Gülünç oyunlara devam mı?

Agos, 12 Kasım 2010

Patrikhaneyle, vakıf yönetimleriyle, okulların bütçe açıklarıyla ilgili meseleleri konuşurken, bir yandan da ve asıl olarak, İstanbullu Ermenilerin kendileri için nasıl bir gelecek tasavvur ettiklerini tartışıyoruz.

Mevcut durumdan kimsenin memnun olmadığı bir gerçek. Sorunların ne olduğu konusunda hemen herkes ittifak halinde; çözüm konusunda herkesin söyleyecek sözü var, ancak ne gariptir ki, çözümü getirecek irade ve pratik adım hiç kimseden gelmiyor.

Herkesin şikâyet ettiği, herkesin konuştuğu ama kimsenin esasen bir şey söylemediği bir acayip dönemdeyiz.

Manzara net. Patriklik seçimi konusunda her şeyi elimize yüzümüze bulaştırmış durumdayız. Organizasyondan yoksunuz. İstanbul’da kaç Ermeni’nin yaşadığını, kaçının neyle uğraştığını, maddi olarak ne durumda olduklarını bilmiyoruz. Vakıflarımız iyi yönetilmiyor. Doğru düzgün bir seçim bile yapamıyoruz. Okullarımız giderek öğrenci ve güç kaybediyor, eğitim kalitesi düşüyor. Ermenice hayattan bütünüyle çekilmiş durumda. Geçmişte kültür hayatının lokomotifi durumundaki dernekler neredeyse atıl halde.

Velhasıl yolunda giden pek bir şey yok ve hepimiz de bunun böyle olduğu konusunda hemfikiriz.

Peki, neden çözüm üretemiyoruz?

Ne acı ki, çözümsüzlüğün birinci nedeni samimiyetsizliğimiz. Hepimiz ortak bir yalanlar havuzunun içinde yüzüyoruz. Sorunları tarif ederken, çözüm önerirken, eleştiri yaparken, hep bir –mış gibi yapma halindeyiz. Sorunları tarif ediyormuş gibi yapıyoruz, eleştiriyormuş gibi yapıyoruz, çözüm öneriyormuş gibi yapıyoruz.

Ermeni toplumu, dehşet verici bir kapalılığın esiri durumunda. Göz önünde olan aktörlerin neredeyse hiçbiri sistemi eleştirmeyi göze alamıyor. Göze alamıyor, çünkü sistem bütünüyle güç ve para odaklı bir düzen öneriyor ve kimse bunu kökten eleştirerek kendisinin ve temsil ettiği kurumun çıkarlarını riske etmek istemiyor. Maddi açığı olan vakıfların yöneticileri, daha rahat durumdaki vakıfların yöneticilerini, onlardan gelecek yardımlardan mahrum kalacakları korkusuyla eleştiremiyor. Eğitimciler, işlerinden olacakları kaygısıyla yöneticiler karşısında söz söyleyemiyor. Bu zincir böyle uzayıp gidiyor.

Dolayısıyla, eninde sonunda hepimiz, var olan sorunların parçası ve bu sığ girdabın da sorumlusuyuz. Eğer durum tahlilini içten bir şekilde yapmaz ve ona göre hareket etmezsek, hızla yuvarlanmakta olduğumuz toplumsal ve kültürel çöküşün de sorumluları olacağız.

Bizi bu noktaya getiren sistemin gerçek bir eleştirisini yapmamız ve kendimize yeni bir yön çizmemiz gerekiyor. Türkiye Ermenilerinin önündeki hayati sınav, olmak ya da olmamak kavgası bu.

Öncelikli hedef, Ermeniliğini ve Türkiyeliliğini gerçekten yaşayabilen, anadilinde konuşup yazabilen, kendini iyi ifade edebilen, dünyayı demokrat ve insancıl bir perspektiften algılayabilen bireyler yetiştirmek olmalı. Çünkü bütün kurumlar ancak insan gücüyle ayakta kalabilir ve gelecek nesillere aktarılabilir.

Bunu yaparken toplumun hali pür mealini ortaya çıkaracak bir röntgenin çekilmesi için çalışmalar yapmalıyız. Mevcut ekonomik sıkıntıların nerelerden kaynaklandığını, hangi alanlarda yetişmiş insan gücü sıkıntısı olduğunu tespit etmeliyiz. Yoksul durumdaki, kendisini dışlanmış hisseden insanlarla bağ kurmalı ve onları kendi hayatlarını idame ettirebilecekleri bir düzeye çıkarabilmeliyiz.

Bunu nasıl gerçekleştirebiliriz?

Patrikhane’nin odakta olduğu, vakıf yönetimi için seçilen yöneticilerin toplum lideri gibi davrandığı, parası çok olanın sözünün geçtiği bir ortamda işlerin yolunda gitmediği çok açık. O zaman, Patrikhane’nin görev ve yetkilerini konuşmalıyız. Vakıfların asli amaçlarını tartışmaya açıp belki yeni örgütlenme modelleri aramalıyız. Okullarda hangi metotları uygularsak başarılı olacağımızı, işinin uzmanı insanları bir araya getirerek kararlaştırmalı ve bu kararları uygulamayı birilerinin iki dudağı arasına bırakmamalıyız.

