Biz, kaybımız, melezlik

Agos, 15 Ocak 2009

Judith Butler’dan esinlenerek

Kaybımızın bizlere anlattığı bir şey var. Kaybın ‘biz’e ait olması, onunla ilişkimize, onun bizim için ifade ettiği anlama ve nihayet bize, kendimize dair bir şeyler söylüyor.

Onun aramızdan alınışı bizim kaybımız olduğuna göre, onu biz kaybettiğimize göre, onda bize, bizde ona ait olan bir şeyler vardı. O bize, biz ona aittik bir ölçüde. Kimimiz için sıkı sıkıya örülmüş, kimimiz içinse daha gevşek bir bağla, ama bağlıydık birbirimize. Onu sevmiş, ona kızmış, ona sesimizi duyurmaya çalışmış, onu dinlemiş, ona bel bağlamıştık. Hayatımızda bir yeri vardı.

Onu kaybetmek, bizi öncekinden çok daha farklı bir biz yaptı. İstesek de istemesek de, eski biz değiliz artık. O kaybın bizi sonsuza dek dönüştüreceğini idrak ettik; isyan etsek de bu gerçeğe boyun eğdik, öyle ya da böyle ona razı geldik. Yaşadığımız kayıp, bizi sonsuza dek dönüştürdü.

Kaybımızın büyüklüğü, böyle olmasını gerektiriyordu. Kaybımız nedeniyle dönüşüp değişeceğimizi anladık da, bu değişimin ne yöne olacağını bilemedik, kestiremedik; bilemiyor, kestiremiyoruz. Hayat da o kestirilemez, iradi veya gayri iradi, kimi zaman hükmedebildiğimiz ama çoğu zaman müdahale edemediğimiz, bizi yazgımızın şu ya da bu patikasına yönelten ayak izlerinde saklı zaten.

*

Acımız büyük oldu. Önceden bilemeyeceğimiz kadar büyük. Kimi zaman ağır ağır yükselen, kimi zaman ani darbelerle sarstı bizi. Gün geldi hiçbir şey yapamaz olduk; gün geldi, yaşadığımız hayatın anlamsızlığı, etrafımıza bir duvar örmemize neden oldu. En hızlı çalışma gününde birden takatsiz, en hararetli tartışmada birden mecalsiz, en hızlı koştuğumuz anda birden tıknefes kaldık. Neden, niye olduğunu çoğu zaman bilemeden.

Bütün tasarruflarımızdan ve bütün tasavvurlarımızdan daha geniş, daha büyük, daha güçlü bir şey vardı bulutların arasında; kaybımızdı, sezer gibi olduk, bilemedik.

Bilemedik ki, bu bilmeme hali her şeyden çok kendimize dairdir. Bilemedik ki, biz onda kendimize dair bilmediklerimizi bulmak istedik. Onda kendimizi tanımlamak, istedik. Onu kaybettiğimizde, kaybettiğimiz bizdik aynı zamanda.

Bütün bu bilinmezlikler arasında hissediyoruz ki, kendimizi bulmak, aynı zamanda onu bulmak anlamına gelecek. Onu bulmak, ancak kendimizi bulmakla mümkün olacak.

*

Kaybımız, acımız, yasımız, kederimiz, bizi hareketsizliğe, atalete, içimize kapanmaya yöneltmedi. Aksine, zaten bütün benliğimizi ateşiyle sarmış olan arayışımızı güçlendirdi. Onunla birlikte kendimizi de kaybettiğimize göre, artık kaybedecek bir şeyimiz kalmamıştı. Bu da, kazmayı daha derinlere, en derinlere vurma konusundaki cesaretimizi artırdı.

Onu arıyormuş gibi yaparken aslında kendimizi aradık.

Onunla kaybettiğimiz şey neydi?

Onunla beraber yitip giden neydi?

Yitip gidenleri çıkarsak, geriye bize dair ne kalırdı?

Peki biz şimdi neyiz?

Kimiz?

Soruların alacakaranlığında kendimizi aramaya devam ettik.

*

Kendimizi ararken, kendimizi bulmak için kaybımıza baktık sürekli. Öğrendiklerimizi onun hayat deneyimlerinin süzgecinden geçirip yeniden yorumladık.

Orada, bitmek bilmez bir başkalaşma çabası gördük. Başka biri haline gelmek anlamında değil, kendini dur durak bilmeksizin başkalarının yerine koyma, dünyaya ve kendine başkalarının gözünden ve onların mesafesinden bakma, dünyayı, binlerce gözü olan bir insan gibi, bin bir farklı açıdan anlamlandırma çabası.

Kaybettiğimiz, bu çabanın içselleştirilip bir var oluş biçimine dönüştürülmesiydi belki de.

