Agos, 7 Mayıs 2010
Bu memlekette Kürt olmanın nasıl bir şey olduğunu anlatmayı murat edinen, özü sözü bir film ‘Min Dît’. Hakkında bu kadar tartışma çıkmasında, bu kadar sahiplenilip bu kadar tepki çekmesinde, siyasi duruşundaki samimiyetin, didaktik olmayan doğruculuğunun büyük payı var. Zira film, o samimiyetin etkisiyle, siyaseten kendisine yakın duranın kalbini kazanırken; hikâyenin hakikatli bir damardan aktığını bilmenin verdiği rahatsızlık, milliyetçileri ürkütüyor.
Türkiye’de doğan, ailesiyle birlikte Almanya’ya göç eden ve orada büyüyen Miraz Bezar’ın yönettiği, senaryosunu ise geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Evrim Alataş’la birlikte yazdığı ‘Min Dît’, sokakları on binlerce sahipli ve sahipsiz çocuğun hâkimiyetinde olan Diyarbakır’da geçiyor. Bezar, o çocuklardan ikisinin, Gulîstan ile Fırat’ın, iyi huylu aile çocukluğundan, caddelerde selpak, çakmak, çiklet satan sokak çocukluğuna olan dönüşümünü anlatıyor –onlara “geleceğin teferruatları” da denebilir.
Filmin sonunda, bir adi suç çetesi tarafından, akranları olan pek çok çocukla birlikte bir kamyonet kasasında ıstanbul’a götürülecek olan Gulîstan ile Fırat’ın başından geçenleri izlerken, bizler, o yolculuğun pekâlâ başka bir yöne, Kürt gerillaların savaştığı dağlara doğru da olabileceğini hissedebiliyoruz. Ya da, daha doğrusu, o yolculuğun birkaç yıl sonra dağa doğru olup olmayacağını hiçbirimiz bilemiyoruz. ‘Min Dît’, işte insanın kendini çaresiz hissettiği bu bıçak sırtı durumu anlatıyor.
Koca gözlü, temiz yüzlü, dünyalar güzeli Kürt çocukların, yankesici, balici, hırsız, veya ‘terörist’ olmaya giden yollarının nasıl da kestirme olduğunu anlatıyor bize ‘Min Dît’. Bebeklerden katiller yaratan karanlığa dikkatimizi Rakel Dink çekmişti; Bezar’ın filmi, bir başka açıdan bu karanlığa ışık tutuyor, onu ete kemiğe büründürüyor.
Yalnızlık ömür boyu mu?
‘Terörle mücadele’ bahanesiyle yakılan, boşaltılan köylerden kaçanların çocukları, acıyı, kaybı, ya daha bebek denecek yaşta yaşadılar, ya da acının, kederin tam ortasına doğdular. Büyüdüklerinde, kimi, uğradığı haksızlıklara çözüm bulmanın çaresini silahlı mücadele için dağa çıkmakta ararken; kimi de, büyük şehirlerde, insanın kanını emen atölyelere ucuz işgücü, ya da suç çetelerine ucuz sermaye oldular.
Kentli nüfusun, bizim gibi ‘beyaz’ların, bir asayiş, ya da, en iyisinden, eğitim sorunu olarak görüp dışladığı, ötekileştirdiği, korktuğu bu çocukların, bu insanların öfkesi, devletin, hükümetlerin, Kürt sorununu önce inkâr edip, sonra salt teröre indirgeyerek ‘çözmeye’ çalıştığı, başarısızlığa uğramış milliyetçi, ayrımcı politikalarının ürünü.
‘Min Dît’, Türk askerinin asla yasadışı işlere bulaşmayacağını, filmde anlatılan cinayetlerin gerçek olmayacağını ve bu nedenle de senaryonun taraflı olduğunu savunan bir kesimin yoğun eleştirilerine maruz kaldı. Onlara göre, film yalanlar üzerine kuruluydu; dahası, bir anti-propaganda filmiydi. Kürtler bu tip muamelelere uğramamış, yol kenarlarında, JıTEM işkencehanelerinde öldürülmemişti. Zaten JİTEM diye bir örgüt de yoktu.
