Agos, 22 Ocak 2010
Bu sütunda daha önce iki yazıyla, Rahip Gomidas’ın Ermeniler için ne ifade ettiği üzerinde durmuştuk (17 ve 24 Nisan 2009). 1915’te çıkarıldığı sürgün sırasında tanık oldukları nedeniyle akıl sağlığını yitiren ve yirmi yıl sonra Paris’te bir akıl hastanesinde ölen büyük müzikoloğun, yaşadığı trajedi nedeniyle sonraki kuşaklar tarafından ilahlaştırılması, eserlerinin dokunulmaz addedilerek birer sembole dönüştürülmesi, Ermeniler için zamanın 1915’te durmasının en önemli göstergelerinden biriydi:
“Gomidas yeni umutların, yeni arayışların simgesi olan şarkıları geçmişe ve geçmişin kayıplarına yakılan birer ağıt halini aldı. Şarkılar aynıydı ama ifade ettiği duygular bütünüyle değişmişti. Ermeni kültüründe her halükârda önemli bir basamak olarak görülecek, ama belki de sonraki nesiller tarafından hızlı bir şekilde aşılacak olan Gomidas, bu yüzden bir simgeye dönüştü, ikonlaştı. Onun tarihte donmuş bir figür olarak kalmaya mahkûm edilmesi, Ermenilerin yaşadığı felaketin boyutlarını gösteren en acı örneklerden biri oldu.”
Hayatın sırlarından biri de, çocukların ana babalarına, nesillerin kendilerinden önce gelenlere karşı yarışında değil mi? Yolundan yürüdüğünüzü düşündüğünüz, yaptıkların takip edip anlamaya çalıştığımız, kendinize kerteriz edindiğiniz bir büyüğünüz, bir gün tarihsel bir figür, ebedi bir sembol halini alıp başka bir boyuta taşınırsa, ve siz de, ne yaparsanız yapın artık onu aşma şansınız kalmadığını idrak ederseniz, kurtuluşu nerede bulursunuz?
Onu zamanda donduran, soluk alıp vermez hale getiren bir kolaycılığın iğvasına uymaktan kaçabilir misiniz?
Çünkü o büyüyüp ulvileştikçe aşılması gereken bir eşik olmaktan uzaklaşacak, gölgesinden çekindiğiniz bir rakip olmaktan çıkacaktır. O zaman da, özleme ve nostaljiye dayanan bir duygusallığın serin gölgesi, zayıflığınızla, kifayetsizliğinizle yüzleşmenin ateşten gömleğini giymekten çok daha makul bir tercih gibi görünebilir.
Bu yüzden, dikkatli olmalı. Çünkü biz onu ortak hafızamız nakşetmek için yüceltmeye çalıştıkça, onun gerçek resmi soluklaşmaya, hayalimizdeki resmi büyüyüp parlamaya başlar. O bütün insani kusurlarından, noksanlıklarından, onu özel ve bir o kadar da sıradan insani hasletlerinden soyunur, mükemmelleşir.
Onu bir tarihsel objeye dönüştürmemek, onunla hasbıhalimizi daim kılmak, onu içimizde, bizimle birlikte yaşatmak elimizdedir.
Yeter ki bunun yolları üzerine kafa yoralım.
Kimlik meselesi
İnsanın kimliği, çeşitli aidiyetlerden oluşur. Üst üste, yan yana, iç içe geçmiş aidiyetler, bizi biz yapan, bizi birbirimize benzeten ya da birbirimizden ayıran aidiyetlerimiz.
İnsani bir refleks olarak, saldırı altındaki kimliğimizi sahipleniriz. Aidiyetlerimizden birine dokunulduğunda, ona zarar verildiğinde, bütün benliğimiz bundan etkilenir ve topyekûn savunmaya geçer.
Yaşadığımız çağda, kimliklerimizin bizi kıstırdığı kapan, yan yana gelmemizi, bir arada yaşamamamızı güçleştiriyor. Mağduriyetlerimizle oluşturduğumuz apoletlerimizi, bizden olmayanları hiyerarşide altımıza almak için kullanıyoruz.
Bu kapanı aşmak için belki de her şeyden çok melezleşmek için çaba sarf etmemiz gerekiyor.
Melezleşmek, yani karşımızdakinin çoklu aidiyetlerinin farkında olmak; onun bütünlüğünün ve özerkliğinin de an az bizimki kadar önemli olduğunu idrak etmek ve buna göre davranmak; sesimizi duyulur kılmaya çalışırken, bir yandan da duymaya, dinlemeye amade olmak.
Melezleşmek, Hrant Dink gibi, karşımızdakinin kırılabilirliğini idrak etmek. Mağduru olduğumuz şiddet türlerinden başkalarını korumak… Yaralanabilirliğimizden şiddet değil, bambaşka, yepyeni, duyulmamış bir siyaset üretmek.
Melezleşirken, kendimize dair bir iç huzursuzluğu da daim kılmak. Özeleştiriyi, önce kendi kapımızın önünü süpürmeyi, mağduriyetlerimizin kolaycılığına düşmemeyi içselleştirmek, bir iç disiplin meselesi haline getirmek…
Çok mu zor?
Zoru başarmadan olur mu ki?
Bir alıntı
Durumlar bambaşka bir şekilde de gelişebilirdi
“Savaş içinde bir ülkede, komşu mahallelerden gelen bombardıman yağmuruna maruz kalmış bir mahallede yaşamış, dışarıda patlama gürültüleri, içerde her an bir saldırı olacağı ve katledilen aileler hakkında bin bir söylenti, sığınak haline getirilmiş bir bodrumda hamile genç karım ve küçük yaştaki oğlumla bir iki gece geçirmiş biri olarak, korkunun herhangi bir insanı cürüme itebileceğini çok iyi bilirim. Eğer benim mahallemde işler yalan yanlış söylentilerle kalmayıp gerçek bir kıyım yaşanmış olsaydı, ben aynı soğukkanlılıkla uzun zaman koruyabilecek miydim? Eğer o sığınakta iki gün geçirmek yerine bir ay geçirmek zorunda kalsaydım, elime verilen silahı reddedebilecek miydim?
Ben bu soruları kendime fazla ısrarla sormamayı tercih ediyorum. Şansım vardı, çok ağır etkilenmedim. Şansım vardı, ailemle birlikte sağ salim o cehennemden erkenden çıkabildim. Şansım vardı, ellerimi temiz, vicdanımı rahat tutabildim. Ama ‘şans’ diyorum, evet, çünkü eğer Lübnan savaşı başladığında yirmi altı değil de on altı yaşında olsaydım, değer verdiğim bir yakınımı kaybetseydim, başka bir sosyal çevreden, başka bir cemaatten gelseydim, durumlar bambaşka bir şekilde de gelişebilirdi.”
Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler, Çev. Aysel Bora, İstanbul: Yapı Kredi, 2009.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder