Dozer korkusuyla yaşamak

Agos, 22 Mayıs 2009

Adaletsiz dönüşüm

Memlekette siyaset giderek daha dar bir alanda ve bir tür kayıkçı kavgası olarak cereyan ederken, biz fanilerin canını en çok yakan, tenini en çok acıtan meseleler, siyasi partilerin ve medyanın gündemine girmiyor, giremiyor. Zira, ‘bilgi çağı’nda, gündem denen canavar, her şeyden önce, asıl ve asal güncel dertleri unutturmaya ayarlı.

Siyasi iktidar birkaç yıldır, bizzat Başbakan’ın ağzından “çöküntü alanı” ilan edilen yerleri, kentsel dönüşüm planları çerçevesinde yeniliyor. Bunun için hazırladıkları yasalar, TOKİ planları, polis ve asker gücü, gazeteler, televizyonlar, her daim yanlarında.

Tarlabaşı, Sulukule, Gülsuyu, Ayazma, Başıbüyük, Yahya Kemal, Başakşehir, Altıntepe... Beyoğlu, Fatih, Maltepe, Küçükçekmece, Kâğıthane, Sultanbeyli… Küreselleşen dünyada küresel bir aktör haline getirilmeye çalışılan İstanbul’un çehresi pek çok yerinden kanıyor.

İstanbul, ona yükseklerde bir yerlerden biçilen bu yeni role uygun olduğu söylenen kostüm ve makyaja bürünüyor. Bu yeni görünümün, onun yüzlerce yıldır yaşayıp dönüşen ruhuna uygun olup olmadığının bir önemi yok. İstanbul’un sakinlerinin, her seferinde kentsel dönüşümün mağduru olan yoksulların, zorunlu göç mağduru Kürtlerin, ayrımcılığın en kolay hedefi olan Romanların fikrini soran da yok.

Bu dönüşümle, kentin ikinci sınıf sakinleri olarak görülen yoksulların, işsizlerin, göçmenlerin, şehir dışına ‘ötelenmesi’ ve onlardan boşalan yerlere çok daha varlıklı insanların oturacağı müstakil evler veya siteler yapılması amaçlanıyor. Yoksullar, ellerinde tapuları olsa da, ceplerine sıkıştırılan üç-beş kuruşla, onyıllardır yaşadıkları yerlerden uzaklaştırılmaya ve toplu konutlarda yaşamaya zorlanıyorlar.

Şehrin dört bir yanında mikro-tehcirler yaşanıyor. İstanbul, yeni zamanlara, adaletsizliği ve zalimliği kaldıraç olarak kullanarak giriyor.


Dozer korkusuyla yaşamak

İstanbul merkezinde kentin yeni, küresel rolüne uygun arazi stoğu olmadığından, inşaat şirketleri özellikle konut ve alışveriş merkezi gibi yapılar inşa etmek ve kârlarını maksimize etmek için geniş arazilere ihtiyaç duyuyor. Böylece, gökdelenlerin arasında sıkışıp kalan sanayi siteleri ve eskinin gecekondu mahalleleri, gayrimenkul şirketlerinin hedefi haline geliyor. Buralarda ise, daha çok alt gelir grubu ve oradaki sanayi bölgelerini besleyen emekçi nüfus yaşıyor.

Dünyanın başkentlerinden biri olmaya aday İstanbul’un ayağına takılan engeller olarak görülen bu gruplara karşı, çeşitli güç odakları birlikte hareket ediyor. Siyasi iktidar, kamu kuruluşları, sivil toplum örgütleri, üniversiteler, medya, bu topyekûn mücadelenin psikolojik ve maddi zeminini hazırlıyorlar.

TOKİ Başkanvekili Erdoğan Bayraktar’ın “Bize göre terörün arkasında gecekondulaşma var” sözleri, bu zihniyetin en çıplak dışavurumu. Aynı Bayraktar, “3,5 milyon değil, 20-30 milyon turist ağırlayarak cari açık problemimizi çözecek” bir İstanbul’dan söz ediyor. İnsanının barınma, altyapı, yapılaşma sorunlarını çözemeyen bir kentin, 20-30 milyon turisti ağırlamak için nasıl bir dönüşümden geçeceğini, bu sırada özgün kimliğini nasıl yitireceğini düşündüğünüzde, kendinizi bir tür karabasanın içinde bulmanız işten değil.

İstanbul Avrupa Kültür Başkenti 2010 gibi projeler, bu dönüşümün halkla ilişkiler yüzünü ve kılıfını oluşturuyor. İnsanı dışlayan kentsel dönüşüm projelerine karşı bir muhalefet örme gayretindeki hareketler cılız kalır ve seslerini duyurmakta zorlanırken, pek çok alternatif grup ve sivil toplum örgütü, Kültür Başkenti projesinden fon almak için kuyruğa dizilerek hem muhalefetin belini kırıyor, hem de iktidarla sessiz bir bağdaşmaya giriyor.

Oysa, iki adım ötede, kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu on binlerce insan, her gün, kapılarına dayanacak dozerlerin korkusuyla yaşıyor.

Sulukule’de yürütülen kentsel dönüşüm projesine karşı örgütlü bir ses çıkarmaya çabalayan Hacer Foggo, bu süreçte yaşananların, bireyler üzerinde ve toplumsal yapıda sosyal dışlanma, güvensizlik, geleceksizlik, ayrımcılık, sevgisizlik, nefret, korku ve kaygı gibi, geri dönüşü olmayan, derin tahribatlar bıraktığını söylüyor.

Bütün bu vurdumduymazlığa karşı mücadele eden İMECE gibi gruplar, “Şehirlerimizi yağmacılara bırakmayacağız!” sloganıyla, aşağıdan yukarıya bir direniş kültürü oluşturmaya çalışıyorlar. İstanbulluların, kendi yaşantılarına dair, altyapı, iş, sağlık, eğitim gibi temel sorunlarına dair birliktelikler kurarak mücadele etmeyi amaçlıyor, böylece “sınıfsal, mülki, etnik, mezhepsel, siyasi açılardan parçalanmaya müsait” toplumsal kesimlerin temellerini kuvvetlendirmeye uğraşıyorlar.

Bu yeni seslere kulak kabartmak gerek. Aksi takdirde, buralardan kaçıp başka ülkelere, başka denizlere gitsek bile, arkamızdan gelecek olan, yaşadığımız şehir İstanbul değil, onun hayaleti olacak.

(Fotoğraf: Matthieu Chazal, Sulukule)

Altıntepe’de

Agos, 22 Mayıs 2009

Bir televizyon kanalında, Altıntepe’de yapılmak istenen yıkımlara direnen insanlar gösteriliyor. Derme çatma bir barikatın arkasından polise taş atıyorlar. Tek dertleri, yaşadıkları evlere, yaşadıkları mahalleye sahip çıkmak.

Spiker, kışkırtıcı bir tonla konuşuyor: “Polise taşlarla saldırdılar! Emniyet güçleri, saldırganlara soğukkanlı bir şekilde müdahale etti.”