Böyle düşünenlere, “Siz hangi Türkiye’de yaşıyorsunuz?” diye sormaktan başka yapacak bir şey yok. Halbuki, bu ‘taraflı’ ‘Min Dît’in, pek çok politik filmde olmayan bir erdemi var. Bezar’ın ve Alataş’ın senaryosu, devleti suçlamakla yetinmiyor; bundan çok daha ince bir duyarlıkla örülmüş. Ana babası öldürüldükten ve bir militan olan teyzeleri yakalandıktan sonra Diyarbakır sokaklarında kimsesiz, biçare kalan çocukların bu hali, neresinden bakarsak bakalım, Kürtlere yönelik ciddi bir özeleştiri olarak okunmalı. Filmin başlarında insana pek de sahici görünmeyen bu sahipsizliğin, dakikalar ilerledikçe keskinleşmesi, Diyarbakırlılara, Kürtlere yönelik bu eleştiriyi öne çıkarıyor. Bakkalın, sattıklarının parasını kuruşu kuruşuna aldığı; eczacının, paraları yetmediği için çocuklara ilaç vermeyip minik kardeşleri Dilovan’ın ölümüne sebep olduğu; ev sahibinin evden attığı bu yetim çocuklar, bizzat Diyarbakırlılar, Kürtler tarafından itiliyor yalnızlığa.
Evrim Alataş, 8 Nisan’da Taraf’ta yayımlanan ‘Min Dît ve Sahipsizlik’ başlıklı yazısında bu eleştirinin algılanma biçimine dair şunları söylemişti: “Kimseler gelip o çocuklara ‘Gel yavrum, senin annenle baban birer militandı, artık benim şefkatli kollarıma emanetsin’ demiyor. Ama biz ne yapalım, gerçek bir hayat hikâyesinden esinlendiğimizi kimseye anlatamıyoruz. ‘Böyle politik bir şehirde nasıl olur da iki çocuk sahipsiz kalır, bu film bizi yansıtmıyor’ eleştirileri… Bir yerde başka tepkiler, öbür yerde başka. Ne ısa ne Musa dedikleri bu olsa gerek. ıki halk ve tamamen kopmuş iki dil. Gir bakalım araya, nereye buyur edileceksin. ıyi bir şey mi yaptın, kötü bir şey mi? Sahi sen bunu niye yaptın?”
Katilini görmek
‘Min Dît’, Gulîstan ile Fırat’ı, anne babalarını öldüren JıTEM elemanıyla yüz yüze getirerek pek çok şey anlatıyor. Katilini görmek, onun gözünün içine bakmak, onunla yüzleşmek, kurbanın dünyasını altüst edecektir mutlaka. Fırat’ın, adamı gördüğü yerde korkudan altına işemesi bu yüzdendir. Gulîstan ise, onunla ilk karşılaşmasında, intikam hissiyle dolar. Ama çareyi annelerinden dinledikleri masalın kıssadan hissesinde bulup, insanca bir çözüme ulaşırlar çocuk akıllarıyla. Kurdu öldürmek yerine, boynuna çan takarlar: Al bakalım sana kurt, yap bakalım şimdi kurtluğunu!
‘Min Dît’, sözünü işte tam burada söylüyor.
Bazı sanat eserleri, mevcut toplumsal durumu, yaşadığımız anı daha iyi anlamamıza yarayan bir zekânın ürünüdür. Ciltlerce çözümlemenin yapamadığını, bir fırça darbesiyle, tek bir söz ya da notayla görünür kılar, ufkumuzu açarlar. Bazı eserler ise mevcutla yetinmez, ileriye doğru adım atar, en azından o adımı arar. Miraz Bezar’ın filmi, gelecekte, yeni bir dilin ve yeni bir siyasetin sinemadaki kilometre taşları arasında sayılacaktır. ‘Min Dît’in, sinematografik zaaflarına karşın dünya festivallerinden ödüllerle dönmesi, tam da bu, bir adım öteye geçme, yol açma çabası ve arayışının ödüllendirilmesi anlamına geliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder