Teotig’i anımsarken…*

Teotig, nam-ı diğer Teotoros Lapçinciyan (1873, İstanbul-1928, Paris) yaşadığı dönemin en üretken ve önemli entelektüellerinden biriydi. Üsküdar’daki Cemaran ve Berberyan okullarından mezun olduktan sonra Robert Kolej sıralarından da geçen Teotig, İstanbul’daki kültürel yaşamda kendine özgü bir yer edinmişti. Onun yaşamöyküsüne kısaca göz atmak bile, o fırtınalı dönemin ruhunda yarattığı iniş çıkışları göstermeye yeter. Teotig, her şeyden çok, 19 yıl yayımladığı ünlü Amenun Daretsuytsı (Herkesin Yıllığı)

adlı yıllıkla akıllarda yer etmiştir belki, ama hikâyeleriyle, ünlü şahsiyetler hakkında yazdığı portrelerle, dilbilim ve tarih alanındaki çalışmalarıyla da ardında kalıcı bir eser bırakmıştır.

İlk önemli çalışması Bolso Hayevarı (İstanbul Ermenicesi) ile 1905’te itibarlı İzmiryants Ödülü’nü kazanır Teotig. Yıllığının İstanbul Ermeni ağzından alınmış bilmece ve deyişler bakımından zengin olmasının ardında bu çalışmanın yattığı anlaşılıyor. 1902’de evlendiği yazar eşi Arşaguhi Teotig’in (Cezveciyan) desteğiyle Herkesin Yıllığı’nı 1907’de yayımlamaya başlar. Ermeni alfabesinin Mesrob Maşdots tarafından icadının 1500., ilk Ermeni matbaasının Hagop Meğabard tarafından kuruluşunun 400. yılında, Ermeni matbaacı-yayıncılarına adanmış Dib u Dar (Baskı ve Harf, 1912) adlı eseri, gerek estetik yönü gerek içeriğiyle büyük bir başarıdır. Teotig bu kitapta, 20 ülkedeki 92 şehirde faaliyet göstermiş 462 Ermeni matbaası, onların harf kalıpları ve kurucularıyla ilgili bilgiler verir.

Pek çok Ermeni aydın gibi, Teotig de 1915 Felaketi’nden payına düşen acıyı tatmaktan kurtulamaz. Daha İstanbul’daki tutuklamalar başlamadan, mart ayında, yıllığındaki, geçmiş dönemlerde Rus ordusunda görev almış Ermeni generaller hakkındaki bir yazı nedeniyle tutuklanır ve Divan-ı Harb-i Örfi tarafından bir yıl hapse mahkûm edilir. 1916 nisanında özgürlüğüne kavuşunca yeniden tutuklanır ve Anadolu içlerine tehcir edilir. Yolu uzundur: Sapanca, Eskişehir, Konya, Ereğli, Pozantı… Tehcir kafilelerinin Pozantı’dan sonra, ardında tek bir kişi bırakmayan katliamlara maruz kaldığı bilinmektedir, ancak Teotig mucizevi bir şekilde kurtulur. Türk-Alman subayların gözetiminde Toroslar’da Bağdat demiryolunun yapımında çalışan “Amele Taburları”na mensup Ermeni gençler Teotig’i kaçırıp kamplarına götürürler. Teotig, Adana’nın kuzeyindeki Belemedik-Taşdurmaz mevkiinde, Vahan Nekdaryan adına düzenlenmiş sahte bir kimlikle amelelik etmeye başlar ve 1918 Mütarekesi’ne dek, kendi deyimiyle, “tehlikeyle, korkuyla ve güvensizlikle kardeş kardeşe yaşayarak” hayatta kalır. İstanbul’a dönüşünden sonra yeni bir heyecanla yıllığını çıkarmaya başlar. Ayrıca, 1915’te hayatını kaybetmiş aydınların yaşamöykülerini verdiği Huşartzan Abril 11i (11 [24] Nisan Anıtı); yetimlerle ilgili soruna dikkat çektiği Zulumı yev mer Vorperı (Zulüm ve Yetimlerimiz); 1915’te ölen din adamları hakkında bilgiler derlediği Koğkota Hay Hokevoraganutyan (Ermeni Ruhbanlarının Golgothası) kitaplarını yayımlar. Yaşadığı dehşetin ve gördüklerinin etkisiyle, kendini halkının uğradığı kayıpların kaydının tutulmasına adamıştır adeta. 1922’de, İsviçre’de bir sanatoryumda tedavi görmekte olan eşi Arşaguhi’yi kaybeder. 1923’te ise, İzmir’in Kemalist güçler tarafından ele geçirilmesinin ardından, pek çok Ermeni gibi yeni katliamların korkusuyla terk ettiği İstanbul’u… Korfu ve Kıbrıs’ta bir süre yaşadıktan sonra Paris’e yerleşir. Tehcir yolunda ölümle burun burunayken karısına gönderdiği bir mektupta “1841 Kalküta basımlı Hindistan’ın Tarihi kitabını ciltçi Hayk’a bırakmıştım. Nadir bir kitaptır, parasını verip al” diyebilecek kadar kültür ve edebiyat sevdalısı Teotig, 24 Mayıs 1928’de Paris’te, La Fayette sokağındaki mütevazı dairesinde, bir başına ölür.

* Bu yazıda kaynak olarak büyük ölçüde, Levon Şaroyan’ın Teotig’in yıllığının Halep’te yapılan yeni basımı için yazdığı Ermenice önsözden yararlanıldı.

22 Eylül 2006

2006 model tehcir

İstanbul gibi plansız büyüyen bir şehrin gittikçe bozulan çehresinin birtakım projeler dahilinde değiştirilmeye çalışılması kaçınılmaz bir zorunluluk. Yetkililer, son zamanlarda daha çok duymaya başladığımız “kentsel dönüşüm projeleri”nin bu makyajı gerçekleştirmeye aday olduğunu söylüyor. Yetkililere güvenmek hususunda sükut-u hayale uğramaya alışkın bir toplum içerisinde yaşadığımıza göre, insan düşünmeden edemiyor: Durum gerçekten süslü tanıtım kampanyalarıyla duyurulduğu gibi mi acaba? Yoksa, “dönüşüm” adı altında, kentin ikinci sınıf sakinleri olarak görülen yoksulların, işsizlerin, göçmenlerin, şehir dışına “ötelenmesi” ve onlardan boşalan yerlere çok daha varlıklı insanların oturacağı müstakil evler veya siteler mi yapılması amaçlanıyor? Ana-akım medyada meselenin insani yönü nedense hiç irdelenmiyor. Ancak Bianet.org gibi alternatif haber kaynakları vasıtasıyla duyuruluyor “dönüştürülecek” semtlerin sakinlerinin sesleri. Bianet’ten Emine Özcan’ın yaptığı haberlere göre, Fatih’teki Sulukule adıyla bilinen Hatice Sultan ve Neslişah mahalleleri ile Kâğıthane’deki Yahya Kemal mahallesinin çoğu Roman olan sakinleri, ellerinde tapuları olsa da, ceplerine sıkıştırılan üç beş kuruşla, onyıllardır yaşadıkları yerlerden uzaklaştırılmaya ve toplu konutlarda yaşamaya zorlanıyorlar. Bir tür mikro-tehcir... Amaç gerçekten kentin çehresini dönüştürmekse, bu semtlerin sakinlerinin görüşünün alınması, üretilecek projelere onların da fikirleriyle katılması gerekmez mi? Yeniden planlanacak mahallelerde neden oraların şimdiki sakinleri oturmasın? Onlara, Roman oldukları için mi kendi mahallelerinde bile yaşama hakkı tanınmıyor? Bu tür ayrımcılıkları yaşayadururken, hâlâ gönül rahatlığıyla Türkiye’de ırkçılık yoktur diyebilir miyiz?

22 Eylül 2006

Bir yıllık…

Amenun Daretsuytsı 1907 (Herkesin Yıllığı [tıpkıbasım, Halep, 2006])
Teotig’in ünlü yıllığının 1907’deki ilk sayısı, yüzüncü yaşını kutlamak üzere olduğu bu günlerde Halep’teki Giligya yayınevinin girişimi ve Lizbon’daki Kalust Gülbenkyan Vakfı’nın desteğiyle yeniden basıldı. Bu tıpkıbasım için Teotig’le ve yıllığıyla ilgili bilgilendirici bir önsöz kaleme alan Halepli araştırmacı Levon Şaroyan, 1907 yıllığının elektronik ortama aynen aktarılmasıyla gerçekleşen bu basıma, okurun işini kolaylaştırmak için bir dizinle, tematik bir içindekiler listesi eklemiş. Yıllıkta, takvim, felsefe, din, ahlak, edebiyat gibi konularda yazılara; Osmanlı Ermenilerinin gazete, kilise, okul gibi kurumları hakkında bilgi notlarına, Osmanlı, İran, Arap, Hint, Rus, Alman, İtalyan, Romen, Yunan edebiyatlarından çevirilere, şiirlere, bilmecelere yer veriliyor. Baskı ve cilt kalitesi olarak da üst düzeydeki bu tıpkıbasım, emeğin, özenin, zamanın –dolayısıyla Teotig’in eserine saygının– esirgenmediği örnek bir çalışmanın eseri.
22 Eylül 2006

“Bizim Ermeniler”(!) ve ötesi

Gazetelerde, televizyonlarda, Türkiye’de yaşayan gayrimüslimler hakkında olumlu bir şey söylenecekse, onlardan “Bizim Ermeniler, bizim Rumlar, Bizim Yahudiler...” diye söz edilmesi âdettendir. Yok eğer, olumsuz bir olay veya yargıdan söz ediliyorsa, “Ermeni asıllı, Rum asıllı, Yahudi asıllı...” İyi niyetle hazırlandığı su götürmeyen programlar veya yazılar dahi bu dili kullanır. Geçenlerde televizyonda tekrar yayını yapılan, “Bizim Ermeniler”den söz eden 5N1K programında, “kültürümüze” yaptıkları katkılar için konuk edilen Ermeni sanatçıların aidiyetine ve “biz” denilen kategoriye dahil olduklarına onca vurgu yapılmasının, bir “ast-üst” ilişkisinin varlığının sessiz onayı olduğunu düşünmek pekala mümkün.

Türkiye’de yaşayan azınlıkların, adları Ahmet veya Ayşe’den, dinleri İslam’dan farklı olsa da, aslında “bizden, içimizden” olduğunu gereğinden fazla tekrarlamak, söylenmek istenenin aksine, zımnen, sözü edilenlerin “Biz” kategorisinin içinde değil kıyısında, hatta dışında yer aldığını itiraf ediyor. Sanki doğası gereği “O”, “Biz”in (ki Türk, Müslüman ve çoğu zaman Sünnidir) dışında olan, ancak gerek duyulduğunda ve aramıza dahil olma konusundaki istekliliğini, sadakatini, yeteneğini müteaddit kereler ispatlaması halinde “biz”den sayılabilecek bir “gizli yabancı”dır (kanun metinlerinde gayrimüslimlerden “yerli yabancı” olarak söz edilmesiyle paralel bir durumdur bu...).

