Şiddet ve ironi

Agos’un, 27 Temmuz tarihli sayısında seçim sonuçlarını değerlendirdiği manşete ‘Osmanlı tokadı’ ifadesini uygun görmesini eleştirmiş, bu deyişin içerdiği şiddetin Agos’un dili olmaması gerektiğini savunmuştum.

Geçen hafta, Agos’un genel yayın yönetmeni Etyen Mahçupyan, ‘Romantik solu severiz biz’ başlıklı yazısında Türkiye solunun genel bir eleştirisine giriştikten sonra, söz konusu manşetin, askeri muhtıra süreci ve seçim sonuçlarıyla ilgili bir ironiyi yansıttığını ve bizim bunu ayırt edemediğimizi söylüyordu.

Öncelikle, dil(lerimiz)deki şiddete dikkat çekmek için kaleme aldığım o yazının Agos’ta bir iç tartışmaya vesile olmasını, bu sayede dikkatlerin konuya çevrilmesini yararlı bulduğumu belirtmeliyim.

Söz konusu ‘Çuvaldız yazısı’nda söylenmek istenen oldukça basitti: Buna göre, o manşetteki ‘Osmanlı tokadı’ ifadesi, barındırdığı tarihsel ve anlamsal yükle, bugüne dek daima barışçı bir dil kullanmış olan Agos’un çizgisine aykırı bir tercihti. O yazıda, Agos’un seçim sürecindeki tavrını değil, ‘manşet’te kullanılan ‘dil’i konu edindiğimi, onu eleştirdiğimi de özellikle belirtmiştim.

Etyen Mahçupyan, seçim sonuçlarının, “şiddeti davet etmiş olanın” yani askeri darbe çağrısı/hazırlığı yapanların “tarih önündeki yenilgisinin içerdiği ironiyi” yansıttığını belirtiyor. Seçimi değerlendiren pek çok kişi tarafından paylaşılan bu saptamaya ben de katılıyorum. Ancak, bu ironinin gazetenin manşetine farklı biçimlerde yansımasının pekâlâ mümkün olduğunu düşünüyorum. 22 Temmuz sonrasında “Halkın muhtırası, halkın muhtıraya tepkisi/cevabı” gibi ifadelerde vücut bulan da bu düşünce değil miydi zaten?

Mahçupyan o haftaki ‘Şapparigce’de “Başkaları da anlayabilsin diye bir an çatışmanın diline dönersek, bu seçim otoriter rejim yanlılarına okkalı bir Osmanlı tokadıdır” derken, aslında Osmanlı tokadı ifadesinin çatışmanın dili olduğunu kabul ediyordu. Kanımca sorun, tam da Mahçupyan’ın yazısında bir eğretileme olarak kullandığı o ‘an’ın manşete taşınmasından ileri geliyor.

Görülüyor ki, Mahçupyan “Osmanlı tokadı” ifadesiyle, sözünü ettiği ironinin, bense her şeyden önce şiddetin manşete taşındığını düşünmeye devam ediyoruz. Bu durumda konu üzerinde söylenecek fazla şey kalmıyor.


İroni ve sol

Etyen Mahçupyan geçen haftaki yazısına Türkiye solunu ve Türkiyeli solcuları eleştirerek başlıyordu. Romantik, ayakları toplumsal gerçekliğe basmayan, dolayısıyla toplumsal dinamikleri kavrayamayan, toplumu ve bireyi “olması gerektiği gibi” düzleminde tahlil ettiği ölçüde modernistliğe ve liberalliğe meyleden, dolayısıyla da toplumla temas edemeyerek marjinalleşen bir sol.

Daha önce pek çok kez dile getirilen bu eleştirilerin haklılık payı büyük elbette. Ancak unutulmamalı ki, Türkiye’de bugüne dek çeşitli bedeller ödemiş olan sol hareketin bir kesimi, uğradığı yenilgilerin de etkisiyle, şiddetli bir öz-eleştiri süreci içinden geçerek, ağır aksak da olsa yeni mücadele yöntemleri ve yeni stratejilerle kendisini geliştirmeye çalışıyor; topluma salt sınıf penceresinden bakmanın getirdiği zaaflardan kurtulmak için çaba sarf ediyor.

Bugün feministler, eşcinseller, savaş karşıtları, alternatif küreselleşmeciler, çevreciler, insan hakları savunucuları, ırkçılık ve milliyetçilik karşıtları, temelde solun deneyimleri ve insan gücüyle, onunla dirsek teması kurarak serpilip çoğalmakta büyük ölçüde. Dolayısıyla, günümüz Türkiyesinde sol hareket(ler)i, Mahçupyan’ın yaptığı gibi, otoriter zihniyetli bir kanatla, liberal özlü ‘romantik’ kanat arasında sınırlamak manzarayı eksik görmek olacaktır.

Türkiye solundan söz ederken, bu hareketin 1920’lerden –Taşnakları ve Hınçakları göz önünde bulundurursak, 1890’lardan– bu yana devletin düşman ilan ettiği, şiddetle bastırmaya, yok etmeye, kitlelerle bağını koparmaya çalıştığı bir ideolojiler sepeti olduğunu göz ardı etmek pek adil bir tavır değil. Solun baskıya uğramış olması, içine düşülen hatalar için bir bahane değil elbette. Çünkü sol için bugünün mücadelesi, eski hatalarla yüzleşme ve yıkılmış köprüleri yeniden kurma mücadelesidir.

Belki de ironi, Türkiye’de demokratikleşme yönünde atılmış adımların önemli bir kısmının, Türkiyeli solcuların bin bir güçlüğe rağmen verdiği mücadeleler sonucunda elde edilmiş kazanımlar olduğunu görmemekte saklı.

17 Ağustos 2007

Atlantis uygarlığının harabelerinde

Çocukluk ve gençlik hayalinin nasıl elinden alındığını anlattığı o yazısında, Hrant Dink, “Davacıyım ey insanlık!” diyordu, “Bizi yarattığımız uygarlığımızdan attılar. (...) Artık bizim yarattığımız ‘Tuzla Yoksul Çocuk Kampı’mız, bizim ‘Atlantis Uygarlığı’mız şimdi bir harabe…”
Geçtiğimiz pazar... Yolu Tuzla’ya düşmüş bir grup İstanbullu, karşılaşacağımız manzarayı pekâlâ tahmin ettiğimiz halde Tuzla Çocuk Kampı’nı ziyaret etmek istiyoruz. Boğazımızda yumrular, dilimizde önce kampın, sonra Hrant Dink’in uğradığı büyük haksızlığa, adaletsizliğe isyan. 1986’da, Kınalıada’daki Karagözyan Çocuk Kampı’nda kalmakta olan 9 yaşında bir veletken, bir günlüğüne Tuzla kampını ziyaret etmiş, ‘Atlantis Uygarlığı’nın o günkü haline hayran kalmıştım. Bugünse melül ve mahzunum.

1962’de Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi tarafından yoksul çocukların barınacağı bir yaz kampı kurmak üzere satın alınan, ancak 80’li yıllarda, 1974’teki ayrımcı Yargıtay kararına* dayanılarak, “gayrimüslim vakıfların 1936’da verdiği mal beyannamesinde gösterilmediği için” üzerinde inşa edilen kamp binasıyla birlikte ilk sahibine teslim edilen Tuzla Çocuk Kampı, modern bir müsadere öyküsü anlatır.

Geçen hafta, Agos’tan Talin Suciyan’ın yeni Vakıflar Yasası’ndaki eksiklikleri bir bir dile getiren avukat Kezban Hatemi’yle yaptığı söyleşiyi okurken, aklıma Tuzla Çocuk Kampı düşmüştü. Pazar günü, bir tesadüf bizleri oraya götürdü. Kampın, Atlantis Uygarlığı’nın, sağdan soldan yükselen villaların yediği arazisini, yıkık dökük, harabeye dönmüş, sessiz binasını, bir insanlık ayıbı anıtı olan son halini görmek hiçbirimize iyi gelmedi.

* Bu karar, Türkiyeli azınlık toplumlarını ‘Türk olmayanlar’ olarak değerlendirir: “Türk olmayanların tüzel kişiliklerinin taşınmaz mal edinmeleri yasaklanmıştır. (...) bunların taşınmaz mal edinmelerinin kısıtlanmamış olması halinde, devletin çeşitli tehlikelerle karşılaşacağı ve türlü sakıncalar doğabileceği açıktır.”

17 Ağustos 2007

90'lar, AİHM ve yeni Polis Kanunu

Türkiye’nin 1990’lı yıllarını en iyi, son Türk büyüklerinden Mehmet Ağar’ın “1000 operasyon yaptık” sözleri anlatır.

Tarih, yol kenarında elleri bağlı bir halde ölü bulunanların, etrafı yüzlerce güvenlik görevlisiyle çevrili hücre evlerinde ‘ölü ele geçirilenlerin’, Cumartesi Anneleri’nin izlerini silmek için uğraşıp dururken, devrin emniyet müdürü ve içişleri bakanı Mehmet Ağar, siyasi yenilgisinden dahi hayranlık devşirmeyi bilmiş, mağrur, vakur, makbul devlet adamlığı denizinde özgürce kulaç atıyor 2000’ler Türkiyesi’nde.

Yine de, arada hatların karıştığı olmuyor değil. 9 Kasım 2005’te, Şemdinli’de Umut Kitabevi’ni bombalayan kişinin sığındığı otomobil halk tarafından durdurulup içindekilerin asker olduğu ortaya çıkınca, kalabalığın sıkıştırdığı ‘görevli’lerden biri cep telefonuna sarılıp DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ı aramış, “Müdürüm, kurşun yağmuru altındayız. Bize sahip çıkın!” diye yardım dilemişti.

Geçenlerde Milliyet’te yer alan Gökçer Tahmincioğlu imzalı bir haber, adaletin eninde sonunda tecelli edeceğine inanan iyimserleri haklı çıkaracak cinstendi. Habere göre, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 1991’de Dev-Sol üyesi olduğu iddia edilen kişilere karşı düzenlenen, 10 kişinin yaşamını yitirdiği operasyon nedeniyle Türkiye’yi 177 bin Euro ödemeye mahkûm etti. Türkiye yargısının davacı ailelerin şikâyetlerini ısrarla kulak arkası ettiği mahkeme sürecinin ardından davanın taşındığı AİHM, kararın gerekçesinde, soruşturma sürecindeki hataları bir bir gözler önüne serdi.

Karar metninin çektiği fotoğraf yabancımız değil:

– Olay yeri fotoğrafları ve keşif yok; polis ifadeleri yok; silahların balistik incelemesi yok; ölenlerin balistik inceleme açısından önem taşıyan kıyafetleri yok; zanlıları kurşun yağmuruna tutmak yerine göz yaşartıcı bomba kullanımı yok; zanlıların polislere attığı söylenen bombalara dair iz yok; iddiaların aksine çatışma izi yok.

– Bir dairede, tümü aşağıya doğru 9 kurşun izi var; ölenlerden İbrahim Erdoğan’da 9 ölümcül kurşun yarası var; ölenlerden Yücel Şimşek’in vücudunda, polislerin patlayıcı kullanmadıkları yönündeki beyanlarına rağmen şarapnel parçaları var; ölenlerden Cavit Özkaya’nın sırtında 5 kurşun var; dönemin İstanbul emniyet müdürü Mehmet Ağar’ın operasyondan sonra görevlileri tek tek tebrik etmesi var...

Bu vahşet fotoğrafı karşısında içi sızlamayan var mı? Terörist ya da değil, bir zanlının sorgulanmadan, yargılanmadan katledilmesi, yaralanıp yere düşenlerin sırtlarından vurulması hangi insanlığa sığar, hangi kitapta yazar?

Türkiye bu karabasanlardan kurtulmuş değil. Sorumlular yargı önüne çıkıp cezalandırılmadığı sürece kurtulması mümkün de değil. Yöntem farklı olsa da, en yakın örneğini 19 Ocak’ta yaşadık. “Ağır abiler” pis işlerini o gün 17 yaşındaki sabilere gördürmediler mi?

Daimi bir paranoya halinin zincirlerinden kurtulamayan güvenlik algısı, seçimlerden hemen önce ‘Polis Vazife ve Salahiyet Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’u Meclis’te kabul ettirdi. Yurttaşlara AB reform paketleri sayesinde tanınmış hakların pek çoğu, AİH Sözleşmesi’nin, kişi özgürlüğünün, kişinin beden ve ruhsal bütünlüğünün korunmasına dair maddelerinin ruhuna aykırı bu kanunla geri alınmış oldu. Karabasan devam ediyor.

10 Ağustos 2007

Otuz yaş, yolun neresi eder?

Otuzuna basmış koca bir adam olmanın en kötü yanı, hayatın sizi artık sorumluluktan kaçamayacağınız kadar köşeye kıstırmış olması mıdır acaba?
Yoksa, gözleriniz bir umutla, artık imkânsız zamanlara, geçmişe takılıp kalırken, ruhsal ve fiziksel varlığınızın, kalabalık önünde konuşurken nereye koyacağınızı bir türlü bulamadığınız eller misali, inkâr edilemeyecek bir ağırlık –kelimenin her anlamıyla– kazanması mıdır?

Yaptığınız hataların, artık iyi kalpli büyükleriniz tarafından “cahil, daha dünkü çocuk,” nidaları ve hoş görür bir tebessümle karşılanmadığını dehşet içinde fark etmeniz midir?

Sizden 10, 20, 30 yaş büyüklerin, “Ah, ben senin yaşında olacaktım ki!” hayıflanmalarından, artık aynı cümleyi sizden 5, 10, 15 yaş küçüklere söylemekte olduğunuz için, tat alamamak mıdır?

Belki de, en kötüsü, kendinizi daha birkaç yıl önce uzak bir hayal gibi görünen otuz yaşın kucağında buluverdiğiniz halde, olmayı umduğunuz, yaptığı yapılır, dediği dinlenir, ne eylese doğru eyler beyefendi ya da hanımefendiden fersah fersah uzakta olduğunuzu görmeniz; bir zamanlar kurtulacağınızı sandığınız bütün o sakarlıklarınızın, beceriksizliklerinizin, bilumum kompleks ve defolarınızın, inatçı alacaklılar misali peşiniz sıra gelmekte olduğunu bilip telaşlanmanız mıdır?

Yoksa, otuzuna basmış koca bir adam ya da kadın olmanın en kötü yanı, “Yaşlanmak olabilirliğin azalmasıdır” diyen Paul Valéry’ye bir yandan kızıp bir yandan hak vermek midir?

Bütün bunlar bir yana, acaba otuz yaş, kaderi kandırmak için kötülük muskaları yazıp, her şeye rağmen iyilik bulmayı denemeye çalışmak mıdır?