Derken, bir ilkokula gaz bombası atıldığına dair görüntüler geliyor ekrana. Spikere göre, bu bombalar, saldırganlara müdahale etmek zorunda kalan polis tarafından yanlışlıkla atılmış okula.

Analar, ablalar, kadınlar, gaz nedeniyle bayılan, gözlerini açamayan, fenalaşan çocuklarını almak için okula koşuyor. Her birinin ağzında Kürtçe bir beddua, Türkçe bir küfür.

Haber bülteni devam ediyor. Spiker, az önce yaptıkları hatayı düzeltiyor. Emniyet’ten yapılan açıklamaya göre, gaz bombalarının okula polisler tarafından değil, göstericiler tarafından atıldığını söylüyor. Sesinde, tavrında, birilerine yaranmak isteyenlere özgü sahte gurur var.

İzleyicilere ‘gerçeği’ aktarmış olmanın verdiği rahatlıkla, bir sonraki habere geçiyor.

Altıntepe’de ve daha bir sürü yerde, kentsel dönüşüm zulmü devam ediyor.

Oryantalizm soslu, seçkinci bir bakış

Agos Kitap/Kirk, Mayıs 2009

Bercuhi Berberyan, Ermenistan’da Bir Türkiyeli, İstanbul: Metis, Mart 2009.

Bercuhi Berberyan’ın Ermenistan’da Bir Türkiyeli adıyla yayımlanan gezi notları, nihayetinde on günlük bir seyahatin ürünü. İlk kez yurtdışına çıkan biri, ilk kez ziyaret ettiği bir ülke hakkında on günde ne kadar fikir sahibi olabilirse, o memlekette akıp giden hayata ne kadar nüfuz edebilirse, insanları, âdetleri ne kadar objektif bir gözle değerlendirebilirse, Berberyan da o kadar fikir sahibi, o kadar vâkıf ve o kadar objektif.


Ermenistan’da Bir Türkiyeli, benzer pek çok kitap gibi, yazarın algı süzgeçlerinden süzüldüğü şekliyle anlatıyor ziyaret edilen diyarı. Olan bitenler, gidilen görülen yerler Berberyan’ın gördüğü, görmeye hazır olduğu ve görmek istediği şekliyle yansıyor sayfalara. Onun yaşam birikiminin, yapıp ettiklerinin, kendini nasıl bir insan olarak var ettiğinin, Ermenistan’ın ve Ermenistan halkının bugüne kadarki yüzlerce yıllık macerasıyla hepi topu on günlük kesişimine tanık oluyoruz kitap boyunca, fazlasına değil.

Görünüşte, eğlencelik diye bir çırpıda okunabilecek, insanın zihnini fazlaca yormayan, moda deyişle ‘light’ bir seyahat kitabı bu. İlginç de... Zira anlatının öznesi, “vatanı bildiği yerde vatandaş sayılmayan” Türkiyeli bir Ermeni; gidilen yerse, “vatanı sanılan” ama “vatan sayamadığı” Ermenistan. Berberyan’ın Agos’taki sütünundan tanıdığımız üslup hâkim kitaba. Samimi, senli benli, teklifsiz, doğrudan, sade. Her şey, bu tarz bir seyahat kitabında olması gerektiği gibi belki de.

Peki neden kolay akmıyor bu olması gerektiği gibi, sade, basit, ‘light’ kitap? Neden sık sık elden bırakmak gerekiyor? Neden bir seyahat kitabı değil de ağır bir teorik metinmişçesine, satırların altını çizmek, kelimeleri daireler içine almak, sayfa boşluklarını soru işaretleriyle doldurmak istiyor insan? Konusuna, sunuluşuna, samimiyetine itiraz etmenin mümkün olmadığı, yazarının deyişiyle bir “duygu kitabı” olan bu metin, neden yutması zor bir lokmaya dönüşüyor okudukça?

Çünkü Berberyan’ın Ermenistan’a ve Ermenistanlılara bakışında, oryantalizm sosuna bulanmış, ağır bir seçkinciliğin izleri var. Çünkü yazar, olay ve olguları genel bağlamları içinde değerlendirmekte zaaf gösteriyor, kültürel farklılıkları göreceli bir perspektifle ele almıyor; onları mutlak, insanların ve toplumların özüne ait karakteristik özellikler olarak görmeye meylediyor. Tıpkı bir oryantalist seyyahın, ziyaret ettiği ‘otantik Şark’a bakışı gibi, mercek altına aldığı halkı betimler, anlamaya çalışırken, onunla bir hiyerarşi, bir tahakküm ilişkisi kuruyor. Berberyan zaten, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, tıpkı oryantalisler gibi, baktığı her yerde, o tahakküm ilişkisini yeniden kurmaya yarayacak ipuçları arıyor. İnsanlarla “empati yaparken” bile nalıncı keseri gibi hep kendine yontuyor.

Halbuki yazarın çıkış noktası son derece haklı: Vatan bildiği yerde (Türkiye’de) vatandaş sayılmıyor, vatanı sanılan yeri (Ermenistan’ı) vatan sayamıyor. Kitap, vatanı sanılan ama vatan sayamadığı yere yolculuğunda hissettiklerini, vatan bildiği ama vatandaş sayılmadığı yerdeki vatandaşlarına anlatmak üzere kaleme alınmış. Ancak bu yanlış denklemin yükü yazarın benliğini o derece esir almış ki, vatanı sanılan yerin aslında vatanı olmadığını, kendisinin oraya salt bir turist olarak gittiğini anlatma çabası, onun vatanı sanılan yerle kurabileceği ilişkiye dair sonsuz sayıda ihtimalin en başat belirleyeni haline gelmiş. Bu zaaf, metnin ruhunu adeta felce uğratmış. Ortaya çıkan metin, bir Türkiyeli’nin Ermenistan’a dair izlenimlerini anlatıyor, evet; ama belki ondan da çok, Ermenistan’ın onun vatanı olmadığını...

Bu durum, Türkiye’de Ermenileri cendereye alan siyasal baskılarla, düşmanca duygularla, onların sadakatine daima şüpheyle yaklaşılmasıyla açıklanmalı her şeyden önce. Yüzlerce, binlerce yıldır bu toprakların ortak kültürüne katkıda bulunan Ermenilerin sürekli yabancı unsurlar olarak gösterilmeye çalışılmasının, onlarda aidiyete dair bir hassasiyet yaratması, elbette anlaşılır.

Ancak, Berberyan’ın eserine hâkim olan seçkinci bakış nedeniyle, başka bir memleket söz konusu olduğunda kültürel farklılık, özgünlük, zenginlik olarak değerlendirilebilecek pek çok ayrıntı, yazarın ‘oraya’ ait olmadığını ve oradakilerden ne kadar üstün olduğunu ispat etmeye yarayan birer kanıta dönüşüyor. Bu vurgu, kitap boyunca tekrarlanıyor, tekrarlandıkça kabak tadı veriyor.