Bu kategorik ve örtük dışlamaya, şehirli üst-orta sınıf söyleminde çoğu zaman gözleri nemli bir nostalji duygusu eşlik eder. Gayrimüslimlerin yaşadıkları sorunların çözümü veya bu sorunların sorumlularının ifşası hakkında çoğu zaman sessiz kalan bu yaklaşım, onların nicel olarak azalmalarından da yüzeysel, samimiyetsiz bir acınma duygusuyla söz eder. Yurtdışında yaşamayı seçmiş Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin, Süryanilerin göçlerinde devlet politikalarının hiç rolü yoktur sanki. Yahut, gidenler salt ekonomik gerekçelerle yeni bir ülkede yaşamayı tercih etmiştir. Ermenileri yemekleri, Rumları meyhaneleri, Yahudileri ticari yetenekleri, Süryanileri taş evleriyle vs. anımsamak ve sevmek, neticede onların ortak kültüre yaptıkları katkıyı gösterip yüceltmek amaçlansa da, dünya ve memleket ahvalini “biz” ve “onlar” penceresinden görmekten kurtulamadığımızı gösterir.

Foti Benlisoy, Express dergisinin Temmuz sayısındaki, gayrimüslimlere yönelik bu nostaljikleştirme merakını irdelediği yazısında, şöyle yazıyordu:

Rum meyhanesi, müziği filan derken, meselenin astarı arka plana düştü. ‘Eski Rum evleri’ satın alan kozmopolitizm meraklısı orta üst sınıf mensuplarımız, bu evlerin nasıl olup da boş kaldığını pek sorgulamaya niyetli değildiler herhalde.

Aslında “bizden” olmayan Türkiyeli gayrimüslimleri ancak “bizim mahalleden” olduklarında, seslerini çıkarmadan yaşama alışkanlıklarını sürdürüp, “bize” bir tür kozmopolit zenginlik havası verdiklerinde tahammül edilebilir bulmak düpedüz milliyetçilik ve ayrımcılıktır. Bu zihniyette, Osmanlı döneminden miras bir “emperyal” düşünce biçimi, “millet-i hâkime” ve “millet-i mahkûme” ayrımı önemli rol oynuyor. Bu yüzden, Türkiye’de, etnik veya dinsel kimliğe değil, siyasi-kültürel hak ve sorumluluklara dayalı yurttaşlık anlayışını, milliyetçiliği değil dünya yurttaşlığını teşvik eden yeni bir dil oluşturmak için uğraşmaya ihtiyaç var. Bu dilin ilk harcını bundan yüz yıl önce “Milletim nev-i beşer (insanlık), vatanım rûy-i zemin (yeryüzü)” diyerek atan Tevfik Fikret’i saygıyla anmamak mümkün mü?

15 Eylül 2006

“Muhbir vatandaş” sahaya indi


İstanbul’daki 30 Ağustos törenlerinde “İsrail askeri olmayacağız” pankartı açanların töreni izlemeye gelenler tarafından dövülmesi üzerinden bir hafta geçmişti ki, bu kez Sakarya’nın Akyazı ilçesinde bir linç olayı patlak verdi. Fındık toplamak için Akyazı’ya gelen Diyarbakırlı işçilerle, yörede yaşayan birkaç kişi arasında “omuz atma” sebebiyle çıkan kavganın artık hepimize tanıdık gelen bir linç ortamına sürüklenmesi için birilerinin ahalinin kulağına “bunlar PKK’lı” ve “PKK’lılar gencimizi dövdü!” diye fısıldaması yetti de arttı. Kısa sürede emniyet binasının önünde iki bin kişi toplandı, PKK aleyhine sloganlar atıldı, Kürt fındık işçileri linç edilmek istendi. 9 Eylül tarihli Radikal’de bu haberin hemen yanında, son zamanlardaki benzer olayların bir dökümü vardı. Korkutucu bir manzara: Son 18 ayda, bazıları binlerce kişinin “katılımıyla” gerçekleşen 21 linç olayı. Bölgesel dağılım da vahim: Trabzon, Sakarya, İzmir, Gemlik, Kayseri, Rize, Samsun, Artvin, Ordu, İzmit, Erzincan, Isparta, Mersin, Kırklareli, Tokat, Konya, İstanbul...

“Linç kültürü...” son zamanların en gözde deyimi. Akla nedense “muhbir vatandaş”lar düşüyor. Osmanlı devrinde hükümdarların, güç sahiplerinin gözdeleri, 12 Mart, 12 Eylül darbelerinin yetiştirmek için onca çaba gösterdiği makbul vatandaş tipi. Yabancı, aykırı bir fikir, bir eylem gördüğünde hemen “yetkililere”, mührü elinde tutanlara, birilerinin canı iki dudağının arasında olanlara haber çakan “makbul” vatandaş. Darbeciler eserleriyle gurur duyabilir. Öyle sağlam bir tohum attılar ki, yeni kuşaklar, muhbirlikle yetinmiyor, sahaya inip hesabı kendisi sormak, “düşmanı” paramparça etmek, onu kalesinden, namusu saydığı köyünden, ilçesinden, toprağından kazımak, linç etmek istiyor; televizyonda yıllar yılı “Çevik Kuvvet”lerin sokak göstericilerini amansızca coplamasını izleyerek başladığı stajını, uygulamalı derslerle sürdürüyor, çevikleşiyor.