10 Ağustos 2007

Pirosmani: Avangard naif


Gürcistan’ın, Kafkasya’nın taşra ve kent hayatını yansıtan resimleri ve kendine özgü tarzıyla 20. yüzyılın naif ve primitif sanatçılarını önemli ölçüde etkileyen Niko Pirosmani’nin eserlerinden bir seçki bugünlerde Pera Müzesi’nde sergileniyor.
1862’de, bir çiftçi ailesinin çocuğu olarak Kahetia’da dünyaya gelen Niko Pirosmanaşvili, babasını küçük yaşta kaybetmesinin ardından Tiflis’te hizmetkâr olarak çalışarak dünyayı tanıdı; hiç düzenli eğitim almadan, yaşadığı dönemin sınırlarını aşan resimler yaptı. Fakirlik içinde yaşadı, resimlerini çoğu zaman Tiflis dukhanlarının (meyhane) müşterileri için, bir tabak yemek veya bir kadeh içki karşılığında yaptı. 1918’de kimsesiz olarak öldü. Mezarının yeri hâlâ bilinmiyor.Gürcistan toplumunun geçen yüzyıl başında yaşadığı rönesansı biçimlendiren koşullar altında yaşayan Pirosmani’nin resimlerinde sıradan insanlar, küçük tüccarlar, şık hanımlar, gündelik taşra ve kent yaşamı, Kafkasya doğası vardır. Pirosmani, kendi ürettiği boyalarla, alamet-i farikası olan siyah muşamba üzerine çizdiği resimlerinde dünyayı lirik bir duyarlıkla resmeder. Dıştan bakıldığında rahat, huzurlu insanları resmettiği portreleri, derinlerde dramatik duygulardan beslenir.Pera Müzesi’ndeki sergi, Türkiyeli sanatseverlerin, kadri ölümünden sonra bilinmiş bu avangard ressamla tanışması için iyi bir fırsat. Darısı, hemşerisi, Ermeni asıllı kolaj sanatçısı ve yönetmen Sergey Paradjanov’un başına.
10 Ağustos 2007

Çuvaldız yazısı

Sağ yanağınıza bir tokat atana, öbür yanağınızı da çevirin. (Matta 5:39)

Agos, geçtiğimiz hafta, seçim sonuçlarını manşete taşıdığı habere “Osmanlı tokadı” başlığını uygun görmüştü. Üst başlıkta ise “Seçim niyetine” yazıyordu. “Seçim niyetine Osmanlı tokadı…”

Etyen Mahçupyan’ın o günkü yazısının da başlığı olan ve belli ki çarpıcı olduğu için tercih edilen “Osmanlı tokadı” ifadesi, herhalde bir durum tespitini, ama ondan da çok, sevinçli bir heyecan halini ifade ediyordu.

CHP’nin ve onun temsil ettiği milliyetçi, devletçi, militarist değerlerin seçimlerden başarısızlıkla ayrılmasından büyük bir memnuniyet duymakla birlikte, Agos’un söz konusu başlığını ve bu başlığın ifade ettiği tutumu doğru bulmuyorum.

Agos ona katkı sunanların ve okurlarının gazetesi olduğu, aynı zamanda hümanist, barışçı, enternasyonalist değerlerin Türkiye’deki en önemli simgelerinden biri haline geldiği için, yeri geldiğinde çuvaldızı Agos’a, yani kendimize batırmakta yarar var.

Gelin, bir an için seçimin hemen ertesine kısa bir yolculuk yapıp, 23 Temmuz günü bazı gazetelerin hangi başlıklarla çıktığını anımsayalım:

Birgün: “E-muhtıranın iflası”; Cumhuriyet: “4 gruplu meclis”; Evrensel: “Muhtıra AKP’ye yaradı”; Hürriyet: “İkinci Tayyip dönemi”; Milliyet: “AKP’nin rekoru”; Radikal: “Bu da halkın muhtırası”; Sabah: “Halk bildirisi”; Star: “Demokrasinin zaferi”; Yeni Şafak: “Yola devam”; Zaman: “Son sözü millet söyledi”

Görüldüğü gibi, o gün hiçbir gazete, seçim sonuçları ve AKP’nin zaferi hakkında Agos’unki gibi şiddet çağrıştıran bir manşeti tercih etmedi.

Seçim sonuçlarını halkın askeri muhtıraya tepkisi, bir tür halk muhtırası olarak değerlendirenler oldu. AKP’nin aldığı oy göz önünde bulundurulduğunda haklı gibi görünen bu yorum, bir bilimsel araştırmaya dayanmıyordu. Nitekim, seçim sonuçlarını büyük bir başarıyla tahmin eden Tarhan Erdem’in yaptığı açıklamalar, AKP’nin oylarının, muhtıradan önceki aylarda dahi %40’ın üzerinde seyrettiğini ortaya koydu. Bu durum, Agos’un manşetinin ima ettiği seçmen tavrından başka bir gerçekliğe tekabül ediyor, AKP’ye oy veren pek çok insanın aslında “muhtıraya karşı demokrasiyi savunmak” pozisyonunda olmadığını gösteriyordu.

Yanlış anlaşılmaması için tekrar etmekte yarar var. Burada sözü edilen, Agos’un manşetinin veya seçim sürecindeki tavrının tarafgir olup olmadığı değil. O eleştiri, bu yazının sınırlarını aşan daha derinlemesine bir analize ihtiyaç duyuyor. Burada asıl itiraz, kullanılan ‘dil’e. Sorun, türlü baskıların hedefinde olduğu halde her fırsatta şiddetin dilini reddedip kendi dilinde konuşmayı bilmiş Agos’un, miting kürsüsünden yağlı urgan fırlatanların söz dağarına meyletmesinde.

Sürekli maruz kaldığımız, bir tornadan çıkmış cümlelere karşı söylenecek başka cümlelerimiz, bir ağızdan söylenen öfke dolu marşlara karşı her biri başka bir hikâye anlatan bin bir şarkımız var. Onlardan vazgeçmeyelim.

Etyen Mahçupyan geçen haftaki yazısının sonunda, Ermenilerin öfkelerinin bir kısmını “Osmanlı tokadı”nın bir parçası olarak çıkardığı yazıyordu. Tokatçı Osmanlılıktan, tokatçı Ermenilikten, tokatçı Türklükten imtina ve hatta istifa etmenin vaktidir.

İncil’de, yazının başında alıntılanan o meşhur cümleden önce, “Kötüye karşı direnmeyin” diye yazar. Biz, tokat atana öbür yanağımızı çevirerek direnelim.

3 Ağustos 2007

'Tur'un sonu mu?

Tour de France’da, yani Fransa Bisiklet Turu’nda son yıllarda yaşanan doping olayları, endüstriyelleşen sporun nasıl hızla batağa saplandığının en somut örneklerinden biri oldu.
İlk kez 1903’te düzenlenen bu tarihi yarış, dünyanın dört bir yanından milyonlarca meraklının ilgisini çekiyor. Bisikletçilerin yaklaşık 3500 km. yol kat ederek neredeyse insanüstü bir çaba gösterdiği yarış, hem bu çabaya hem de Fransa taşrasının müthiş manzaralarına duyulan hayranlıkla beslenen bir sevgi halesine sahip. Ancak Tour de France, kazanmayı yarışmaktan öne koyan yeni profesyonel ahlaka ve kanın oksijen taşıma kapasitesini büyüterek performans artıran EPO maddesine yenik düşüyor artık.

Fransa Bisiklet Turu’nun son dönemi adeta bir dopingçi şampiyonlar geçidi. 1996’da Bjarne Riis’le başlayan seri, Jan Ullrich ve Ivan Basso’yla, Marco Pantani’yle devam etti. Turu tam yedi kez kazanarak bir efsaneye dönüşen Lance Armstrong’un 1999’da doping yaptığı halde organizatörler tarafından korunduğu iddiaları büyük tartışmalar yarattı. Geçen yıl yarışı kazanan Floyd Landis’in de testosteron oranı normal ölçülerden çok daha fazlaydı.

Bu yılki tur da hararetli karşı kampanyaya rağmen dopingin gölgesinden kurtulamadı. Önce, yarışın favorisi Aleksandr Vinokurov’un dopingli olduğu tespit edildi. Ardından Cristian Moreni’de yasaklı testosteron maddesi bulundu. Son olarak da teste girmeyi reddeden Michael Rasmussen diskalifiye edildi.

Tour de France’ın adı, ne yazık ki artık dopingsiz anılmıyor. Bütün bu karmaşa arasında, olan, oyunu kuralına göre oynayan dürüst sporculara ve sevimli Les Triplettes de Belleville (2003) animasyon filmindeki gibi çocukluğundan bu yana hayranlıkla bisikletçileri seyredenlere oluyor.
3 Ağustos 2007

Üskül ve siyaset

Profesör Zafer Üskül’ün anayasa hakkındaki görüşlerini açıklamasının ardından kopan fırtına bu ülkedeki siyasetin düzeyi hakkında açık bir fikir veriyor.
Üskül’ün her vesileyle savunduğu ‘demokratik anayasa’ ilkesi doğrultusunda, anayasanın ideolojilere eşit mesafede durması, Kemalizmin izlerini taşımaması yönündeki görüşleri, CHP’den Atatürkçü Düşünce Derneği’ne, DİSK’ten sağ cenaha, geniş bir kesimin tepkisini çekti. Üskül’ü yeni bir anayasa hazırlaması için partiye davet eden AKP de Mersin milletvekilinin sözlerinin arkasında durmadı.

Onun ifade ettiği görüşlere yakın bir çizgiyi savunanlar dahi açıklamanın zamanlamasının yanlışlığı üzerinde durdular. Böylece öğrendik ki, 25 yıldır her türlü demokratik gelişmeyi engelleyen, defalarca değiştirildiği halde faşizan ruhu nedeniyle artık yama tutmayan, kimsenin memnun olmadığı darbe anayasası hakkında konuşmak için uygun zaman değilmiş!

Üskül’e “Siyaset üniversiteye benzemez” diye akıl verenler, aslında ona siyasi bezirgânlık dersi vermeye kalkıyor. İlkelerini birer şapka gibi kapıda bırakıp girdikleri her ortamın meşrebince konuşmayı marifet bilenlerin, Üskül’ün inandıklarını çekinmeden savunan sorumlu duruşunun yaratacağı tehlikenin farkında olmaları çok doğal.
3 Ağustos 2007

Heranuş Seher, Mehmet Ruhi, Eliz Zehra

Heranuş Seher
Anadolu’nun dört bir yanında I. Dünya Savaşı’nın felaketlerle dolu günlerinden kalan Ermeni yetimlerin varlığı halk arasında daima bilinen, ancak asla yüksek sesle konuşulmayan konulardan biriydi. Ta ki, yürekli ve dürüst bir kadın çıkıp, kendi anneannesinin, binlerce benzerinden biri olan hayat hikâyesiyle Türkiyeli okuru vurgun yemişçesine etkileyene dek.
Fethiye Çetin, bundan yaklaşık üç yıl önce yayımlanan ‘Anneannem’ adlı kitabında anneannesi Seher’in, nam-ı diğer Heranuş’un başından geçenleri olanca samimiyetiyle anlattı. Heranuş’un, 1915’teki uzun yürüyüş sırasında annesi İsguhi’den, anneannesinden, iki kardeşinden Çermik yakınlarında jandarma zoruyla koparılmasının, Müslüman bir aile tarafından büyütülüp Seher adını almasının, evlenip çoluğa çocuğa karışmasının ve yıllar yılı sakladığı sırrını ömrünün sonunda torunu Fethiye’ye aktarmasının hikâyesini okuyanlar, bu büyük dramın insan ruhunda yaratabileceği fırtınalar üzerine düşünüyordu ister istemez.

‘Anneannem’, nineleri, dedeleri, o dehşet verici ifadeyle ‘kılıç artığı’ Ermeniler olan torunlar için bir umut ışığıydı. Çok okundu, büyük bir etki yarattı. Bugün çevremizde “Benim de ailemde Ermeni bir nine/dede vardı!” diyebilenler varsa, Fethiye Çetin’in ve artık hepimizin anneannesi olmuş Heranuş/Seher’in bunda büyük payı var.

Yandaki sütunlarda, Ermeni olarak doğmuş, 1915’lerde ailelerini kaybedip Müslümanlaşmış ama belki de Heranuş Seher kadar şanslı olamamış, ‘yerin kulağı vardır’ diye sırlarını kimselere açamamış iki güzel insandan, Ruhi Su ve Zehra Bilir’den söz ediliyor.


Mehmet Ruhi, Eliz Zehra


İnsanın, ana babasızlığını, öksüzlüğünü yıllar yılı sırtında ağır bir yük gibi taşıdığı halde derdini kimselere anlatamaması, gönül ferahlığıyla iki damla gözyaşı döküp yüreğini yıkayamaması ne güç bir haldir! İnsanın, ömrü boyunca, çocukluğu, doğduğu çevre ve ailesi hakkındaki her soruya kaçamak cevaplar vermek zorunda kalması, “anamla babam şunlardır, ben şuralıyım, aslım şudur” diyememesi…

Yıl 1984. Türkiye’nin en başarılı gazetecilerinden Zeynep Oral ‘Milliyet Sanat’ için soruyor, ömrünün son demlerini yaşamakta olan bir müzik çınarı, Ruhi Su yanıtlıyor, “Bunları şimdiye dek kimselere anlatmadım” diyerek…

1912’de Van’da doğdu Mehmet. Anasını, babasını hiç tanımadı, bilmedi. Kendi deyişiyle, ‘Birinci Dünya Savaşı’nın ortada bıraktığı çocuklardan’dı. Çok küçüktü Van’dan Adana’ya bir ailenin yanına geldiğinde.”

Konuştukça konuşuyor “Birinci Dünya Savaşı’nın ortada bıraktığı” Mehmet Ruhi Su. Öksüzlüğünü, garipliğini, müziğe vurgunluğunu, muhalifliğini, baskı görmüşlüğünü, mahpus düşmüşlüğünü, dünyaya dair umutlarını ve kırgınlıklarını anlatıyor Zeynep Oral’a.

Söyleşinin sonunda söz dönüp dolaşıyor, Ruhi Su geliyor başladığı yere, çocukluğuna. Bir neslin hayallerini müziğiyle beslemiş, türküleriyle, marşlarıyla umudu ete kemiğe büründürmüş, baskılara hiç boyun eğmemiş ama kaybolmuş çocukluğu hakkında hep lâl ü ebkem olmuş, dilsiz kalmış Ruhi Su, çekinerek konuşuyor. Çekinerek ama çok şey anlatacağını umarak, kısa ve öz konuşuyor:

Demin anlattıklarımı kimselere anlatmadım. Öksüz olduğumu çok kimseye söyleyemedim. Toplumumuzda hâlâ aşiret anlayışı var. İlk iş ‘Kimlerdensiniz?’ derler. Kendini yetiştirmiş olmanın önemi hâlâ anlaşılamadı.

Ermeni ana babadan doğmuş, Ermeniliği de, zavallı anası babası da 1915’te Van’da kırılmış, toprak altına girmiş, bir nüfus memurunun deftere işlediği Abdullah ve Huri adlarını ana baba bilmiş, yetimhanelerde büyümüş, garip, güzel sesli Mehmet Ruhi Su’nun hayatının itirafı – artık bir gözünün mezara baktığı zamanlarda nihayet söyleyip rahatladığı...

