2010 masası

Agos, 31 Aralık 2009

Bu kutuda yazmaya başlayalı beri bu dördüncü yılbaşı.

Daha önceki üç yeni yıla hep şiirle girmiştik. Önce Taniyel Varujan’ın ‘Takdis’iyle:
Dünyanın doğu tarafında
Barış olsun.
Tarlanın apak
çığırlarına
Kan değil, ter damlasın
Ve çınlarken akşam çanı
Eğilsin herkes takdise
...
Sonra, üç yıl önce kaybettiğimiz ve bugün çok özlediğimiz Zahrad’ın, ‘Yeniyıl Hediyesi’yle:
Geceyarısı ışığını söndürme sakın
Perdeye düşen gölgeni seyredeyim bari hasretle
Ve yaz güneşlerinden kopardığım ışıl ışıl hediyeni
bırakıp eşiğine uzaklaşayım…
Geçen yıl, yine Zahrad’ın ‘Hayal’iyle (çünkü onun şiirlerinde hayata dair ne ararsanız buluyorsunuz):
Doğdu insan - göçtü insan
ömrü hayatında
hiç değilse bir gün
yirmi dört saat
gönlünce yaşayan
özgür
bütün ç
içeklerin sevdiği
tek günlük bir kelebeğe
dönüşemedi.

Bugün, memleket pek de aydınlık zamanlardan geçmiyor. Ancak bu karanlık, yeni yılda tünelin ucunda her şeye rağmen bir umut ışığı görmemize engel değil.

Yeni yıl dileği, fakirin ekmeği. Yani umut.

2010’da, Edip Cansever’in şiirindeki gibi, masanızın üzerine, iyisiyle kötüsüyle hep hayatı koyun: Çiçekleri, sütünüzü yumurtanızı, pencereden gelen ışığı, bisiklet sesini, çıkrık sesini, ekmeğin, havanın yumuşaklığını, uykunuzu, uyanıklığınızı, tokluğunuzu, açlığınızı koyun. Eh tabii, masa da masa olsun, bir iki sallansın dursun, bana mısın demesin o kadar yüke.

Seçim Müteşebbis Heyeti’ne düşen

Agos, 31 Aralık 2009

Türkiye Ermenileri, önümüzdeki aylarda cumhuriyet döneminin altıncı patriğini seçecekler. Seçimin uygun koşullar altında yapılması, halkın iradesinin sandığa yansıması ve çıkacak sonucun adil olması anlamına gelecek. Bu da, müstakbel patriğin meşruiyetinin teminatı olacak. Dolayısıyla, seçim sürecini düzenlemekle görevli olanlar, salt bir seçim organize etmiyor, aynı zamanda geleceğe dönük önemli bir işlevi de yerine getiriyor.

Ermeni Kilisesi, patriklerini halkoyuyla seçme geleneğiyle, diğer kiliselerden ayrılıyor. Dini yönetim - cemaat bütünleşmesinin bu ileri örneği, 19. yy.da sekülerleşme mücadelesi veren Ermeni aydınların, Amiraların cemaat işleri üzerindeki sultasını kırmaya çalışan esnaf grubunun yardımıyla kazandığı başarının bir sonucu. 1863’te kabul edilen Ermeni Milleti Nizamnamesi bu mücadeleyle şekillenmiş ve patriğin yetkilerini sınırlayarak sivillere toplum işlerinin yönetiminde önemli mevziler kazandırmıştı.

Nizamname, cemaatin iç işleyişine dair esasları belirliyor, ruhani alan dışında kalan toplumsal meseleleri sivil komisyonlara devrediyor, zamanın koşullarına uygun bir örgütlenme sağlıyordu. Cumhuriyetin katı laikçilik anlayışı bu yapıyı sindiremeyecek, cemaatin merkezi yönetimini (Azkayin Getronagan Varçutyun) ve sivil komisyonları ortadan kaldıran baskıcı politikalara yönelecekti.

Bu baskıcı politikaların verdiği zararlar nedeniyle, yeni patrik seçimini örgütlemekle yükümlü Seçim Müteşebbis Heyeti’ne büyük sorumluluk düşüyor. Çünkü uzun zamandır dile getirildiği gibi, Patrikliğin bir hukuki statüsü ve tüzüğü yok. Dolayısıyla, patrik seçimleri de, bağlayıcılığı olan bir hukuki metne göre değil, her seçim döneminde gözden geçirilerek esas kabul edilen bir talimatnameye göre yapılıyor.

Hakkaniyete hiç de uygun olmayan bir durum bu. Zira bu uygulamaya dayanak olan 1961 tarihli Bakanlar Kurulu kararı, bu talimatnamenin ‘bir defaya mahsus’ ve ‘geçici’ olduğunu söylüyor. Ancak, devletin, Patrikliğe hukuki statü tanımamaya dair ayrımcı siyaseti, kendi sözünü dahi çiğneyerek, ‘bir defaya mahsus’ ve ‘geçici’ olduğu söylenen bir metni, her patrik seçiminde cemaate bir kez daha dayatıyor.

Seçim Müteşebbis Heyeti’nin öncelikli görevi, bu haksız uygulamaya bir son verilmesini talep ederek, kalıcı bir seçim talimatnamesini hayata geçirmek olmalı. Çünkü, kadük kalması gereken 1961 talimatnamesi pek çok sorun barındırıyor: Seçmen yaşını 18 değil 21 olarak düzenlemesi, delege dağılımında mevcut şartları dikkate almaması, patrik olma niteliklerini sayarken ‘babadan Türk olmak’ gibi ırkçı veya ‘Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin itimadına mazhar olmak’ gibi anlamsız kriterler öne sürmesi, bunlardan yalnızca birkaçı.

Hal böyleyken, bu sorunları gidermek için çalışması gereken Müteşebbis Heyeti, yakın bir zamanda patrikliğe aday olduğunu açıklayacak olan Başepiskopos Aram Ateşyan’ın başkanlığında 21 Aralık’ta yaptığı toplantının sonunda, İstanbul Valiliği’nden seçim izni ve talimatnamesinin gelmesini bekleme kararı aldı. Heyet bununla yetinmeyerek, seçimin 1961 talimatnamesine göre yapılmasının beklendiğini açıkladı.

Yani, görevi seçimin en uygun koşullarda yapılmasını gözetmek olan seçim heyeti, topu devlete atarak, hatalı uygulamanın sürmesine zemin hazırlamış oldu. Duyumlarımıza göre, heyet içerisinde “Bizim işimiz yeni kural yaratmak değil, eskilerinin uygulanmasını sağlamak” görüşünü savunanlar ağırlıkta. Oysa toplumun beklentisi, adil bir seçimi garanti edecek yeni bir talimatname hazırlanması yönünde. Ve elleri kolları bağlayıp bu yeni talimatnameyi Valilik’ten beklemek, hayalcilikten başka bir şey değil.

Türkiye ve dünyanın büyük bir hızla değiştiği, AB’ye üye olma hevesinin bürokrasinin kadim reflekslerini giderek zayıflattığı, hükümetin her fırsatta gayrimüslimlere sorunlarının çözümünde gerekli kolaylıkları sağlayacağını açıkladığı bir zamanda, patrik seçiminin, çoktan tarihin çöp sepetini boylaması gereken kadük 1961 talimatnamesine göre yapılması düşünülemez.

Seçim Heyeti’nin üyelerinden beklenen, görev bilinciyle hareket edip gerekeni yapmaları. Aksi halde, alacakları kararların vebalini ağır bir yük olarak daima taşıyacaklardır.

La la la tralla la la!

Agos, 25 Aralık 2009

Ne mutlu bize... Başka hiçbir konuda yan yana gelmeyecek, birbirlerinin kuyusunu kazmak için ellerinden geleni ardına koymayacak Akif Beki’lerle, Yiğit Bulut’lar, patrik Bartholemeos’un, “Kendimi Türkiye’de çarmıha gerilmiş gibi hissediyorum” demesinin ardından aynı yerde buluştular.

Türkiye’nin yaşadığı şu zorlu günlerde iki kanadın gözde temsilcilerinin nihayet bir konuda uzlaşması ne mübarek bir gelişme! Sevinelim, bayram edelim... Birileri, bir yerlerde, bir boğazlaşmada kullanmak üzere savaş baltalarını yerinden çıkarmaya hazırlanırken, Türkiye, toplumsal barışı bir kez daha gayrimüslim düşmanlığı üzerinden sağlıyor. Ne mutlu, bu uğurda kurban olacaklara, ne mutlu Türkiye’ye!

Sevinçten havalara uçmamak mümkün mü? Keyiflerine çok düşkün oldukları için Batı memleketlerine göç ede ede kelaynaklardan bile daha az kalan gayrimüslimlerin, Rumların, Ermenilerin, Süryanilerin, Yahudilerin, Türkiye’ye son nefeslerinde nihayet bir hizmeti dokunacak.

Her birlikte şükür dualarımızı edip çağrımızı yapalım: Gelin, üzerimize şöyle bir güzel çullanın da, nasıl birlik ve beraberlik içinde olduğunuzu cümle âlem görsün. Gelin, bizi şöyle eşek sudan gelinceye kadar bir dövün de, ne kadar yüce bir ulus olduğunuzu bütün kainat anlasın. Gelin, anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan bir getirin de, nice şanlı bir millet olduğunuzu bir kez daha anımsayın.

Gelin, acele edin, bu fırsatı kaçırmayın! Üzerine çullanacağınız, eşek sudan gelinceye kadar döveceğiniz, anasından emdiği sütü burnundan getireceğiniz, Rum, Ermeni, Süryani, Yahudi, bulamazsanız, hakikaten yazık olur.

Seni gidi papaz efendi!

Gâvurluğu bir kenara bırakıp, inancımızın gereğini yerine getirerek Sezar’ın hakkını Sezar’a verelim: Muhalefette ve azınlıkta olmalarından olacak, Bartholomeos’a haddini bildirmekte Yiğit Bulutgiller Akif Bekigillere göre çok daha gözüpek çıktı.

Habertürk’teki köşesinde televizyondaki halinden bir 20 kilo daha hafif ve suratı yağsız haliyle maviş maviş gözümüzün içine bakan zamane kahramanı Yiğit Bulut, ‘Papaz efendiye cevabımızdır’ başlıklı başyapıtında, zihin okuma konusundaki maharetini, “Aşağıda yazdıklarım benim kalemimden çıkmış bile olsa aslında Türkiye’de milyonların aklından geçenler...” sözleriyle gösterdikten sonra, Yeniçağ ve Vakit gibi seçkin gazetelerden tanıdığımız nazik üslubu zarafetin ta doruklarına taşıyordu: “Papaz efendinin konuşması üzerine her Türk vatandaşının ‘haklarımızı’ ve ‘gerçekleri’ bilmesi adına hukuki detayları ve süreci net olarak yeniden sizlere aktarıyorum... Konu anlattıkları gibi değil, asla da olmadı.”