Yazarın, daha kitabın ilk sayfalarında bu seyahate çıkmayı nasıl hiç istemediğini anlatışı, onun Ermenistan’ı zihninde nereye oturttuğu hakkında fikir veriyor. İlk kez Türkiye dışına çıkacak olan Berberyan, “Bu kadar para harcasam Avrupa’ya giderim. Ay, bula bula Ermenistan’ı mı buldum ilk çıkış olarak?” diyor (s. 15). Oranın ‘başka’lığı, ‘yabancı’lığı metinde sürekli olarak vurgulanıyor: “Başka bir yer burası. Ben buralı değilim. (...) Başka türlü bir koku var şehirde. Yabancı.” (s. 20)

Yazar Ermenistanlılardan hiç hoşnut değil. Onları çirkin ve bilhassa kaba buluyor. Her nasılsa kaba olmayan, iyi yürekli Ermenistanlılarsa, onun sevimliliğine dayanamadığı için yelkenleri suya indirenler… Otelin kafesinde, kendisine ‘ora’nın kötü kahvesi yerine, ‘bura’nın güzel kahvesini pişirme inceliğini gösteren garson kız, yazar onu “tavla”dığı için öyle yapıyor mesela (s. 25). Veyahut restoranda, ‘ora’nın ağır kahvaltısı yerine ‘bura’nın otlu, domatesli kahvaltısından hazırlayan garsonları anlatırken, bu ayrıcalığı kapmış olmanın mutluluğuyla soruyor Berberyan: “Sempatik miyim ne?” (s. 53).

Güzellikler, iyilikler istisnai şeyler olarak anlatılır ve genellikle yazarın kişisel hasletleriyle, duyarlılığı, empati kurma çabasıyla açıklanırken, kötülükler, çirkinlikler alabildiğine genelleştiriliyor, mutlaklaştırılıyor:
“(D)aracık ve kısacık etekleri, iğrenç bir sarıya, kızıla boyalı, kötü kesilmiş saçları, her an sahneye çıkacaklarmış gibi, dudaklar kan kırmızı, gözler cart yeşil, gök mavisi, menekşe moru pırıltılı makyajlı, takma kirpikli, kalem kaşlı halleri (...) Ermenistanlı kadınlar güzel olur diyorlardı Türkiye’de. Biz niye hiçbirini göremedik bilmem. (...) Bir de neden ve nasıl oluyor da o kadar meme büyütüyorlar... akıl erecek gibi değil. İklimden midir nedir? Hemen hemen her kadın ulu ulu memelerle, adeta birer Kibele... (...) Kadınlar öyle süslü kokoş ya, erkekler de tam tersi. Kaba saba, hatta hanzo görünüşlü. Türkçeye yeni duhul olan deyimle “maganda” gibi çoğu.” (s. 27-8)

Kadınların memeleriyle ilgili tespit kitap boyunca çeşitli kereler çıkıyor okuyanın karşısına: “tabii ki ulu memeli, iri kadın” (s. 153); “bir dolu ulu memeli, gece kulübü makyajlı kokoş hatunla...” (s. 156)

Kafkasya coğrafyasına özgü et ağırlıklı sofra kültürü de, Berberyan’ın gadrinden kurtulamıyor. Yazar, bu dağlık memlekette, İstanbul’a, Ege’ye özgü tatları, zeytinyağlıları, salataları arıyor; bulamadıkça da öfkeleniyor: “Bir kere genel anlamda yemekleri zevksiz. Sebze yok. Zeytinyağlı yok (...) Durmadan et yiyorlar. Koca koca, kaba ve şekilsiz etler. Ermeni yemekleri Anadolu toprağının etkisiyle güzel olmuş bence, Ermenistanlılar sıfır.” (s. 72) “Adamların hiç salata kültürü yok bir kere. Domatesle salatalığı kaba kaba doğrayıp, kötü bir yağla limonlayınca ‘yaz salatası’ oluyor. Yeşillikleri ise öylece söğüş yiyorlar. Oysa ne güzel salatalar olur onlardan... bilmiyorlar.” (s. 73) “Ne biçim Ermeni bunlar yaa? Ermeni usulü zeytinyağlı dolma yapmasını bile bilmiyorlar.” (s. 155)

Bu gazaptan oralarda konuşulan Ermenice de kurtulamıyor. Berberyan, Ermenicenin iki ana lehçesinden biri olan Doğu Ermenicesini ısrarla hakir görüyor. “Şimdi bu Ermenistanlılar, Ermeniceyi bir tuhaf konuşuyorlar” diyerek girdiği bölümde, iki lehçe arasındaki farklılıkları, onların farklı coğrafi ve tarihsel koşullarda farklı kaynaklardan beslenebileceklerini, zaten onları iki ayrı lehçe yapanın da bu farklar olduğunu, her birinin kendine özgü bir değer taşıdığını anlamak istemiyor:

“(B)irçok sözcüğü yanlış kullanıyorlar. Ama bunu asla kabul etmiyorlar. Hatta başka bir dilden karışmış bazı sözcüklerin de Ermenice olduğunu iddia ediyorlar ısrarla. (...) Bizim bilip konuştuğumuz Ermenice onlarınkinden hem daha güzel. Hem daha doğru. Onların imlaları bile yanlış valla. Zaten imla filan bilmiyorlar ki!” (157-9)

Velhasılıkelam, Berberyan’ın kitabı, aslında Türkiye’de çok aşina olduğumuz türden bir ayrımcılıkla yaklaşıyor Ermenistanlılara. Bu tanıdık ayrımcı dil, kılık kıyafet gibi, ‘kültürel yozlaşma’ olarak değerlendirilen alışkanlıklar gibi, fiziksel özellikler gibi, dil gibi birtakım yaşamsal, kültürel meselelere, alışkanlık ve tercihlere yaklaşımıyla bir iktidar ve güç ilişkisi kuruyor. Berberyan da aynı yolu izleyerek kendini Ermenistanlılardan ayrıştırmaya, dahası, kimliğini, zevk ve beğenilerini, yaşam tarzını onlarınkinden yukarıda konumlandırmaya gayret ediyor. Bir an için, Doğulu kıyafetleri hor gören Batılıyı, lahmacunu veya türküleri zevksizlik olarak niteleyen seçkini, birilerinin saç-sakal kesimini veya başörtüsünü aşağılayan modern-kentliyi, Kürtçeyi dağ Türkçesi olarak kabul eden milliyetçiyi getirin gözlerinizin önüne... Berberyan’ın ayrımcılığının hangi kaynaklardan beslendiğini görürsünüz.

Acıdan tasarruf

Agos, 15 Mayıs 2009


Acıdan tasarruf

Hayatın ritminin hızlandığı, siyasi ve toplumsal meselelerin karmaşıklaştığı, sözün ve yazının artık eski ağırlığının olmadığı dönemlerde, mizah, yergi, taşlama bam tellerine daha çok basar, kendini daha çok dinletir. Toplumların büyük badirelerden geçtiği zamanlarda, mizah çelişkileri keskinleştirir; kralın, siyasetçinin, muktedirin, din adamının, bezirgânın aslında çıplak olduğunu anlatır. Tartışmalar, kavgalar bizi sarp kayalıklara doğru sürüklediğinde, dönüp mizahın insanı ferahlatan gölgesine sığınırız.