Bugün Zincirlikuyu Mezarlığı’nda yatıyor. Toprağı bol olsun.

*

Daha birkaç hafta önce kaybettiğimiz ‘Türkü Ana’mız Zehra Bilir, asıl adının Eliz Surhantakyan olduğunu bildiği için kendisini Ruhi Su’dan daha mı şanslı hissederdi acaba; anası babası, dayısı teyzesi, amcası halası hiç olmamış Mehmet Ruhi’nin aksine, hiç olmazsa biricik anasıyla birlikte büyüme şansını bulduğu için? Hiç karşılaşıp konuşmuşlar, aynı sırrı paylaşanlara özgü bir kardeşlik duygusuyla birbirlerine içlerini açmışlar mıydı?

Ruhi Su’dan bir yıl sonra, 1913’te, o zamanlar Mamüretülaziz’e (Elazığ) bağlı olan Arapgir’de doğar Eliz Surhantakyan. Hayat hikâyesinde “Babası I. Dünya Savaşı’na katıldı ama bir daha dönmedi” diye yazıyor. Sonra annesi ‘bir Türk’le evlenmiş, küçük Zehra Eliz de o adamı ‘baba bilmiş’. İstanbul’a gelince ‘bir şapkacı’nın yanında çalışmaya başlamış. Aynı hayat hikâyesi, ‘bir hocadan’ nota ve solfej dersleri aldığını da yazıyor, ‘bir hoca’nın ünlü Ermeni müzisyen Artaki Candan-Terziyan olduğunu söylemeden.

Halk şarkılarını, türküleri Batı formlarından yararlanarak günün koşullarına uygun bir tarzda seslendirmeyi şiar edinmiş Ruhi Su’nun hiç hazzetmeyeceği bir tarzda, geleneksel formları taklide dayanan otantik bir söyleyişi vardı Zehra Bilir’in. Bestekâr ve kanun sanatçısı Artaki Candan’dan dersler aldı; yöresel kıyafetleri ve güzel sesiyle hemen dikkat çekti, assolist olarak sahneye çıkan ilk halk müziği sanatçısı oldu, büyük ilgi gördü.

Gerçek adını, İstanbul’da tanıdığı Ermeni sanatkâr ve aydınlarına fısıltıyla söylüyordu ama kamu önünde hiç açıklamadı. İlk plakları Vahram Gesaryan’ın sahibi olduğu Sahibinin Sesi plak şirketinden çıktı. İstanbullu bir Ermeni ressama güzel bir resmini yaptırdı, Hagop Ayvaz’ın ‘Kulis’ dergisine defalarca konuk oldu.

Zehra Bilir’in Eliz Surhantakyan olduğunu bilen az sayıdaki insan, onu kalabalıkların önünde zor durumda bırakmamak için bu gerçeği dillendirmedi. Kim bilir, belki de zihinlerindeki ‘Türkü Ana’ resminin bozulmasını istemiyorlardı.

Bugün Zincirlikuyu Mezarlığı’nda yatıyor. Toprağı bol olsun.

*

Niyetimizin “Ruhi Su ve Zehra Bilir aslında Ermeni’ydi” diyerek bu iki büyük müzik insanının ardından kimlik avcılığı yapmak değil, insanları ömürlük suskunluklara iten bir insanlık dramına dikkat çekmek olduğunu hatırlatıp, bu yazıyı Zeynep Oral’ın güzel sözleriyle kapatalım:

Bundan sonra, ‘Ruhi Su [ve Zehra Bilir] kimlerdendir?’ diye soran bir ‘aşiret reisiyle’ karşılaşırsanız, siz siz olun, ‘hayatı ve insanları kucaklayanlardandır’ deyin.”

Seçim ve AK Parti ve CH-MH-P ve bağımsızlar

Seçime iki gün kala, genel manzaraya dair kişisel notlar

27 Nisan muhtırasının üzerinden üç ay dahi geçmeden yapılacak bu seçimle ilgili ciddi bir beklentiye kapılmak şüphesiz hayalcilik. Türkiye demokrasisinin üzerindeki askeri vesayet kalkmadıkça, seçimler ‘siyaset oyunu’nun hepimizi oyalamaya yarayan oyuncakları olmaktan öteye gidebilir mi?

Siyaset oyununun sahnesi yıllardır giderek daralıyor. Kopenhag Kriterleri’ne ve AB müzakere sürecine bağlı olarak yapılan, pek çoğu kâğıt üzerinde kalan reformlar, IMF programlarına teslim edilmiş bir ekonomi, hoyrat bir liberal elin düzenlediği sosyal yaşam, iç ve dış hassasiyetlerin, kırmızı çizgilerin onulmaz dengelerine havale edilmiş demokrasi ve Kürt sorunu…

Seçim zamanı iktidar partisine belden aşağı vurmak için bu sorunların bir kısmını diline dolayan ama iktidara geldiğinde aynı reçeteleri uygulamaya devam eden, popülist, yalanlar üzerine kurulu bir muhalefet geleneği…

Lafı dolandırmaya gerek yok. Türkiye’yi siyasi bir krize sokan sorunların hiçbiri çözülmediği, hepsi sadece bir süreliğine rafa kaldırıldığı için, seçimlerin sihirli değnek misali bunca derde derman olması mümkün değil.

AK Parti

Kamuoyu yoklamaları, AK Parti’nin 2002 genel seçimlerindeki başarısını tekrarlayacağını, hatta o zamanki %34’lük oy oranını birkaç puanla aşma ihtimalinin bulunduğunu söylüyor. Diğer partilerin topyekûn saldırılarına rağmen elde edilecek bu başarı AK Partililer açısından büyük anlam taşıyacak.

Olası bir seçim başarısından sonra AK Parti’yi önce cumhurbaşkanlığı sınavı, ardından da daha geniş bir ‘sivilleşme’ sınavı bekliyor. Partinin bu sınavları kararlı adımlarla aşması, popülist davranmayıp milliyetçi-militarist cenahın diline meyletmemesi siyasal alanın normalleşmesi adına önemli bir kazanım olacaktır elbette.

AK Parti seçimden sonra da, yukarıda sözünü ettiğimiz, çalışanların, maaşıyla geçinenlerin haklarını göz ardı eden liberal uygulamalardan vazgeçecek gibi görünmüyor. Parti, makro ölçekte kapitalist sermayenin çıkarlarını savunan, ancak mikro ölçekte yerel yönetimlerin ‘yoksullara yardım’ uygulamalarına ağırlık vererek geniş halk kesimleriyle bağlarını sıcak tutan iki ayaklı bir strateji izlemeye devam edecek. Bu da, bu stratejinin defolarını görünür kılmada sol-sosyalist muhalefete önümüzdeki dönemde önemli bir görev düşeceği anlamına geliyor.

Başörtüsü yasağının kaldırılması için hiçbir adım atılmamasını, TCK’nın 301. maddesinin değiştirilmemesini, Hrant Dink cinayetini işleyen çetenin bir emniyet müdürü tarafından ‘arkadaş grubu’ olarak değerlendirilmesine seyirci kalınmasını, seçim kararının ilanından sonra Meclis’ten apar topar geçirilen ve polisin yetkilerini artıran yasayı, 1 Mayıs 2007 günü İstanbul’da yaşatılan resmi terörü vb. gelişmeleri göz önünde bulundurursak, AK Parti’nin bir hayli iddialı olduğu demokratik açılımlar konusunda zihninin aslında pek berrak olmadığını görürüz.

Madem yazının başında ‘kişisel notlar’ dedik, AK Parti’ye dair faslımızı kişisel bir sitem/şikâyetle kapatalım. 2005’teki ‘Ermeni Konferansı’nın konuşmacılarından biri olması hasebiyle 40 kadar akademisyenle birlikte, adalet bakanı Cemil Çiçek tarafından ‘hıyanet’ ve ‘vatanı arkadan hançerlemek’le suçlanan –ve bu ilk akademik sunumuyla internette dolaşan vatan haini listelerine hızlı bir giriş yapma ‘başarı’sını kazanarak daimi bir huzursuzlukla yaşamaya mahkûm edilen– bu satırların yazarı, Çiçek gibi ‘vatansever-ölçer’leri tasfiye etmemiş bir AK Parti’nin demokratlığına daima şüpheyle yaklaşacaktır.

CH-MH-P

Deniz Baykal liderliğindeki CHP, AK Parti’yle mücadele yolu olarak benimsediği kutuplaşma stratejisinden nemalanmak için gösterdiği onca çabaya karşın oylarını artıramıyor.

Deniz Baykal bu uğurda vatan haini umacılar yaratarak sürekli ayrımcılık ve düşmanlık ekti. Kâh sokakta hak arayanları linç etmeye soyunan milliyetçiliği yüceltti, kâh gayrimüslim vakıflarıyla ilgili reformları köstekledi, kâh darbecileri göreve çağıran davulları çaldı, büyük bir iştahla.

CHP bu yolla siyasi aczini, halkın büyük bir kesiminin sorunlarından kopuk olduğunu gizlemeye, böylece AK Parti’ye karşı güç kazanmaya çalıştı, ancak gelinen noktada bu strateji en çok ırkçılığın, ayrımcılığın, şiddetin ve militarizmin kökleşmesine, siyasetin merkezine taşınmasına yol açtı.

CHP’nin büyük bir gayretle genişlettiği bu karanlık kulvardan, şimdi oranın asıl sahibi MHP geçecek, elini kolunu sallayarak. 1999 seçimlerinde %18, 2002 seçimlerinde ise % 8 oranında oy alan MHP’nin, Pazar akşamı %20’lere dayandığını göreceğiz belki de.

1999 seçimlerinde DSP ve CHP’nin oy oranlarının toplamı %31’di. 22 Temmuz’da CHP’nin bu oranın altında oy alması, fiilen siyasi ömrünü noktaladığı anlamına gelebilir. CHP çizgisine bağlı olan kentli orta ve üst sınıfların bu durum karşısında izleyeceği yol, Türkiye’nin geleceği açısından hayati bir önemi haiz olacaktır.

Bağımsızlar

1 Haziran 2007 tarihli Agos’ta, bağımsız adayların, adaletsiz seçim barajı uygulamasını aşma yolunda önemli bir adım olabileceğini, Meclis’te temsil edilmesi yıllardır engellenen Kürt hareketinin demokrat sol çevrelerle bir araya gelmesinin Meclis’te oluşturulacak muhalif bir grubun rejime yönelteceği eleştirilerle birlikte önemli bir çekim merkezi oluşturabileceğini savunmuştuk.

Burada bizce önemli olan, özgürlükçülerin, sosyalistlerin, ezilenlerin temsilcilerinin Meclis’e ‘gönderilmesinden’ çok, sıkışan siyasette yeni bir muhalefeti örgütleyecek bir ilişkiler ağı, seçim sonrasını da gözeten ortak bir siyasal alan açma çabasıydı.

Daha adayların belirlenme aşamasında bağımsız adaylar projesinin kitlesel tabanını oluşturan DTP ile bir kopukluk yaşanması, Baskın Oran’ın seçilme şansını bir hayli zora soktu. 1. Bölge adayı Ufuk Uras’ın adaylığının, partisi ÖDP’de bazı kırılmalar yaratmış olması da bir diğer ciddi sorundu.

Neticede, bağımsız adayların seçimlerde kazanacağı başarının Meclis’te yıllarca temsil edilmeyen Kürtler açısından anlamlı olduğunu, ancak sol-sosyalist çevrelerin bu süreçte pek de olumlu bir sınav veremediğini teslim etmek gerek. Mücadeleyi ve tabanda örgütlenmeyi değil, bireyleri ve İstanbul’da 65 bin oy alıp seçilmeyi merkeze oturtan bir strateji, olası bir sandık başarısızlığı halinde elde avuçta hiçbir şey kalmamasına yol açabilir.

Gerek Baskın Oran’ın, gerek Ufuk Uras’ın kampanyalarında haftalardır pek çok gönüllü büyük bir emek harcıyor. Bu emeği görmezden gelmek ve sahiplerine saygı duymamak mümkün değil. Bütün olumsuzluklara karşın, bu muhalif duruşa saygı nişanesi olarak, bir tür sivil itaatsizlik ruhuyla bağımsız adayları destekleyecek ve oyumu Samatya’da Baskın Oran için kullanacağım.
20 Temmuz 2007

İşten atılmak kader değil

Radikal’de çalışan 41 gazetecinin toplu olarak işten çıkarılması günümüz Türkiyesinde basının hali pür melaline dair çok şey anlatıyor.

Bir yanda basın dünyasının vitrinini oluşturan ve ışıltılı bir hayatı temsil eden, markalaşmış, yıldızlaşmış gazeteciler, köşe yazarları, televizyoncular; diğer tarafta edindiğimiz haberlere vücut veren, gazeteleri var eden ama çoğu zaman adlarını bilmediğimiz muhabirler, editörler, sayfa sekreterleri. Bu ikinci gruptakilerin yıllardır en zor şartlarda görev yaptığı biliniyor.

Onlarca gazete ve dergiyi bünyesinde barındıran Doğan Medya Grubu, geçtiğimiz günlerde ‘ekonomik’ gerekçelerle Radikal’in 41 çalışanını işten çıkardı. Kararın, grubun %20 küçülme planı çerçevesinde alındığı açıklandı. Yıllardır sürekli büyüdüğünü, kârını katlayarak artırdığını izlediğimiz Doğan Medya Grubu’nun küçülme kararını hangi ölçütlere dayanarak aldığı sorusunun cevabı henüz verilmedi. İşten çıkarmalar Fanatik, Takvim, Milliyet gazeteleriyle devam ediyor.

Medya grupları yıllardır her türlü sendikal örgütlenmeyi engelliyor. Büyük bir işsizlik baskısıyla elleri kolları bağlanan çalışanlar daha az maaş almaya ve daha çok iş çıkarmaya zorlanıyor.

Adına ‘havuz sistemi’ denen bir uygulamayla, üretilen haberler, grubun farklı gazetelerinde kullanılıyor. Eğer birden fazla gazeteyi takip ediyorsanız aynı metni hem Radikal’de, hem Milliyet’te, hem Hürriyet’te okuduğunuz garip bir durum ve nihayetinde çok daha az sayıda çalışanın, fiilen birden fazla gazete çıkardığı ciddi bir sömürü düzeni bu.

Grup gazetelerinde yıllardır uygulanan ve çalışanların tazminatlarının eksik ödenmesi sonucunu doğuran ‘çifte bordro’ sistemiyle, gazeteci maaşlarının bir kısmı bordroda gösteriliyor, bir kısmıysa telif ücreti olarak ödeniyor. Medyada fazla çalışma ücretlerinin de asla ödenmediği biliniyor.

Basındaki tekelleşme nedeniyle işten çıkarılan gazetecilerin yeniden iş bulması giderek zorlaşıyor. Piyasadaki gazete ve dergilerin çoğu birbiriyle bağlantılı. Gazete patronlarının aralarındaki anlaşmalardan ötürü, işten çıkarılan gazeteci, “Seni hiçbir yerde çalıştırmayacağız!” tehdidiyle karşılaşabiliyor, rakip gruplarda dahi iş bulması engellenebiliyor.