15 Eylül 2006

Bir roman...

Kuş Diline Öykünen, Ayşegül Devecioğlu, Metis

Yıllar yılı hakkıyla tartışılmayan 12 Eylül darbesini yirmi küsur yıl sonra gerçekten hatırlamak, onunla gerçekten hesaplaşmak mümkün mü? Askeri darbe... Hakkında belki çok şey söylendi, ama gerçekten “konuşuldu” mu? Yirmi küsur yıl sonra, “12 Eylül” yeni kuşaklara ne ifade ediyor; peki ya o günleri yaşayanlara? Ayşegül Devecioğlu, Kuş Diline Öykünen’in kahramanı Gülay’la, bir devrimci ve bir kadın olarak, zamanın ruhunun farklı olduğu, hayatın her yönüyle başka bir şekilde kurulduğu zamanları yaşamış, ama yediği darbeyle savrulmuş, yerle yeksan olmuş bir kuşağın yeni zamanlardaki şaşkınlığını dillendiriyor. Bunu illa ki bir mağduriyet beyanı şeklinde değil, dört başı mamur bir edebiyat eseriyle yapıyor. Mağrur ama kırılgan, suskun ama sorduğu soruların gözünün içine içine bakmaktan çekinmeyen bir roman Kuş Diline Öykünen... Onarılması imkansız yaraları sağaltmak yolunda heder olmaktansa onlarla yaşamayı yeğleyen, ama umutlara sırtını dönmeyen... Devecioğlu’nun bir söyleşisinde belirttiği gibi: “Şimdi hatırlamanın zamanıdır.” Derinlerdeki umudu büyütebilmek için.

15 Eylül 2006

Sivil bir “insani yardım” tahayyülü


Lübnan’da görev yapacak Barış Gücü’ne Türkiye’nin asker göndermesi gerektiğini savunanların en önemli savlarından biri, böylesine büyük bir trajedinin mağdurlarına karşı insani yardım görevini yerine getirmenin her ciddi ülkenin sorumluluğu olduğu. İlk bakışta göze sorunsuz, gerçekçi, masumane görünen bir önerme... Oysa, mesele biraz kurcalandığında, zihinlerde birtakım soru işaretlerinin doğması kaçınılmaz.
“İnsani yardım=askeri yardım veya askeri katılım” formülünü hiç sorgulamadan kabullenmeye acaba neden bu kadar teşneyiz? İnsani yardım, gerçekten de, ancak ve ancak asker ve ordu eliyle mi gerçeklenebilir? Bunun başka yolu yok mudur? İsrail saldırılarının mağduru Lübnanlılara insani yardım (tıbbi yardım, gıda, barınak, moral vs.) sağlamanın yegâne hal çaresi, Türkiye kamuoyunun vicdanında gerçek bir “barış gücü” olduğu yolunda güçlü şüpheler uyandıran bir askeri güce, son model silahlarla teçhizatlandırılmış binlerce asker göndermek midir?
İnsani yardım kavramının içini silahla değil de, demokratik, katılıma açık ve gönüllülük esasına dayalı bir halklar arası dayanışmayla doldurmanın yolları üzerine kafa yormak daha verimli bir tartışma ortamı sağlamaz mı? Türkiye’de faaliyet gösteren meslek birliklerinin, sivil toplum örgütlerinin, gazetelerin, televizyonların, siyasi partilerin, insani yardım terimiyle murad edilenin içerik ve boyutlarını sivil bir bakış açısıyla ele alıp, bu yönde ciddi kampanyalar düzenlemesi halinde, coşkulu bir katılımın gerçekleşebileceği ortada. İşaretler, kamuoyunun nabzını tutmak için yapılan anketler, siyasi yelpazenin sağ ve sol cenahından örgütlerin düzenlediği irili ufaklı gösteriler bu durumun kanıtı sayılır.
Hayatımızın her alanına, her anımıza sinmiş görünen, kerameti kendinden menkul militarist düşünce sisteminin, Lübnan’daki savaşın mağdurlarına yardımla ilgili meselede, toplumdaki hâkim dayanışma duygusunu askeri bir zemine kanalize etmesine izin verilmemesi gerekir. Geçtiğimiz hafta Radikal İki'deki zihin açıcı yazısında Yıldırım Türker “Barış sivildir!” derken bu durumu çok iyi anlatıyordu.

Silahların, bombaların konuştuğu bir ortamda insani yardımın burada çizilmeye çalışılan çerçevede ele alınmasını naif, çocuksu bulanlar olacaktır elbet. Turgut Özalvari “bir koyup, üç alalım”cıların hiç susmamacasına konuştuğu “reel-politik” dünyada insanlığın hangi yöne gittiği ortada iken, biraz daha naifliğe ihtiyacımız olmadığı söylenebilir mi?
8 Eylül 2006

Muteberleştirebildiklerimizden misiniz?