Evladı vatan Yiğit Bulut’un papaz efendiye, “hepimiz” adına verdiği cevabı okumak isteyen “her Türk vatandaşı” (evet, evet, sen de Agos okuru! Hatta tercihan, papaz efendinin kendisi bile!) Habertürk’ün internet sitesinden bu fevkalade bilgilendirici, yazarının deyimiyle “noktası, virgülüne araştırılan” ve “bazı köşe yazarları gibi bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunarak yazılmayan” şahane yazıyı okuyup kendini her türlü etnik bağlılığından arınmış gerçek bir Türk vatandaşı gibi hissetme bahtiyarlığına erişebilir.

Akıl yaşta değil

Elbette ki, Türkiye Türklerindir gazetesi de bütün bu gelişmeler karşısında sessiz kalmayacak, pozitif haberciliğin şahikasını yapacak, Rum kökenli gerçek bir Türk vatandaşının nasıl olması gerektiğini bizlere gösterecekti: “İstiklal Marşı’nı okurken göz yaşlarına boğulan Rum Kızı Marina Sözde, tüm Türkiye’nin kalbinde taht kurdu. Marina İstiklal Marşı’nı okurken gözyaşlarına boğuldu.”

Elbette, öğrenmenin yaşı yoktu. Papaz efendi, gerçek bir Türk vatandaşı olmanın yolunu yordamını kendisi bulamıyorsa, 12 yaşındaki Marina’ya sorup öğrenebilir, o da olmazsa, Hürriyet yazarlarını her gün okuyup onlardan feyz alabilirdi.

Büyük Türk yazarı Fatih Çekirge’yi mesela: “Rum asıllı Marina Sözde... Benim sevgili kızım Marina ÖZDE. Sen bu toprakların, bu halkın öz çocuğusun. İstiklal Marşımızın sözlerini, içimize gözyaşı olarak akıtan o sevgi seninle büyüsün. Serpilip gelişsin... Ve böylece o marşın ruhunu unutmuş olanlara; İstiklal ve istikbal nedir? Hem Türkçe hem Rumca hatırlatırsın...”

*

Sırf şu son bir haftada yaşananlar, yazılıp çizilenler, elin Avrupalısına, Amerikalısına, Türkiye’de yaşayan Rumların ve diğer gayrümüslim cemaatlerin nasıl ferahfeza bir cennette yaşadığını göstermeye yetmiyor mi?

Onlar daima çarmıha gerili halde yaşamıyorlar. Haşa…

Onlar, ezkaza kendilerini çarmıha gerilmiş hissettiklerini söylerlerse, suratlarına tükürülmüyor, hakarete maruz kalmıyorlar. Sümme Haşa…

La la la tralla la la!

Hazırolda bekleyenler

Agos, 25 Aralık 2009

Şu Keğam Karabetyan ne güzel bir insandır!

Devletimiz ne zaman güvenilir bir Ermeni’ye ihtiyaç duysa, hemen o ortaya çıkar.

Devletimiz ne buyursa yapar. “Oraya röportaj ver” derler koşar; “buraya çelenk bırak” derler bırakır; bilhassa nisan aylarında “Ne demek! Asıl Ermeniler soykırım yapmıştır de!” derler, hemen söyler!

Kendini Ermenilerin bu memlekette ne kadar mutlu mesut yaşadığını (La la la tralla la la!) anlatmaya adamıştır.

İşte, Bartholemos’un açıklaması ortalığı biraz bulandırdı, ufukta da bir patrik seçimi göründü ya, devletimizin biricik haber ajansı Anadolu Ajansı hemen onu hatırladı: “Ermeni asıllı Avukat Keğam Karabetyan, doğup büyüdüğü Kastamonu’daki köyünde Türk ve Ermeni ailelerin kurduğu samimi komşuluk ilişkilerinin güzelliklerini hala yaşadığını belirterek, ‘Ben tahsil hayatımda bir gün bile ‘sen Ermenisin’ lafını duymadım’ dedi.”

2005’te Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen Ermeni Konferansı vesilesiyle de yüce fikirlerini basınımızla paylaşmıştı Karabetyan: “Tehcir, Osmanlı’nın iç ve dış güvenliği için çıkarmak zorunda kaldığı bir yasaydı. Kimse Ermenileri basamak, maşa yapmasın. Bizi sahaya sürüp tribünden seyrediyorlar. Ayyıldızlı bayrak ve bu vatan bizim! Ermeni toplumundan geliyorum, Kastamonuluyum. Ne mutlu Türk’üm diyene!”

Keğam Karabetyan kadar vatansever birkaç Ermeni daha var. MHP’li gazeteci Levon Panos Dabağyan mesela. Ya da, cemaatsiz Kandilli Kilisesi’nin vakıf başkanlığını yıllardır kimselere bırakmayan Dikran Kevorkyan.

Hepsi vatansever, hepsi gerçek Türk vatandaşı; devletimizin emirlerine yerine getirmek için her daim hazırolda bekliyorlar. Sizden iyi olmasınlar, hepsi çok güzel insanlar...

“Yepyeni şeyler söylendi, Türkiye artık bunlar söylenmemiş gibi yapamaz”

Agos, 18 Aralık 2009

ROBER KOPTAŞ

Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi, sosyolog Ferhat Kentel’le, Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı dönüşümün dinamiklerini konuştuk. Kentel, bir siyasi mücadele yöntemi olarak “iyimserlik”ten hiç vazgeçmemek gerektiğine inanıyor.

• Bir sosyolog olarak, Türkiye’de son yıllarda yaşanan değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Geçmişte bu ülkede, bu topraklarda inanılmaz sıkıntılar yaşandı. Bu sıkıntıların ağırlıkları, dozları, kimler tarafından daha çok yaşandığı gibi hesaplar çok da önemli değil. Ama bir sıkıntılar silsilesi, üst üste eklenmiş travmalar olduğu kesin. Hiçbir travma tam olarak iyileşmeden, üzerine yeni travmalar eklenerek, hastalanmış, çok fazla dertli bir coğrafya burası. Öte yandan, inanılmaz bir dinamizmin olduğu, bir arada yaşama, her şeye rağmen krizleri aşma çabasının ve imkânının olduğu bir yer aynı zamanda. Açılım adı altında sözü edilen değişimler, bu sıkıntıların, insanların artık canına tak ettiği yer belki de.

• Neden bugünleri bekledi bu değişimler?

Ortada pek çok sorun var ve bu sıkıntıların artık yapıntı birtakım kelimelerle, kurgularla aşmanın, aşmış gibi yapmanın bir anlamı olmadığı iyice ortaya çıktı. “Bu böyle devam edemez” duygusunun iyice kristalize olduğu bir zaman diliminde, reel siyasetin alanına da taştı bu hissiyat. Evet, gündelik hayatta insanlar her şeye rağmen yaşamayı denemeye çalışıyorlar, o sıkıntıları aşmaya çalışıyorlar. O potansiyel, o arzu, o acılardan çıkma hali, devlet, siyaset gibi bir yerlerde galiba karşılığını buldu ve bunun o alandaki yansımalarını görüyoruz bugün.

• Güçlü bir direnç de var tabii.

Evet, hâlâ direnenler var, bu da çok anormal değil. Birtakım insanlar rahatlıyor bu ortamda, ama aynı zamanda, değişimin kendisi de bir korku ve endişe yaratıyor. Dolayısıyla, “Türkiye böyle kalmasın” diyenleri düşmanlaştırarak, “açılım en büyük tehlike”, “en büyük ihanet” diyerek içe kapanmayı isteyenler çok.

• Gidişat ne yöne doğru o halde?

Tarihsel birikim, dünyanın şu anda bulunduğu konjonktürde bizi buraya getirdi. Tabii ben bir sosyolog olarak, “Buradan şunlar çıktı, çıkıyor, dolayısıyla şuraya gidiyoruz” diyemem. Bambaşka sonuçlar, istenmeyen sonuçlar da çıkabilir. İçinde yaşadığımız bu sıcaklık hali, yoğun duygusallık hali, yeni bir şeyler yaşandığı hissini veriyor.

• Sanki hep bir ikilem halinde yaşıyoruz. Görünür birtakım değişimlere rağmen, içimizde daima bir şüphe var. Kötümser yanımız, bu devletin değişmeyeceğini, değişikliklerin yüzeysel olduğu ve derine nüfuz edemeyeceğini söylüyor. İyimser yanımız ise, sırf bu değişim çabasının bile, artık bazı şeyleri geri dönülmez bir şekilde değiştirdiğini söylüyor.

Kesinlikle. Siyaset yapma anlayışı değişiyor. Otoriter ideolojilerle hemhal olmuş kitlelerin önünde, plan, program, harita, güzergâh, tanımlanmış olarak hazır bulunur ve bunlar ezberimizdedir. Ya da, daha genel anlamda, klasik siyaset, o anlamda modern, öngörülebilir bir şeydir. Ama bunun yarattığı sıkıntılar, bütün o arzular ve potansiyellerle birlikte, eski tür siyasetin alanının ne kadar kısıtlı olduğunu ve nasıl yetmediğini gösterdi. Neticede, insanların başka dertleri olduğu ortaya çıktı, yeni şeyler konuşulmaya başlandı.

En azından birtakım insanlar kimlik meselesini masanın üstüne koydu. Devlet çizgisi buna inanılmaz karşı koydu ama insanlar yılmadılar. Bu, inanılmaz bir arzu ve direniş olduğunu gösteriyor. Yeni anlamlar türedi buradan, daha önce düşünmediğimiz sözler çıktı. Yeni sosyal hareketler teorik alanı içinde düşündüğümüz zaman, dünya kadar hareket çıktı: DurDe’sinden Nor Zartonk’una, Genç Siviller’e, Henüz Özgür Olmadık’a, Birbirimize Sahip Çıkıyoruz’a, Karanlığı Sorguluyoruz’a…

• Bu hareketlerin temel özelliği ne?