Başkalarının da en az bizim kadar yaralanabilir olduğunun farkına varamayacaksak, şikâyetçisi ve mağduru olduğumuz haksızlıklardan başkalarını korumayacaksak, yaşadıklarımızdan bir şeyler öğrendiğimiz söylenebilir mi?

Acımız, yasımız ve kederimiz bize, daha iyi insanlar olmak istiyorsak, başkalarının yüreğine nüfuz etmek istiyorsak, ortak dertlerimize birlikte derman bulmak istiyorsak, başkalarının acısını duymaya, başkalarının yasını görmeye, başkalarının kederini hissetmeye amade olmamız gerektiğini öğretiyor.

Kaybımızın hepimizin kaybı olması, hepimizin onun üzerinde hak iddia etmesi, herhalde en çok, onun, içinden taşan bir samimiyetle, doğallıkla taşıdığı melezliğinden ileri geliyordu. Samimiyeti, teklifsizliği, dobralığı ve yürekliliğiyle, sınırların bir o bir bu yanından hepimize el sallayarak, kimliklerin hapsedici duvarlarını bir çırpıda aşarak, başka türlü bir var oluşun mümkün olduğunu göstermesiydi bizi ona bağlayan. Gözlerimizle görüyor, ama yaptıklarının, söylediklerinin gerçekliğine bir türlü inanamıyorduk. O, başka türlüsünü hayal edendi.

Bizden alınan, bunları böyle yaptığı için bizden alındı, ve biz onun yaptığını kendi usulümüzce yapmanın yolunu yordamını henüz bulamadığımız için eksiğiz.

İyimserliğin politikası

Agos, 8 Ocak 2010

Yılbaşının telaşlı, eğlenceli, sofrası bereketli günleri, saman alevi gibi parlayıp söneceğini bildiğiniz o mutluluk halinden uzak durmaya gayret etseniz de, bir kere paçanızdan tutup yakaladı mı, yeni yıla ve hayata, geleceğe dair bir iyimserlik yayıyor içinize.


Çevrenizdeki ışığın yumuşadığı, hayat mücadelesini ha babam yokuşa süren çelişkilerin keskinliğini yitirdiği, insanlar arasındaki ayrımların ortadan kalkar göründüğü bir tatlı huzur ve mayhoşluk haliyle, ruhunuz tebessüm etmeye başlıyor. Dünyayı daha iyi bir dünya, birbirinin kurdu haline gelmiş insanları daha iyi insanlar, hayatı da, size ve sevdiklerinize karşı daha müşfik, daha sevecen bir hayat olarak algılıyorsunuz birkaç günlüğüne de olsa.


Sizinle ve ailenizle başlayan, sevdiklerinizi, memleketinizi ve nihayet tüm dünyayı içine alan
daireler halinde büyüyen, yeni yılın, huzur, mutluluk, başarı, barış getirmesi yollu dilekler, artık iyice epriyip anlamlarından boşalsalar da, derinlerde bir yerde sakladı
ğınız solgun ve titrek umut ışığının harlanmasını sağlıyor.

Ben, siz, hepimiz, bir şekilde hayata tutunmak istiyoruz çünkü. Onun bize daha eli açık davranmasını arzu ediyoruz, çünkü kimsenin yadsıyamayacağı insani hasletlerimizle bunu hak ettiğimizi düşünüyoruz.


Hayata sarılma çabasının yılbaşı günlerindeki karşılığı, yeni yılın iyilik getirmesi beklentisi haliyle. Bir ihtiyar kisvesiyle uğurladığımız eski yılın kötülüklerinin hepsini geride bırakırken, yeni doğmuş bir bebek saflığında vücut bulduğuna inandığımız yeni yılı kalp kıpırtılarıyla karşılıyoruz. Önümüzdeki 365 gün de bir bebek gibi tertemiz, pirûpak olmayacak, bunu biliyoruz da, bilmiyormuş gibi yapıyoruz.


*


Ne ki, insani duyarlılıkların sürekli zorlandığı, aşındığı bizimki g
ibi bir memlekette, bu bebek-çocuk benzetmesi bile, ardındaki çağrışım yüküyle beraber geliyor. Yeni yılın yavaş yavaş emekleyeceğini, ayağa kalkacağını düşündüğünüz anda, henüz ayağa kalkmış yüzlerce Kürt çocuğunun uğradığı muamele geliyor aklınıza. Haksızlıkla ve yoksullukla bebekken tanışmış çocukların, isyanlarının birer taş olup egemenlerin polisine fırlatıldığını ve sonrasında olanları anımsıyorsunuz.

Ve o taşın onları terör suçlusu yapmaya yeteceğini... Büyüklerin Tanrı kelamıymışçasına mühimseyerek yaptığı kanunların, onların beş, on, on beş, yirmi beş yıl hapis cezasıyla yargılanmalarına yol açabileceğini, açtığını.