Velhasıl, yeni zamanların ruhuna uygun arayışların içinde olmalıyız.

Az olmamız, azalıyor olmamız, daima koruma ve korunma güdüsüyle hareket etmemize neden oluyor. Bu bizi akıl almaz bir muhafazakârlığa götürüyor ve salt muhafaza ederek de hiçbir şeyi koruyamıyoruz.

Bunları gerçekten tartışmazsak, Başepiskopos Ateşyan ona nişan vermiş, Üç Horan seçimi yapmamış, baldırıçıplaklar yönetime talip olmuş gibi muhabbetlere daha çok devam ederiz.

Bu sığ çekişme ortamını heyecanlı bulanlar da vardır elbette. Böyle yaşamaya devam da edebiliriz. Bu da bir tercih… Ama bu oyunu oynayanları gülünç hale düşürecek bir tercih.

Gülünç olmaya razıysak, aynen devam.

Bizi geçmişe bağlayan

Agos, 12 Kasım 2010

Misak Toros’u yakından tanımazdım, sadece merhabamız vardı.

İstanbul’daki Ermeni tiyatro sahnelerinin sevilen bir emektarıydı. Gitaristliğiyle, tasarımcılığıyla, oyun-culuğu ve yönetmenliğiyle, hayatı boyunca sanatla yoğrulmuş bir büyüğümüzdü.

Onyıllarca çabalamış, gülmeye, güldürmeye, insanları eğlendirmeye çalışmıştı. Bu, neresinden bakarsanız bakın saygı duyulacak bir emek demektir.

Onu kaybettiğimizi duyduğum an, onunla birlikte kaybettiğimiz şeyin geçmişle kurduğumuz ince bir bağ olduğunu düşündüm. O bağ, bizi dolaylı da olsa Osmanlı zamanlarının İstanbuluna, eski zamanlara ve eskilerin tiyatro sahnesine bağlıyordu.

Misak Toros, bir zamanlar Ermeni oyuncuların ve yönetmenlerin en önemli sürükleyicisi olduğu Osmanlı tiyatro geleneğine doğrudan mensup değildi belki, ama onun gölgesini üzerinde taşıyan, biraz uçarı, biraz çelebi bir havası vardı.

Misak Toros’un gidişiyle, bizi geçmişe bağlayan o ince bağ biraz daha inceldi.

Sevenlerinin başı sağ olsun.

Zirveden dibe ve yeniden umuda

Agos, 5 Kasım 2010

1990’lar, Ermenilerin, onyıllarca süren korkuların ardından, o zamanlar için hayli cesur sayılabilecek eşit yurttaşlık talebiyle ortaya çıktığı ve bu talebin altını da sözle, eylemle doldurduğu bir çıkış dönemiydi.


ASALA suikastları döneminde bir kez daha ‘hain’, ‘köpek’, ‘düşman’ gibi sıfatlarla anılmaya başlanan ve yurtdışına göçe zorlanan, zaten bir avuç kalmış Ermeniler, Kürt siyasi mücadelesinin şiddetlendiği yıllarda bir kez daha itilip kakılırken, aynı Kürt hareketinin açtığı yolu adımlayarak, kendi kimliklerini anlatmaya, uğradıkları haksızlıkları ifade etmeye başladı.


Bu dönemin iki önemli simgesi vardı. İlki, cumhuriyet döneminde kamusal alanda söz söyleme cesaretini gösteren ilk Ermeni entelektüeli olan Hrant Dink’ti şüphesiz. Konuşur ve eylerken hem kendi küçük toplumunun dertlerini dile getiren, hem de onun ve bütün Türkiye’nin dönüşmesine katkıda bulunan bir yordam öneren, o güne kadarkilerden çok farklı, alternatif bir duruştu onunki. İkinci simge ise, doksanlarda yaşanan o toplumsal dönüşümün bir meyvesi olarak patrik seçilen Başepiskopos Mesrob Mutafyan’dı.

Bu iki simgenin 1996’da Agos’ta ve 1998’deki patrik seçimlerinde yan yana gelmesi, birlikte fikir üretmesi tesadüf değildi. Zamanın ruhuyla ilgiliydi. Agos nasıl Ermeni toplumunun içindeki muhafazakâr, tektipçi, dediğim dedikçi zümreye karşı bir başkaldırıysa, patrikliğe, devletin ve onun Ermeniler arasındaki uzantılarının tüm karşı çabalarına rağmen Mutafyan Sırpazan’ın seçilmesi de, Agos’la dışa vurulan cesaretin Ermeni tabanında gördüğü kabulün ilanıydı.

Bu gelişmeler, Türkiye Ermenilerinin yarattığı dönüşümün, karanlık ve sancılı bir devreden geçen, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra kendine bir yol çizmeye çalışan Türkiye’nin epeyce ilerisinde bir siyasal söylem yaratmasına yol açtı. Elli bin kişilik küçücük bir toplum, 70 milyonluk koca bir denizin içinde başka türlü bir vaha yaratma yolunda ilerliyordu.