Bunların hepsi inanılmaz yeni tezahürler ve hiçbiri eski şemalara uymuyor. Sınır diye bir tahayyülleri yok, sadece bir kimliğin insanı değiller. İçinde klasik anlamda sağcı, solcu diyebileceğimiz insanlar var belki ama, hareketin kendisi, bir araya geldiği zaman başka bir şey, solu sağı aşan bir şey oluyor. O anlamda, “Türkiye’de bir şey değişmez” diye bir şey yok. Türkiye çok değişti zaten. Yepyeni şeyler söylendi ve bunlar söylenmemiş gibi de yapılamaz. Bundan sonra olacak her şey bu söylenmişlerin ışığında olacak. Bu söylenmişler, başka söylenmemişlerin kapısını açacak. Siyaset de bu nihayetinde. İyi şeyler mi olacak, kötü şeyler mi olacak, elbette bilmiyoruz. Ama iyi şeyler olacağına, dünyamızın daha da açılacağına dair dünya kadar işaret var.

• Geleneksel anlamda örgütlü olmayan alternatif muhalif yapıların, sistemi değiştirecek boyutta bir etki yaratması mümkün mü?

Mümkün elbette. Bu gruplar nereye kadar ulaşıyor, nasıl etki yaratıyor soruları elbette ki meşru. Ancak bu hareketlerin en önemli tarafı, gidebildiği yere kadar gidip, gittiği yerde başka bir şeye dönüşebilmeleri. Her sorunu çözebileceğini iddia eden bir hareket, zaten inanılmaz bencil ve yukarıdan bir projedir ve öncekilerden bir farkı yoktur.

• Bazı şeyler geçmişe kıyasla daha özgürce konuşuluyor olsa da, aşağıda, değişmeyen büyük bir kütle yok mu?

Bu bence çok yukarılarda yürüyen bir tartışma değil, çok aşağılarda olan bir tartışma. Hatta yukarısı da bu tartışmadan besleniyor. Teori bana şunu söylüyor: Bütün dünyaya baktığın zaman, dünyanın herhangi bir yerinde olan bir şey, başka yerinde de bir sonuç yaratır; herhangi bir düşünce eylem sonucunu doğurur, o eylem benim düşüncemi yenilememi sağlar, dolayısıyla ben kendimi sürekli sorgulama halindeyim. Şimdi, AB’den tut, dünya kapitalizminin değişimine kadar, en tekelci, homojenleştirici küreselleşme açısından da bak, sermayenin etkisi olsun, sosyal hareketlerin etkisi olsun, herkes herkesten etkileniyor. Bir kademe aşağı inersek, Türkiye’nin insanları da, en muhafazakâr dediğimiz insanları da, belki alabildiğine düalist, dikotomik bir şekilde de olsa, yani milliyetçiliğe sığınarak da olsa, o küresel ilişkiler ağından bir şekilde etkileniyorlar.

• Pratikte bunun etkilerini nasıl yaşıyoruz?

Sınırları aşmak anlamında, bunu bizzat pratiğin içinde de görüyoruz. Şehirlerin dünyanın başka yerleriyle kurduğu ilişki gibi; başörtülüyle başörtüsüzün bir arada yaşıyor olması, sokakta da başörtülüyle başörtüsüzün ayrılmaması gibi… Nişantaşı’nda bazıları başörtülülere gıcık kapıyor olabilir, ya da gecekondu mahallelerinde mini etek giyenlere gıcık kapılıyor olabilir ama, en ortalama hal olarak insanlar bir aradalar.

• Araya çomak sokan olmazsa, birbirlerinin varlığını bir şekilde kabul ediyorlar.

Ediyorlar. Dolayısıyla, pratikte, birbirine değen hayatlar yaşıyoruz. Türkiye’de belki, şu anda hâkim olan, milliyetçi, seküler, laik ulus devlet paradigmasıyla, toplumdaki bir aradalık arasında bir gerilim var. Yani, sonuç olarak şunu demeye çalışıyorum, devletin içinde açılım filan gibi şeyler başladıysa, sonuçta onlar da küresel olanın teorisinden ve politikasından çok bağımsız değiller. Toplum bir şeyler yaşıyor, dünya bir şeyler yaşıyor ve Türkiye devleti de bunlardan çok bağımsız kalamıyor. Bu Obama’nın dilinden veya Amerika’nın yeni politikalarından bağımsız mı? “Amerika’nın yeni numaralarıdır bunlar, onlar bu yeni dille sömürülerine devam edecekler” de diyebilirsiniz. Belki, evet, olabilir, bu her zaman için mümkün. Ama misal Obama’nın siyahların uğradığı ayrımcılığa karşı bir tür sembol olmuş olan Rosa Parks’ın adını anarak, toplumsal, sivil mücadelenin önemine vurgu yapması, Amerikan politikası içerisinde bir yarık buluyor ve oradan içeri giriyor. Obama da bu değişimi temsil ediyor.

Obama’nın başkanlık seçimi sırasında yaptığı, çoğulluğa vurgu yapan konuşmayla, Erdoğan’ın Davos sonrası yaptığı konuşmada çoğulculuğa vurgu yapması tesadüf değil elbette. Abdullah Gül’ün, Erdoğan’ın son zamanlarda yaptığı konuşmalar, Said-i Nursi, Ahmet Kaya, Exmedê Xanî, Tatyos Efendi, Sabahat Akkiraz’dan bahsetmesi tesadüf değil. Onların isimlerini vererek, “Ben de bu dilin içine girip konuşuyorum” diyor.

• AK Parti’nin iktidarda olduğu için bütün bu sorunlarla temas etmek zorunda kalması, onların iç dönüşümünü hızlandırıyor mu? Tayyip Erdoğan on yıl önce, bu söylediklerini hayal bile edemezdi muhtemelen.

Bu durum, klasik sosyal hareket teorisiyle çok uyumlu. Bu işin abecesinde, “sosyal hareketler başarısızlığa da uğrasa, engellense de, bir şeyleri değiştirir” diye yazar. Bir şeyler dile gelir çünkü. O toplum, artık o sosyal hareketin olmadığı zamanlardaki toplum değildir. Bununla iç içe geçen başka bir gerçek de, o sosyal hareketin kendisinin de değiştiğidir. Değiştirdiğin toplumla birlikte değişiyorsun. Erdoğan ve temsil ettiği hareket de, nasıl yorumlanırsa yorumlansın, sosyal olarak yükseliyorsa, üzerine bastığı zemin değişiyor. Söylemi de değişiyor, farklılaşıyor ve başka bir dille konuşmaya başlıyor. İslamcı hareket güçlü bir şekilde ortaya çıktığında, hepimizin kabaca gördüğü homojen bir kitleydi. Farklı tınılar belki vardı, ama tek ses halinde konuşan, İslami düzen isteyen ya da İslami bir isyanı dile getiren bir şeyken; bugün işin içinde kapitalisti var, işçisi var, burjuvası var, sendikacısı var, feministi var, dibine kadar sınıf bilinci içerisinden düşüneni var, hepsi var…

Dolayısıyla, evet, Erdoğan yola çıkarken buralara geleceğini hayal bile edemezdi… Siyasetin öngörülemezliği burada karşımıza çıkıyor. Bu hareketle ilgili olarak şeriatmış, takiyyeymiş, ortaçağ karanlığıymış, bir sürü tartışma yapıldı, ama bu yeni siyaset yapma biçimleri, ya da siyasetin yarattığı yeni anlamlarla birlikte biz yepyeni şeyler düşünmeye başladık, Erdoğan da yepyeni şeyler düşünmeye başladı, o yüzden, bütün bu lafları yepyeni bir ortamda ediyoruz.

• Ama bu hızlı değişim, beraberinde eski düşünceyi de taşıyor. Erdoğan bir yandan çoğulculuk anlamında olumlu laflar ederken, bir yandan da, iyi bir şey söylediğini düşünerek “Yahudiler para kazanmayı iyi biliyorlar” gibi stereotipleri tekrarlayabiliyor.

Siyasette, yeni bir güneşin doğup eskinin üstünü çizeceği gibi bir şeyi unutmak gerek. Böyle bir hayal kurmanın âlemi yok. Bu, ancak jakoben, Bolşevik, Kemalist, ben yaptım olducu gelenekte mümkün. Yeninin içinde eski de sürüyor. Ancak önemli olan, bir değişim ve yenilenme, yeniden düşünme olasılığının her zaman için var olması.

Aynı örneği Taraf gazetesi üzerinden de verebiliriz. Bugün Taraf gazetesi Türkiye’de adeta bir koçbaşı gibi son derece zor konuların üzerine büyük bir cesaretle gidiyor. Ama bu gazete de toplumun dışında bir yerde değil, en mükemmel, kusursuz insanların toplandığı bir yer değil. Taraf gazetesi, inanılmaz bir gayretle, pek çok insanın güç koşullarda çıkardığı bir gazete, ama tam da senin yazında şikâyetçi olduğun gibi, “Ha diyaspora, ha Bahçeli!” gibi bir manşet atabiliyor. Diasporayla ilgili olarak kafalarda yerleşmiş olan şey, demek ki Türkiye ortalamasından çok da farklı değil. Demek ki Taraf’ın diasporayı yeniden düşünmek için eleştirel yazılara ihtiyacı var. Evet, sonuç olarak, eski yeninin içinde yaşamaya devam ediyor, ama aşılamayacak bir şey olarak değil.


“Milliyetçilik yekpare değil, çok parçalı”

• Milliyetçi ortamın tehdidi altında yaşayan ve bunu teninde hisseden bir grup olarak biz Ermeniler, milliyetçiliği yekpare bir bütün olarak algılamaya meyilliyiz. Siz, Meltem Ahıska ve Fırat Genç’le birlikte yaptığınız milliyetçilik araştırmasında, Türkiye’de milliyetçiliğin yekpare olmadığını, orada da bir sürü farklı ton, vurgu ve kaçış alanı olduğunu söylediniz.

Sadece Ermeniler değil, hepimiz öyle algılıyoruz. Herhangi bir ideoloji söz konusu olduğunda, bu milliyetçilik de olsa, sosyalizm de olsa, Kürtler de olsa, yekpare bir bütünmüş gibi algılama derdinden hepimiz mustaribiz. Hep bir tasnif etme ihtiyacı var. Bu dünyada kendimizi anlamlandırabilmek için birtakım nirengi noktaları koyuyoruz. Bunun nasıl yapıldığı çok önemli. Bunu korkularla mı yapıyorum, merakla mı yapıyorum? Yeni olanın beni zenginleştireceği bir mantıkla mı yapıyorum? Bazen korkuyla hemen sınırlar koyuyorum, bazen merakla, sürekli yeni sınırlara doğru gidiyorum.