Basın çalışanlarının uğradığı haksızlık, bir başka gerçeği de açık ediyor: İşten ayrılan onca gazeteciye rağmen, söz konusu gazeteler bir şekilde yayına devam ediyor. Arkadaşları işten atıldığı için yükleri bir kat daha artan ‘şanslı’ gazeteciler, kendilerinin de aynı akıbete uğrayacağı korkusuyla seslerini çıkaramıyor. Grup gazetelerinde yazan köşe yazarları arasında da soruna dikkat çeken yok. Bu durum, çalışanların örgütsüzleştirilip yalnızlaştırılmasının doğal bir sonucu.

9 Şubat 2007 tarihli Agos’ta, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda işçi statüsünde çalışan dekor, ışık, kostüm ve efekt görevlilerinin, fazla çalıştırılmaları ve mesai ücretlerinin ödenmemesi nedeniyle iş bırakma eylemi yaptığı bir sırada tiyatrocuların gösterilere devam etmelerini eleştirmiş, kişisel yarar amacı gütmeden başkasına yardım etmeyi, başkasının iyiliğini gözetmeyi ifade eden, toplumca unuttuğumuz ‘diğerkâmlık’ duygusunun yüce bir değer olduğuna vurgu yapmıştık. İşten çıkarılan gazetecileri yalnız bırakmamak, haksızlığa hep birlikte, örgütlü bir şekilde tepki vermek, Türkiye’de gazetecilerin ve bütün çalışanların makûs talihini yenmek için bir başlangıç noktası olabilir.
13 Temmuz 2007

Adebari’nin yolculuğu


İrlanda toplumunun göçmenlere ve yabancılara bakışında son yıllarda yaşadığı hızlı dönüşüm, içerisinde barındırdığı farklı kültürlerle barışık olmayan toplumlar için bir model teşkil etme potansiyelini taşıyor.

Yedi yıl önce Nijerya’dan İrlanda’ya göç eden, karısı ve iki çocuğuyla birlikte uzun bir süre mülteci kamplarında barınan Rotimi Adebari, geçtiğimiz günlerde yapılan seçimle Portlaoise kentinin belediye başkanlığına seçildi ve İrlanda’da bu göreve gelen ilk siyah oldu.

İlk yıllarında mültecilerin çalışmasını yasaklayan kanun nedeniyle hiçbir işe giremeyen 43 yaşındaki Adebari, daha sonra Dublin Üniversitesi’nde çokkültürlülük üzerine yüksek lisans çalışması yapmış, 2004’te belediye meclisine girmişti. Bağımsız olarak belediye başkanlığına aday olan Adebari, diğer bağımsız meclis üyelerinin ve IRA’nın sivil kanadı Sinn Fein’in desteğini alarak seçildi.

Bundan on yıl kadar önce İrlanda toplumu içerisinde yurtdışında doğanların oranı %1,5’ti. Hızlı ekonomik gelişme son on yılda çok sayıda göçmeni ülkeye çekince bu oran %10’a yükseldi. Adebari örneği, ilk yıllardaki bazı olumsuzlukların izlerinin hızla silinebileceğini gösteriyor. İrlanda’daki durum, göçmenlerin büyük baskı ve aşağılanmayla karşılaştığı diğer ülkeler göz önüne alındığında bir hayli dikkat çekici.

“İnsanlar sizi tanıdıkça algılamaları değişiyor” diyen, İrlanda’yı evi olarak gören güler yüzlü Adebari, farklı etnik kökenlerin sorun kaynağı olarak görüldüğü toplumların gözü önünde yazılan umut verici bir başarı hikâyesinin mimarı.

13 Temmuz 2007

Bir konser

Antony and the Johnsons

8 Temmuz Pazar akşamı, yıllar önce yanıp yıkılmış Şan Tiyatrosu’nun yıldızlı göğü altında, Antony and the Johnsons konseri vardı.

Konserler hakkında çok şey yazılabilir, yazılıyor. Repertuvar, sahne performansı, sahnedekinin kıyafeti, saçı başı, enstrümanlar, seyirci… Oysa Antony Hegharty şarkı söylemeye bir kez başladı mı, başka bir şeyden söz etmek anlamsızlaşıyor. Çünkü onun sesi pazar akşamından bugüne adeta içimizde yankılanıp duruyor. Antony’nin sahnede şarkı söylerkenki hali, içindeki gelgitleri dışavuran istemsiz el hareketleri, gözlerini kapatıp adeta farklı bir boyuta, bir tür trans haline geçmesi, içinden fışkıran sesleri açıkta dönüp devinen bir yürek gibi bizlerle paylaşması ve yüzlerce insanın, o tarihi mekânda, kuş sesleri eşliğinde tüm bunlara tanıklık etmesi olağanüstü bir deneyimdi.

Kaç müzisyen, kâh hüzünlü, kâh eğlenceli, kâh evrenin sırlarına nailmişçesine bilge, kâh bugün doğmuş bir bebek gibi saf, bir melek gibi kırılgan olmayı başarabilir ki?

O gece dinleyici kalabalığının arasında olanlar, dünyanın sonu gelse, başka her şey silinse bile o güzel sesin gök kubbede yankılanmaya devam edeceğine kani olmuş gibiydi.
13 Temmuz 2007

Karanlık gözlük

Susurluk davasını, Şemdinli’yi, parti kapatmaları, faili meçhul cinayetleri düşünün bir an. Son günlerde ortaya çıkmaya başlayan vatansever çete örgütlenmelerini, ‘bazı memurların aklı başına gelsin diye’ sağa sola bomba attıran korgenerali, Rahip Santoro ve Hrant Dink cinayetlerini, Maraş, Sivas, Malatya vahşetlerini…
Görünen o ki, Türkiye’nin nasıl bir ülke olacağını, kendini hangi temeller üzerinde var edeceğini belirleyecek öneme sahip bütün bu meselelerde kamuoyunun algısı hep, bizden olanlar / olmayanlar ayrımı etrafında şekilleniyor. Vatanı sevenler / sevmeyenler, milliyetçiler / kökü dışarıda olanlar, Türkler / Türklüğe düşman olanlar, ordudan yana olanlar / ordu karşıtı olanlar, devletini sevenler / devlete düşman olanlar…

Dünyaya bakışın, olayları algılayışın düzeyi ve belirleyeni bu oldukça, herhangi bir sağlıklı sonuca varabilmek mümkün değil elbette. Dahası, emniyet birimlerinde çalışanlar veya yargı koltuğunda oturanlar oralara uzaydan ışınlanmadıkları, bu toplumun değerleri, travmaları, zihinsel tembelliği vs. ile yoğrulduklarına göre, kanun dışına taşan fiillerin cezalandırılması işi de ancak bizimkiler / ötekiler gözlüğünden bakılarak yapılabiliyor.

Katil zanlısıyla kahramanlık posterleri çektiren polisler, o polisler hakkında soruşturma açılmasına gerek görmeyen müfettiş, “Cinayeti planlayanlar terör örgütü değil arkadaş grubu” diyen emniyet müdürü, mahkeme kapısında Dink ailesine ve avukatlarına “Hepinizde Ermeni pasaportu var, defolun gidin” diyen avukat, hepsi ama hepsi, gerçeklikle bağlarını kopartan bu zihin çarpılmasının etkisinde.

Bu çarpılma, olaylara bakanın gözünde katilin katillikten sıyrılıp kahramanlaşması, zalim, kıyıcı olduğu için yüceltilmesi, maktulün maktullükten sıyrılıp düşmanlaşması, mazlum ve kurban olduğu için şeytanlaştırılması sonucunu doğuruyor.

Bu durumun, Türkiye toplumu için hiç de aydınlık bir geleceğin habercisi olmadığını söylemeye gerek var mı?
6 Temmuz 2007

Yağlı urgan ve fikirsel tutarlılık

Günlerdir, Milliyetçi Hareket Partisi genel başkanı Devlet Bahçeli’nin miting kürsüsünden halkın arasına fırlattığı yağlı urganı konuşuyoruz. Başbakan Erdoğan’ın, MHP’nin iktidar ortağı olduğu dönemde yakalanıp Türkiye’ye getirilen PKK lideri Abdullah Öcalan’ın idam edilmemesinde MHP’nin sorumluluğuna ilişkin sözlerine, Bahçeli’nin verdiği tepki kelimenin tam anlamıyla dehşet vericiydi.

Geçerken söyleyelim; Bahçeli’nin ucuz ‘spagetti-western’lerden alınmışa benzeyen mizanseninin tek hayrı, bulduğu her fırsatta geçmişi kanlı MHP’nin ne kadar uysallaştığına, merkeze yaklaştığına dair yayın yapan büyük medyanın haksızlığını ortaya çıkarıp bozkurtların gerçek yüzünü göstermesi oldu.

Türkiye’nin 2002’de kaldırdığı ölüm cezasına dair hesabın henüz kapanmamış olduğunu görmek pek çoğumuz için irkiltici. Aslında, son bir haftadır tartışmanın seyrettiği seviye, yaşananın daha ziyade bir post kavgası olduğunu açıkça gösteriyor. Bu kavganın bizi en çok ilgilendiren sonucu şu: Türkiye siyaset sahnesinin oyuncuları arasında ölüm cezasına ilkesel olarak karşı olduğunu açıkça söyleyen ve mevcut atışmanın düşmanlıkları besleyen özünü mahkûm eden kimseler çıkmadı.

Hukukun en temel ilkelerinden biri yasaların ve cezaların genelliği, kişiye göre değişmezliği olduğuna göre, “Öcalan’ı asalım!” sloganını oy getirecek olta yemi misali kürsülerden salıverenler, temelde idam cezasının savuculuğunu ve çığırtkanlığını yapıyorlar.

Basında Erdoğan-Bahçeli çekişmesinin yakışıksızlığına vurgu yapan kalemler dahi, meseleyi “Öcalan’ı asmak mı, asmamak mı milli çıkarlara daha çok hizmet ederdi?” sorusu ekseninde değerlendirmekten geri kalmıyor. Öcalan söz konusu olduğu için, mahkûm haklarının sözü bile edilmiyor.

Milliyet yazarı Taha Akyol 3 Temmuz Salı günkü yazısına şöyle başlıyordu: “Öcalan’ı asmak terörü korkutup geriletir miydi? Yoksa büsbütün çıldırtıp azdırır mıydı? Bu son derece önemlidir. Miting meydanlarında kitle psikolojisini tahrik ederek değil, uzman kurullarda bütün araştırma verilerini inceleyerek soğukkanlılıkla tartışılacak bir meseledir.”

Yazıdan, ‘soğukkanlı’ bir değerlendirme sonucunda idam cezasını uygulamanın faydalı olacağı sonucuna varıldığı takdirde Akyol’un bu kararı destekleyeceği anlaşılıyor. Yani Akyol ölüm cezasına ilkesel olarak karşı çıkmıyor.

Ancak, belli koşullarda Abdullah Öcalan’ın idam edilmesi fikrine sıcak bakanlar sadece Akyol gibi ölüm cezasına yandaş olanlar arasından çıkmıyor. Sözgelimi, İsmet Berkan 4 Temmuz tarihli Radikal’de, terör sorunundan ayrı bir Kürt sorunu olduğunu ve asıl bunun çözülmesi gerektiğini vurguladığı yazısında şunları belirtiyor:

“Ama sorun, Abdullah Öcalan’ın asılmasıyla çözülemez, çözülecek olsa idama karşı olmama rağmen ben bile savunurum asılmasını.”

Kafa karıştırıcı, değil mi? Oysa, ölüm cezasına karşı olanların, Abdullah Öcalan’ın kimliğinden bağımsız olarak çizgilerini savunmaları gerekmez mi? Yoksa, Türkiye’nin boz bulanık havasında herhangi bir kimseden bu türden bir fikirsel tutarlılık beklemek çok mu lüks?


Ne kadar demokrat?

Saddam Hüseyin’in Aralık 2006’da idam edilmesinin ardından, bu sütunlarda, ölüm cezasının cinayetle eşdeğer olduğunu düşündüğümüzü yazmıştık.

Hatırlamakta yarar var: Son otuz yılda ölüm cezası karşıtı siyasi hareketlerin etkinliğinin artmasıyla, bugün dünyada, aralarında Türkiye ve Ermenistan’ın da bulunduğu 99 ülke ölüm cezasını kaldırmış durumda. 30 ülke ise hukuk sisteminde ölüm cezasına yer vermesine karşın son 10 yıldır cezaları infaz etmiyor. Geriye kalan 68 ülkede ise idam cezası mevcut (ABD’de sadece bazı eyaletlerde kaldırıldı). İdam cezasını kaldırmış olan ülkelerin sayısı 1977’de yalnızca 16’ydı.

Türkiye ölüm cezasını 2002’de tamamen kaldırdı. Zaten 1984’den 2002’ye dek hiçbir ceza infaz edilmemişti. Adnan Menderes ve arkadaşlarının, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının, 18 yaşından küçük olduğu bilindiği halde asılan Erdal Eren’in idamları vicdanlarda kanamaya devam ederken, ölüm cezasını savunmaya devam eden siyaset ve kalem erbabının demokratlığı, özgürlükçülüğü, ancak “Asmayalım da besleyelim mi?” diyen darbeci paşalarınki kadardır.
6 Temmuz 2007

Orada olmalı













2 Temmuz’da orada olmalı. Hrant Dink cinayeti davasının ilk duruşması için, Beşiktaş’taki İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nin, yani eski DGM binasının önünde.

19 Ocak 2007’de yitip giden bir cana, tamamlanmamış işlere, yarım kalan bir ömre, onun ardında bıraktığı o pirüpak imgeye karşı sorumluluklarımızın farkında olduğumuzu ifade etmek için orada olmalı.

Katillerin, azmettirenlerin, yönlendirenlerin, olup bitene müsaade edenlerin izlerini, bütün bir sürecin varacağı yolu sıkı sıkıya takip etmekte olduğumuzu söylemek için orada olmalı.

Öylece kalakalsak, şaşkınlığımızdan, korkumuzdan sesimizi yükseltemesek de, karanlığa alışkın baykuş gözlerimizle altı buçuk aydır her gelişmeyi takip ettiğimizi duyurmak için orada olmalı.

24 Şubat 2004’te Hrant Dink’in İstanbul Valiliği’ne çağrıldığını ve orada bir vali yardımcısının yanında bulunan kişiler tarafından tehdit edildiğini unutmadığımızı hatırlatmak için orada olmalı.

Daha cinayetin üzerinden kırk sekiz saat geçmeden “katilin herhangi bir örgüt bağlantısı bulunmadığını” açıklayıveren emniyet müdürünün, katil zanlısıyla birlikte kahramanlık posterleri için poz veren memurların görevlerine devam ettiğine dikkat çekmek için orada olmalı.

Hrant Dink’in “Türklüğü aşağılama” suçundan hüküm giymesine, pek çok yazar, yayıncı, dergi ve gazetenin mahkemeye çıkarılmasına neden olan Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesini değiştirmeyen hükümetin ve maddede değişiklik öneren sivil toplum kuruluşlarını “başka kapıya” kışkışlayan Baykal önderliğindeki CHP’nin suça ortaklığını bir kez daha ilan etmek için orada olmalı.