Lübnan’a asker göndermenin dış siyaset açısından elzem olduğunu savunanların en sık kullandığı argümanlardan bir diğeri de, Türkiye’nin bu yolla uluslararası alanda büyük bir itibar kazanacağı. Bir yere asker göndermekle ne menem bir itibar kazanılabileceği sorusu bir yana, maksat madem ki itibar kazanmak –ki bu, ülkenin itibarının gerçekten de iki paralık olduğunun itirafı demek bir anlamda– işin içine silahı katmadan, sonsuza dek uzatılabilecek alternatif bir, “itibar kazanmak için yapılacaklar listesi” hazırlanabilir:
– İtibarlı devletlerde, pankart açan üniversite öğrencilerini linç edenleri “aferin, çok güzel yaptılar!” diye destlekleyen emniyet müdürleri pek görülmediğine göre, linç girişimini öven emniyet müdürlerini görevden almak,
– Her siyasi tartışmada hasımlarını hainlikle, vatana ihanetle suçlayan veya kendisini kedi şeklinde çizen karikatüritleri dava eden siyasetçilerin barınamayacağı bir siyasi ortam yaratmak,
– Dostlar alışverişte görsün misali, bir yandan “Kürtçe yayın serbest!” “İşte size Kürtçe dil kursu!” derken, öte yandan Kürtçe yayınları ve eğitimi engellemek için bin bir hüner sergileyen siyasi-bürokratik takozları tasfiye etmek,
– Benzine her ay en az üç dört kez zam yapılan ekonomik koşullar altında, işçi sendikalarına maaşlarda altı aylık yüzde dört gibi komik bir artış öneren hükümetin, IMF’ye verilen sözler dışında hiçbir ekonomik vizyonu ve iktidarı olmadığını ifşa etmek vs. vs.
8 Eylül 2006

Kaygı

Sırtlarında yumurta küfesiyle yaşamaya alışkın Türkiye Ermenileri, hükümetlerinin Lübnan’a asker gönderme kararı ile Lübnan Ermenilerinin buna gösterdiği şiddetli tepkiyi yoğun bir kaygı duygusuyla izliyorlar sanırım. Gündelik yaşam içerisinde veya siyasi sohbetler esnasında kolay kolay dile getirilemeyen bu sıkıntı, Lübnan’a Türkiye’den gidecek askeri birliklerle orada yaşayan Ermeniler arasında yaşanacak herhangi bir olası “tatsızlığın”, burada ne gibi meşum yansımaları olabileceği öngörüsünden kaynaklanıyor; üstelik linç kültürünün devlet eliyle sürekli olarak beslendiği günümüz siyasal koşulları altında... Basiretli siyasetçilerin, şimdilik zihinlerdeki soru işaretleri olarak var olan bu haklı kaygıları giderecek açıklamalar yapıp, insanları bir nebze rahatlatması gerekir. Aksi takdirde, küfedeki yumurtaların sayısının her geçen gün biraz daha artması kaçınılmaz.
8 Eylül 2006

Bir film...


Paul Haggis’den “Çarpışma” (Crash, 2004)

Amerikan toplumunun çok-kültürlülüğünü tanımlamak için kullanılan “eritme potası” tabiri çoktan tarihe karıştı. Otoriter çağrışımları bir hayli fazla olan bu tabir, 90’lı yıllardan itibaren, içindeki unsurların her birinin varlığını koruyarak nihayetinde bütünsel bir lezzet ortaya çıkardığı, kulağa daha hoş gelen “salata” benzetmesiyle ikame edildi. Haggis, günümüz ABD’sinde farklı toplumsal katmanlara dair hikâyelerden oluşturduğu Çarpışma’da, ırkçılık, zenofobi (yabancı düşmanlığı) ve şiddetin, toplumu bir tür etnik kast sistemiyle bölerek nasıl güvensiz, tekinsiz bir hale soktuğunu gösteriyor. Sokakta gördüğü her siyahı soyguncu sanıp korkan beyazlar, gördüğü her esmer tenliye Arap, dolayısıyla El Kaide’li muamelesi yapan satıcılar, Porto Riko’lu sevgililerini inatla Meksikalı sanan siyahlar, bir hırsızlık durumunda ilk olarak yakınlardaki göçmenlerden şüphelenen zenginler, siyahlardan oy almak için etnik ayrımcılığa karşı olduğu izlenimi veren politikacılar… Haggis’in Oscar’lı filmi, acı toplumsal gerçeklere çekinmeden bastığı parmağını her dakika biraz daha derine batırarak izleyicisini sarsarken, sonlara doğru verdiği “her insanın içinde iyi de kötü de vardır” mesajıyla, küçük bir umut ışığının hâlâ daha yandığını duyumsatarak sürpriz yapıyor.

8 Eylül 2006

Sırpuhi Düsap’a bir mezar taşı

Geçtiğimiz günlerde Aras Yayıncılık tarafından yayımlanan, beş öncü Ermeni feminist yazarla ilgili “Bir Adalet Feryadı” adlı kitabın foto-albüm bölümünde ilginç bir gerçeğe dikkat çeken iki siyah beyaz fotoğraf yer alıyor. Fotoğraflardan daha yeni tarihli olanında, ilk Ermeni kadın romancısı ve en önemli kadın hakları savunucularından Sırpuhi Düsap’ın Feriköy Latin Katolik Mezarlığı’ndaki aile mezarı görülüyor. Had safhada sade bir mezar bu, üzerinde ne Sırpuhi Düsap’ın ne de eşi Paul Dusap’ın adları var. Orada öylece duran, isimsiz, tarihsiz, geçmişsiz, sahipsiz bir beton mezar...
Üç önemli romanı, “Mayda,” (1883) “Siranuş” (1884) ve “Araksiya ya da Mürebbiye” (1887) ile, yaşadığı dönemde adeta bir deha mertebesine erişmiş, sonraki kuşakları, özellikle de ardından gelen kadın aktivistleri bir hayli etkilemiş Sırpuhi Düsap... Eşi, Fransa’da doğup İstanbul’da yaşamayı seçmiş, bestekâr, orkestra şefi, Sultan Abdülhamid döneminde Mızıka-i Hümayûn şefliği yaptığı için “Paşa” unvanı almış Paul “Dussap”, bu mezarda yatıyorlar.