Modern dünya bu durumu daha da netleştirdi. Ulus devlet mantığıyla birlikte, bu tasnifleri daha da içselleştirdik. Modern toplumun ilk söylediği zamana ilişkindi: Eski bitti. Yeni bir şeye geçtik, artık moderniz, sanayi toplumuyuz, vatandaşız, bireyiz… Karmakarışık duygularımı, beklentilerimi, çıkarlarımı, bütün bu karmaşıklığı anlatacak bir partiyle özdeşleşiyorum. Artık bizden olanlar ve olmayanlar var. Böylece biz her şeyi çok daha net, büyük ölçüde de ikili kalıplar altında anlamayı öğrendik. Bu sadece bize yukardan dayatılan bir şey değildi, biz de kendimizi adapte ettik buna. Burada inanılmaz bir yanılgı çıktı ortaya. O kurguların gerçek olduğuna inandık, o kurguları öğrendik. Milliyetçilik de böyle bir şey. Rejimi, düşmanı, safımızı vs. belirledik. Bu düzen kendini korurken, milliyetçilik de çok önemli bir yer tutuyor. Ama milliyetçilik asla ve asla tek bir şey değil. Aksine, paramparça bir şey. Hepimiz, tıpkı bir partiye ait olurmuş gibi, kendi, kıstaslarımızla, nirengi noktalarımızla, korkularımızla bağlantı kurup, beni ve ötekini, aradaki sınırla birlikte inşa eden bir milliyetçilik anlayışına sahip çıktık.

Sivas’ta, Kırıkkale’de, Tekirdağ’da, Karadeniz’de, Trabzon’da, Malatya’da, İzmir’de, o karmaşık hikâye, hafıza, gelenek, anne, baba, dil, etnik köken, inanç ile milliyetçiliğin evlenmesi hiçbir sefer aynı sonucu yaratmadı. O yüzden zaten, dünya kadar insan milliyetçiyim diyor ama o insanların bir sürüsü birbirinden nefret ediyor! Milliyetçilik homojenlik görüntüsü vermeye çalışırken, bunu beceremiyor, ama homojenlik duygusu diye bir şeyi öğretiyor. Bir şeye ait olmak duygusunu yeniden üretiyor.

Milliyetçilik kan, şiddet ve ötekiler hakkında düşmanlık üretse de, bu korkular nedeniyle aslında insani bir yere de oturuyor. Çünkü ben bir yere ayağımı basmak istiyorum. Lazlık, Çerkeslik gibi durumlarda, ben bunları korumak da istesem, hayat bana sıcak bir yuva vermiyor. Ama modern ulus devlet gelip bana böyle bir şeyi dayatmış. Yokmuş gibi davranamıyorum. Ta ilkokul sıralarından başlayarak öğreniyorum, o yuvanın içine girip bir şekilde kendimi var etmeye çalışıyorum. Acıklı ama çok insani bir yerde konuşmaya devam ediyoruz. Bu sık sık yeniden tanımlanan da bir şey aynı zamanda. İşte, Abdullah Gül oturup Ermenistan devlet başkanıyla maç seyrettiği zaman, o ‘Kötü Ermeni’ gülümseyen, Türkiye takımı gol attığı zaman dönüp Abdullah Gül’ü tebrik eden bir insan halini alıyor. Ama öte taraftan bakıyorsun, kardeş Azeriler Bakü’de Türk bayrağını indiriyor. Böyle bir şey olduğunda, “tek millet” denen şeyin pek de gerçek olmadığı, bir kurgu olduğu ortaya çıkıyor.

• Sözünü ettiğiniz dönüşümler yaşanırken sol hareketin bu kadar atıl kalması Türkiye’ye özgü bir durum mu?

Sol, modern bir ideoloji ve onun durumu modernizmin serencamından bağımsız değil. Modernizmin krizini sol da yaşıyor. Modernite çok büyük bir projeydi, büyük idealleri, ilerleme duygusunu verdi. Sol bunu ezilenlerden, alt sosyal sınıflardan, işçi sınıfından hareketle yorumladı, sömürüsüz bir dünya talebiyle ortaya çıktı ama paradigma aynıydı. Modernitenin ikilikleri krize girdikçe, solun ikilikleri de krize girdi. Her şey evrilerek başka bir şeyin içinde yaşamaya devam ediyordu. Sol bu iç içe geçişleri anlayamadı, modern bir ideoloji olduğu için yapamadı bunu. Türkiye dediğimiz zaman, modernitenin yukarıdan aşağı empoze edildiğini düşünürsek, bu durum katmerleniyor. Türkiye’deki sol da, Kemalist modernleşmeye bağlı olarak yukarıdan aşağıya empoze eden bir hareket oldu. Dolayısıyla, Türkiye toplumu içindeki kimlikleri, bir aradalıkları, özneler arası durumları tam olarak içselleştiremedi, algılayamadı.

Türkiye’deki sol bu açıdan dünyadaki soldan daha da beter bir krize girdi, ama eğer sosyal adalet diye bir sorun, eşitsizlik varsa, o zaman sol da bitmeyecek. Solun bu anlamda, gericilik - ilericilik konusundaki radikal tutumundan kurtulması lazım. Belki tam da “Ne gerek var ki bunlara?” denilen konuları yeniden düşünüp, kendisini devamlılık içinde tahayyül eden bir yapıya bürünmesi lazım. Sadece ileriye dönük, adeta bir robot gibi, sanayileşmenin, makineleşmenin, kalkınmanın ideolojisi olmak yetmez. Başka birtakım paylaşımların da var olduğu üzerine kafa yormak lazım.

• Sınıf çelişkisinin yanında başka çelişkilerin varlığını kabul edip ona göre siyaset geliştirerek…

Elbette. Eski ve yeni arasında çelişki yoktur demek gerek mesela. Kendisine solcuyum diyen bir insan, başörtülüleri gördüğü zaman dellenmesin en azından. O senin düşmanın olamaz. Adalet arayışı sadece sınıfsal adalet arayışı değildir. Bazı şeyler sınıfsal gibi gözükmese de, belki başka birtakım sınıfsallıklara tekabül ediyor. Sınıfı yeniden düşünmemiz lazım. Başka tür insanlık halleri de adaletsizliğe maruz kalıyor. Kürtler veya başka gruplar yerlerinden yurtlarından ediliyor, değersizleştiriliyor. Adalet arayışı ancak bunları da içine aldığı zaman hayatla temas kurabiliyor.


“Annemin başörtüsünden utanırdım”

• Bir akademisyen ve bir yazar olarak, az önce sözünü ettiğimiz mücadelelerin içinde bir yerdesiniz ve belli bir tavrı temsil ediyorsunuz. Bu mücadele hayat hikâyenizle hangi noktalarda çakışıyor?

Küçük küçük fark edişlerle başlayan bir hikâye bu. Ezberlerle donatılmış bir toplumda, bunların aslında ne kadar saçma ve kurgu olduğunu, suni olduğunu öğrenerek, tecrübe ederek gördük. Annemin başörtüsü mesela. Ondan utanırdım ben küçükken. Modern vatandaş formuna uymuyordu çünkü. Nasıl giyineceğimiz, hangi eşyaları kullanacağımız, ileri ve geri olma durumuyla ilgili diye öğrenmiştik. Dolayısıyla başörtüsü de geriliğin sembolü olarak görünüyordu o zaman. Geri dönüp bir bakıyorsun, annenin olması gereken bir fotoğrafta annen yok. Çünkü sen, çocuk aklınla, başka annelerin, yani başörtüsüz, modern annelerin göründüğü bir fotoğrafa annenin girmesini istememişsin, Şoke oluyorsun tabii. Ben yıllar sonra o fotoğrafı görmeyebilirdim ve bir sürü şeyi de görmüyorsun zaten. Ermenilik, Türklük, laiklik, Müslümanlık gibi bir sürü ezberlerimiz var ve onun tersini gösteren şeylerle karşılaşmadığın zaman, o yüzleşmelerin, o şokların yaşanması mümkün değil.

Mesela, gayrimüslimlerle ilgili olarak ilk şoku nasıl yaşadım? Gene başörtüsü hikâyesine benzer bir şekilde, benim bir parçam olan annemin ideolojik dünyam tarafından unutturulması gibi, benim kuşağımdan İstanbulluların birlikte yaşadıkları, Ermenilerin, Rumların, gayrimüslimlerin de unutturulmaya tabi tutulduğunu fark ettim. Bağlarbaşı’nda büyüdüm ben. Bizim mahalle de Ermenisi, Yahudisi, Rumuyla, az Müslüman’ı, çok Müslüman’ıyla Üsküdar’ın tipik mahallelerinden biriydi. Gayrimüslim arkadaşlarım bir müddet sonra yok oldular ama ben onların nereye gittiklerini, niye gittiklerini hiç düşünmedim. Taşınmış gibi oluyorlar ve benim için birden görünmez hale geliyorlardı.

Aradan yıllar geçiyor ve otuz küsur yaşında, Fransa’da birisi “Bir milyon Ermeni yok edildi Türkiye’de” diyor. “Hadi canım!” diyorsun. Bir başkası, Türkiye’ye Bolşevik devriminden sonra göç etmiş bir Beyaz Rus, “Annemlerin yaşadığı dönemde ‘vatandaş Türkçe konuş’ kampanyalarıyla ne kadar büyük bir baskı vardı” diyor. “Hadi canım!” diyorsun. Sonra bir bakıyorsun, sürekli “Hadi canım, hadi canım” dediğin örnekler yağıyor. O zaman fark etmeye başlıyorsun, “Benim Ermeni, Rum arkadaşlarım vardı” diyorsun. Koko diye bir arkadaşın olduğunu ve 12 Mart döneminde onun ve ailesinin başına gelmedik kalmadığını fark ediyorsun. Onu hatırlıyorsun… Yıllar sonra, bütün bu kayıplarını, seni sen yapan bütün bu kayıplarını, dönüp geriye doğru kazmaya başlıyorsun. O zaman, artık hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Başka hikâyeler çıkmaya başlıyor. Adaletin olmadığı bir dünyanın derin koridorlarına girmeye başlıyorsun ve girdikten sonra artık çıkamıyorsun, yokmuş gibi davranamıyorsun. Tabii, ne işim var benim bunlarla, ben kendi rahatıma, işime gücüme, çoluğuma çocuğuma, evime arabama bakayım diye düşünüp pekâlâ bütün bunları görmezden gelmeye devam edebilirsin. Bu çok klasik bir hikâye. Hayat bir sürü yerde böyle devam ediyor zaten.