Ekim 2008’de, Agos’ta altı ay boyunca cemaat vakıflarının yöneticileriyle yapılan dizi söyleşilerin sonunda bir değerlendirme yazısı yazmış, Ermeni vakıflarının en temel sorununun, yöneticilerin birbirlerine ve Ermeni toplumuna karşı beslediği güvensizlik olduğunu söylemiştik. O ana kadar Agos muhabirlerinin ısrarlı söyleşi taleplerini geri çeviren Üç Horan Vakfı Başkanı Apik Harabetoğlu, hemen kendine yakın bulduğu gazeteye bir söyleşi vermiş, ne kadar güvenilir olduğunu ispatlamaya çalışmıştı.

O zaman aklımıza, Ermenice taşlama edebiyatının en keskin kalemi Hagop Baronyan düşmüştü. Baronyan (1843-1891), unutulmaz eseri ‘Azkayin Çoçer’de (Milli Kodamanlar), Ermeniler arasında amiraların korku saldığı, “Bir amiranın mendili hakkında dahi kötü söz söylersen, göksel hükümranlığa karşı gelmiş olursun” düşüncesinin hâkim olduğu zamanları anlatıyordu. Baronyan’dan önceki nesil, verdiği mücadeleyle amiraları ve mendillerini tarihin tozlu raflarına kaldırmıştı. Bugün maddi güçleri sayesinde amiralığa özenenleri de, er ya da geç, aynı hazin son bekliyor.

Üç Horan meselesinin kabak tadı verdiğinin farkındayım. Gelin bu hafta seçim hilelerini, tazminat davalarını, yolsuzlukları bir yana bırakıp eski bir yola sapalım, Baronyan’dan sonraki kuşağın mizah ustalarından birini, Yervant Tolayan’ı ve onun meşhur Gavroş’unu anımsayalım.


Gavroş’un ‘Güzel Çağ’ı

1884’te Beyoğlu’nda doğan, kötü bir tiyatro oyuncusu, ama iyi bir mizah yazarı olan Yervant Tolayan’ın Ermenice mizah dergisi Gavroş’un macerası, belki de her şeyden çok, mizahın esasında bir saldırı değil savunma aracı olduğunu anlatır. Osmanlı Ermenilerinin trajik sonunun yaklaşmakta olduğu yıllarda, siyasi alanda darbeler art arda gelirken, Gavroş, tam da Freud’un “acıdan tasarruf” dediği şeyi yapmaya çalışarak, gerçekliğin dayattığı acıları yaşamayı reddederek, o darbelerin bile bir zevk alma fırsatına dönüşebileceğini gösterir. Gavroş’un mizahı, zalimin yüzüne karşı savrulan kahkahadır. işkenceciyi en çok ‘gıcık’ eden şey de, işkence görenin kahkahası değil midir?

Anahide Ter Minassian, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından 1914’te I. Dünya Savaşı’nın başlamasına dek, Osmanlı imparatorluğu’nda on sekiz Ermenice mizah gazetesi tespit eder. Vahan Papazyan’ın Zig-Zag’ı (daha sonra Fru-Fru), Aram Andonyan’ın Okkabaz’ı ve Kharazan’ı (Kırbaç), Yervant Odyan’la Krikor Torosyan’ın Garapnad’ı (Giyotin), Andonyan’la Odyan’ın Gigo’su (daha sonra Zurna, Kindo, Hugo), Torosyan’ın Hi-hi-hi’si ve Guguk’u, Paylag Kolancıyan’ın Sa-ta-na’sı (Şey-tan), V. Kürkciyan’ın Mimos’u bunlardan bazılarıdır.

31 Temmuz 1908’de yayına “Boş sözlerle kaybedecek vaktimiz yok!” diye hava basarak başlayan Gavroş, Abdülhamit istibdadından kurtulmuş olmanın verdiği ferahlığın tadını çıkarıyordu: “Eskiden, bir gazete yayımlama izni elde etmek için izzet Paşa’ya, Tahsin Paşa’ya, ?erif Paşa’ya ve paşa olmayan bir dizi namussuz ve çapsıza 100 lira rüşvet vermek gerekirdi. (...) El, ayak ve başka şeyler öpmek gerekirdi. Eğilmek, selamlamak, sessizce dalkavukluk etmek, sonra da bir ila beş yıl arası beklemek ve bu arada yaşlanmak ve ölmek gerekirdi.”

Ermeni Kilisesi’nin ruhban sınıfındaki yozlaşmışlığı keskin bir şekilde eleştiren Gavroş’un dilinden patrikler, gatoğigoslar, piskoposlar hiçbir zaman kurtulamadı. Anarşist bir üslupla Ermeni partilerine ve “devrimcilere” verip veriştiren Gavroş, zaman zaman, gücü yettiğince, ittihatçılara ve Hürriyet ve itilafçılara da muhalefet etti. istanbul’un sorunları, doğal afetler, savaşlar ve kadın meselesiyse, sık sık ele aldığı konular arasındaydı.

Gavroş, siyasi cesareti ve özgün kalemiyle kısa zamanda büyük üne kavuşsa da, sonraki yılların inişli çıkışlı siyasi ortamında, yayın çizgisinde çeşitli kırılmalar yaşayacaktı. 1913’ten sonra ittihat ve Terakki’nin iktidarını sertleştirmesi ve basına sansür uygulamasıyla, Osmanlı siyasi arenasına ilişkin konulardan uzak durmaya ve Ermeni toplumunun günlük meselelerine eğilmeye başladı.

Anahide Ter Minassian’ın, 1914 Savaşı’nın hemen öncesine dair şu cümleleri, Gavroş’un mizahının gelip dayandığı yeri çok güzel anlatır: “Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde, ufukta tehditler yoğunlaşırken, Gavroş’u istila eden kadın ve hovardalık, sefahat konuları, sahte bir ‘Belle Epoque’ (Güzel Çağ) havası yaratır, ya da, belki de, her Belle Epoque gibi, dünyanın sonunu haber verir.”


Yanlış zamanda yanlış yerde

Gavroş, savaş yıllarında, düzensiz de olsa, elbette çok daha yumuşak bir üslupla yayımını sürdürdü. istanbul’da 1925’e dek direnen Tolayan, bu tarihte, Takrir-i Sükûn Kanunu’nun gölgesi altında Gavroş gibi bir yayını sürdürmenin imkânsız hale gelmesi nedeniyle dergisini kapatmak zorunda kaldı ve Paris’e göçtü.

Yervant Tolayan ve Gavroş, istanbul’da katliamlardan uzak olsalar da, Ermeni halkının yaşadığı büyük trajediden paylarına düşeni aldılar; hikâyeleri kolay son bulmadı. Umuttan umutsuzluğa, yokluktan sürgünlüğe savrulan Gavroş, 1926’dan itibaren, kendisine tamamen yabancı bir ortamda, Paris’te yeniden yayımlanmaya başladı. Gurbetteki bir hiciv gazetesi olarak, mülteci duruma düşmüş, yerinden yurdundan edilmiş halkına sesini duyurmaya, onları güldürüp acılarını biraz olsun unutturmaya çalıştı. “ikinci bir hayat soluğu” aramaktaydı, fakat onu bulamadan ilhamı tükendi.