Ancak, II. Mesrob’un daha seçilir seçilmez, o güne dek kendisini alaşağı etmek için her yolu mubah sayan devletlû zümreye mavi boncuk dağıtmaya girişmesi, kendisine umut bağlayan halktan kesimi hor görüp kendini onlardan soyutlaması, büyük bir hayal kırıklığı yaratacaktı. Ermenilerin devri sabıkı, yani eski rejimi, ayakta duracak zemini bizzat Patriğin şahsında buluyordu bir kez daha.

2000’lerin ilk yıllarında Türkiye’de rüzgârların sertleşmesi, dönüşümü büyük ölçüde sekteye uğrattı. Hrant Dink sistemli bir kampanyayla önce hedef haline getirildi ve sonra aramızdan alındı. II. Mesrob, devletle fazlasıyla içli dışlı olmaktan dolayı, dil ve adalet terazisini yitirdi; Genelkurmay Başkanı’yla görüşerek sorunlara çözüm bulmaktan medet umacak kadar düştü; kendisine verilen yakın koruma polisi kanalıyla kim bilir hangi etkilere, hangi telkinlere maruz kalıp akıl sağlığını yitirdi.

Karanlık bir manzara

Bugün artık başka bir zamanda yaşıyoruz ve bu zaman hiç de iç açıcı değil. Ermeni okullarına giden öğrenci sayısının giderek azaldığı, kültürün gerilediği, ben yaptım olduculuğun, gücün ve paranın egemen olduğu bir dönemden geçiyoruz.

Öncekinin zıddı bu dönemin iki simgesinin, patriklik makamını rehin alan Başepiskopos Ateşyan’la, kendi kendini cemaat başkanı ilan eden Bedros Şirinoğlu olması da tesadüf değil elbette.
Meydanı adeta bomboş bulan, devlete biat edip kendi halkını duymazdan gelen bu iki şahsiyetin yarattığı karanlıktan cesaret alan fırsatçılar da, başlarını artık çok daha rahat çıkarıyor. Her türlü toplumsal ilişki çok daha hızlı kirleniyor.

Onyıllardır pervasız bir güç odağı oluşturan, bütün Ermenilere ait kıt kaynakları dilediği gibi kullanıp göstermelik bilançolar dışında kimseye hesap vermeyen, çöreklendikleri vakfı adeta bir arpalık gibi yöneten Beyoğlu yönetiminin gösterdiği performansın bu kadar bayağılaşabilmesi de elbette ki bu sığlığın ürünü.


Seçimde alışık olmadığı bir şekilde rakip bir liste aday olunca ne yapacağını şaşıran, oylamayı İstanbul geneline açmayıp Feriköy’den, Kurtuluş’tan, Şirinevler’den seçmen taşıyan ve bu durum belgelenince de, dürüst insanların yapacağı gibi istifa etmek yerine dava üstüne dava açan, üstelik açtığı her davayı da kaybeden Beyoğlu yönetimi, bugün de, seçmen listelerini halktan kaçırıyor, yasal sürelere uymadığı gibi, listelerin askıda kalma ve itiraz günlerini resmi tatillere denk getirerek uyanıklık yaptığını zannediyor.


Son birkaç yılda yaşanan sarsıntılar geleneksel ağalık sisteminin hortlamasına, “ağababa” kültürünün canlanmasına yol açtı. On yıl önce Türkiye’nin ilerisinde bir atılımı gerçekleştiren Ermeni toplumu, bugün demokrasi ve çokseslilik kültürü önemli mevziler kazanırken, bu kez büyük bir çöküntü yaşamaya başladı.


Bugünkü zorlu mücadele, ağalık kültürüne, hesap vermez yöneticilere, komisyoncu ruhanilere, halkın olanı halktan saklayan fırsatçılara karşı.


Bu mücadele uzun soluklu olacak, ama atalet içinde kaybedecek vakit yok. Kurtarıcı kahramanlar, ancak çaresiz olanların umududur. Haksızlıklara tepki gösterecek, doğru bildiğimizi ve elimizde kalanları savunacak, patrikhaneyi gerçek bir patrikhane, vakıfları gerçek vakıflar, okulları gerçek okullar, gazeteleri de gerçek gazeteler haline getirecek olanlar yine bizleriz.

Bu muhalefet dinamiğini siz, biz, hepimiz, eninde sonunda bir avuç insan oluşturacağız. Kerameti kendinden menkul başkanlara, koltuk işgalcilerine karşı toplanan imzalar, tepkimizin ateşini gösteriyor. Şimdi artık o ateşi harlandırmanın zamanı.


Bugün Beyoğlu, yarın başka bir mücadele. Kazanılır, kaybedilir... Önemli olan, ilkeli ve dürüst ruhu her daim canlı tutmaya çalışmak. Gerçek ve köklü değişimi ancak bu temiz ruh sağlar. Manzara karanlık olabilir, ama korkması gerekenler bizler değiliz.