Aynı sayfadaki, ünlü Teotig’in 1914 yıllığından alınan, bir hayli eski diğer fotoğrafta, bu mezarın 1914’teki hali... Fakat, bu iki fotoğrafın gerçekten aynı mezara ait olmasına imkân var mı? Kocaman, anıt benzeri bir mezar taşı, büyük harflerle “FAMILLE DUSSAP” yazısı ve Sırpuhi Düsap’ın adının altında Fransızca bir metin. Mealen şöyle:
Burada, erdem dolu bir yüreğe ve incelik dolu bir zekâya sahip, takdire şayan eş ve anne, 16 Ocak 1901 tarihinde vefat etmiş, Sırpuhi Düsap yatıyor. Ebedi saygı ve özlemle...

Anlaşılan o ki, 1901’de hayatını kaybeden Sırpuhi Düsap’ın ve eşinin gömülü olduğu aile mezarı, aradan geçen yüz yılı aşkın sürede, bugün bize malum olmayan bir sebepten ötürü yıkılmış. Deprem, yıldırım, bir kaza, hoyrat eller... Bilinmiyor. Bilinen, hayatını bir ideal uğruna yaşamaya adamış, ardında birbirinden güzel üç roman bırakmış, ömrü vefa ettiğince kadınların toplum içerisinde daha iyi bir yer edinebilmeleri ve erkekler tarafından ezilmemeleri için çaba göstermiş, aile kurumuna zarar verdiği gerekçesiyle sert eleştirilere uğramış ama hiç yılmamış bir kadın yazarın, İstanbul’un göbeğindeki bir mezarlıktaki son durağının, öylece, mahzun, boynu bükük durduğu.
Soru şu: Ardında bıraktığı eserlerle sonsuza dek yaşayacak olan Sırpuhi Düsap’ın bizlere bıraktığı son hatırayı onun adına yakışır bir hale getirmek mümkün olabilir mi? O mezarın, eski hali kadar görkemli olması mümkün değil belki; kim bilir, belki gerekli de değil... Düsaplar için mütevazı birer mezar taşı, o iç karartan betonun yerine de, kırk yılın başı bir edebiyatseverin gelip bir demet çiçek bırakması için bir avuç toprak, hepsi bu… Hay Gin kadın platformu, 2003 yılında, Şişli Ermeni Mezarlığı’nda Zabel Asadur (Sibil) için buna benzer bir girişimi başarıyla gerçekleştirmişti. İstanbul’daki Ermeni toplumu, kadın grupları, dini yortularda kilise çıkışlarında cemaate “sarı gül”ler dağıtan belediyeler... El birliğiyle, küçük de olsa bir şey başarmak için umut var mı?
1 Eylül 2006

Bir konser, bir savaş ve duyarsızlık

Şehirde yaşayanlar, hele İstanbullular, sokaktaki gürültüye, yüksek sesle müzik çalınmasına alışkındır. Özellikle kalabalık caddelerde her zaman bir tanıtım vardır; bir konserin, bir ticari ürünün, bir eğlencenin, bir kutlamanın, şamatacı, çığırtkan, tantanalı uğultusu hâkimdir her yana... İnsanların, günlük telaşe içerisinde, duysalar da çoğu zaman neyin gürültüsü olduğunun ayırtına varmadığı, kimi zaman da duymazdan geldiği sesler. Oysa, geçtiğimiz hafta, Taksim’de, yan yana iki sokak standından yükselen iki farklı müziğin yarattığı iç burkan çelişkiye kayıtsız kalmak pek kolay değildi.
Ses ayarı köklenmiş, hoparlörü daha çok bağıran standda “Miniaturk konserleri”nin tanıtımı yapılıyor, hareketli bir müzik eşliğinde, heyecanlı bir ses, dünyanın en önemli olayını duyururcasına, gelip geçenleri haberdar ediyordu:
Yaz Konserleri’nin ilk gününde Sunay Akın’ın ‘Miniaturk’ başlıklı sunumunun ardından Sertab Erener ve Redd sevenleriyle buluşacak. Daha sonra sırasıyla; Hande Yener (24 Ağustos), Serdar Ortaç (25 Ağustos), Yavuz Bingöl (26 Ağustos)
Diğer stand daha ağırbaşlı, çok daha sakindi. Küçük bir masanın etrafında, İsrail saldırılarının ardından yüzlerce insanın öldüğü, binlerce insanın yaşadığı yeri terk etmek zorunda kaldığı, altyapısı önemli ölçüde zarar görmüş Lübnan’a yardım kampanyası kapsamında, bağış toplanıyordu. Çalan ağır müzik, yandaki şamatanın etkisiyle olacak, daha bir hüzünlü geliyordu kulağa.

Aynı belediye tarafından kurulan iki tanıtım standı, birbirinden bu kadar uzak, bu kadar kopuk iki gerçekliğe dikkat çekmeye çalışırken, bu kadar yakın, bu kadar iç içe. Biri diğerini, güçlü güçsüzü ezercesine… Bir tarafta, ölümler, keder, çaresizlik, öte tarafta hepi topu iki üç saatlik bir yaz akşamı eğlencesi. Geçen hafta, Lübnan’daki krizle ilgili Türkiye’de yükselen barış taleplerinin inandırıcılığından şüpheyle söz etmiştik. Duyarsızlığın, sözü edilen inandırıcılığı sağlamak için uygun yollardan biri olmadığı çok açık.
1 Eylül 2006

Bir Dergi...