Pek çok Ermeni göçmen gibi sürgünlüğün geçici olduğuna inanan, Avrupa’daki ‘Beyaz Kırım’ın, yani asimilasyonla gelen erimenin, Ermeni halkının sonunu getireceğini düşünen, bir yandan da maddi sıkıntılarla boğuşan Tolayan, 1936’da bu kez Sovyet Ermenistanı’na göç etti. Tam da Stalinist tasfiye döneminde...

Bu, onun ve Gavroş’un sonu oldu. Sovyet rejimi, hayatını, gördüğü çarpıklıklıları kalemine dolamak üzerine kurmuş bu güzel adamı, başka pek çoklarına yaptığı gibi, 1937’de ‘kaybetti’.


(Kaynak: Anahide Ter Minassian, “Ermenice Süreli Yayın Gavroş’ta Hiciv Çizimleri”, Ermeni Kültürü ve Modernleşme içinde, çev. Sosi Dolanoğlu, istanbul: Aras, 2006)

1915 ve Özür Dilemeden İmza Atan Mütereddit

Yeliz Kızılarslan, geçen haftasonu Biamag’da yayımlanan bu yazısında, benim Radikal 2’de çıkan 'Büyük Felaket Dogmaya Dönüşmesin’ yazımdan da söz ediyordu. Onun izniyle...


Yeliz KIZILARSLAN


1915’te yaşanan felaketi, sadece kendi empati duygumuzun gelişkinliğini ispat için değil böyle bir olay ve olgu yaşandığı için, bir halk bu felaketi tek bir kelimeyle değil onlarca kelimeyle unutmadığı için bakmalı, görmeli ve idrak etmeliyiz.

Rober Koptaş, 3 Mayıs 2009’da Radikal 2’de yayımlanan “Büyük Felaket Dogmaya Dönüşmesin” adlı yazısında, 1915’te Ermeni halkının yaşadığı trajedinin tanımlanmasına yönelik eleştirilerine karşı kendi tavrını ortaya koyarak, 1915’te yaşanan trajedinin Ermenice’de sadece "Büyük Felaket" (Medz Yeğern) kelimesiyle adlandırılmadığını göstermek için, 1915’e işaret etmek için kullanılan Ermenice terminolojideki kelimeleri de yazısının sonuna eklemiş.

“Ermenilerin, 1915’te yaşananları tanımlamak için bugüne dek sadece "Medz Yeğern" (Büyük Felaket) ya da ‘Tseğasbanutyun’ (Soykırım) sözcüklerini kullanmadıklarını” ifade eden Koptaş, Ermenice’de “yaşananlara dair, zamana ve yere göre değişen, bazılarının öne çıkıp bazılarının geriye gittiği oldukça zengin bir terminolojinin” bulunduğunu da belirtiyor.

Koptaş’ın verdiği terminoloji, bir halkın acısını dillendirmek ve yaşananları sadece tek bir kavrama (soykırım) indirgemediklerini ama o kelimenin de dillere dökülecek kadar şiddetli olayların yaşandığını da göstermek açısından son derece önemli.

Ayrıca, sıradan hayatlarını sürdürürken hiç beklemedikleri bir anda yaşamları acımasızca sonlandırılan insanların kullandıkları bu kelimeler, bir halkın bütün kültürel yaşamına dair izler taşıyor. Terminolojiye bakıldığında ilk dikkat çeken, 24 Nisan 1915’te yaşanan olayların, yaşanılan ayla ilişkilendirilerek simgelendiği bir kelime: ‘Abrilyan Yeğern’ (Nisan Felaketi).

Nisan ayı, tüm dillerde hüznüyle ve çoraklığıyla bilinir.

T.S.Eliot, muhteşem şiiri ‘Çorak Ülke’nin birinci bölümü olan ‘Ölülerin Gömülüşü’ n de Nisan ayının zalimliğini anlatarak başlar. Eliot’ın, İngiltere’nin sömürgelerden gelen zenginlikle yarattığı refahın kendi ülkesinin bireylerinin trajedisine yol açarak, onların ruhlarının boşlukta dolaşan birer ‘içi boş adama’ dönüşmelerini anlattığı şiiri, Nisan ayının, bazıları için bahar olurken bazıları için de ölülerini gömdükleri kara bir aya nasıl dönüştüklerini de gösterir.


Çorak Ülke ve "Ayların en zalimi Nisan"

‘Ayların en zalimi Nisan’, bir ülkenin kendi kaderini diğerlerini ölümlerini gerçekleştirerek nasıl belirlediğini ve umutlu bir bahar ayının nasıl kana bulandığını da gösterir. ‘Abrilyan Yeğern’ (Nisan Felaketi) ve ‘Medz Potorig’ (Büyük Fırtına) kelimeleri bilhassa Eliot’ın şiirinde Nisan ayına yüklenen zalimliği taşır ve doğanın canlanma ayı, bir halkın ölümlerine sahne oluyor.

Yaşanan trajedinin insani boyutu, her türlü insani durumun, edebiyatın, psikolojinin, psikanalizin ve sözlü tarihin açılımları içinde yer aldığına işaret ederken; 1915’te yaşanan olayların sadece nesnel ve istatistik verileriyle de gündeme getirilmediğini de gösterir.

Ancak bugün, tarihe tanıklık eden bu kayıtları; Auswitch’den sonra ölen insanın, hiçe sayılan tanıklığın da olduğu gibi, bilimsel değerden yoksun addetmek ya da sadece sanat eseri olarak değerlendirerek yazıldığı ve anlatıldığı dönemlerin tarihsel-politiğinden bağımsız ele almak da en büyük zalimlik. ‘Büyük Felaketi’ anlatan diğer kelimeler ise, ‘Medz Potorig’ (Büyük Fırtına), Sev Vocir (Kara Suç), ‘Medz Nahadagutyun’ (Büyük Şehadet),’Medz Voğperkutyun’ (Büyük Trajedi), ‘Medz Voğçagez’ (Büyük Facia), ‘Medz Ağed’ (Büyük Felaket), ‘Nakhcir’ ve ‘Medz Isbant’ (Büyük Katliam) ve ‘Hayasbanutyun’ (Ermenikırımı) dur.

Kelimelerin ilk kullanıldıkları zamanı hesap etmeden, sadece kendimce sıralayarak, hiç beklemedikleri büyük bir dehşet karşısında dilleri tutulan ve sadece yaşadıkları korkunun büyüklüğüyle olayın vahametini dile dökmek için kullandıkları kelimelerin, bu şekilde sıralandığında, bir dehşete tanıklık eden bir halkın psikolojik durumunu da açığa çıkardığını göstermek istedim.

Lacan’ın psikanaliz de, katliam gibi olaylarda yaşanılan dehşet tanıklığını ifade eden ‘Gerçek’ kelimesi, bir dehşete tanıklık eden Ermeni halkının yeniden toplumsal sembolik düzene dahil olmak için başlatmak istediği ‘tarihle hesaplaşma’ ve ‘yaşanılan felaketten dolayı’ bu olguyu özgürce konuşmak isteme talepleri, kullandıkları kelimeleri anlamlandırmamız için de gerekli.