Ben 75-80 arası Türkiye’de üniversitede okudum. Her gün devrim olacak diye beklediğimiz, çok daha adil bir sosyalist düzen hayal ettiğimiz ve inanılmaz bir şiddetin hüküm sürdüğü bir dünyada yaşadım. Bedenim ve ruhum bu formasyonla işlenip şekillendi. Bedenin eğer böyle bir isyan ve direniş ruhuyla şekillenmişse, daha sonra öğrendiğin adaletsizliklere de konformist bir şekilde yaklaşamıyorsun. Galiba ben de “büyük adam” olamadım, bunu reddettim. Hayat sana hep bir şeyleri aşmayı dayatıyor. Gençlikten olgunluğa, ev, araba, kariyer, üç öğün güzel yemek, iş arkadaşları, sevgili, evlilik… Hep bir şeyleri aşarak, bekarlıktan çıkıp büyük adam olmak, Osmanlı’yı aşıp cumhuriyet olmak, gelenekselden modern olmaya gitmek gibi… Geride bırakmak gibi bir şey varsa eğer bu anlamda, ben de geride bırakmayı reddediyorum. Reddetmek bile değil, ama o bütünlük içerisinde görmeye başladığın zaman geride bırakmıyorsun. Hoca olduğun zaman öğrenci olduğunu unutmamak gibi… Direniş tam burada.

• Alternatif siyasi hareketlerin direnişi de burada anlamlanıyor galiba…

İlişkilendiriyorlar… Geçmiş ve şimdiki zaman, o kimlik ve bu kimlik arasındaki ilişkileri kurarak, o bütünlüğü sağlıyorlar. Salt çıkar peşinde koşan bireyler değiller, tekillikleri başka tekilliklerle iç içe geçmiş insanlar hepsi. Heteroloji yaratıyorlar. Başka bir mantık yaratıyorsun bu karşılaşmalar sonunda, ve yaratılan ne senin ne de benim hikayem. Şunu artık biliyorum, ben ancak başkasıyla beraber, unutulan parçalarımla beraber var olabilirim. Bu ne sadece Taraf’la, ne sadece Genç Siviller’le ilgili, doğrudan bu toplumla ilgili. Bu toplumun dışında, ona bilinç vermeye çalışan yüce insanlardan söz etmiyoruz. Bu toplumun içinde yaşamak artık böyle bir şey.

• Netice itibarıyla, zor bir memlekette yaşıyoruz...

(Gülüyor) Ama bir yanıyla da çok heyecanlı.

• Zor olduğu için de hepimiz sık sık hayal kırıklıkları yaşıyoruz. Sizin de umutsuzluğa kapıldığınız zamanlar olmuyor mu?

Olmaz mı? Kendi kendime ürettiğim formül, iyimser olmak. İyimser olmak son derece siyasidir. Beni zaten yenilgi duygusuna alıştırmak için her türlü mekanizma işliyor. Ama o mekanizmaların varlığı belki de sırf ben ve benim gibi insanlar, yani biz güçlü olduğumuz içindir. Hrant’ın öldürülmesi, herhalde en büyük örneklerinden biri. Hrant çok konuşan ve inanılmaz yepyeni bir dille konuşan bir insandı. Bu çok güçlü bir dildi. Köprülerden bahsediyordu hep, birbirimizi iyileştirmekten, birbirimizin doktoru olmaktan bahsediyordu. Hafızamıza girdi bunlar, bu coğrafyanın hafızasında artık Hrant’ın dili var. Hrant’ın öldürüldüğü an, işte bu yüzden umutsuzluğun en dibine çöküyorsun. Çünkü o insanı bile öldürdüler, ama umutsuzluğun en dibine çöktüğün o anda, tutunuyorsun da. “Bunu Hrant söyledi aslında” diyorsun ve Hrant’ın iyimserliğine sarılıp tutunuyorsun. Ve bakıyorsun ki onun sesi bir yerlerde yankısını bulmuş, bir sürü genç insan sokaklara çıkmış. İşte o zaman, kendi hesabına, sırf o genç insanlara karşı mahcup olmamak için “iyimser olmak zorundayım” diyorsun. Onlar çünkü geleceği temsil ediyorlar. Yeni dili onlar yaşıyorlar zaten. O halde, yenilgi duygusuyla niye baş başa kalayım ki? Tutunacak ve o tutunduğun şeyle yeni bir şeyler yapacak bir sürü imkân var.

(Fotoğraf: Sarkis Güreh)

Tarlabaşı-Dolapdere

Agos, 18 Aralık 2009


Marttan beri Tarlabaşı’nda oturuyorum, Dolapdere’de, Pazar günü DTP’lilerin saldırıya uğradığı Dilbaz sokağın biraz yukarısında, Tepebaşı’na doğru çıkan Ömer Hayyam caddesinde.

Pek çokları için korkutucu bir yer burası. Korkutucu bir ünü var ve bu ün pek de yersiz sayılmaz. Beyoğlu’nun kanun dışı işlerinin pek çoğu burada dönüyor. Dolapdere ve Tarlabaşı, İstanbul’un ‘vitrin’i İstiklal Caddesi’nin kanalizasyonu… Uyuşturucu satıcılarının da, kapkaççıların da, çalgıcılıktan fuhuşa envai çeşit meslek erbabının da yeri yurdu burası.

Dolayısıyla, İstanbulluların çoğu için, mecbur kalınsa dahi ömrü billah girilmeyecek, görülmeyecek, hele hele yaşanması teklif dahi edilemeyecek bir yer. Bir tür pislik yuvası. Kentsel dönüşüm hoyratlıklarına kılıf bulmayı iş edinmiş PR’cıların ağzıyla söyleyecek olursak, ‘çöküntü bölgesi’.

Bunların hepsinden ayrı, sizin benim gibi ‘normal’ görünümlü, sessiz sedasız insanların ve ailelerin yaşadığı, başka bir Tarlabaşı da var, ama onları görebilmek öyle uzaktan, dışardan bakmakla olmaz. Geçelim…

Bu bölge, 1980’lerin başlarında, şimdinin Ergenekon zanlısı ve kaçağı Bedrettin Dalan’ın istimlaklarıyla ‘yukarı’ Beyoğlu’ndan koparıldı. Tarlabaşı Bulvarı, bölgeyi bir bıçak gibi ortadan ikiye böldü. Eski sahiplerinin, gayrimüslerin memleketi terk etmeleri ya da İstanbul’un daha güvenli semtlerine taşınmalarıyla giderek kararan, kavruklaşan Tarlabaşı, bu darbeyle daha da nefessiz kaldı, iyice kurudu. Gayrimüslimlerin yerine, köyleri yakılan, zorunlu göçe tabi tutulan gariban Kürtler doluştu. Böylece semtin çehresi süratle değişti.

Roman-Kürt

İstanbulluların ayak işlerini yapan ve eskiden beri Dolapdere civarında çokça bulunan Romanların Kürtlerle karşılaşması ciddi bir gerilim çıkardı ortaya. Kimileri bu durumu ‘torbacı’ kavgasından ibaretmiş gibi görmek istese de, tansiyonun yükselmesinde, ekonomik nedenlerin yanı sıra, Romanların ezilmişliklerinin de önemli rolü vardı. Günlük hayatta her daim toplum dışına itilen, hor görülen Romanlar, Türk kimliğinin son yirmi yıldaki nefret objesi Kürtlerin şahsında, kendilerini Türklüğe yaklaştıracak, o kimliğin asıl sahiplerinin takdirine ve dolayısıyla hoşgörüsüne mazhar olmalarını sağlayacak ‘öteki’lerini buldular. Kürtler onlara bir tür armağandı adeta. Ne de olsa, Türk kimliği daima öteki yaratarak kendi benliğini oluşturabilmişti, ve onun ilerlediği yolda yürümekte herhangi bir sakınca yoktu.

İşte bu şiddet eğilimi, birkaç yıldır irili ufaklı sokak kavgaları, bıçaklamalarla kendini gösteriyor. Bu olaylar gazetelere, televizyonlara haber olsa da, bu tekinsiz semtte olan bitenler kimselerin ilgisi çekmedi. Toplumun halının altına süpürmek istediği iki grup arasındaki kavga, sessizlikle geçiştirildi.

Bu çekişmenin tatsız olaylara gebe olduğu uzun zamandır biliniyordu. Pazar günü, DTP’nin uğradığı haksızlığı protesto edenlere yapılan saldırı, devlet politikası haline gelmiş ayrımcılığın doğal bir sonucu. Tıpkı, babasından dayak yiyerek büyümüş bir çocuğun, şiddetsiz bir dünya tahayyül edememesi, ya da sorunlarını güç yoluyla çözmekten başka çıkar yol bulamaması gibi.


Pazarda

Bugün, İstanbul yeniden yapılandırılırken, Dolapdere-Tarlabaşı aksı da hızla değişiyor. Çoğunluğu onyıllar önce Rum ustalar tarafından yapılmış irice taş binaların veya cumbalı İstanbul evlerinin bulunduğu semt bakımsızlıktan harap olsa da, giderek daha kozmopolit bir nüfusa ev sahipliği yapıyor.

Orada, sokağa çıktığınızda, beyaz başörtülü Kürt kadınlarını, kara takım elbiseli bıçkın çalgıcı delikanlıları, saçları meçli Roman kadınlarını, bir Avrupa ülkesine kapağı atmak için kim bilir hangi dalavereciye para kaptıracağı günü bekleyen Afrikalıları, İstanbul’da şu ya da bu özel okulda yabancı dil öğretmenliği yapan sarışın Avrupalıları, ailesinin evinden ayrılıp ‘kanka’larıyla ucuza ev tutmuş gençleri, akşam biralarını üç dakika mesafedeki Peyote’de içen Erasmus burslusu yabancı öğrencileri görüyorsunuz.

Tarlabaşı’nın o kötü namlı mahallelerinde oturduğum için, daha önce değil ama, pazar akşamı, DTP’li gruba yönelik tabancalı, satırlı, sopalı saldırıdan dört-beş saat sonra, her zamanki cıvıl cıvıllığının aksine garip bir sessizliğe bürünmüş semt pazarında dolanırken korktum. Beyaz başörtülü, rengârenk kıyafetli Kürt kadınları ortalıkta görünmüyordu. Belli ki onlar benden daha çok korkmuş, kapılarını sıkı sıkıya kilitlemiş, evlerine sinmişlerdi.

