudi Cemaati Başkanı Silvyo Ovadya, 2 Şubat tarihli, Milliyet’te Devrim Sevimay’a sinagog önünde nöbet tutan ama kendilerine ikram edilen yemeği “Biz Yahudi yemeği yemeyiz” diyerek kabul etmeyen polis memurlarından söz ediyordu.


Erdoğan’ın ,“Öldürmeye gelince, siz öldürmeyi iyi bilirsiniz!” sözlerini o polis memurlar nasıl algılayacaklardır sizce?

"Talimatname yetmez, kanun şart!"

Geçen haftaki Agos için, Ermeni Patriklerinin seçimiyle ilgili yasal bir boşluk hakkında bir haber-söyleşi yaptım. Belki birilerinin ilgisini çeker diye buraya da alıyorum.

Agos, 30 Ocak 2009

Türkiye Ermeni toplumunun Patrik II. Mesrob’un rahatsızlığının ardından yeni bir patrik seçimini tartışmakta olduğu şu günlerde, seçimle ilgili mevcut hukuki düzenlemeler, sağlıklı sonuçlara ulaşmak açısından büyük önem taşıyor. Ancak, meseleye yakından baktığımızda, bu temellerin hiç de sağlam olmadığını görmek zor değil. Konuyla ilgili olarak görüşlerine başvurduğumuz Prof. Hüseyin Hatemi, gayrimüslim cemaatlerin statülerinin resmen belirlenmemiş olmasının yarattığı sakıncalara dikkat çekiyor.

İstanbul Ermeni patriklerinin seçimi, Bakanlar Kurulu’nun 18.9.1961 gün ve 5/1654 sayılı kararnamesine dayanılarak hazırlanan ‘Patrik Seçimi Talimatnamesi’ne göre yapılıyor. Teamüle göre, yeni bir patrik seçilmesi gereksinimi ortaya çıktığında, Patrikhane bünyesinde, ruhaniler ve sivillerin katılımıyla oluşturulan Patrik Seçim Kurulu, Başbakanlık ve İçişleri Bakanlığı’na başvuruyor. Bu makamların emirleriyle İstanbul Valiliği ve Patrik Seçim Kurulu seçim için uygun tarihi, sandık konulacak mahalleri, ‘bir kereye mahsus olmak üzere’ seçim talimatnamesini ve delege sayısını belirliyor.

Ancak Patriklik makamı için yapılacak seçimin talimatnameyle hazırlanması, beraberinde birtakım sorunlar getiriyor. Bunların en önemlisi, seçim konusunda kalıcı bir hukuki düzenin yerleşmiş olmaması. Oysa, kilise âdet ve teamüllerine göre yeni bir patriğin nasıl seçileceği açık bir şekilde belirlenmiş durumda. Kanuni durumun belirsizliği ise, her seçim döneminde, başta kimlerin aday olacağı olmak üzere, pek çok konuda tartışmaya ve çalkantıya neden oluyor. Patrik Seçim Talimatnamesi’nin her defasında devlet onayından geçiyor olması da, ülkenin içinde bulunduğu siyasi konjonktüre bağlı olarak değişen, istikrarsız bir yapıya zemin oluşturuyor.

Bu durum daha önceki yıllarda da pek çok ruhaninin ve sivilin şikâyetlerine konu olmuştu. Şu anki Patrik Vekili Başepiskopos Şahan Sıvacıyan da, 1998’deki seçim sürecinde, patrikliğin kalıcı bir hukuki düzenlemeden hâlâ yoksun olmasını şu sözlerle eleştirmişti: “Her patrik seçiminde bu tür olaylar yaşıyoruz. Patrikler seçildikten sonra da, bir dahaki seçimlere kadar unutuyoruz. Hiçbir kalıcı düzenleme sağlanabilmiş değil. Bu sorunun artık geleceğe taşınmaması gerekir.”

Her seferinde “bir defaya mahsus” deniyor

Söz konusu seçim talimatnamelerinin 18.9.1961 tarihli kararnameye atıfta bulunması ciddi bir hukuki çarpıklığa işaret ediyor. Çünkü bu kararname, yeni bir kanun ve tüzük çıkarılıncaya kadar, bir defaya mahsus olmak ve geleceğe ait hiçbir hukuki hüküm ifade etmemek üzere hazırlanmış.