Gotik edebiyatın muazzam temalarından biri olan ‘babaların günahları’ temasında olduğu gibi,"Perili Ev"i sıkça ziyaret eden acılı hayaletlerin sesini duymak ve geçmişle yüzleşmek, o ülkenin geleceğini de belirler.

Özür Dilemeden İmza Atan Mütereddit

Bu bağlamda, 1915’te Ermenilerin yaşadıkları trajediye dair başlatılan "Özür Dileme Kampanya"sına destek verdiğini açıklayan ama metni imzalamadan önce saatlerce, günlerce ironik bir biçimde düşünen ve bunu kamuoyuna ayrı bir ilgi çekme hadisesi olarak sunan ve bu düşünme sürecinin sonunda “yine de çok emin değilim ama hadi imzalayayım” tarzı bir üslûpla imza attığı halde, yine de özür dilemek konusunda mütereddit kalan bir aydının sanırım tercümansız anlayamadığı mesele, bahsettiği gibi “yaşanılan acıya dikkat çekmek” değil, sonuçta göründüğü üzere kendi üzerine dikkat çekmek olmuştu.

Ancak, bazı insanların ısrarla görmezden geldiği, gotikten moderniteye geçiş sürecinde ‘babaların -Ata’ların- günahını’ silmenin yolu ‘özür dilemekten’ geçer. Ve, maalesef ‘özür dilemek’ de büyümüş yetişkin insanların ilk öğrendiği şeydir.

Nurdan Gürbilek’in "Kötü Çocuk Türk"te belirttiği gibi “ısrarla büyütülmeyen bir toplumun, ‘emekli vesayet çocukları’ olan kimi aydınlar gibi ‘özrü kabahatinden büyük’ olur ve bir halkın sadece 1915’e sığmayan sistematik ölümlerinin acısı, göz önünde yaşansa da ısrarla laf döner dolaşır ‘biz’ ve ‘onların’ öncelik sırasına gelir ki o da zaten egemeni, bir türlü kendini çömelmiş özür dilerken ki ‘ebedi mağlup ve mağrur’ tasavvurundan çıkaramaz.

Çünkü, Şark’ın ezeli yenilgisi, batıyı dışarı da ararken dönüp kendi yarattığı felakete bakmamak ve Şark kelimesiyle barışamamak. Kısacası, 1915 Felaketi’nin konuşulmayanları, ne bizim imzalarımızla biter ne de “biraz daha acı henüz anlamadık” sloganlarıyla. Trajedinin, olgusal devamı, 19 Ocak 2007’de sokak ortasında güpegündüz yaşandı. Hrant Dink cinayetinden toplumca dilenecek tek özür ise, kalanların güvenliğinin sağlanması ile cinayetin kayıtsız şartsız aydınlatılması olacak. Yeniden yazılacak şimdinin tarihi içinde ise, bu ancak acının ‘arabesk’ bir formda sunulmasıyla değil, bir halkın kendi dilindeki ifade biçimlerinin aktarımıyla olacaktır. Umarım.
_____________________________

* Rober Koptaş. (3 Mayıs 2009). “Büyük Felaket Dogmaya Dönüşmesin”. Radikal 2.
ATV-Sabah grevcileri sendika düşmanlığının had safhada olduğu medya sektöründe yıllardan sonra ilk grevi gerçekleştirdiler. Turkuaz grubuna bağlı olan ATV-Sabah grevi yok sayılmaya çalışıldı ve ana akım medyada haber bile olamadı.
İşçiler ve dostları seslerini duyurmak amacıyla çeştili yollar deniyor. Grevciler her Cumartesi saat 19.00'da Taksim tramvay durağından Galatasaray Meydanına yürümeyi sürdürüyor.
Grevcilerin dostları grevci işçilere destek olmak amacıyla 4. İşçi filmleri festivalinde filmlerin başında fragman olarak gösterilmek üzere kısa filmler hazırladılar. Bu filmlerden birisini izliyorsunuz.
Bu filmleri mümkün olduğu kadar çok izleyiciye ulaştırmak amacıyla sitemize koyalım ve de dostlarımıza duyuralım.
Grev sürüyor, dayanışma büyüyor!
Örgütlü emek, özgür haber!
Haber alma hakkın için seyirci kalma!


Haber alma hakkın için seyirci kalma from halk medya on Vimeo.



Örgütlenme hakkın için seyirci kalma from halk medya on Vimeo.



(kaynak: sendika.org)

Üç Horan'ın vebali

Agos, 8 Mayıs 2009

Beyoğlu Üç Horan Kilisesi Vakfı seçimlerinin, tespit edilen usulsüzlükler nedeniyle iptal edilmesi, süreci yakından takip edenler için sürpriz değildi.

Seçmen listelerindeki hataları görenler, vefat etmiş kimselerin o listelerde yer aldığını, seçim Beyoğlu ilçesiyle sınırlı tutulduğu halde başka ilçelerde oturan kimselerin seçmen yazıldığını bilenler, bu tür bir kararın çıkabileceğini biliyorlardı. Seçim günü kilise avlusunda şöyle bir gezinenlerse, şişirilmiş listelerin yarattığı karmaşayı gözleriyle gördüler. Normalde 400-500 kişinin oy kullandığı Beyoğlu’nda 18 yaş üstü Ermeni nüfus birdenbire iki katına çıkmadığına göre, işin içinde bir bit yeniği vardı.

Seçimin iptal edilmesi Ermeni toplumu açısından yüz kızartıcı bir sonuç elbette. Asırlık mücadeleler sonucunda, bin bir güçlükle oluşturulan demokratik teamüllerin kişisel çıkar ve makam için bu denli hoyratça kötüye kullanılması ise, geleneğe ve geleceğe yönelik büyük bir saygısızlık.

Ancak unutmamalı ki, bu yüz kızartan durumun sorumluları, bugün kimilerinin iddia ettiği gibi, usulsüzlükleri tespit edip iptal başvurusunda bulunanlar değil, o listeleri bizzat oluşturan, denetleyen ve seçim tertip heyetini görevlendiren mevcut yönetimdir.

Üç Horan’ın yönetim kurulu hakkında söylentiler bugüne dek hiç eksik olmadı. Yönetimin bu iddiaların tümünden aklandığını kabul etsek bile, bu iptal kararı, kara bir leke olarak geçecek tarihe.

Bu lekeyle birlikte yaşamaya tenezzül edecek kadar küçülenlerin ar damarları epey geniş olmalı.


Geçmişi tanıktır

Şimdilerde, Üç Horan yönetimine muhalif Sarı Liste adayları üzerinde yoğun bir baskı var. Vakfın yönetimine aday olmak en doğal ve demokratik hakları değilmiş gibi, bu insanlara, “Gördünüz mü, siz aday olup ortalığı karıştırdınız, seçimler iptal oldu!” deniyor. Seçim tarihini aylarca gizleyenler, seçim duyurusunu yasal sürenin son gününde yapanlar, seçmen listelerini yasal sürenin son günü askıya çıkaranlar mevcut yönetim değil de yönetime yeni aday olanlarmış gibi, iptal kararı muhaliflerin omuzlarına yıkılmaya çalışılıyor. Suçlu, her nasılsa, usulsüzlüğe sebep olanlar değil, bunların tespit edilmesi için başvuruda bulunanlar oluyor.