Bir an, “Bir gece ansızın gelebiliriz” sloganını çok seven milliyetçilerin kışkırttığı birilerinin, o beyaz başörtülü kadınlara bir fenalık ettiklerini, onlara, onların çocuklarına, kardeşlerine, kocalarına saldırdıklarını düşündüm. Tıpkı 6-7 Eylül akşamında Rum, Ermeni, Yahudi evlerine yapıldığı gibi, o masum insanların evlerinin basılmasından, onların canlarının yanmasından ürktüm. Orada, her şeyin ucuza ve taze bulunabildiği, Afrikalıların, Romanların, yabancıların, okumuş yazmış taifesinin rağbet ettiği o pazarda, bir daha hiç beyaz başörtüsü görememekten korktum.

Geç olacak

DTP’nin kapatılması üzerine çok şey söylendi, çok şey yazılıp çizildi. Tıpkı Ahmet Türk’ün söylediği gibi, rejimin sindiremediği, sindirememek ne kelime, bünyeye girmiş yabancı bir madde gibi adeta kustuğu Kürt hareketinin hataları sayıldı, döküldü. En demokrat yazarlar bile, kapatıldığı günde, DTP’nin neyi yanlış yaptığını sayıp sıralamayı tercih ettiler. Neresinden bakarsak bakalım, memlekette vaziyet karanlık… Ama hiçbir şey, o beyaz başörtülü kadınların, silahtan, paladan, sopadan, ağızdan çıkar küfürden korkup evlerine çekilmesi kadar vahim değil.

Tarlabaşı yalnız değil. Antalya’daki Kürt garsonun, Adapazarı’ndaki Kürt gurbetçinin, Ordu’daki Kürt fındık işçisinin zihninde çakan her korku ışığı, bizim memleketi biraz daha bölüyor, bu toprağın insanlarını öz topraklarından biraz daha koparıyor.

Bu durumun bizlere anlattığı basit bir gerçek var: Kürt meselesini parti kapatarak, Kürtlerin seslerini bastırarak çözeceklerini sanan aklıevvellere karşı hep birlikte mücadele etmezsek, bir şeyler yapmak için çok geç olacak. Bunun sorumluluğunu ve acısını hep beraber taşıyacağımızdan hiç şüpheniz olmasın.

İttihatçılığın düşünce kodlarını çözmüştü

Agos, 11 Aralık 2009

1915’te yaşanan soykırıma ilişkin on binlerce sayfa yazılı tanıklık mevcut. Kurbanların anlattıkları, görgü tanıklarının, misyonerlerin, yabancı devlet görevlilerinin aktardıkları, veya bizzat faillerin satır aralarına sızmış itirafları, yaşananların vahametini ve cesametini bizlere dolaysız olarak aktaramasa da, zihinlerimizde, olup bitene dair bir fikir, bir resim oluşturuyor.

Tehcir ve katliam günlerinde hayatta kalabilenlerin, başlarından geçenlerin izlerini ömür boyu benliklerinde taşıdığını biliyoruz. Gerçek hayatta yaşanan karabasanın tortuları, kimi zaman karanlık rüyalar, kimi zaman aşırı evham, kimi zaman ruhsal veya bedensel hastalıklar şeklinde, yaşayanları etkilemeye devam etti. Açıktan açığa dışa vurulamasa da, onların iç dünyasına, düşünüş biçimine, korkularına, jest ve mimiklerine, beden diline sindi. Fethiye Çetin’in, ömrü boyunca susmuş anneannesi, kılıç artığı Heranuş-Seher’in, oturduğu yerde, ellerini dizlerine sürte sürte”O günler gitsin, bir daha gelmesin!” deyişini unutmak mümkün mü?

İşte o kılıç artıklarının, geride kalanların, Hagop Oşagan’ın romanının adıyla ‘mnatsortats’ların kim bilir ne kadarı, kâh siroza, kâh kansere, kâh vereme, ya da bir kalp rahatsızlığına yakalanıp, vaktinden çok evvel meçhule doğru yol aldı kim bilir?

Peki, iddiayı o kadar ileri götürmeyelim ve soruyu baştan soralım… O kılıç artıklarının, geride kalanların, ‘mnatsortats’ların kim bilir ne kadarı, kahrından ölüp gitmediyse bile, ömrü hayatında mutsuz oldu, mutsuz aileler kurdu, mutsuzluğunu çocuklarına aktardı. Kaçı ruh sağlığını yitirdi, kaçı kurtuluşu alkolde, uyuşturucuda buldu, ya da intihara sığındı?

*

Unutmayalım ki, yaşananlar sadece kurbanlar değil, tanıklar üzerinde de derin izler bıraktı, birçoğunun hayatını kökünden değiştirdi. Bu noktada, tanıkla kurban, kurbanla tanık, belki hiç olmadığı kadar birbirine karıştı, ayırt edilemez hale geldi.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, genç ve hevesli bir Alman subayı olarak görevli geldiği Anadolu’da gördüklerini hayatı boyunca zihninden söküp atamayan, 20. yüzyılın iki büyük soykırımının tanığı Armin T. Wegner mesela…

“Vicdanım beni tanıklık etmeye çağırıyor. Ben çölde çığlık atan sürgünün sesiyim” diyen ve gözünün önünde cereyan edenler karşısında aklını yitirmemek için fotoğraf makinesine sarılan, soykırımdan bugüne kalmış fotoğrafların pek çoğunda objektifin arkasında olan Armin T. Wegner, sonraki yıllarda bir daha hiç rahat uyku yüzü göremeyecek, geceleri kan ter içinde, haykırışlarla uyanacak, kim bilir hangi dehşet verici anının yadigârı bir kronik bel ağrısından şikâyet edecekti sürekli.

Yaşadıklarını hiç unutmayan bir başka tanık da, gazeteci Harry Stuermer oldu. Mesleği icabı, olan biteni belli bir mesafeyle izlemesi ve hep soğukkanlılıkla değerlendirmesi gereken, Kölnische Zeitung gazetesinin muhabiri olarak 1915-1916’da İstanbul’da görev yapan Stuermer, Alman devletinin ve görevlilerinin katliamlardaki rolünü gördükten sonra o kadar dehşete düşecekti ki, kurtuluşu, sonraki hayatı boyunca Alman kimliğinden kaçmakta bulacaktı.

Şair Rupen Sevag’ın İsviçreli karısı Yanni Apel’in aynı günlerde yaşadığı büyük öfke ve hayal kırıklığı da, Stuermer’inkine benzer bir tepki vermesine yol açmıştı. 24 Nisan 1915’te tutuklanan kocasının ölümden kurtulması için Ayazpaşa’daki Alman Büyükelçiliği’ni her gün ziyaret eden ve büyükelçi Wangenheim’a defalarca yalvaran iki çocuk annesi genç kadın, kocasının katledildiği haberini aldıktan sonra anadili Almancayı bir daha hiç diline almamak üzere terk edecek, çocukları Levon ve Şamiram’la birlikte Fransa’ya yerleşecekti.

*

Stuermer’in anıları, daha I. Dünya Savaşı sona ermeden, Almanca olarak Lozan’da yayımlandı. Ardından Fransızca ve İngilizce baskılar yapıldı. (Almanca: Zwei Kriesjahre in Konstantinopel. Skizzen deutschjuntürkischer Moral und politik, Lozan: Payot, 1917; Fransızca: Deux ans de guerre à Constantinople: études de morale et politique allemandes et jeunes-turques, Paris: Payot, 1917; İngilizce: Two war years in Constantinople: sketches of German and Young Turkish ethics and politics, New York: George H. Doran, 1917.)

Mayıs 2002’de Büke Yayınları tarafından Konstantinopl’da Savaşın İki Yılı adıyla yayımlanan ve Yurdakul Fincancıoğlu tarafından Türkçeleştirilen anılarında Stuermer, başlıca amacı bu olmasa da, Osmanlı Ermenilerine karşı işlenen büyük suçun gerçekleşme koşullarına dair, çok içerden ve çok önemli gözlemlerde bulunuyor.

Savaş süresince İstanbul’daki Alman ve ABD elçilikleriyle sürekli iletişim halinde olan Stuermer’in haber kaynakları çoğu zaman diplomatlar ve can güvenliği nedeniyle isimleri açıklanmayan, çeşitli milletlerden Osmanlılardı. 1916’da, ülkeden ayrılmadan önce, sınırda el konulur korkusuyla, tuttuğu notları yok eden Stuermer, Alman bürokrat ve subaylarının, ellerinde imkân olduğu halde, katliamları önlemek için hiçbir şey yapmadıklarını yazar.

Anadolu’nun çeşitli yörelerindeki tehcir kafilelerinin başına gelenleri, tanıklardan edindiği bilgiler doğrultusunda aktaran Stuermer’ın kayıtlarının tarihsel olarak en değerli yanlarından biri, savaş yılları İstanbul’una dair aktardıkları. Bilindiği üzere, 24 Nisan 1915’te İstanbul’da tutuklanıp sürgüne gönderilen ve pek çoğu katledilen aydınlar (resmi belgelere göre ‘elebaşları’) dışında İstanbul’dan tehcir yapılmadığı iddiası, yaşananların bir soykırım olmadığını savunan milliyetçi söylemin önemli dayanak noktalarından biri. Oysa Stuermer, çeşitli Ermenice kaynakların da belirttiği gibi, bu aydınların dışında, başka Ermeni gruplarının da birkaç dalga halinde başkentten sürgüne gönderildiğini yazıyor. Çoğunluğu kente iş bulmak üzere gelen ve bekâr odalarında kalan taşralı genç Ermeni erkeklerinden oluşan bu gruplarda yer alanlar, daha İstanbul sınırları dışına çıkar çıkmaz, İzmit yakınlarında katledildi. Stuermer, bu şekilde kentten tehcir edilenlerin sayısının 2000 kişi olduğunu söylüyor ve bekârlar dışında 50 kadar ailenin de, kadın erkek, çoluk çocuk, onlarla aynı kaderi paylaştığını aktarıyor.

Stuermer’e göre, İttihat ve Terakki’nin başında yer alan Talat, Enver, Cemal triumvirası, partinin ekonomik ve demografik programının bir parçası olarak Ermenilerin kökünün kazınması gerektiğine inanmıştı. Ona göre İttihatçılar, Çanakkale’nin düşmesi halinde Türk-Müslüman unsurun Anadolu’nun içlerinde kendilerine güvenli bir yurt bulması gerekeceği saikiyle hareket ediyordu. Bu bölgede nüfus olarak önemli bir yekûn tutan ve hasım olarak görülen Ermeniler, İttihatçıların kavrayışında, ortadan kaldırılması gereken bir hastalık gibi telakki ediliyordu. Yapılması gereken, elbette ki hastalığı ortadan kaldırmaktı.