Yaşadığımızı, yaşarken Hrant Dink’i de içimizde yaşattığımızı, onunla çoğaldığımızı duyurmak için orada olmalı.

Yeni bir hayat ve yeni bir ülke yaratmaya dair kırılmış ümidimizi biraz olsun ayağa kaldırabilmek için orada olmalı.

Yeni bir toplum tahayyülünün tuğlalarını çatma yolundaki ilk adımları atmaya, bir araya gelerek, zorluklara ortaklaşa göğüs gererek başladığımızı duyurmak için orada olmalı.

“Hepiniz hainsiniz” diyenlere karşı, “Hepimiz Hrant’ız” diyenlerle omuz omuza olmanın verdiği güveni duymak için orada olmalı.

Bütün bunlardan daha da önemlisi, çıplak bir gerçeği, bir toplumu bir arada tutan belki de yegâne güç olan adalet duygusunun gereğini, yani ‘adaleti’ talep etmek için orada olmalı.

2 Temmuz’da, Beşiktaş’taki İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nin, eski DGM binasının önünde.

29 Haziran 2007

“Ne yanlış ne de yalnızsın!”


1 Temmuz Pazar günü, 15. Eşcinsel Onur Haftası kapsamında İstanbul Beyoğlu’nda lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transseksüellerin Eşcinsel Onur Yürüyüşü yapılıyor. Pek çok yerli ve yabancı konuğun katılımıyla gerçekleşecek olan yürüyüşte eşcinsellerin yaşadığı sorunlara dikkat çekilecek.

Toplumu dikey veya yatay olarak kesen her düzlemde (sınıfsal, etnik, cinsel, yöresel), ezilen bir grup olarak eşcinsellerin uğradığı baskı ve haksızlıklar muhtelif. Son yıllarda açtıkları dernekler valiliklerce “Türk aile yapısı ve ahlakına mugayir” bulunarak kapatılıyor. Emniyet güçleri eşcinsellere işyerlerinde, eğlence mekânlarında, hatta konutlarında şiddet uygulamayı sistematik hale getirmiş durumda.

Eşcinsel örgütleri bu yürüyüşü, lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transseksüellerin temel insan haklarının ve demokratik katılımlarının sağlanması yolunda önemli bir adım olarak görüyor.

Özgürlükçü kesimlerde, azınlıklar hakkında, kimlikleri nedeniyle ezilen gruplar hakkında konuşurken uzun süredir eşcinseller de hesaba dahil ediliyor. Ancak iş siyaseten tavır almaya geldiğinde, Türkiyeli eşcinseller bugüne dek hep kendi sorunlarıyla baş başa kaldı. “Ne yanlış ne de yalnızsın” sloganının yükseleceği bu yürüyüş, ortak bir mücadele tavrının gelişimi için önemli bir başlangıç noktası olabilir.
(fotoğraf: Sarkis Baharoğlu)
29 Haziran 2007

Cep!

Birkaç hafta önce, televizyondan basketbol liginin final maçı sonrasındaki kupa törenini izlerken karşılaştığım bir görüntü zihnimde günlerce dolandı durdu.
Fenerbahçeli basketbolcular, etrafları yüzlerce taraftarla çevrili, şampiyonluk kupasını almak üzereler. Salonda coşku had safhada. Kameraların seyirci kalabalığının üzerine döndüğü bir anda görülüyor ki, tezahürat yapmakta olan taraftarların hemen hepsinin elinde birer telefon, takım kaptanlarının kupayı kaldırdığı anı yakalamaya gayret ediyorlar. Bir yandan heyecanı, mutluluğu yaşamaya, bir yandan onu kaydetmeye çalışıyorlar.

Birkaç gün sonra, gazetelerden birinde başka bir kare çarpıyor gözüme. Bu defa merceğin ucunda bir mutluluk anı değil, bir cinayet var. Filistin’de iktidarı elinde tutan Hamas güçleri, rakip El Fetih’in ABD ve İsrail destekli bir darbe yapacağı korkusuyla Gazze’de kanlı olaylar başlatınca, kalabalık bir Hamas grubu, El Fetih’in liderlerinden birini linç ederek öldürüyor. Parçalanan ceset, ibret-i âlem için sokak sokak dolaştırılıyor. Cesetten arta kalan parçaların başında onlarca insan, muhtemelen pek çoğu cinayetin tanığı veya suç ortağı, bu anı, klişe tabirle “ölümsüzleştirmek” için telefonlarına sarılmış, “görüntü alıyorlar.”

Cep telefonları, belki de her şeyden çok, yaşadığımız anları kaydetmeye yarıyor artık. Gün geçmiyor ki televizyonlarda, gazetelerde telefon kaydıyla sunulan bir görüntüyle, toplumsal bir olayla, bir kazayla, bir cinayetle karşılaşmayalım.

Hayatın kendisinden çok görüntüsünün etki yarattığı, bir ânı yaşamaktan çok onu görüntülemiş olmanın anlam kazandığı yeni bir değerler toplamı.

Bilginin demokratikleşmesi adına olumlu bir görünüm arz etse de, bu dünyanın çarkları elbette çok da tarafsız işlemiyor.

Zira o değerler toplamı, her türlü vahametin, kanın, ölümün, tecavüzün görüntüsünün pazarlandığı ve bu yolla meşrulaştırılıp normalleştirildiği bir anlam dünyasına da tekabül ediyor.

Bir örnek. Birkaç gün önce, gazeteler Bağcılar Adliyesi hâkimlerinden E.Y.’nin sokak ortasında karısını döverken çekilmiş fotoğraflarını yayımladı. Hâkim, karısının kendisini affetmemesi üzerine intihar etmişti.

İlginç olan şuydu: Gazeteler söz konusu dayak fotoğraflarını, yaklaşık bir ay önce çekilmiş olmalarına karşın, ancak hâkimin ölümünden sonra yayımladılar. Hâkim, nüfuzunu ve gücünü kullanıp fotoğrafların yayımlamasını engellemişti.

Görüntü kaydedilmişti, oradaydı, “haber değeri vardı” ama yayımlanamamıştı.
29 Haziran 2007

Kökünü derine salmış bir ağaç: Sürmelyan

Trabzon’da doğdu, 1905’te. Felaket günleri gelip ailesi büyük yürüyüşe başladığında, o, komşularının yanına sığınıp kurtuldu. Erivan’da, Nor Bayazıd’da, Karakilise’de, Batum’da yetimhanelerde kaldı. Mütareke döneminde İzmit’teki Armaş okulunda, daha sonra İstanbul’da, Getronagan’da okudu. 1922’te kentteki bütün yetimler yurtdışına gönderildiklerinde onun bahtına Amerika düştü. Bir eczacının çocuğuydu ama Kansas City Üniversitesi’nde ziraat okuyacaktı.
Yakınlarının büyük kısmını Büyük Felaket’te kaybetmiş, bin bir badireden sonra kendisini Yeni Dünya’da bulmuş bu yeniyetmenin tercihini ziraatçılıktan yana kullanmasının bir sebebi vardı elbet. O sebebi yine en iyi kendi şiiri anlatır.

Ölülerime haç olsun diye diktim ben bu ağacı.

Levon Zaven Sürmelyan, ömrü boyunca gittiği her yerde kayıp yurdunun hayalini yüreğinde taşıdı. Taşlı Ermenistan toprağını yeşil bir vahaya çevirmek, kendi cennetini orada yeniden yaratmak için, iyi bir ziraatçı olmak istedi. Kendisi gibi yerinden yurdundan edilmiş Ermenilerin, yeni Sivaslar, yeni Maraşlar, yeni Antepler kurduğu Los Angeles’ta ziraat profesörü unvanı aldı. Ermenistan’ı birkaç kez ziyaret etti ama oraya hiç yerleşemedi, elde orak ve sabanla o kıraç toprağı bayındır, dört başı mamur bir yurda dönüştürme hayalini gerçekleştiremedi.

Ermenice yazı ve şiirleri daha küçük yaşında gazetelerde yayımlanmaya başlamış, ünlü Hagop Oşagan’ın övgüsüne mazhar olmuştu. Manevi babası şair Vahan Tekeyan’ın yol göstericiliğinde şairliğe kararlı adımlar attı. Ama doğduğu yerde kendisine reva görülenleri bütün insanlıkla paylaşma arzusu onu İngilizce yazmaya itti. 1945’te kendi hayat hikâyesini yazdı ve kitaba I Ask You, Ladies and Gentlemen (Size Soruyorum, Bayanlar ve Baylar) adını verdi.

Ünlü yazar William Saroyan, kitabı, “hasımlarını çılgına çevirircesine hayatta kalan, (...) dünyaları yok edilen ama yine de yaşamaya devam eden” bir neslin gerçek hikâyesi olarak, “harap edilmiş hayatları tamir etme” çabası olarak selamlayacaktı.

Sürmelyan eserinde 1915 öncesinde Trabzon’daki yaşamı, ailesini, babasının eczanesini, komşularını, Türk oyun arkadaşlarını, ailesinin çıktığı “ölüm yürüyüşü”nü, Rum ailelerin yanında saklanarak hayata tutunuşunu, Kafkasya’nın çeşitli kentlerindeki yetimhanelerde yaşadıklarını, adeta bir büyünün içindeymişçesine yaşadığı İstanbul’u ve oradan Amerika’ya gidişini anlattıkça anlattı...

O, felaketten ve en şiddetli olaylardan bahsederken dahi çocuksu iyi niyetini, temiz kalpliliğini yitirmedi. Saroyan’ın, “Eğer bir millete ait olsalardı, çocuk milletine ait olurlardı” sözleriyle andığı kardeşlerinin ve arkadaşlarının dramından evrensel bir tragedya çıkarmayı başardı. Trabzon’daki mutlu çocukluk günlerinden söz ederken de, hiç bilmediği yollarda kurtuluşunun ardından koşarken de, yetimhanelerdeki can yakan yokluğu anlatırken de, hep aynı umut ve merhamet duygusuyla yüklendi kalemine.

Memleket hasretiyle içi yanan bir başka şairin, Nazım Hikmet’in Gülhane Parkı’ndaki ceviz ağacı misali “budak budak, şerham şerham” döktü içindekileri:

“Ermenistan’ın güneşi altında / koca yeşil dallarıyla / Bir ağacım ben / ayaklarım sağlam / yılanlar gibi / dolanır kutsal topraktaki haçkarların* arasında / ve kollarımı rüzgâra vermiş / İsa gibi dikilirim / dağın başında”

(* haçkar: Ermeni kültüründe önemli bir yeri olan, büyük taşlardan oyulmuş bezeli haç)

22 Haziran 2007

Babalar günü rüyası

“Ooo, sen de mi geldin?”
“Geldim ya. Babamı göresim gelmişti, bir de seni.”
“Zaten bütün gün gelen giden eksik olmadı. Benimkilerin gelmesini bekliyordum tabii ama bu kadar kalabalığı hiç ummamıştım.”
“Sayende buradaki herkesin yüzü güldü desene.”
“Seninki hangisiydi?”
“Şu yukarı giden yolun sonunda, çeşmenin yanında.”
“Haaa, şu iyi tavlacı. Fena çekişiyoruz, ama çok içiyor be oğlum!”
“İçer, hep öyleydi o.”
“Eee, senden ne haber? Gazeteyi zaten okuyorum, başka şeylerden haber ver.”
“Ne olsun, senin bilmediğini ben nereden bileyim. Senden sonra iki kuruşluk aklımız da uçtu gitti zaten.”
“Allah allah, hayret bir şey, kim geldiyse aynı lafları ediyor bugün! Biriniz de iyi bir haber verin yahu!”
“İyi haberi kim kaybetmiş ki biz bulalım.”
“Bak hele. Oğlum, siz ne zaman çocuk yapacaksınız mesela?”
“Amma gözü doymaz adammışsın, iki torun neyine yetmiyor.”
“İki torun bana yetmez. Zaten bizim çocuklara da söyledim sakın durmayın diye.”
“Keyfin iyi, ödüller yaramış bakıyorum.”
“Sağ olsunlar, ama onlar paklamıyor beni.”
“Nedenmiş?”
“Madem Ermenistan’da Koçaryan verdi, bir ödül de bizim cumhurbaşkanı vermeli artık.”
“İşe bak, uğurlamaya gelmedi, bir de ödül mü verecek!”
“Verir, verir. Arkamdan o kadar insanın yürüyeceğini tahmin eder miydin sen?”
“Etmezdim valla, ben de şaşırdım.”
“Yaa, gördün mü.”
“İyi, hadi o zaman. Ben gideyim yavaşça.”
“Tamam. Bir daha gel. Güzel haberlerle gel, çocuk meselesini unutma.”
“Hıı, tabii tabii...”
22 Haziran 2007

İki alıntı

Yurt içinde ve yurt dışında barış, özgürlük ve demokrasi gibi insanlığın yüksek değerlerini, terör örgütüne paravan olarak kullanan kişi ve kuruluşların, bu olayların gerçek yüzlerini görme zamanı artık gelmiştir. (...) Türkiye Cumhuriyeti, ulusal ve üniter yapısının, çağ dışı bir yapı olduğunu düşünen bir yaklaşımla karşı karşıyadır. Ulusumuzun bu tehlikeli yaklaşımı fark etmek zorunluluğu vardır ve olmalıdır. (...) TSK’nın beklentisi; bu tür terör olaylarına karşı, yüce Türk milletinin kitlesel karşı koyma refleksini göstermesidir.
www.tsk.mil.tr internet sitesinden (Basın açıklaması no 13, 8 Haziran 2007)

*

Milliyetçiliğin “biz”i, belirli tercihlerle, deneyimlerle, edinimlerle, insan/toplum tarafından inşâ edilmiş bir kimlik, dolayısıyla medenî ve demokratik bir “biz” değildir. İnsanın içine doğduğu, kendi seçmediği ama dışına da çıkamayacağı (çıkması yasaklanan!), alınyazısı gibi bir “biz”dir. Milliyetçilerin çok sevdiği “milli refleks” teriminin işaret ettiği gibi, “refleks”e, güdülere indirger insan ve toplum eylemini. Düşünmenin, tartışmanın, değiştirmenin, müzakerenin karşısına, “refleks”i çıkartır. Üstelik malûm, toplumsal ve siyasal ilişkiler karmaşık ve zahmetlidir, oysa “refleks” ne kolay!

Tanıl Bora, Medeniyet Kaybı. Milliyetçilik ve Faşizm Üzerine Yazılar, İletişim, 2006, s. 9.

22 Haziran 2007

Faili malum

Biletinizi kestirip kapıdan karanlığa adım attığınız andan itibaren, yaşadığımız dünyanın koyu renklere bürünmüş, küçültülmüş bir temsiliyle karşı karşıya olduğunuzun farkındasınız. Ondan kaçmanın yolu yok, tıpkı dünyadan kaçıp gidemeyeceğiniz gibi.