Agos’u mahkemelere şikâyet edip köşeye sıkıştırmaya çalışanlar ise, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne yapılan iptal başvurusunu, cemaat içinde olan biteni devlete şikâyet etmek gibi gösterip vicdanlarda mahkûm ettirmeye çalışıyor. Bu koroya, Patrikhane’yi fiilen patriksiz bıraktığı halde bir patrikmiş gibi saygı görmeyi bekleyen Başepiskopos Aram Ateşyan da katılıyor.

Bu yolda, kadim ‘kol kırılır, yen içinde kalır’ taktikleri devreye sokuluyor, ağabeyler kardeşlere, eskiler yenilere, ustalar çömezlere ‘makul’ yolu gösteriyor, ‘sağduyu’ çağrısında bulunuyor: “Gelin bu sevdadan vaz geçin. Harabetoğlu zaten yaşını başını almış adam. Bir dönem daha başkanlık etsin, ne çıkar!”

Geçmişte Ermeni toplumunun içe kapalılığından, sessizliğinden yararlanan, koyunun olmadığı yerde kendini abdurrahman çelebi addeden kimseler, çarkların aynen dönmesi, fincancı katırlarının ürkmemesi için, değişim arzulayanların çanına bir kez daha ot tıkamak için çaba sarf ediyor.

Bugüne dek Ermenilerin uğradığı devlet kaynaklı haksızlıklara karşı seslerini hiç yükseltmemiş olanlar bir korku ortamı yaratmaya çalışıyor, “Bakın, seçimlerde bir kez daha huzursuzluk olursa devlet vakfı kayyuma devredecek, yazık değil mi asırlık vakfa!” diyerek şantaj yapıyorlar.

Oysa, Beyoğlu Üç Horan Vakfı Başkanı’nın, geçmişte II. Mesrob’un patrik adaylığına karşı olan devletlu güçlerin yanında saf tuttuğu, birtakım tezviratlarla onun seçimi kazanmasını engellemeye çalıştığı unutuluyor. Onun gazetesinin büyük başyazarının, o günlerde Başepiskopos Mesrob’a, Patrikhane’nin kapısına kilit vurup anahtarını valiliğe teslim etmesi çağrısında bulunduğu da…

Ermeni kurumlarını, vakıflarını, kiliselerini korumak, kerametleri kendinden menkul bu muhteremlere mi kaldı?

Hürriyet’in tercihi

Agos, 8 Mayıs 2009

Üç Horan seçimlerinin iptal edilmesinin Hürriyet’te ele alınış biçimi, bizi bir kez daha ana akım medya üzerinde düşünmeye davet ediyor.

Logosunun yanında ‘Türkiye Türklerindir’ yazan bu gazetenin ve onun temsil ettiği zihniyetin temel ilkesinin, Türkiye’nin hassas meseleleri hakkında, ulusalcı, milliyetçi, modern kesimi yönlendirmek olduğunu biliyoruz.

Bu çizginin, Türkiye’nin hepimiz için daha zor yaşanır bir memleket olmasındaki payını anımsamak için, yakın tarihe şöyle bir bakıp, misal, Kardak olayını, Ahmet Kaya’nın başına gelenleri ve nihayet Hrant Dink’in kamusal bir figüre dönüştüğü yıllarda gazete sayfalarına genellikle nasıl konuk edildiğini anımsamak yeterli. Bu tür gazeteciliğin, gerektiğinde nasıl manipülatif haberlerle kitlelere ‘ayar’ verdiğini, Ergenekon davasındaki tavrını da biliyoruz.

Üç Horan haberini Hürriyet 4 Mayıs Pazartesi günü yayımladı. Haber sürmanşete çıkarılmıştı, ama başlıkta bir gariplik vardı: ‘Ermeni seçimine Kürtler karıştı’. Aslı Sözbilir’in haberi, 21. sayfada da, ‘Türklü, Kürtlü Ermeni seçimi’ başlığıyla verilmişti.

Türkiye’deki hâkim algı kalıplarını bilen herkes, bu haberin ancak bu şifrelerle (Ermeni-Kürt-Türk) bir araya getirildiğinde sürmanşetlik bir ‘değer’ taşıyacağını bilir. Bu formülasyonun hiç de masum olmadığını, Ermenilerle Kürtleri aynı cümle içerisinde gören pek çok ‘okur’un aklına, ülkeyi bölmek için tezgâhlanan Ermeni-Kürt oyununun, Ermeni dölü Apo’nun, sünnetsiz PKK’lilerin, Kürt kılığındaki kripto Ermenilerin geleceğini de biliriz. Üç Horan’la ilgi- li haber, ulusalcı-milliyetçi komp-lo teorilerine işte böyle bağlanmıştı.

Üstelik bu, haber metnine hâkim olan bir vurgu da değildi. Aslı Sözbilir’in haberini okuduğunuzda, seçimin iptaliyle sonuçlanan sürecin olabildiğince doğru bir süzgeçten geçirilerek aktarıldığını görebiliyordunuz. Burada, habere o başlığı uygun gören ve onu sürmanşete taşımaya karar veren yazıişlerine ait bir tercihti söz konusu olan.

Bir pazartesi sabahı, Hürriyet okurlarının zihninde yukarıda anlatılmaya çalışılan resmi uyandıran ve Türkiye’de zaten korku içinde yaşayan Ermeni toplumunu biraz daha zor durumda bırakan bir tercihtir bu.

Türk’e pedagoji, Ermeni’ye psikoloji

Agos, 1 Mayıs 2009

Obama ve bir tür özeleştiri

27 Mart’ta, Obama’nın geçmişteki konuşmalarından örnekler vererek, onun 1915’te yaşananları soykırım olarak adlandırmakta hiç şüphe duymadığını, ancak başkan olduktan sonra bu konuda nasıl bir tavır içerisinde olacağını bilmenin kolay olmadığını söyledikten sonra, şunları yazmıştım:

“?ahsen, Obama’nın Ermenilerin başına gelenleri anarken soykırım terimini kullanıp kullanmayacağının, 1915 Felaketi’nin nasıl tanımlanacağı açısından çok da önemli olduğunu düşünmüyorum. Neticede, onun da, tıpkı önceki başkanların yaptığı gibi, kavramın kendisini kullanmasa da, Amerikan yönetiminin yaşanan felaketin büyüklüğünü ne kadar iyi kavradığını anlatan sözcükleri kullanacağına şüphe yok.

Çiçeği burnunda başkanın, 24 Nisan mesajında, daha önceki beyanlarının arkasında durup durmayacağı, salt Ermenileri ilgilendiren bir konu olmamalı. Çünkü, bir başkanın, henüz başkan değilken ‘hakikat’ bildiğini o koltuğa oturduktan sonra unutması, Amerikan cephesinde değişen bir şey olmadığını anlatacak her şeyden önce. Bu da, nihayetinde pek de hayırlı bir haber olmayacak.”