Stuermer, tam da bu noktada, Abdülhamit döneminin eski usül kırımıyla İttihatçıların yeni usül soykırımı arasındaki ayrıma vurgu yapıyor. Ermeni bir tanığın ifadesine dayanarak aktardığı şu satırlar bu nedenle anlamlı: “Geçmiş yıllarda, yaşlı Sultan Abdülhamid, zaman zaman biz Ermenilerden binler ve binlercesini kıyıma kurban etti. (…) Ama şimdi karşı karşıya bırakıldığımız canavarlıklara bakınca, artık eski kıyım rejiminde yaşamadığımız için doğrusu esef ediyoruz. Şimdi hayıflandığımız şey, sadece şu ya da bu miktar insanın katledilmiş olması değildir; kör bir ırk nefretiyle ve uygarlaşmış taklidi yapan ve bu yüzden de o ölçüde tehlikeli bir hükümet tarafından tüm ulusumuzun kökünün kazınması yolunda olmamızdır. Bu ağır adımlı modern cinayet yöntemi çok etkilidir. Şimdi hedef alınanlar, uzun mesafeli yürüyüşlerle ve toplama kamplarında açlığa terk edilerek yok olmaları sağlanan kadınlarımız ve çocuklarımızdır.”

Anılarının pek çok yerinde, yazarımızın, zamanın hâkim Batılı değerlerini paylaştığını görürürüz. Örneğin, Stuermer’in Afrikalıları veya Anadolu köylüsünü anlatışında ırkçı bakışın izleri vardır. İngiliz ve Fransız medeniyetlerinin başarılarını öven ve dünyanın geri kalmış bölgelerinin modernleşmesinin, ancak Batı medeniyetinin buraları yönetmesiyle, “ışığını yaymasıyla” olabileceğini düşünen yazarımız, tam da bu pozitivist ve rasyonalist düşünce tarzının yardımıyla, İttihatçı zihniyetin kodlarını kolaylıkla deşifre eder.

Kitabın 2004’te yapılan yeni İngilizce baskısına bir önsöz yazan tarihçi Hilmar Kaiser, Stuermer’in, Ermenilerin kökünün kazınmasının temelinde yatan gerçeği çok iyi gördüğünü söyler. Bu gerçek, İttihatçı milliyetçiliğin modern ‘toplum mühendisliği’ stratejileriyle buluşmasından başka bir şey değildir.

Bu noktada sorulması gereken, belki de, benzer düşünce evrenlerini paylaşan bazı insanların caniliği mubah görürken, bazılarının nasıl olup da onların yaptıklarıyla dehşete düştüğü, insanlığından utandığı?

Cevaplar elbette ki muhtelif, ama galiba ittihatçılara ilişkin her cevabın özünde, modernizmi, pozitivizmi, rasyonalizmi, velhasıl bütün ‘izm’leri ve bütün etnik-dini aidiyetleri aşan, başka bir şey var. Başka bir gözü dönmüşlük. Başka bir kükremiş sel gibi olma hali.


--------------------------------

Harry Stuermer’in anılarından: “Nemelazımcı bir korkaklık”

Almanya’nın tutumu ilk başlarda nemelazımcı bir korkaklıktı diyorum ben. Gerçekten de eğer hümanist temel ilkelere uyulmasını istiyor olsa idik, askeri ve mali açıdan elimiz, Türkiye’nin öylesine sağlamca üzerindeydi ki, hiç zorlanmaksızın isteklerimizde ısrar edebilecek ölçüde güçlüydük. Enver’in ve de özellikle de ülkenin içişleri politikasından sorumlu bakan kimliğiyle Ermeniler hakkındaki her soruyu yanıtlamağa mecbur olan, Türkiye’nin gerçek diktatörü şu Talat’ın bir kez seçmiş oldukları yolda, koşulsuz olarak, Almanya’yı körü körüne izlemekten başka seçenekleri yoktu; eğer vahşi içgüdüleri için çok değerliyse, Ermeni sorununda Almanların vereceği emre de dişlerini gıcırtarak aynı şekilde boğun eğmek zorundaydılar…

*

Böylesine ciddi bir suçlamayı dile getirmeye beni iten şey ne olabilir? Şu: Bu bahtsız halka karşı girişilen hemen her zulüm hareketinin ardından Muhterem Ermeni Patriği’nin, çevresindeki yardımcılarıyla birlikte, gözyaşları içinde Elçiliğe gelmesi ve artık kendilerine etkin bir yardımda bulunması için Elçiye yalvar-yakar olmasıdır. Elçilik binasında bu tür sahnelerin birçok kez tanığı oldum ve görevlilerin kendi aralarındaki konuşmalara kulak misafirliği ettim. Diplomatlarımızın, resmi Alman itibarını, incinmiş görevlilerin gururunu korumak gibi bir endişeleri olduğunu görmedim; Ermeni halkının başına gelenler onları hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. En alt kademeden en üst düzeye kadar her kademedeki birçok Alman’ın ağzından, durumun, resmi bir Alman yorumunu gerektirdiğini sanmadıkları sözünü, Ermeni ırkına dönük nefret haykırışlarını kaç kez duymuşluğum var.

Harry Stuermer, Konstantinopl’da Savaşın İki Yılı, İstanbul: Büke, 2002.

Harput’ta bir İstanbullu

Agos, 11 Aralık 2009

Yervant Sırmakeşhanlıyan, namı diğer Yeruhan, karısı ve iki çocuğuyla 1913’ün yazında İstanbul’u bırakıp Harput’a, Getronagan okulunun müdürlüğünü yapmaya gittiğinde, taşrada vaziyet iç karartıcıydı.

Dört beş yıl öncesinin umutlu havası darmadağın olmuş, geleceğine inanılan barış bir türlü gelmemiş, umut, yerini eskisinden daha da beter yeni gerginliklere, yeni baskılara, yeni baskınlara, yeni talanlara ve elbette yeni ölülere bırakmıştı.

Bu kaçıncı göçüydü Yeruhan’ın? Bu kaçıncı gidişi?

1896’da, Taşnakların Anadolu’daki kırımlara dikkat çekmek üzere Osmanlı Bankası’nı basmasının ardından İstanbul sokaklarında başlayan Ermeni avının canlı tanığı ve kurbanı olarak kendisini güçbela Bulgaristan’a, Varna’ya atmış, göçmenliğin acısını ilk o zaman tatmıştı.

Oysa, adı yeni parlamıştı. İstanbul’da yapacağı çok şey vardı. Daha on dokuz yaşında, 1889’da Dzağig (Çiçek) dergisinde çıkan yazılarıyla, toplumsal sömürüyü, adaletsizlikleri, bunlarla mücadele etme yöntemlerini sorgulayan bir yazarlar çevresine adım atmıştı. Tahsili yoktu, ama kendi kendini eğitmiş, Fransızca öğrenmiş, ünlü Arevelk (Doğu) gazetesinde yayımlanan öyküleriyle, Arpiar Arpiaryan, Hrant Asadur, Dikran Gamsaragan ve Krikor Zohrab gibi dönemin önemli isimlerinin dikkatini çekmişti.

Varna’da, bilmediği bir diyarda, kendini yazı işlerine daha çok verdi. Şarjum (Hareket) adlı bir gazete ve Şaviğ (Yol) adlı bir dergi çıkardı. Bu dönemde, İstanbul’daki gazetelerde çıkan yazılarında ‘Kağtagan’ (Göçmen) mahlasını kullanması, zihninin ve yüreğinin göçmenlikle, ve memleketiyle ne kadar meşgul olduğunu gösterir.

1904’te Mısır’a geçti. Orada Sisvan dergisini çıkardı ve siyasi bir suikasta kurban giden ustası Arpiar Arpiaryan’ın ardından, Lusaper (Aydınlatan) dergisinin başyazarlığını üstlendi.

1908’de, II. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle, Abdülhamit zulmünden kaçmak için göçmenliğe düşmüş yüzlerce Ermeni aydını gibi, İstanbul’a döndü. Tahsili yoktu, ama öğretmen oldu, Karaköy’deki Getronagan’da ve Üsküdar’daki Surp Haç okulunda Ermenice dersleri verdi. Yazdı, yazdı, yazdı…

1913’te, yine pek çok Ermeni aydının yaptığı gibi, Anadolu’ya geçti. Hasköy doğumlu bu İstanbul çocuğunu, ‘yergir’, yani memleket çağırıyordu. Yeruhan ve onun gibi düşünenler, Anadolu’da imkânsızlıklar içindeki genç kuşağın yardımına koşmak istediler o yıllarda. Sanki uzaktan, derinden gelen bir sihirli bir melodi, okumuş yazmış Ermenileri oralara çağırıyordu.

Yeruhan, yola çıkarken, Anadolu’da olup bitenlerden ötürü endişeliydi. Dostu Artaki Hazarabedyan’a yazdığı mektuplarda, hissettiği korkuyu açık seçik görebiliyoruz. O sıralarda, Harput’ta, Malatya’da, Sason’da, Sivas’ta neler yaşanıyordu? Yeruhan neden çekiniyordu? Neden durmadan bir daha İstanbul’u görememekten bahsediyordu?

Acaba, o gün de, bugün Türkiye’nin çeşitli kentlerinde yaşandığı gibi, insanlar gün gözüyle öldürülüyor, dövülüyor, taşlanıyordu muydu?

Yeruhan Harput’tan 1915’te tehcir edildi. Müdürlüğünü yaptığı Getronagan okulunun yüzlerce öğrencisi ve onların aileleri, öğretmen-yazar dostu Hovhannes Tılgadıntsi, Rahip Bısag Der Khorenyan, Yeprad Koleji öğretmenleri, eşi ve iki çocuğu ile birlikte, Elazığ-Diyarbakır yolu üzerinde, Mastar Dağı’nda, Deveboynu adıyla anılan yerde öldürüldü.

29 Şubat 1914 tarihli mektubunda, sevgili dostu Hazarabedyan’a, “Her şey olabilir. Burası İstanbul değil. Her şey pamuk ipliğine bağlı” diye yazmıştı.

Kahpe felek! Yeruhan’ın bütün korkuları haklı çıktı.

----------------------------------


Yeruhan’ın mektuplarından

İstanbul, 28 Ağustos 1913

Sevgili Artaki. Seni görmeden, İstanbul’dan… Harput’a doğru gidiyoruz. Allah çok çektirmesin, diyeceksin. Mühim değil, zaten çekiyoruz. Acaba bir daha birbirimizi görür müyüz? İçim sıkıntıyla dolu ayrılıyorum.