İzleniyor, fişleniyor, karanlık koridorlarda dolanıyorsunuz, yolunuzun nereye çıkacağını, hangi kayıp ruhla karşılaşacağınızı bilmeden. Olup bitene müdahil olmak, yazgınızın kara kalemini elinize almak, hiç olmadı bütün o canlar gibi yitip gitmek istiyorsunuz. Ama orada seyirciden başka bir şey değilsiniz.

Kameralarıyla, polisiyle, muhbiriyle her nefes alışınızı izleyen iktidarın ayağınıza bağladığı bukağılardan kurtulmaya çalışmanız nafile. Hapsedildiğiniz, kendinizi hapsettiğiniz hücrelerden, kimliklerinizden, sürüden kendinizi ayırmak için çıktığınız yüksek tepelerden kurtulmaya çalışmanız nafile. Hepsi ardınızdan gelecekler.

Katran karası kederlere gömülü ruhlar, sürgünlükten kurtulmak için, bir şefkatli elin dokunuşunu bekliyor, bir çift tatlı sözün okşayıcı mırıltısını. Yaşanan acıların, unutulmuşlukların, umursamazlıkların yüküyle kabuk bağlayan vicdanlar, birer kurşun ağırlığınca taş zemine çökerken, umutlar Kaf dağının ardından belli belirsiz ışıldıyor.

*

Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın 10 Haziran akşamı garajistanbul’daki ‘Faili Meçhul’ performansı (konsept: Mihran Tomasyan), kaybettiğimiz insanlarımızı bir kez olsun hatırlamaya, onların boşlukta asılı resimleriyle kalpten kalbe söyleşmeye davet ediyordu bizleri.

Kapkara uçan balonlara iplerle tutturulmuş fotoğraflarda, pek çoğu ‘faili meçhul’ cinayetlere kurban gitmiş, sokak terörü nedeniyle can vermiş veya rejimin amansız şiddetinin hedefi olmuş yüzlerce insan, ruhlarının huzura erişmesi için onları gökyüzüne salmamızı bekliyordu adeta.

Kimler yoktu ki o gün yanı başımızda... 12 yaşında 13 kurşunla ölen Uğur Kaymaz da, vaktiyle bir buçuk metre yüksekliğinde bir duvardan düşüp öldüğüne inanmamız istenen Metin Göktepe de, Kürtçe şarkı söyleyeceğini ilan ettiği için ülkeden sürülüp gurbette ölen Ahmet Kaya da, hastalığının tedavisi için yurtdışına çıkması gereken, ama yetkili mercilerin pasaport vermemesi yüzünden hayatını kaybeden Ruhi Su da, günlerden bir gün gözaltına alınıp bir daha kendisinden haber alınamayan Hasan Ocak da, Sivas’ta kızgın alevler ve kara dumanlar arasında kalıp can veren Hasret Gültekin de, bir akrabasının tecavüzüne uğrayıp hamile kaldığı için aile meclisi kararıyla kurşun yağmuruna tutulan Güldünya Tören de, yurt dışına çıkmak üzereyken Bulgaristan sınırında bir MİT elemanı tarafından vurulan Sabahattin Ali de oradaydı.

Başkaları, yüzleri hepimize tanıdık gelen ama adlarını bilmediğimiz, şu gün şu anda bile memleketin bir apartman katında ardından sessizce gözyaşı döken bir ana-babası, bir kardeşi, bir sevgilisi olanlar da oradaydı. Onlar, o umut dolu, masum bakışlarıyla yanı başımızda büyürken, bizler, koruyamadığımız bütün kayıpların yükü sırtımızda, düşüncelere dalıyorduk: Sahi, ne kadar çok insan kaybetmiştik biz.

(fotoğraf: Sibil Çekmen)
15 Haziran 2007

Krizle büyüyen yangın

“Türkiye Cumhuriyeti, birliğine, bölünmez bütünlüğüne yönelen bölücü teröre karşı haklı savaşımını, son terörist yok oluncaya kadar, ulusuyla, Türk Silahlı Kuvvetleri’yle, tüm güvenlik birimleriyle kararlılık içinde yürütecektir.”
“Son terörist yok oluncaya kadar…” Bu sözler, elinde ‘joystick’iyle düşmanları birer birer haklayarak savaş kazanıldığını sanan, dünyayı bilgisayar oyunlarından ibaret gören bir çocuğa değil, Cumhurbaşkanı Sezer’e ait.

Yaşıyor, görüyoruz; Kürtlerin hak talepleri, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin yoksulluğu, yıllardır devlet kademesinde salt bir güvenlik ve iç tehdit sorunu çerçevesinde değerlendiriliyor. Sivil toplumdan gelen demokrasi ve insan hakları taleplerini bastıran, buna karşın ortak yaşam kültürü adına hiçbir adım atmayan bu zihniyet, başı her sıkıştığında şiddet dozunu artırmaktan da çekinmiyor.

Çoğulcu, katılımcı bir siyasi rejim inşa etmek yerine, birlik, bölünmez bütünlük söylemleriyle sorunu halının altına süpürenler, ayrımcılığın toplum içerisinde yıllar yılı kök salmasına seyirci kalarak en büyük suçu işlediler. Gelinen noktada, toplumdaki bölünmüşlük, bütün Kürtlerin terörist ve düşman olarak algılandığı, fevkalade tehlikeli bir yola girdi.

Abdullah Öcalan’dan bağımsız bir siyaset tesis edemeyen Kürt siyasilerin de gelinen noktada büyük sorumluluğu var elbette. Ancak, her hak talebini şiddetle bastırmaya programlı devlet aygıtının, demokratik ifade yollarına fazla açık kapı bırakmadığı da unutulmamalı.

Ülkede kriz giderek doymak bilmez bir ateş halini alıyor ve karşısına çıkan her şeyi içine alarak büyüyor. Rejimin AKP iktidarına muhalefeti, cumhurbaşkanlığı seçimi kaosunu fırsat bilip darbeye davetiye çıkaran bir yangına yol açmıştı. O yangın hızla büyüdü ve şimdi, savaş çığırtkanlarının gayretleriyle, ülke dışına sıçramak için fırsat kolluyor.

22 Temmuz’da sandıktan çıkacak sonuca etki etmeyi hedefleyen, güncel sorunlar karşısında ise sözünü sakınmayan özgürlükçü-sivil bir perspektifi savunmak, bugün her zamankinden daha elzem görünüyor.


Bir alıntı

Askeri hayat birinin diğeri üzerinde otorite sahibi olmasından ibarettir. İşin kötü tarafı, herkes çok fazla otorite sahibidir: Bir astsubay sırf canı öyle istediği için erlerin canına okuyabiliyor. Teğmen aynı şeyi onbaşıya, yüzbaşı teğmene, binbaşı yüzbaşıya yapıyor ve böylece çekiver uzasın. Herkes otoritesinden emin olduğu gibi, onu kötüye kullanmaya da alışmıştır.

İşte size basit bir örnek: Talimden dönüyoruz ve yorgunluktan ölü gibiyiz. Derken efendim, birdenbire, marş okumamızı emrediyorlar. Biz kendimizi zar zor taşıyabiliyoruz. Sonuç çok cansız söylenmiş bir marş oluyor. Bunun üzerine ceza olarak bizi hemen geri döndürüyorlar ve bir saat daha talim yaptırıyorlar. Dönüşte, marş söyleme emri yineleniyor; hep bir ağızdan söylüyoruz.

Şimdi sorarım size, bütün bunların ne anlamı var? Hiç! Bu derece kudret sahibi olmak komutanın başını döndürmüş, hepsi bu! Kimse onu suçlamayacak, aksine, sert olduğu için aferin alacak.

Erich Maria Remarque, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (1929)
15 Haziran 2007

Eren Keskin derinlerdeki vicdanımızdır

Geçtiğimiz hafta, İnsan Hakları Derneği İstanbul şubesi eski başkanı Eren Keskin TCK’nın 301. maddesini ihlal ettiği iddiasıyla hâkim karşısına çıktı. Davaya konu olan yazı Hrant Dink’in katliyle ilgiliydi. Keskin, 26 Ocak’ta Birgün’de yayımlanan yazısında Hrant Dink’i öldürenin Teşkilat-ı Mahsusa zihniyeti olduğunu söylediği için yargılanıyor. Suçlamaysa, “Devletin askeri teşkilatını basın yolu ile alenen aşağılamak.”

Eren Keskin yazısında, yurttaşlarına yalan üzerine kurulu bir tarihi öğreten, doğruyu bulmaya çalışanları susturan ya da düşüncelerine oto-sansür uygulayan bireyler haline getiren sistemi eleştiriyor, Hrant’ın cenazesindeki insan selini bir sivil harekete dönüştürme çağrısında bulunuyordu. Yazının son cümleleri şöyleydi:

“Umutlu olmak istiyorum! Çünkü bu bizim tüm ölülerimize karşı borcumuzdur.”

Bu, Eren Keskin’e açılan ilk dava değil, herhangi bir “uslanma” emaresi göstermediğine göre, korkarız son da olmayacak. O bugüne dek defalarca yargılandı, cezalar aldı; tabii çok çeşitli tepkiler de. 2002’de Almanya Köln’de Alevi Birlikleri Federasyonu tarafından düzenlenen “Kadın Hakları = İnsan Hakları” konulu toplantıda Keskin’in devlet kaynaklı cinsel işkenceden söz etmesi Fatih Altaylı’yı çileden çıkarmış, radyo programında, iyi işiten kulaklarda her daim çınlayacak olan şu ifadeleri kullanmıştı:

“Eren Keskin, Türkiye’de askerler kadınlara cinsel taciz uyguluyor, sadece işkence olsun diye evli kadınlara bile bekâret testi yaptırıyor diye iftiralarda bulunmuş... Ben bu Eren Keskin’i ilk gördüğüm yerde cinsel tacizde bulunmazsam, namerdim... “

Yargı bu ifadelerinden ötürü Altaylı’yı Eren Keskin’e tazminat ödemekle cezalandırırken, Basın Konseyi bir ‘uyarı’ yayımlamakla yetindi. Altaylı “gazetecilik” yapmaya halen devam ediyor.

Biliyoruz, Türkiye’de rejim muhalifine, insan hakları savunucusuna fiili ya da sözlü saldırıda bulunmak pek ciddi bir cezai müeyyide getirmiyor – hele hedefteki bir kadınsa. Eren Keskin’e yönelik baskılar, e-posta, telefon, olmadı fiziksel tehdit yoluyla sürüyor. Keskin 2006’da, sözü edilen toplantıda yaptığı konuşma nedeniyle 301. maddeden 10 ay hapis cezası almış, mahkûmiyeti 6 bin YTL para cezasına çevrilmişti. O bu cezayı ödemeyi reddetti ve bu süreçte milliyetçi çevrelerin gazete ilanlarıyla da desteklenen linç kampanyasına maruz kaldı.


Eren Keskin, ömrünün yirmi yılından fazlasını, baskı gören grupların, ezilen, işkence gören insanların savunulmasına adamış, bu uğurda tehlikelere, tehditlere ve tacizlere göğüs germiş yürekli bir kadın olarak yoluna devam ediyor. Siyaset yapmayı bir tür kayıkçı kavgası sananların diyarında, keşke Edward Said’in “Entelektüel kriz çözmez, kriz çıkarır” sözünü şiar edinen onun gibi aydınlar sayıca daha çok olsa.
8 Haziran 2007

“Ermeni militanlardan da beter!”


‘Radikal’ yazarı Türker Alkan, İmam-Hatip Mezunları ve Mensupları Derneği eski genel başkanı İbrahim Solmaz’a kızmış (5 Haziran); zira Solmaz, Antalya İmam-Hatip Lisesi’nin (İHL) pilav gününde yaptığı konuşmada, normal okullarda uyuşturucu kullanımının ve ahlaki çöküşün hızlı bir şekilde arttığını, oysa İHL’lerde bunların görülmediğini belirtmiş. Türker Alkan, Solmaz’ı eleştirdiği yazısında, haklı olarak, bu sözlerin toplumda var olan kutuplaşmayı arttıracağını, toplumun bir kesimine iftira etmenin çok tehlikeli sonuçları olacağını belirtiyor.*

Hal böyleyken, yazının başlığı: “Ermeni militanlardan da beter!”

Alkan şöyle diyor: “İmam-Hatip Mezunları ve Mensupları Derneği Genel Başkanı tarafından Türk halkının büyük çoğunluğunun fahişe ve esrarkeş olarak nitelenmesi doğrusu ağırıma gitti. Bir insanın kendi ulusuna bu kadar düşman olmasını da anlayamadım. Bu kadarını Ermeni militanlar bile yapmamıştı.”

Toplumda var olan kutuplaşmayı arttırmanın, toplumun bir kesimine iftira etmenin tehlikelerinden bahseden Alkan, nedense ‘Ermeni militanlar’ gibi bir tâbir kullanmaktan hiç gocunmuyor.

Yazar ve akademisyen Türker Alkan, yaptığı benzetmenin hangi amaçlara hizmet ettiğini, ayrımcılığın, ırkçılığın, prototiplerle ötekileştirmek için bu tür dilsel ifadelerde vücut bulduğunu bilmez mi? Alakasız yerde “Ermeni / Türk / Kürt militan”ı gözümüzün içine sokmanın bir tür nefret söylemi olduğunu?

Türkiye siyasetinin en temel gerçeği ne yazık ki bu: Filler tepişirken ezilen daima çimenler oluyor.

Alkan yazısında Solmaz’ın “İHL dışındaki bütün okullarda fuhuş ve uyuşturucu olduğunu” söylediğini belirtiyor, daha sonra bu sözleri ‘fahişe’ ve ‘esrarkeş’ varyantlarıyla kullanıyor. Solmaz’ın sözlerinin İHL Mezunları Derneği’nin sitesindeki hali şöyle: “Diğer okullarda uyuşturucu kullanımı ve ahlâki çöküş maalesef hızlı bir şekilde artmaktadır, İHL’lerde ise kötü alışkanlıklar yok denecek seviyededir.” Alkan’ın, yazısını bazı internet siteleri ve gazetelerdeki muhtemelen tahrif edilmiş beyanlar üzerine kurduğu anlaşılıyor.
8 Haziran 2007

Bir oyun Ashura


Mustafa ve Övül Avkıran’ın sahneye koyduğu Ashura, Anadolu topraklarında yitip giden kültürler için taziye niyetine sunulmuş bir oyun/performans. Çeşitli dillerde söylenen şarkılar aracılığıyla müzik ve tiyatroyu harmanlayan yaklaşık bir saatlik bu gösteri, insanın içini acıtan bir çoraklaşmanın hikâyesini anlatıyor.

Kaderi göçlerle, baskılarla, katliamlarla çizilen, sizin benim gibi etten kemikten yapılmış insanlar, göçmen kuşlar misali bir o suyun kenarına, bir şu dağın tepesine konuyorlar. Her şeye rağmen şarkılarını söylemeye devam ediyorlar belki ama, sesleri her defasında kaçınılmaz olarak biraz daha buruk çıkıyor.