Express
Aylık olarak yayımlanan siyaset-kültür dergisi Express’in en önemli özelliği, söyleşilerde tutturduğu, standartların bir hayli üstündeki kalitedir. Ciddi bir ön çalışma, özenle hazırlanmış sorular, söyleşinin ritmine, akışına göre ortaya çıkan yeni sorular, kimi zaman tatlı bir hasbıhal, kimi zaman muhatabını zorlayan çıkışlar... Her türlü siyasi, kültürel mesele Express’in ilgi alanındadır. Genellikle, daha kapağı görür görmez, derginin o mütevazı yayın kadrosunun o ay nasıl bir ruh hali içerisinde olduğunu anlarsınız. Derginin canı bazen bir şeye fena sıkılmıştır, bazen feryat eder, bazen birilerine fena hasretlenmiştir, bazen bir bilgenin zekâsına sığınma ihtiyacı duyar. Basında, çoğu zaman güç odaklarının suyuna gitme anlamını taşıyan suya sabuna dokunmaz tarafsızlık hali ona göre değildir. Tavırlıdır. Memleketin en ağır sorunları, çiftçinin, işçinin, memurun giderek kötüleşen durumu, kent yoksullarının günlük yaşamı, Kürt ve Ermeni meseleleri, kadınların, azınlıkların dertleri, adaletsizlikler, gücün kötüye kullanımı... Hepsi, Express’çilerin can alıcı sorular sorup, aklın, vicdanın sesine uygun cevaplar bulmaya çalıştığı alanlardır. Dünya ahvalini, memleketin hal-i pür melalini onunla takip eden sadık (ama küçük) bir okur kitlesi vardır.

Express’in yaz aylarına özel çifte sayısı (Ağustos-Eylül, sayı 64) bu günlerde bayilerde. Bu sayıda yer alan bazı konu başlıklarını zikretmek, dergi hakkında fikir vermek için faydalı olabilir:
Bursa’da eşçinsellere linç girişimi - Lübnan katliamı, Fouad Elkhoury’nin gözüyle – Fındık mitingi – Sağlık Hakkı Hareketi – İstanbul’un vapur seçimi – Mutenalaşan semtler – Savaş kurbanı hayvanlar – Sulukule’yi imha planı – Şeyh Bedreddin Şenliği – Syd Barett – Mehmet Uzun...

1 Eylül 2006

Lübnan ve Gerçek Barış

İnsanların medyanın haber sağanağına her gün kaçınılmaz olarak maruz kaldığı bir dönemde yaşıyoruz. Adına “gündem” denen hercümerç, eski kara trenler gibi, kazan dairesine kömür niyetine atılan “haber”lerle besleniyor. Bir ay önce herkesin tüylerini diken diken eden olaylar, giderek rutine dönüşüyor, manşetlerdeki yerini ilk sayfaların alt kısımlarına, sonra da iç sayfalara terk ediyor. ABD’nin Irak’ı işgali böyle olmadı mı? İlk günlerin, ilk ayların dehşeti geçtikten sonra, bugün televizyonların haber bültenleri “Bağdat yakınlarında bombalı saldırı: 30 kişi öldü” mealindeki haberleri vaka-yı adiyeden gibi veriyor.
İsrail’in Lübnan’a karşı başlattığı saldırıların üzerinden bir ayı aşkın zaman geçtikten sonra ateşkes ilan edildi. ABD işgali nedeniyle zaten barut fıçısına dönmüş olan Ortadoğu’yu savaş ortamının içine iyice çeken bu olay hakkında çok yazıldı çizildi. Türkiye medyasının ve siyasi çevrelerinin meseleye bakışında bu kısa sürede yaşanan hızlı gelgitler ise dikkat çekiciydi. “
Vah vah!”larla başlayıp, “Fırsattan istifade biz de Kuzey Irak’a girelim!” gibi dahiyane fikirlerle tansiyonu yükselten, ateşkes ilan edildikten sonra da Lübnan’a asker göndermek için uygun ortamı yaratmaya meyleden bir oportünist manevralar bütünü... Her şey “milli çıkar” ve hikmet-i hükümet için! Bu arada, Lübnan halkının uğradığı haksızlığı eleştirmek için seslerini yükseltenlerin çoğu, bütünüyle Yahudi-karşıtı bir dil kullanarak, hem karşı çıktıkları haksızlığı yeniden üretmiş, hem de Türkiye’de zaten diken üstünde yaşayan Yahudi yurttaşları iyice tedirgin etmiş oldular.
Türkiye’de siyasi partiler, medya ve sivil toplum, yakın tarihte bu ve benzeri konularda gerçekten vicdanlı bir siyasi tavır geliştiremeyecek, aktif bir savaş karşıtı, barışçı, hümanist dil oluşturamayacaksa, barış taleplerinin hiçbir inandırıcılığı olmayacak.
25 Ağustos 2006