Mamüretülaziz, 30 Eylül 1913

Seyahatimiz çileli ve uzundu. 19 gün sürdü. Az kalsın minik Diran’ımı yollarda bırakacaktık. Arabanın içinde on gün hasta baktık. Anadolu’nun ıssız dağlarında dehşetli şeyler yaşadık.

Bu memleket ve bu hayat benim için bir araştırma sahası. Sağ kalırsam, İstanbul’a defterim dolu döneceğim. Üsküdar’ı, hele hele suyunu ve havasını unutmayacağım. Uzaklaşmama sebep olanlar bana bir fenalık etmiş olmadılar. Surp Haç okulunun iyi vaziyette olmasını istiyorum, nihayetinde üç yıl çalışıp çilesini çektim. Hoş, çalışmanın ve çilenin değeri ne zaman anlaşılmış, takdir görmüştür ki?

Mamüretülaziz, 29 Şubat 1914

“Jamanak” birkaç makalemi basmadı. Belli ki korkuyorlar. Peki, eğer taşradaysan ve zulme başkaldırmayacak ya da talanların hikâyesini anlatmayacaksan, başka ne yazabilirsin ki? Bu tür şeyler de “ahalinin huzurunu bozuyor”. Bu yüzden yazılarım düzensiz çıkıyor; “zararsız” konu buldum mu, yazıyorum. Ah o Üsküdar’da beraber olduğumuz günler! Şimdi karnımızı o günleri hatırlayarak doyuruyoruz. Bir daha birbirimizi ne zaman göreceğiz acaba? Kim bilir, belki de hiç görmeyeceğiz. Her şey olabilir. Burası İstanbul değil. Her şey pamuk ipliğine bağlı. Geçen gün, buradaki mahkemenin hâkimi –düşünsene, hâkimi! – Ermenilere, seçimlere katılmazlarsa Adana’da olduğu gibi kırıma uğrayacaklarını duyurdu. Ve bu İttihakçı serseri bir hâkim. Öbürlerini düşün bir de.

Mamüretülaziz, 11 Ekim 1914

Ruh halim tasvir edilemez. Böyle bir vakitte “çoluk çocuk”la beraber Anadolu’nun ta diplerinde bir yerde olmak kolay şey değil. Bir gün sağ salim görüşebilecek miyiz acaba?


(Kaynak: Teotig, Amenun Daretsuytsı 1916-1920 [Herkesin Yıllığı], İstanbul, 1920.)

Yoldaş Pançuni yüz yaşında (II)

Agos, 4 Aralık 2009

Yervant Odyan’ın, Ermeni devrimci partilerinin faaliyetlerini hayali bir devrimci kahramanın Anadolu’daki maceralarını mercek altına alarak hicveden eseri Yoldaş Pançuni, II. Meşrutiyet’in öncesi ve sonrasında, Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde hâkim olan koşullar hakkında edebi –ama gerçeklikten pek de uzak olmayan– pek çok ipucu sunar.

Abdülhamit döneminde Anadolu’da Ermenilerin uğradığı baskılar; 1908’de Meşrutiyet’in ilanıyla siyasi ve sosyal hayattaki canlanma; Anadolu’daki Ermeni nüfusun güç yaşam şartları; devrimci Ermeni partilerinin taşradaki koşulları kavramakta çektiği güçlükler; devrimcilerin kilise karşıtlığının, kültürel farklılıkların sıradan halkta yarattığı yabancılaşma; Ermeni partileriyle Kürtler arasındaki karmaşık ilişkiler; Ermeni halkının, partilerin birlikte hareket etmemesine duyduğu tepki, ve bütün bunların yarattığı karmaşa, eserin anatemasını oluşturur.
Uçuk kaçık bir devrimci portresi

Sovyet dönemi Ermenistanı’nda yayımlanmasına izin verilmeyen, Yerevan’da ancak rejimin çözülmekte olduğu 1989’da basılabilen Yoldaş Pançuni, konuşurken mangalda kül bırakmayan, ancak gerçeklikle karşı karşıya kaldığında çuvallayan, ayakları yere basmayan solculara yöneltilmiş, hayli erken ve sivri bir eleştiridir. Uygun olmayan koşullarda, hele kırsal kesimde sosyalizmi anlatmak için gerekli zeminin olup olmadığına bakmaksızın, kitapta yazanla gerçekte var olan arasındaki tezatları akıl süzgecinden geçirmeksizin, ezberlediklerini tekrarlayan Pançuniler, sonraki dönemlerde de çokça var oldu elbette. Pançuni’nin “insanlığın büyük ailesine ait” olduğunu ve “ünlü tiplerin evrensel galerisinde İspanyol Don Quijote’un, İngiliz Pickwick’in ve Fransız Tartarin’in yanında yer almaya hak kazandığını” yazan Mikayel Gürciyan, bu yüzden yerden göğe kadar haklıdır.

Yervant Odyan’ın eseri devrimcilere soldan yöneltilmiş bir eleştiri, bir öz-eleştiri değildir. Hatta, Odyan’ın çok sevdiği yazar arkadaşı Arpiar Arpiaryan’ın 1908’de Hınçaklarca düzenlenmiş bir suikasta kurban gitmesinin ardından belli bir öfkeyle yazıldığı söylenebilir. Yazara göre, devrimci olmayan koşullar altında atak bir propaganda faaliyeti yürüten Ermeni devrimciler, halk yaşamsal tehdit altında bulunduğunda (bir kırımla karşı karşıya kaldığında) sıvışmakta, yeri geldiğinde hükümete, kolluk güçlerine yaranmaya çalışmakta, üstelik, bir ölçüde kendilerinin de sorumlu olduğu can kayıplarından kahramanlık destanları devşirerek gerçeklikten iyice kopmaktadır.

Pançuni’den Türkiye soluna
Yoldaş Pançuni, bizleri, resmi tarihin bugün bütünüyle ‘terör’ ve ‘ayrılıkçılık’ heyulasıyla yaftalamaya çalıştığı Ermeni devrimci partileri üzerine düşünmeye davet ediyor kaçınılmaz olarak. Devletin, ulus-devletin kirli işlerini gözlerden ırak tutmak için çokça kullandığı taktiklerin, Türkiye’de sol harekete dair tarihyazımına belli ölçülerde sirayet etmiş olması ise bu tartışmayı daha da anlamlı kılıyor.

Türkiye’de sol hareketlerin tarihi genellikle ‘Türk’ sol hareketinin tarihi olarak anlatılır. Memleketteki sosyalist mücadelenin tarihi yazılırken, genellikle Mustafa Suphi’nin, fiefik Hüsnü’nün TKP’si, ya da iyi ihtimalle Osmanlı Sosyalist Fırkası ve İştirakçi Hilmi milat kabul edilir. Rum, Bulgar, Makedon, Yahudi, Ermeni devrimcilerin faaliyetlerini, Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’nu, Beynelmilel İşçiler İttihadı’nı, çalışan sınıflar içerisinde gayrimüslim nüfusun tuttuğu yeri, Vlahov’u, Beneroya’yı göz ardı eden bir bakış, yaşadığımız coğrafyada sınıf kökenli siyasi mücadelenin biriktirdiği deneyimin sonraki kuşaklara aktarımında ciddi bir sorun teşkil ediyor elbette. Oysa, resmi tarihin yarattığı sis perdelerini aralayarak, etnik ve coğrafi çokkültürlülüğe dayalı bir tarihsel anlatıyı yeniden kurmak için algı kapılarını açık tutmakta sonsuz yarar var.

Misal, “Hınçak Partisi’nin 1887’da hazırlanan programında ‘baskı’ ve ‘sömürü’ kavramlarını kullanması, düzeni analiz ederken ‘sömürenler’ ve ‘sömürülenler’ ayrımına dayanan Marksist bir dağarcıktan yararlanması, mevcut sistemi insani ve sosyalist ilkeler doğrultusunda yıkacak bir devrimi amaçladığını ilan etmesi, Osmanlı topraklarındaki sosyalist mücadelenin önemli başlangıç noktalarından biri olarak kabul edilebilmeli, Türkiye’de sol hareketin anlatısına dahil edilebilmelidir…” – demek istiyorum.

Ermeni devrimci partilerinin bir ‘milli’ meselesi olduğu, özellikle kuruluş yıllarında Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde bağımsız bir Ermenistan fikrini savundukları açıktır. Ancak, sonraki yıllarda bu partilerin imparatorluğun diğer ezilen kesimleriyle ve farklı siyasi odaklarla ittifak arayışına yönelmesinin, onların keskin söylemini törpülediği, bağımsızlık talebinin giderek özerkliğe, onun da Prens Sabahaddin çizgisinde bir adem-i merkeziyete evrildiği gözden kaçmamalıdır.

II. Meşrutiyet’in ilk yılları, gerçekten de, Ermeni siyasi partilerinin görece serbest bir ortamda faaliyet gösterip propaganda yaptığı, terör taktiklerini bir yana bırakıp yasal siyaset güttüğü, hareketli bir dönemdi. Taşnakların İttihatçılarla, Hınçakların da onların rakibi olan Hürriyet ve İtilaf’la yaptığı ittifaklar, bu partilerin Osmanlı siyasal sistemine dahil olmasını sağlamış, her iki parti de Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda temsil edilmişti. İki parti, 1908-13 döneminde, yaptıkları yayınlar, düzenledikleri kitlesel gösteri ve toplantılar, örgütlenme biçimleri, çalışan sınıflarla kurdukları ilişkiler, adem-i merkeziyet talepleri, muhalefet etme biçimleriyle özgül bir sürecin yaratılmasına katkıda bulundular.

1915’te Ermenilerin maruz bırakıldığı soykırımın ve 1923’teki nüfus mübadelesinin Anadolu’daki toplumsal yapı üzerinde yarattığı tahribat, yukarıda sözü edilen deneyimlerin farklı etnik gruplara mensup halk tabakaları tarafından içselleştirilmesini ve sonraki kuşaklara aktarılmasını engelledi. Ancak, sermayenin radikal bir şekilde el değiştirdiği bu süreci ‘emperyalizmin işbirlikçisi gayrimüslim burjuvazinin tasfiyesi’ diye meşrulaştıran bir sol hareketin ahlaki temelden yoksun olacağı da yadsınamaz. Hele, tasfiye edilen sadece burjuvazi değil, onlarla birlikte, işçisi, köylüsü, çiftçisi, zanaatkârı, aydını ve bütün toplumsal çeşitliliğiyle, özbeöz bu toprakların çocuklarıysa…