*

Agos’ta, 18 Aralık’ta yayımlanan söyleşisinde Ferhat Kentel, iyimser olmanın politik olduğunu, bizlere dayatılan yenilgi duygusunu reddetmek ve düzene baş kaldırmak anlamına geldiğine söylemişti. Bu sözler gerçekten umut veriyordu insana, iyimser olmamızı sağlıyordu.

Ama işte, nihayetinde zor bir memlekette yaşıyoruz ve iyimserliğimize bile ancak politik bir mücadele yöntemi olarak sahip olabiliyoruz.


Belki sorun tam da burada yatıyor. Bize, içimize, hayata dair hiçbir şeyin politik olmaktan kurtulamamasında...

‘İnkâr’ın çekim gücü

Agos, 8 Ocak 2010


Türkiye’nin kapağını sıkı sıkıya kapatmaya uğraştığı, içi hortlaklarla dolu korku bavulunun en korkutucu unsuru, 1915 tarihinin simgelediği cinayetler. O cinayetlerin, kanla, canla, yani insan hayatıyla ilgili olan boyutunun yanı sıra, dille, kültürle, toplumsal yaşamla, ma
l mülkle ilgili olan boyutu da var muhakkak. Ve o tarihle simgelenen cinayetlerin tüm dünyada ‘soykırım’ olarak tanımlanıyor olmasının da, bütün bu boyutlarla bağlantısı var.


Bu durum, Türkiye’nin yıllardır saldırgan bir şekilde sürdürdüğü ‘inkâr’ tutumunun sonuçlarından biri aynı zamanda. Çünkü tüm dünya, geçmişte neler yaşandığını iyi biliyor ve bunlar bilinirken, Türkiye’nin bunca gayretkeş bir şekilde, anlatılanların gerçek olmadığını, dahası, yaşananların, Ermenilerin, yani kurbanların suçu olduğunu haykırıp durması, ortada büyük bir yalan olduğunu düşündürüyor insanlara. Bugün inkârı bu kadar hararetle savunan bir Türkiye’nin, geçmişte vatandaşlarına neler yapmış olabileceği sorusu, vicdanlarda Türkiye’nin suçların en ağırıyla, soykırımla mahkûm edilmesine neden oluyor.


İnkârın en keder verici yüzlerinden biri, Ermeni kültürel varlığının bu topraklardan silinmesinin onyıllardır bir devlet siyasetine dönüşmüş olması. Anadolu toprakları üzerindeki binlerce Ermeni kilisesi, okulu ve mezarlığından geriye kalanlar iki elin parmaklarını geçmiyor. Memleketin neresine gitseniz, ahıra, kaymakamlık binasına, spor salonuna dönüştürülmüş bir kiliseye, el konmuş ve kim bilir eşraftan hangi ağanın malı olmuş bir Ermeni evine rastlıyorsunuz.


Devletin yok olmasına göz yumduğu, hatta yok edilmesini teşvik ettiği tarihi yapılar, doğaldır ki, aynı devletin betondan okul sıralarından geçmiş toplumda herhangi bir duyarlılık yaratmıyor. Halbuki yok edilen sadece Ermenilerin değil, bu toprakların ortak kültür mirası.


*


Bu bilmezlik, bu umursamazlık hali, gün geliyor, kadim zamanlardan kalma bir Ermeni kilisesinin yıkıntısının, iyi görüntü veriyor diye müzik videolarına, reklam kampanyalarına mekân olması sonucunu doğuruyor. Bunun son örneklerinden biri, “Turkcell’in çekim gücü’ sloganıyla yayımlanan reklam filmi.


Turkcell’in ne kadar geniş bir kapsama alanına sahip olduğunu göstermek için çekilen filmde, doğudan batıya, kuzeyden güneye Türkiye’nin güzellikleri eşliğinde, kadın erkek, genç yaşlı pek çok insan, bir ağızdan “Turkcell’in çekim gücü” şarkısını söylüyor. Görüntülerden biri ise, Ermenistan sınırındaki tarihi Ani kentindeki, yıkık haldeki Surp Asdvadzadzin katedralinin önünde çekilmiş.


Ermeniler için büyük tarihi öneme sahip olan, ama devletimizin bir türlü Ermenilerle olan ilişkisini kabul edemediği, adını ‘Anı’ Ören Yeri’ne çevirdiği tarihi Ani kentinin o eşsiz mimarisinin, bugüne yıkık dökük bir halde ulaşmış kederli hatırasının önüne bir ihtiyarla birkaç çocuğu koyup, coşkun kahkahalar eşliğinde cep telefonu reklamı yapmak; şöyle bir dönüp, ne tür bir tarihsel mirası, birileri için kim bilir hangi değerleri ima eden bir tarihsel mirası fon yaptığını kendine sormamak, devlet-i âlimizin o hoyrat inkâr politikasından ayrı düşünülebilir mi?