27 Mayıs 1960 darbesinin ardından hazırlanan ve bu askeri yönetim döneminin izlerini taşıyan kararname, dönemin devlet başkanı ve başbakanı Org. Cemal Gürsel’in de imzasını taşıyor: “Münhal bulunan İstanbul Ermeni Patriği için yapılacak seçimin, yeni bir kanun ve tüzük çıkarılıncaya kadar ve bir defaya mahsus olmak ve âtiye ait hiç bir hukuki hüküm ifade etmemek kayıt ve şartıyle, ruhani ve sivillerden müteşekkil İntihap hey’eti vasıtasıyle, babadan Türk olan şahıslar arasından yapılması; dışişleri Bakanlığının muvafık mütalaasına dayanan, İçişleri Bakanlığının 13/9/1961 tarihli ve 422231-1/112341 sayılı yazısı üzerine, Bakanlar Kurulunun 18/9/1961 tarihli toplantısında kararlaştırılmıştır.” (Vurgu bana ait – RK)

Ancak, bu kararname, 1961’deki patrik seçimine mahsus olarak hazırlanmasına karşın, 1990’da Patrik Şınork Kalustyan’ın, 1998’de ise Patrik Karekin Kazancıyan’ın ölümünün ardından yapılan seçimlerde, Patrik Seçimi Talimatnamesi’nin hazırlanmasına dayanak oluşturdu ve böylece, ciddi bir hukuki hata yapılmış oldu.

Prof. Hatemi: Talimatnameyle geçiştirilemez, kanun şart

Konuyla ilgili olarak görüşlerine başvurduğumuz, gayrimüslim cemaatlerin hukuki statüleri konusunda ülkenin önde gelen uzmanlarından olan Prof. Hüseyin Hatemi, sorunun çok derinlerde devletin gayrimüslümlere bakışında yattığını belirtiyor ve bu tür ciddi meselelerin talimatnamelerle düzenlenemeyeceğini, ancak kanun şemsiyesi altında çözülebileceğini ifade ediyor: “Cemaatlerin hukuki durumunu açıklığa kavuşturan kanuni bir yapıya ihtiyaç olduğu çok açık. Her cemaatin kendine göre yapısı ve teamülleri var. Ermeniler patriklerini halkın katılımıyla seçiyorlar, Rumlar ise Sen Sinod Meclisi’ndeki metropolitlerin kullandıkları oylarla. Yahudilerin ise bir sivil yönetimleri mevcut. Dolayısıyla, Rum Ortodoks Cemaati, Ermeni Cemaati ve Yahudi Cemaati için ayrı ayrı kanunlar yapılabileceği gibi, her bir cemaatin âdet ve teamüllerinin ayrı başlıklar altında belirtileceği tek bir kanun çatısı altında da gerekli düzenlemeler yapılabilir.”

Prof. Hatemi, Osmanlı döneminde çıkarılan cemaat nizamnamelerinin birer kanun niteliğinde olduğuna da dikkat çekiyor: “19. yüzyılda sultanın onayıyla yürürlüğe giren cemaat nizamnamelerini, bugünkü talimatnamelerle karıştırmamak gerekir. Bu nizamnameler, daha 1876 tarihli Kanun-i Esasi’nin, yani anayasanın olmadığı bir dönemde kabul edilip yürürlüğe girmişti. Kanun hükmündeydiler. Zaten bu gibi ciddi konuların talimatnamelerle geçiştirilmesi de hukuken doğru değildir.”

“Üst denetim yetkisine sahip Özel Hukuk tüzel kişiliği”

Prof. Hatemi, geçmişte, Rum Ortodoks Patrikliği için bir ‘İstanbul Ortodoks Patrikhanesi Kanun Taslağı’, Dışişleri Bakanlığı’nın isteği üzerine de cemaat vakıfları için bir kanun tasarısı hazırlamıştı. Hatemi, patrikliklerin ve Hahambaşılığın, “cemaat vakıfları üzerinde üst denetim yetkisine sahip ve kamu yararına çalışan Özel Hukuk tüzel kişiliğini haiz” olma statüleri tanınmadıkça bu tip sorunların yaşanabileceğini dile getiriyor: “Cemaatin sahip olduğu vakıfların üst denetim kuruluşu olarak Vakıflar Genel Müdürlüğü değil, sözü edilen dini önderlik kurumları tanınmalı. Diyanet İşleri Başkanlığı yerine de, hükümette tesis edilecek ve cemaatlerle devlet arasındaki ilişkilerin aracısı konumunda olacak bir bakanlık görevlendirilmelidir. Örneğin Azerbaycan’daki uygulama bu şekildedir ve sadece Müslümanların değil, gayrimüslim cemaatlerin de işleri bu bakanlık aracılığıyla yürütülür.”