O günden bu yana, Obama yukarıdaki cümleleri haksız çıkaran şeyler yaptı. Türkiye ziyaretinde, Cumhurbaşkanı Gül’le görüşmesinin ardından ve TBMM’deki konuşmasında, nihayet 24 Nisan mesajında, geçmişte yaşanan trajedi hakkındaki görüşlerinin değişmediğini güçlü bir şekilde ifade ettikten sonra, Türkiye’yi geçmişiyle yüzleşmeye, Türkiye ve Ermenistan’ı ise ilişkilerini normalleştirmeye davet etti.

Obama, kendi açısından son derece incelikli bir diplomatik adım attı. Hem görüşlerinden taviz vermedi, böylece benim sandığım gibi “ ‘hakikat’ bildiğini koltuğa oturduktan sonra unutmadı”, hem de tarafları gerçek, samimi bir diyaloğa davet etti. Böylece, benim, ‘soykırım’ı telaffuz etmezse, Amerikan cephesinde değişen bir şey olmayacağı yönündeki önermemin sığlığı ortaya çıkmış oldu. Görülüyor ki, Amerikan cephesinde, dikkatle izlemeye devam etmemiz gereken bir değişim var.

Ancak sorunun barışçı ve adaletli bir şekilde çözümü yolunda, Amerikan Başkanı’nın sözleri pek bir şey ifade etmiyor. Neden mi? Onu, yanda tartışalım.


Türk’e pedagoji, Ermeni’ye psikoloji

Çünkü... Asıl mesele ‘Türkler’ ve ‘Ermeniler’ arasında. Çünkü meselenin aktörleri Türkiye, Ermenistan, Türkiyeliler, Ermenistanlılar, diaspora, milliyetçiler, Kürtler, demokratlar... Ve doğaldır ki, Obama’nın mesajının her kesim için farklı bir anlamı var.

Türkiye’de siyasetçiler, ağız birliği etmişçesine, mesajın kabul edilemez olduğu üzerinde birleşti. Oysa Obama’nın geçmişe yönelik değerlendirmesi, neticede önceki başkanlardan pek de farklı değildi. Onun açıklaması da, Anadolu’da yaşayan 1,5 milyon Ermeni’nin yerlerinden yurtlarından edilip katledildiğine vurgu yapıyordu. Mesajın, bu yönüyle, Türkiye toplumunu siyasi kürsülerde seslendirildiği kadar rahatsız etmediği, dolayısıyla parti liderlerinin çıkışlarının sadece iç ve dış pazara yönelik mesajlar olduğu söylenebilir.

Oysa, özellikle diasporadaki Ermeniler açısından bu açıklama çok daha dramatik sonuçlar doğurdu. Yazılan yazılara, internet tartışmalarında konuşulanlara baktığınızda, bilhassa ABD’li Ermenilerin yaşadığı derin hayal kırıklığını görebilirsiniz. Obama’nın bu kez, artık, nihayet, sonunda, ‘soykırım’ diyeceğine yürekten inanan bu insanlar, kendilerini aldatılmış, kandırılmış hissediyorlar. Geçmişte olduğu gibi, bir kez daha...

Türkiye’de, konunun özgürce tartışılmasını ve Ermenilerin yaşadığı acılara saygı gösterilmesini isteyen kesimden pek çok kişi, başta Özür Diliyorum kampanyasını başlatanlar olmak üzere, ‘soykırım’ tabirinin uyandırdığı tepkinin, tartışmayı daha baştan çıkmaza soktuğu gerekçesiyle, bu ifadeyi kullanmaktan kaçınmak gerektiğine inanıyorlar. Türkiye’yi iyi tanıyanlar, bu tutumun, toplum pedagojisi açısından haklı bir kaygıdan beslendiğini görmekte zorlanmayacaktır.

Ancak, bir de madalyonun tersi var. Yani, dünyanın dört bir tarafına dağılmış, birkaç nesildir ruhlarını sarmış travmaların acısını çeken Ermenilerin pedagojisi, daha doğrusu psikolojisi. Görünen o ki, Türkiye’yi dönüştürme çabası sürerken, toplumu incitmemek, kızdırmamak, ona söz söylemeye devam edebilmek için hassasiyet gösterildiği ölçüde, Ermenistan’daki ve diasporadaki Ermenilerin ruhu derin yaralar almaya devam edecek, ediyor. Bu nedenle, Türkiye’de yürüyen tartışmaya dışarıdan bakan Ermeniler, olan biteni güç siyasetinin oyunları olarak görecekler, görüyorlar. Dünyanın dört bir tarafındaki Ermeniler, Obama’nın, Türkiye güçlü olduğu için, Türkiye stratejik açıdan önemli olduğu için soykırım sözünü kullanmaktan kaçındığını düşünecekler, düşünüyorlar ve bu durum, geçmişin bütün haksızlıkları ve insanlık dışı uygulamalarıyla birleşerek, onları yoğun bir kedere ve umutsuzluğa sevk edecek, ediyor. Oradan bakıldığında, Türkiye’de düzenlenen özür kampanyası, Baskın Oran’ın Milliyet’te yayımlanan “Başbakan bizim kampanyamıza dua etsin. Bütün dünya parlamentolarında otomatik kararlar çıkıyordu. Onlar duracak. Diyaspora yumuşadı. Dünya basını genosid (soykırım) kelimesini kullanmamaya başladı” sözleriyle birleşerek büyük bir stratejinin parçası olarak görülecek, görülüyor. Obama’nın 24 Nisan açıklamasında, Türkiye’de hazırlanan özür metninde kullanılan tabiri ödünç almış olması, bu stratejinin son halkası halini alacak, alıyor.

Burada sorumluluk elbette ki iki halkın gerçekten barışmasını isteyen Türkiyeli aydınlara düşüyor. Onlar, özürlerinin arkasında durmak, kendilerini dünyaya dağılmış Ermenilere daha iyi anlatmak zorundalar. Bunu herhangi bir siyasi neden değil, bizatihi diledikleri özür dayatıyor.

Bir hatırlatma: Geçtiğimiz hafta Tütün Deposu’nda yapılan, İHD’nin ve bir avuç insanın elbirliğiyle düzenlediği, 1915 kayıplarını anma etkinliğine, özür kampanyasını düzenleyenlerden hiçbiri katkıda bulunmamıştı. Onlar, salonda da yoklardı; hafta boyunca konuyla ilgili başka bir etkinlik düzenlemediler; 24 Nisan’da Ermenilerin yasını paylaşan bir mesaj yayımlama gereği de duymadılar.

Evet, Türkiye’deki değişimi belli toplumsal, tarihsel hassasiyetlere saygı göstererek sağlamak akılcı bir yol olarak görülebilir. Ama bunu, özür dilediğiniz insanların kalplerini kırarak yapmaya devam ederseniz, özrün çok da bir anlamı kalmayacak.