Yerimiz dar, o yüzden bu güzel, bu çarpıcı oyunla ilgili bir-iki eleştirel not üzerinde duracağım.

Oyunun dramatik öğesini, azalmayı, eksilmeyi vurgulamak için, 1927-65 dönemi nüfus sayımı sonuçlarına göre ülkede konuşulan dillerin toplam nüfusa oranı yansıtılıyor perdeye. Rakamlar oyunun muradını anlatmak bakımından işlevsel olsa da, insan keşke hikâyenin kendisine, yaşanan trajedilerin teatral-performatif anlatımına ağırlık verilseydi diye düşünmeden edemiyor.


Bir eleştiri de, söylenen şarkılar hangi dilde olursa olsun sözlerinin salt Türkçe çevirilerinin perdeye yansımasına dair. Günümüz teknolojisiyle, Ermenice, Süryanice, Rumca, Ladino, Kürtçe sözleri Türkçe çevirileriyle yan yana yazmak çok zor olmasa gerek. Barış içinde ortak yaşamı (aşureyi) savunan bir oyundan bunu beklemek sanırım hakkımız.
8 Haziran 2007

Radikal bir talep olarak demokrasi!

Sağduyunun, köktenci olmayanın, makulün uçlara itildiği, yalnızlaştırıldığı zor zamanlardan geçiyoruz. En basit, en kabul görmüş önermeler birilerinin kulağına kar suyu kaçmasına, birilerinin ifrit olmasına yetiyor da artıyor.

Demokrasiyi savunmak, olan biten karşısında demokrat bir tavır almak insanları zorlu, çetrefilli bir yola sokuyor. Demokrasiyle yönetildiği iddia edilen bir ülkede, elinde silahı olanların siyasal alana müdahale etmemesi gerektiğini savunmanın marjinalize edilmesi, fikir dünyasının nasıl altüst olduğunu, değer yargılarının nasıl onulmaz yaralar aldığını göstermez mi?

Gelin, somut örnekler üzerinde duralım.

Bundan yaklaşık bir buçuk ay önce, haftalık Nokta dergisinin İstanbul’un göbeğindeki merkezi, askeri mercilerin başvurusu üzerine basıldı ve bir hafta süre ile derginin bütün bilgisayarları didik didik arandı. Derginin sahibi, baskılara dayanamayıp, kısa bir süre sonra Nokta’nın yayınına son verdiğini açıklamak zorunda kaldı. Basının büyük çoğunluğu olayın üzerine gitmedi, siyasiler tek bir söz etmedi, zira Nokta, Silahlı Kuvvetler’in hoşuna gitmediği bilinen bir yayın çizgisi izliyordu.

Pek çok gelişmiş ülkede demokrasinin işleyişinde zaman zaman sorunlar yaşandığını biliyoruz ama basın özgürlüğünün böylesine ayaklar altına alındığı bir ülkenin demokrasiyle yönetildiğini söyleyebilmek ancak gerçeklikle bağını koparmış bir aşırı iyimserlikle mümkün. İşin kötüsü, vardığımız noktada, yani askeri vesayet rejimi altında Nokta’nın başına gelenlerin anti-demokratik olduğunu yüksek sesle savunmak, güvenliğinizden endişe etmeniz için yeterli bir sebep olabilir.

Agos’un ‘Misafirâne’sinin geçen haftaki konuğu Doğan Gürpınar şöyle yazıyordu: “Muhtıra karşısında, siyasal etik için bir ‘tercih’ söz konusu değildir, söz konusu olan gayri-kişiselleşmiş bir ilkedir ve savunulması gereken, ‘siyaset’tir.” Demokrasisi bizimkine benzemeyen memleketlerde insanların düşünce dünyasından artık tamamıyla çıkmış bu önermeyi savunmak, sizi Türkiye’de uç bir noktaya sürükleyebilir. Kendinizi bir anda çevrenize, askeri müdahaleye karşı olmanın neden illa iktidar partisini desteklemek anlamına gelmediğini anlatmaya çalışırken bulabilir, daha da acısı, derdinizi bir türlü anlatamadığınızı görerek şaşkına dönebilirsiniz.

Okullarında belli bir etnik kökene atfedilen kutsal değerlerin belletilmediği ülkelerde, milliyetçiliğin kötü bir şey olduğunu, insanları suni gruplara ayırıp şiddet yoluyla birbirine kırdırdığını söyleyebilir, milliyetçilik karşıtı bir siyasal çizginin savunuculuğunu yapabilirsiniz. Buralarda ise, bunu yapabilmek için alnınızın ortasına yapıştırılacak “vatan haini, bölücü” gibi yaftalarla dolaşmayı göze almalısınız. Elbette, bir gün ülkenizi terk etmek zorunda kalabileceğinizi veya ensenize sıkılan kurşunlarla yere serilebileceğinizi de unutmadan.

Bu ortamda, köken itibarıyla Kürt, Yunan, Ermeni, Süryani olduğunuzu söylemeniz dahi başınıza bir iş gelmesi için yeterli olabilir. Zira, “ ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır” düsturunun toplumsal düzlemde ayrımcılığı körükleyici bir rol oynaması kaçınılmazdır.

Herhangi bir fikri savunmaya dair yegâne ölçütümüzün kendi aklımızın ve vicdanımızın hassas terazileri olacağı günlere duyduğumuz hasret gittikçe büyüyor.


Krizin yanı başındaki umut

Rejim bunalıma sürüklenirken, siyaset erken seçime bir kurtarıcı gibi umut bağladı. Oysa sandığın askeri vesayetin neden olduğu krizleri bertaraf etmek gibi bir gücü yok. Halkın oyuna talip olan partilerin programlarının, toplumsal projelerinin değil, krizde kendilerine biçilen rollerin oylanacağı bir seçimden fazla şey beklemenin gerçekçi olmadığı ortada.

Acaba her şeye rağmen bir umut var mı?

Gazetelerde okuyoruz, çeşitli demokrat güçler, sivil toplum örgütleri ve partiler bir araya gelerek bazı kentlerde seçimlere bağımsız adaylarla katılma yönünde çalışmalar yürütüyor. Zaman kısıtlı, hedef zorlu. İstanbul Üniversitesi’nden Dr. Hakan Güneş’in yaptığı bir araştırma, iyi bir strateji izlenmesi halinde 37 kadar bağımsız milletvekilli çıkarılabileceğini gösteriyor. Bunların büyük çoğunluğu elbette DTP’nin Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı illerden göstereceği adaylar olacak.

Mecliste temsil edilmesinin önüne yıllardır engeller dikilen Kürt hareketinin öncülüğünde demokrat sol çevrelerin bir araya gelmesi, özgürlükçülerin, sosyalistlerin, ezilenlerin temsilcilerinin meclise taşınması için önemli bir fırsat olabilir.

Otuz-kırk kişilik bir vekil grubunun parlamentoda önemli bir rol oynayabileceğini, sisteme ciddi eleştiriler yönelten bir çekim merkezi oluşturabileceğini öngörebiliriz. Gönlümüz, bu fırsatın heba edilmemesinde; doğru isimler üzerinde sağlanacak, seçim sonrasını da göz önünde bulunduran gerçek bir uzlaşma ve akılcı bir stratejiyle zor görünenin gerçekleşmesinde.


lades


ah
aht
hata
ihtar
hatıra
muhtıra!
arıthum
arıtah
rathi
atah
tha
+ ha
--------------
ah!

1 Haziran 2007

“İlle de Ermeni olsun!” mu?

22 Temmuz tarihi yaklaşırken Ermeni toplumu içerisinde her seçim öncesinde yinelenen soru bir kez daha gündemde: Meclise bir Ermeni milletvekili girebilir mi? Bilindiği gibi Cumhuriyet döneminde daha önce, Berç Türker, Mıgırdiç Şellefyan ve Dr. Zakar Tarver gibi isimler parlamentoya seçilmişti. Günümüzde, gerçekleşmesi pek mümkün görünmese de, mecliste Ermeni bir milletvekilinin bulunmasının olumlu bir adım olacağını düşünenler çoğunlukta.

Siyasi yelpazenin farklı yönlerinden partilerin, toplumun her kesiminden insanın katılımına açık bir siyaset gütmesi, azınlık topluluklarına mensup, çeşitli ideolojik eğilimlere sahip yurttaşların da farklı parti saflarında siyasi faaliyette bulunmaları yurttaşlık bilincinin yerleşmesi açısından önemli bir kazanım elbette. Bir an için, 22 Temmuz’dan sonra meclisin ceylan derisi koltuklarından birini bir Ermeni’nin işgal edeceğini varsayalım. Burada sanırız her şeyden önce, milletvekilinin etnik kimliğinin değil, ‘kim’liğinin önemli olduğunu teslim etmek gerek. Can alıcı soru belki de şu: “Mecliste bir Ermeni olsun da kim olursa olsun” deme lüksüne sahip miyiz?

Mevcut koşullarda herhangi bir partiden meclise girecek olan bir Ermeni, kaçınılmaz olarak ‘Türkiye Ermeni toplumunun sözcüsü’ olarak algılanacaktır kamuoyunda. Bu algı, Ermeniler arasında farklı siyasi eğilimlerin var olduğunu es geçmekle malul. Oysa, adayın belli konulardaki tavrı ve öncelikleri, onun hasbelkader Ermeni olmasından çok daha önemli değil mi?

Ermeni toplumu açısından sorunlar ve sorular az çok bellidir. Adayın milliyetçiliğe bakışı ne olacaktır? Gayrimüslim vakıflarının uğradığı haksızlıklar hakkında, ders kitaplarındaki ırkçı ifadeler hakkında ne düşünmektedir? 23 Nisan törenlerinde dünyanın dört bir yanından gelmiş ufaklıklar kendi dillerinde şarkılarını söylerken Ermeni okullarında Ermenice şiir okunmasına izin verilmediğinde ne tür bir tepki gösterecektir? Meclis görüşmelerinde “Agop’un malı” sloganını ağzına sakız eden ayrımcı CHP milletvekili Bayram Meral gibilerine söyleyeceği birkaç söz var mıdır? Hepsinden önemlisi, çeşitli sorunlar karşısında, partisinin kararlarına karşı eleştirel tavır takınabilecek siyasi cesaret ve basireti gösterebilecek, mecliste bir vitrin çiçeği olarak değil, demokrasinin ve insan haklarının savunucusu olarak var olabilecek midir?

Son günlerde AKP’den İstanbul adayı olarak adı geçen Verkin Arıoba, Orhan Pamuk İsveç gazetesine verdiği mahut beyan sonrasında 301. maddeden yargılanır ve mahkeme kapılarında ülkücüler tarafından tartaklanırken onu bir yemekte kıstırıp “kitap satmak için şov yapmak”la suçlamıştı. Arıoba veya ülkücü kesimden Levon Panos Dabağyan, Keğam Karabetyan gibi isimlerin çeşitli platformlarda öne çıkmalarının önünde elbette engel yok, dünya görüşleri doğrultusunda siyaset yapmak en doğal hakları. Ancak onların herhangi bir seçimde Ermeni toplumunun temsilcileri olarak sunulması büyük bir yanılsama olacaktır.

Sorun belki de, demokratik işleyişi tam olarak oturmamış Ermeni toplumunun, memleket ve dünya ahvali hakkında söz söylememeye programlı asırlık iç dinamiklerinde. Ancak bunun, Ermenilerin siyasallaşmasına, söz hakkı istemesine, uğradıkları haksızlıkları dillendirmesine engel olan resmi baskıların doğrudan sonucu olduğu unutulmamalı.
25 Mayıs 2007

Bir yara daha


21 Kasım 2004’te Mardin’in Kızıltepe ilçesinde, evlerinin önünde özel time bağlı polisler tarafından “emniyet güçlerine silahla saldırdıkları” gerekçesiyle öldürülen kamyon şoförü Ahmet Kaymaz ve 12 yaşındaki oğlu Uğur Kaymaz’la ilgili davanın 21 Mayıs 2007’de açıklanan gerekçeli kararı, olaydan dolayı kamu vicdanında açılan derin yaraya tuz basıyor. Hatırlanacaktır, güvenlik güçlerinin olayda silah kullanma yetkilerini aşıp aşmadıklarıyla ilgili davada dört polis beraat etmişti. Gerekçeli karar, Kaymazların polise on üç el ateş ettiğini, polislerin de görevlerini yerine getirerek ateş açtıklarını söylüyor.

Oysa olayın hemen ardından Kızıltepe’ye giden İnsan Hakları Derneği heyeti, yaptığı inceleme sonrasında şu tespitlerde bulunmuştu: “Otopsi raporunun incelenmesinde, Uğur Kaymaz’ın sağ ve sol eline 4, sırt bölgesine 9 adet olmak üzere toplam 13 merminin isabet ettiği, bunlardan 9 tanesinin yakın mesafeden (50 cm.nin altında) yapılan atışlarla oluştuğu …Ahmet Kaymaz’ın uyluk ve sol eline 2, göğüs kısmına 4, sırt bölgesine 2 adet olmak üzere toplam 8 merminin isabet ettiği, bunlardan sekizinin de yakın mesafeden yapılan atışlarla oluştuğu …tespit edilmiştir. Atışların farklı yönlerden değil, maktullerin vücutlarına isabet eden ilk atışlar sonrasında, bedenlerinin aldığı yeni pozisyona göre aynı yönlü atış sonucu olma ihtimalinin yüksek olduğu tespit edilmiştir.”

Ardında sadece mavi okul önlüğüyle çekildiği bir fotoğraf ve ayağı terlikli hayalini bırakan küçük Uğur’un ve babası Ahmet’in öldürülmesi, anlaşılıyor ki başka pek çok yara gibi vicdanlarımızda usul usul kanamaya devam edecek.
25 Mayıs 2007

Boğaziçi’ne ve BÜFK’e dokunma!


Kurulduğu günden bu yana farklı kültürlerinin incelenmesi, dans ve müziklerinin ele alınması amacını güden avangart çalışmalarda bulunan Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü (BÜFK), geçtiğimiz hafta üniversite çatısı altında yaptığı bir temsilin basına saldırgan bir üslupla yansıtılması sonucunda, ilk defa açıkça hedef gösterildi.

Siyasi gerginliklerin, darbe tehdidinin, K. Irak’ta savaş tehlikesinin kol gezdiği bir ortamda, özgürlükçü bir üniversitesinin ve farklılıklarla barış içinde bir arada yaşamı savunan bir öğrenci topluluğunun, tahrik olmaya her daim hazır kitlelerin önüne kışkırtıcı bir dille servis edilmesi elbette tesadüf değil.

Üzerine vazife olmadığı halde Türk-Ermeni sorunu hakkında bir konferans düzenlemeye kalkan, Orhan Pamuk gibi vatan hainliği Nobel Akademisi tescilli bir yazara fahri doktora veren bir üniversiteye ve Türkçenin yanı sıra Kurmanc, Zaza, Rumca, Çingenece, Ermenice gibi dilsiz dillere kucak açan bir folklor kulübüne yapılan bu saldırı, içinden geçtiğimiz karanlık dehlizlerdeki pis suların boynumuza doğru yükselmekte olduğunu gösteriyor belki de.