Hain, Gandi, Kerinçsiz

Karaköy’deki vapur iskelesinin önünde bir süredir bir stand kuruluyor. Burada, İşçi Partisi’ne bağlı Türk Solu dergisinin düzenlemiş olduğu “Yılın Faşistini Seçiyoruz” kampanyasının tanıtımı ve oylaması yapılıyor. Ellerinde kampanyayla ilgili afişler, Atatürk posterleri ve Türkiye bayrakları olan gençler zaman zaman slogan atıp, gelip geçenlerin dikkatini çekmeye çalışıyor: “Orhan Pamuk hainine dersini verelim!” “Hrant Dink’in sesini keselim!”... Ve de en trajiği: “Yılın Gandi’si Kemal Kerinçsiz!”...
Türkiye’de “hain” yakıştırmasının bu kadar bonkörce kullanılmasının nedeni nedir diye düşünmeden edemiyor insan. Geçtiğimiz yıl, Adalet Bakanı, Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenecek olan Ermeni Konferansı katılımcılarını meclis kürsüsünden “hıyanet” ve “vatanı arkadan hançerlemek”le suçlayarak konferansı erteletmişti. Yani sadece Türk Solu dergisi çevresiyle veya “bir avuç radikal”le sınırlandırılabilecek münferit bir olgu değil karşımızdaki. Böyle düşünen insanlar, TC yurttaşı olanların ancak belli şekillerde davranabileceği, belli fikirlere sahip olabileceği ve ancak birtakım kanaat önderleri tarafından tespit edilebilecek belli bir milli çıkar hattının dışına çıkamayacağı ön-kabulüyle hareket ediyorlar. Türk, Fransız, Japon olmanın asla insanların nasıl düşüneceğini belirleyemeyeceği, insan zihninin asla bu tür bir prangayla sınırlandırılamayacağı gerçeğinden bihaberler.
Sahi, Heybeliada’da ağızlarından köpükler saçarak Patrik Bartelemeos’u yuhalayanlara laf anlatmaya çalışan ada sakini yaşlı bir kadını tokatlayanlarla aynı kefeye konmasına Gandi ne derdi acaba?
Bir soru daha: Gandi’si Kemal Kerinçsiz olan bir siyasi hareket, nasıl akıllara ziyan bir dünya tahayyülüne sahiptir?


25 Ağustos 2006

Aurelio ve ille de “Kan” diyenler...

Brezilya’da doğup Türkiye Cumhuriyet yurttaşı olan Marco Aurelio’nun milli futbol takımına çağrılması etrafında dönen tartışmalar, bu ülkede yurttaşlık kavramının nasıl algılandığı konusunda hayli zihin açıcı oldu. Kimileri futbolcunun milli takıma seçilmesini “içlerine sindiremediler”. Her ne kadar ırkçı damgası yememek için lafı dolandırıp bin bir bahane uydursalar da, karşı çıkışlarının altında kana, etnik kökene dayalı bir yurttaşlık anlayışının yattığı aşikâr. Bu görüşü savunanlara göre, etnik olarak Türk ve Müslüman olmayanlar TC vatandaşı olmamalıdır, olamaz. Diyelim ki kazara, kanunda yazılı haklarını kullanarak ülkenin vatandaşı olmuşlarsa veya gayrimüslim gruplar gibi yüzyıllardır bu topraklarda yaşadıkları için bu statüye sahip iseler, fazla ortalıkta görünmemeli, suya sabuna dokunmamalı; hele, herhangi bir platformda Türkiye’yi temsil etmeyi akıllarından geçirmemelidirler.
Aurelio’yu milli takıma alma kararı karşısında yükselen bu şovenist eleştirilere Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” sözüyle karşılık veren Fatih Terim’e, spor yazarı Kazım Kanat’ın verdiği cevap bu bakımdan ibretlik:
“Terim: Atatürk ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’dedi diyor. Peki Atatürk bu sözü söylerken şunu da demedi mi: ‘Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur…’”

Akla takılan bir başka soru da Aurelio’nun Marco olan adının neden “Mehmet”e dönüştürüldüğü. Üstelik bu ülkede milli takım formasıyla en çok gol atan futbolcular arasında hâlâ Lefter’in adı varken… Türkiye’de doğup ABD, Fransa, ya da Brezilya vatandaşlığına geçen Mehmetler, Michael, Mark, Marcello filan oluyor da haberimiz mi yok?
25 Ağustos 2006

Bir roman...

Pedal Çeviren Kadınlar – Rea Stathopulu – Metis
Rea Stathopulu İstanbul doğumlu; çocukluk yıllarını Boğaziçi’nde bir “köyde” ve babasının doğum yeri olan İmroz’da (Gökçeada) geçirmiş. Bugün Yunanistan’da yaşayan Stathopulu’nun kaleme aldığı Pedal Çeviren Kadınlar, daha çok kadınların dilinden dökülen bir aile hikâyesi. 1940’lı, 50’li yıllardan bugüne ülkenin yakın tarihini şöyle bir gözünüzün önüne getirdiğinizde, bu Rum ailenin hikâyesinin aslında hepimizin ortak tarihi olduğunu görebilirsiniz. Varlık Vergisi, 20 Sınıf askerlik, 6-7 Eylül olayları, Kıbrıs meselesi, 1964’te sınır dışı edilenler; hepimizin bildiği, ağızlara pelesenk olmuş tarihler, uygulamalar... Stathopulu tarihlerle, başlıklarla, sloganlarla yetinmiyor; derine, kadınların, erkeklerin, en önemlisi çocukların yüreğine, belleğine iniyor. Oradan sevinçleri, hüzünleri, korkuları bulup çıkarıyor. Geçmişi hiç sakınmaksızın deşmek ne kadar çetin bir süreçse, bir o kadar da öğretici... Ve belki de, küçük kız çocuğu Niki’nin hissettiği kimi korkuların sizin çocukluğunuzdakilere ne kadar benzediğini fark ettiğinizde dökülen bir damla gözyaşının ardından, huzur verici...
25 Ağustos 2006