Judith Butler’dan esinlenerek
Kaybımızın bizlere anlattığı bir şey var. Kaybın ‘biz’e ait olması, onunla ilişkimize, onun bizim için ifade ettiği anlama ve nihayet bize, kendimize dair bir şeyler söylüyor.
Onun aramızdan alınışı bizim kaybımız olduğuna göre, onu biz kaybettiğimize göre, onda bize, bizde ona ait olan bir şeyler vardı. O bize, biz ona aittik bir ölçüde. Kimimiz için sıkı sıkıya örülmüş, kimimiz içinse daha gevşek bir bağla, ama bağlıydık birbirimize. Onu sevmiş, ona kızmış, ona sesimizi duyurmaya çalışmış, onu dinlemiş, ona bel bağlamıştık. Hayatımızda bir yeri vardı.
Onu kaybetmek, bizi öncekinden çok daha farklı bir biz yaptı. İstesek de istemesek de, eski biz değiliz artık. O kaybın bizi sonsuza dek dönüştüreceğini idrak ettik; isyan etsek de bu gerçeğe boyun eğdik, öyle ya da böyle ona razı geldik. Yaşadığımız kayıp, bizi sonsuza dek dönüştürdü.
Kaybımızın büyüklüğü, böyle olmasını gerektiriyordu. Kaybımız nedeniyle dönüşüp değişeceğimizi anladık da, bu değişimin ne yöne olacağını bilemedik, kestiremedik; bilemiyor, kestiremiyoruz. Hayat da o kestirilemez, iradi veya gayri iradi, kimi zaman hükmedebildiğimiz ama çoğu zaman müdahale edemediğimiz, bizi yazgımızın şu ya da bu patikasına yönelten ayak izlerinde saklı zaten.
*
Acımız büyük oldu. Önceden bilemeyeceğimiz kadar büyük. Kimi zaman ağır ağır yükselen, kimi zaman ani darbelerle sarstı bizi. Gün geldi hiçbir şey yapamaz olduk; gün geldi, yaşadığımız hayatın anlamsızlığı, etrafımıza bir duvar örmemize neden oldu. En hızlı çalışma gününde birden takatsiz, en hararetli tartışmada birden mecalsiz, en hızlı koştuğumuz anda birden tıknefes kaldık. Neden, niye olduğunu çoğu zaman bilemeden.
Bütün tasarruflarımızdan ve bütün tasavvurlarımızdan daha geniş, daha büyük, daha güçlü bir şey vardı bulutların arasında; kaybımızdı, sezer gibi olduk, bilemedik.
Bilemedik ki, bu bilmeme hali her şeyden çok kendimize dairdir. Bilemedik ki, biz onda kendimize dair bilmediklerimizi bulmak istedik. Onda kendimizi tanımlamak, istedik. Onu kaybettiğimizde, kaybettiğimiz bizdik aynı zamanda.
Bütün bu bilinmezlikler arasında hissediyoruz ki, kendimizi bulmak, aynı zamanda onu bulmak anlamına gelecek. Onu bulmak, ancak kendimizi bulmakla mümkün olacak.
*
Kaybımız, acımız, yasımız, kederimiz, bizi hareketsizliğe, atalete, içimize kapanmaya yöneltmedi. Aksine, zaten bütün benliğimizi ateşiyle sarmış olan arayışımızı güçlendirdi. Onunla birlikte kendimizi de kaybettiğimize göre, artık kaybedecek bir şeyimiz kalmamıştı. Bu da, kazmayı daha derinlere, en derinlere vurma konusundaki cesaretimizi artırdı.
Onu arıyormuş gibi yaparken aslında kendimizi aradık.
Onunla kaybettiğimiz şey neydi?
Onunla beraber yitip giden neydi?
Yitip gidenleri çıkarsak, geriye bize dair ne kalırdı?
Peki biz şimdi neyiz?
Kimiz?
Soruların alacakaranlığında kendimizi aramaya devam ettik.
*
Kendimizi ararken, kendimizi bulmak için kaybımıza baktık sürekli. Öğrendiklerimizi onun hayat deneyimlerinin süzgecinden geçirip yeniden yorumladık.
Orada, bitmek bilmez bir başkalaşma çabası gördük. Başka biri haline gelmek anlamında değil, kendini dur durak bilmeksizin başkalarının yerine koyma, dünyaya ve kendine başkalarının gözünden ve onların mesafesinden bakma, dünyayı, binlerce gözü olan bir insan gibi, bin bir farklı açıdan anlamlandırma çabası.
Kaybettiğimiz, bu çabanın içselleştirilip bir var oluş biçimine dönüştürülmesiydi belki de.
Başkalarının da en az bizim kadar yaralanabilir olduğunun farkına varamayacaksak, şikâyetçisi ve mağduru olduğumuz haksızlıklardan başkalarını korumayacaksak, yaşadıklarımızdan bir şeyler öğrendiğimiz söylenebilir mi?
Acımız, yasımız ve kederimiz bize, daha iyi insanlar olmak istiyorsak, başkalarının yüreğine nüfuz etmek istiyorsak, ortak dertlerimize birlikte derman bulmak istiyorsak, başkalarının acısını duymaya, başkalarının yasını görmeye, başkalarının kederini hissetmeye amade olmamız gerektiğini öğretiyor.
Kaybımızın hepimizin kaybı olması, hepimizin onun üzerinde hak iddia etmesi, herhalde en çok, onun, içinden taşan bir samimiyetle, doğallıkla taşıdığı melezliğinden ileri geliyordu. Samimiyeti, teklifsizliği, dobralığı ve yürekliliğiyle, sınırların bir o bir bu yanından hepimize el sallayarak, kimliklerin hapsedici duvarlarını bir çırpıda aşarak, başka türlü bir var oluşun mümkün olduğunu göstermesiydi bizi ona bağlayan. Gözlerimizle görüyor, ama yaptıklarının, söylediklerinin gerçekliğine bir türlü inanamıyorduk. O, başka türlüsünü hayal edendi.
Bizden alınan, bunları böyle yaptığı için bizden alındı, ve biz onun yaptığını kendi usulümüzce yapmanın yolunu yordamını henüz bulamadığımız için eksiğiz.