Memlekette özgür düşüncenin nefes alabildiği ender kurumlardan biri olan Boğaziçi Üniversitesi’ne ve onun 130 küsur yıllık vahasında boy atmış bir sanat grubuna sahip çıkmanın zamanıdır.
25 Mayıs 2007

Yoksulluk üstüne

Gözlerimiz kent yoksullarına ve yoksulluğa ne çabuk alıştı. Her semtte belli köşeleri, geçitleri tutmuş dilenciler, üstü başı dökülen, yalınayak selpak satıcıları, yağmurlu havalarda kirli bezlerle araba camlarını silen ufaklıklar. Şehrin çeşitli yerlerine dağılmış olsalar da kişisel haritamızdan çoktan çıkmış yoksul mahalleleri. Başımızı çevirip görmezden geldiğimiz, daha başımızı çevirirken görüntüsünü zihnimizden söküp attığımız yoksulluk.

Kentli orta ve üst sınıflar, reklamcıların ağzıyla söylersek “A-B grubu”, onlardan bihabermiş gibi yaşamayı tercih ediyor. Gazetelerde her gün, sınıf atlama arzusunu gıdıklamak üzere tasarlanmış, yeni bir hayat tarzı vaat eden sitelerin (getto mu demeli?) ilanları. Birkaç yıl önce toplumsal patlamaya yol açabileceği korkusuyla MGK gündemine bile giren yoksulluk, siyasi bir hareketin ateşleyicisi haline gelmeyeceğinin anlaşılmasıyla, gündem dışı; haber değeri de, alıcısı da yok. Velhasıl kentli nüfus, ekip biçecek toprağı ve cebinde beş kuruşu olmayan köylüyü de, köyü boşaltıldığı için büyük şehirlere doluşan gariban Kürtleri de görmezden gelmeye dünden razı.

Yoksulluk pek çoğumuzun gözünde salt bir asayiş sorunu. Hırsızlık, kapkaç, hepimizi ürkütüyor. Öyle ürküyoruz ki, nedenler üzerinde kafa yormaktansa, en önemli korunma mekanizmalarımıza sığınıyoruz: yaftalara. “Ah şu Kürtler, vah şu Çingeneler!” Önü alınamayan ırkçılığın beslendiği kaynaklar da buralardan fışkırıyor.

Oysa, bizleri sokakların tekinsizliğinden ne ardına saklandığımız çelik kapılar, ne yüksek getto duvarları, ne de sağlam tutkalla yapıştırılmış yaftalar kurtarabilir.

Türkiye, dünya üzerinde gelirin en adaletsiz dağıldığı ülkelerden biri. En düşük gelir grubundaki % 20’lik nüfus gelirden % 5 pay alırken, en yüksek % 20 gelirin % 50’sini alıyor. Dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 2000 YTL dolayında. Aynı aile, gıda ve barınma için ortalama 900 YTL harcıyor; oysa asgari ücret 403, en düşük emekli maaşı ise ancak 543 YTL. Ülke nüfusunun yaklaşık % 55’nin yoksulluk sınırında yaşamak zorunda olduğu tahmin ediliyor.

Yoksulluk bugün sadece bir avuç solcunun, sendikacının ve akademisyenin ilgi alanında. IMF’ye muhavvel ekonomi politikaları, ekonomi biliminin temel analiz unsuru olan insanı sahadan yaka paça atalı çok oldu. Sosyal güvenlik sistemi bütünüyle tasfiye edilmeye çalışılan bir ülkede, başımız sıkıştığında özel hastanelere para akıtmaya alıştık. Ameliyat için aylarca sıra bekleyenlerle, doğru dürüst muayene edilmeden kapıdan kapıya sürüklenenlerle işimiz yok.

Yoksulluk, dört yandan cendereye alınmış güdük siyasetimizin en önemli tabularından biri. Kifayetsiz politikacıların kitleleri hipnotize etmek için kullandığı “beş yüz günde iki anahtar” türü kampanyalardan değil, gelir dağılımını düzeltmeye talip, sokaklarda aç-açık gezen insanlara yiyecek ve barınma, çalışanlara ve işsizlere sosyal güvenlik sağlamayı amaçlayan bir sosyal-politikadan, partilerüstü bir ortak-akıldan söz ediyorum. Postal darbeleri zoruyla seçim sath-ı mailine girdiğimiz şu günlerde, anayasasında “sosyal” bir devlet olduğu yazılı bu ülkede, gerçekten sosyal bir siyaset geliştirecek partiyi, gündüz vakti elimizde fenerle aramaya mı çıksak Diyojen misali?


“Şşşt, kız!”

Birkaç gün önce, Moda’daki denize nazır çay bahçesi.

*

Yaşını almış üç hanımefendi oturmuş, çay mı kahve mi, canları ne çekmişse artık, keyifle yudumlayarak sohbet ediyorlar. Hanımlardan biri, boş bir sandalyeye bacaklarını uzatmış, ayakları kirlenmesin diye de altına gazete sermiş. Rüzgârın azizliği, gazete havalanıp uçuyor ve birkaç metre öteye, denize inen yarın kenarına konuyor. Tam o sırada bir Çingene kızı, bahçenin sınırını belirleyen demir çitle yarın arasındaki bir metrelik boşlukta dolanarak masalarında oturan insanlardan dileniyor.

Gazetesi rüzgârla uçan kadın, kızın yanlarına gelmesini bekledikten sonra sesleniyor:

“Şşşt, kız! Baksana! Şu gazeteyi versene bana!”

Küçük kız bakıyor, biraz yaklaşıyor; tam da yarın keskinleştiği yerde duran gazeteyi korka korka alıp, şaşkın bir edayla kadına uzatıyor. Kadının ondan bir şey istemesinin verdiği umutla, nakaratını daha bir şevkle tekrarlıyor:

“Ablacığım! Allah rızası için…”

Kadın dinlemiyor bile:

“Hadi oradan! Defol! Görmeyeyim seni buralarda. Utanmıyor musun dilenmeye?”

*

Ancak pis işlerimizi gördürdüğümüz, bundan gayrı herhangi bir ilişkiye girmeyi reddettiğimiz bu insanlar üstüne, yoksulluk üstüne düşünmek gerek.
(fotoğraf: Ayşegül Oğuz)
18 Mayıs 2007

Kendine demokratlar

AİHM’nin “siyasi istikrar” gerekçesiyle onayladığı adaletsiz ve anti-demokratik % 10’luk seçim barajı partileri arayışlara yönlendiriyor. Demokratik Toplum Partisi (DTP) de, seçimlerde izleyeceği stratejiyi belirlemek üzere geçtiğimiz hafta Diyarbakır’da yaptığı toplantıda, bağımsız adaylar gösterme kararı almıştı. Amaç, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı illerde, baraj nedeniyle meclise girilememesinin önüne geçmek, oyların heba olmasını engellemekti. Bilindiği üzere, meclise giremeyen partilerin aldıkları oylar, o ilde en çok oyu alan ve meclise girmeye hak kazanmış partiler arasında pay edilerek temsildeki adaletsizlik katmerleniyor.
TBMM, DTP’nin Diyarbakır toplantısının hemen ertesi günü, bağımsız adayların adlarının birleşik oy pusulasında yer almasına yönelik bir Anayasa değişikliğine gitti. Buna göre, bağımsız adaylar, önceki seçimlerdeki gibi ayrı pusula bastıramayacak, yalnızca adları partilerle birlikte pusulada –elbette çok daha küçük harflerle– yer alacak.

Bunun, okuryazarlık oranının düşük olduğu güneydoğu illerinde bağımsız adayların işini zorlaştıracağı biliniyor. Zaten uygulamayı “rejimin kendini koruması” olarak değerlendiren devletlu yorumlar da bu gerçekten hareket ediyor.

İlginçtir, rejime karşı tehdit olarak görüldüğü için muhtırayla ve kalabalık protestolarla karşı karşıya kalan edilen AKP, Kürtlerin mecliste temsil edilmesi ‘tehditi’ söz konusu olduğunda, birdenbire rejimin koruyuculuğuna terfi ediyor. Güneydoğu’da DTP’den sonra en büyük oy potansiyeline sahip olan iktidar partisi AKP’ye, darbeye, muhtıraya muhatap olmanın kendilerini otomatikman demokrat yapmadığını, demokratlığın oportünizmden epey farklı bir duruş gerektirdiğini hatırlatmak işe yarar mı!
18 Mayıs 2007

Bir ömür İstanbul Sürgünü

“Aman doktor!” dedi, “Ne olur çabuk kurtar beni şu bademcik belasından. El çabukluğuyla yap ki hemen köyüme dönebileyim.”

Köyünden çıkmayı hiç istememişti aslında. Bıraksalar İstanbul’a senelerce gitmez, bana mısın da demezdi. Her yıl ekimin 15’inden nisanın 15’ine köy okulunda öğretmenlik yapıyor, sonrasında ayaklarına çarığı, üzerine de bol beyaz tarla kıyafetlerini geçirip tam bir çiftçi oluyordu. Kendisine yazıp çizecek, düşünecek daha çok vakit bırakan bu rutini kente tercih ediyordu. İstanbul’da okuduğu okullarda, Ecole Française’de, Getronagan’da, hele Robert Kolej’de edindiği sonsuz edebiyat merakını, köydeki yaşantısıyla uyumlu hale getirmeyi becerebilmişti.

İşte şimdi, Fırat kıyısındaki köyünden çıkmış, Trabzon’a varmış, oradan İstanbul’a giden bir vapura kendini atmış, çocukluğunda Beşiktaş’ta fırıncı çıraklığı yaptığı payitahta yedi yıl sonra ilk kez ayak basmıştı. On bir gün çekmişti yol, aylardan kasımdı. Daha iki ay önce, Haç yortusunda karısı Voğıda bir erkek çocuk doğurmuş, adını da Haço koymuşlardı. Aklı köyündeydi: “İki gün kalırım en fazla, yirmi-yirmi beş güne kalmaz buradayım, merak etmeyin” demişti ayrılırken.

Kıpçik denilen minik kaya havuzlarında çimme keyfini uzatıp bademciklerini üşüttüğü güne bir daha lanet etti. Başka yerde olsa idare edebilirdi belki, ama onun yaşadığı yörelerde kışa iltihaplı bademcikle girilmezdi. Girilirse, o mini mini bademcikler insana hiç aman vermez, koca koca yiğitleri bile güçten düşürür, yatağa bağlardı.

Gazetelerde “ağrısız bademcik ameliyatı” ilanlarını görüp de gittiği Doktor Uncuyan işin bittiğini söyleyince çok sevindi. Kolay olmuştu. Doktora bin kez teşekkür etti, yirmi kuruş ameliyat ücretini ödedi. Bahçekapı taraflarında, Sanasaryan Han civarındaydı. Galata’ya varmak, vapura yetişmek ne kadar sürerdi ki! Koşar adım çıktı muayenehaneden. Rıhtıma yaklaşırken iyice hızlandı, çarptığı insanlardan özür bile dilemeden koştu. Gecikmişti. “Yirmi beş dakika oldu,” dediler, “Şimdi Büyükdere taraflarındadır.”

Armıdanlının o kasım günü İstanbul’da kalakalışı işte bu yirmi beş dakika gecikme yüzündendir.

Diğer vapur bir hafta sonra olduğu için, babasının Üsküdar’da hayvan yemi sattığı dükkâna döner. Başıboş dolandığı günlerde tellallar hükümetin seferberlik çağrısını duyurmaya başlar. Yirmi sekiz yaşındadır, hemen askere alınır. Fırıncılık yapmış olduğu için Anadolu yakasındaki askeri birliklere ekmek dağıtma işine verilir. Dur durak bilmeden çalışırken, aklının bir köşesinde hep ailesi vardır. Anadolu’nun her yerinden Ermenilerin tehcir edildiği haberleri gelmeye başlamıştır. Mayıs ayından sonra ailesinden, karısından, dedesinden, anasından, dört çocuğundan bir daha haber alamaz. Fırat’ın suları, ya da kim bilir, Der Zor’un kumları koca ailesini yutmuştur.

Hagop Demirciyan, nam-ı diğer Hagop Mıntzuri, o çok sevdiği uzun yürüyüşlere benzer uzun bir hayat sürer, 1978’e dek yaşar. Bir sürgün yeri olarak bellediği İstanbul’dan bir daha hiç ayrılmaz. Bir kez daha evlenir, bir kez daha çoluk çocuğa karışır. Yemcilik, fırıncılık, kâtiplik yapar. Hep yazar. Kayıp ülkesinin, zihnine en ince ayrıntısına dek nakşolunmuş hatıralarını, memleketinin insanını, hangi milletten olduklarına bakmadan canlandırır öykülerinde. Kitapları ve gazetelerde kalmış yazılarıyla Ermenice edebiyatın 20. yüzyıldaki en parlak isimlerinden biri olur. Ailesinin başına gelenleri, ancak ömrünün sonlarına doğru, yandaki sütunda okuyacağınız cümlelerle aktarır, kısaca, sessizce.


Mıntzuri’nin kaleminden

“1915 yılı nisan ayında İstanbul’daki Anadolulu Ermenilerin tehciri başladı. Ben zaten askerdim. Mayıs ayında memleketten mektup gelmedi. İki kez cevaplı telgraf çekildi, cevaplanamadı. Üçüncüsünde, “Burada değiller, bilinmeyen bir yere yollandılar” diye cevaplandı. Dedem Melkon seksen sekiz yaşındaydı. Annem Nanig elli beş, çocuklarım Nurhan altı, Maranig dört, Anahid iki, Haço dokuz aylık, karım Voğıda yirmi dokuz yaşında. Bunlar nasıl yürüdüler? Dedem Zıvazeğ çeşmesine kadar gidemezdi. (…) Evlerinin kapısını kilise kapısı gibi öpmüş ve ayrılmışlar. Evinizden, sizden birisi ölse, siz de birlikte ölmez misiniz? Artık çalışabilir misiniz? İşlerinizi, içeri dışarı sürdürebilir misiniz? Ben askerdim, emir altındaydım. Bırakırlar mıydı ki oturayım? Akşama kadar ortada olmak zorundaydım.

(…) Üsküdar’dan, Selimiye Kışlası’ndan, kıyıdaki Kavak İskelesi’nde bulunan askeri fırına veya Devecioğlu’ndaki bizim fırına, Karacaahmet Duvardibi yollarında ne kadar gittim geldim. Seninkileri aklına getirme, kov aklından! Ne yediler, nerede yattılar? Düşünme! Ben, ölmeyip bu 1977 Eylül’üne kadar yaşamamı, bir ‘yirmi beş dakika’, evet yirmi beş dakikacık gecikmeye borçluyum.”

(Mıntzuri’nin Ermenice ‘Değer Ur Yes Yeğer Yem’ kitabında yer alan bu bölüm, Türkçe olarak, Tarih Vakfı’nın yayımladığı ‘İstanbul Anıları’ kitabında Silva Kuyumcuyan’ın çevirisiyle yayımlandı.)

11 Mayıs 2007