“Türk vatandaşı olmayan da patrik olabilmeli”

Hatemi’ye, olası bir patrik seçiminde sorun yaratabileceğini düşündüğümüz, adaylık koşullarıyla ilgili bir ifade hakkındaki görüşünü de soruyoruz: 1961, 1990 ve 1998’de yapılan patrik seçimlerini düzenleyen talimatnamenin adaylarla ilgili maddesi, “Patrik namzedi listesine dahil edilecek ruhanilerin aşağıdaki şartlara haiz olması lazımdır” dedikten sonra, ‘a’ fıkrasında, “babadan Türk olmak” koşulunu getiriyor.

Hüseyin Hatemi, “babadan Türk olmak” ifadesinin, uygulamada “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” şeklinde yorumlandığını söylüyor. Ancak ifadenin etnik çağrışımlarından ötürü sorunlu olduğuna, bu durumun, babası Türk vatandaşı olmayan bir din adamının, kendisi Türk vatandaşı olduğu halde, patrikliğe aday olamaması sonucunu doğurabileceğine dikkat çekiyor: “Bu gibi mahzurlara karşı izlenecek yok belli. Ben bunu hazırladığım kanun tasarısında da dile getirmiştim. Türk vatandaşı olmayan bir ruhaninin de patrik seçilebilmesi mümkündür. Böyle bir durumda, patrik seçilen şahıs, cumhurbaşkanı tarafından veto edilmediği takdirde, bir ay içinde Bakanlar Kurulu tarafından Türk vatandaşlığına alınır ve bundan sonra da 10 gün içinde ataması yapılır.” Hatemi, cumhurbaşkanının vetosunun ancak kabul edilebilir bir gerekçeyle mümkün olabileceğini de hatırlatıyor.

“Kanunun yokluğu keyfiliğe neden oluyor”

Prof. Hatemi, cemaatlerin dini önderliklerinin hukuki statülerinin bir kanunla düzenlenmiş olmamasının mahzurlarını anlatırken, 1998’de yapılan seçimlerden önce yaşanan bir olayı hatırlatıyor: “1998’de Adana-Ceyhan’da bir deprem olmuştu. O zaman Patrik Vekili olan Başepiskopos Mesrob Mutafyan da, son derece asil bir tavırla, Ermeni cemaati içinde bir kampanya tertip ederek depremin mağdurları için yardım toplamıştı. Toplanan mütevazı meblağı hangi yollarla yerine ulaştırmak gerektiğini sormak için İstanbul Valiliği’ne nazik üsluplu bir mektup yolladığında,Valilik’ten cevap olarak, Patrik Vekili unvanını kullanmaya yetkili olmadığı ve bunu tekrarlarsa kendisine Türk Ceza Kanunu’nun cezai müeyyidelerinin uygulanacağını belirten, son derece kaba bir cevap almıştı. Maalesef, açık ve seçik bir kanun hazırlanmadıkça bu tip keyfi uygulamalarla karşılaşmak mümkün hale geliyor.”

Prof. Hatemi bu tür belirsizliklerin Türkiye’de huzursuzluk yaratmaya çalışan bazı güçlerin gayrimüslim topluluklar içerisindeki uzantılarını da harekete geçirdiğini hatırlatıyor: “Ben o zaman bir mütalaa hazırlayarak Mutafyan’ın Patrik Vekili unvanını kullanmasının hukuka uygun olduğunu belirtmiştim. O günlerde, Mutafyan’ın patrik seçilmemesi için çalışan Kandilli Kilisesi Mütevelli Heyeti’nden bir zat, Hulki Cevizoğlu’nun televizyon programına çıkıp ‘Hatemi padişahlık dönemine dönmek istiyor’ demiş ve benim bu mütalaayı hazırlamak için büyük miktarda para aldığımı iddia etmişti. Oysa ben o mütalaayı kendime vazife edinerek, vicdani bir sorumluluk olarak hazırlamış ve tabii beş kuruş almamıştım. Maalesef bütün cemaatlerde Ergenekon gibi örgütlenmelerin uzantısı olan kesimler var. Bunlar belirli çıkarları koruyabilmek için hukuki durumun muğlak olmasından yararlanıyorlar.”

“Hükümet adım atmalı”

Prof. Hatemi, son olarak, Türkiyeli gayrimüslimlerin, hukuki güvenceye sahip cemaatler olarak ruhani önderlerini özgürce seçebilmeleri gerektiğine işaret ediyor ve hükümeti bu konuda adım atmaya çağırıyor: “Türkiye’nin gayrümüslim vatandaşları devletin veya Müslümanların müdahalesi olmadan, kendi patriklerini istedikleri gibi seçebilmeliler artık. Hükümet de gerekli kanunu hazırlamalı ve bunun dışında hiçbir şeye müdahil olmamalı.”