Bir simge olarak Zohrab

Agos, 13 Haziran 2008

Ermenilerin Büyük Felaket öncesinde, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle yeşeren umutlarını ve sonraki yıllarda yaşanan hayal kırıklıklarını şahsında cisimleştiren bir simge isimdir Krikor Zohrab.

Ermenice edebiyatın yüz yıl önceki bu büyük isminin yaşamöyküsü ve bilhassa hayatının son yedi yılındaki siyasi faaliyeti, hem o günlerde hâkim olan hayalleri, hem de dehşeti ve acı bir sonu taşır içinde.

Abdülhamit rejimi altında, geleceğine dair umutları tükettiği için terk etmek zorunda kaldığı memleketinden gelen ihtilal haberiyle Paris’ten adeta uçarak dönen bir muhalif; büyük bir hararetle düzenlenen siyasi mitinglerde ve Meclis-i Mebusan’da bütün Osmanlılar için özgürlük mücadelesi veren bir aydın; halkının yaşadığı acıların ve yakından tanıdığı zulmün son bulması için didinen bir eylemci; Fransa’da Yahudiliğinden dolayı ayrımcılığa uğrayan Yüzbaşı Dreyfus adına savunma metni hazırlayan bir dünya vatandaşıdır Zohrab.

Bu haftaki ‘Hayat, Olduğu Gibi’de, 5-7 Haziran 2008 tarihleri arasında Paris’te düzenlenen ‘Özgürlük Sarhoşluğu: Osmanlı İmparatorluğu’nda 1908 Devrimi’ başlıklı konferansta yaptığım, Krikor Zohrab’ın siyasi hayatını inceleyen sunumu genel hatlarıyla özetlemek istedim.

Aradan geçen yüz yıl içerisinde toplumsal ve siyasal sorunlarımızı çözmede pek yol kat etmediğimize göre, Zohrab’dan alınacak çok ders var.

Çok yönlü bir siyasi mücadele

Krikor Zohrab’ın Osmanlı Meclisi’nde bulunduğu üç dönem boyunca izlediği siyasi çizgiyi, iç içe geçmiş üç temel düzlemde ele alabiliriz: Liberal-özgürlükçülük ve Osmanlıcılık konusundaki fikirlerinın yanı sıra, Ermeni halkının güvenliği konusundaki kaygıları, Zohrab’ın siyasi tutumunu belirleyen unsurlardı.

Zohrab bir Osmanlı liberali, bir özgürlükçüydü. Abdülhamit döneminin despotik havası içinde yaşamış, baskıyı teninde hissetmiş, yetkililerin işkence ettiği Bulgar bir devrimcinin avukatlığını yaptığı için mesleğini icra etmekten alıkonmuş bir aydın olarak, özgürlüğün tüm Osmanlılar için elzem olduğuna inanıyordu.

Basın özgürlüğü, tüm vatandaşların eşitliği, işçilerin örgütlenme özgürlüğü, ‘serseri’, ‘şüpheli şahıs’, ‘piç’, ‘zina’ gibi kavramların ceza sisteminden çıkarılması, kadınların toplum hayatındaki konumunun iyileştirilmesi için çalıştı. Müthiş belagat yeteneğiyle meclisin en aktif mebuslarından biri oldu. Modernist, pozitivist dünya görüşü ve sosyalizan yeni dünya tahayyülü, onu insanca yaşam koşullarının gelişmesi yolunda dirençli bir mücadele vermeye itiyordu.

Zohrab’ın Osmanlıcılığı, ‘eşit ve hür’ yurttaşlardan oluşan bir topluma ulaşma arzusunun ürünüydü. Osmanlı geleneğindeki ‘millet-i hâkime’ algısı Tanzimat’tan sonra hukuki bir kırılma yaşasa da, Müslümanların toplumsal belleğinde varlığını sürdürüyordu. Zohrab, tektipleştirici Osmanlıcılığa karşı, toplumun çeşitliliğini, çokkültürlü ve çokdilli yapısını koruyan, bunu yaparken de Osmanlı yurduna bağlılığı artırmayı gözeten bir anlayışı savundu. Onun Osmanlıcılığı, etnik vurguların ağırlık kazandığı bir dönemde, tüm grupların hakkını savunan, bir tür koruyucu şemsiyeydi. Zohrab, İttihatçıların giderek Türkçülüğe meylettiğinin farkındaydı ve daha kapsayıcı bir siyasi söylemi hayata geçirmeye çalışıyor; Ermeniliği, Kürtlüğü, Türklüğü, Arnavutluğu vs. Osmanlı kimliğinin ayrılmaz parçaları olarak görüyordu.

Zohrab pek çok konuda İttihatçılara muhalefet etse de, Ermenileri onlara destek vermeye çağırdı. Onun bu tavrını aymazlık olarak değerlendirenler, hatta Arşag Alboyacıyan gibi, bakanlık beklentisi içinde olduğu için böyle davrandığını ileri sürenler olmuştur. Ancak, tarihe bir suçlu aramak için değil, anlamak için baktığımızda, onun İttihatçıları desteklerken Meşrutiyet rejimini savunmayı amaçladığını ve bunun da Ermeni halkının kaderine ilişkin bir tercih olduğunu görebiliriz.

Zohrab, 1890’larda Ermenilere karşı izlenen şiddet siyasetini yakından bilen bir avukat, yazar ve siyasetçi olarak, halkının istibdat değil ancak meşrutiyet rejimi altında huzur bulacağına inanıyor, eski rejimdeki kırımların tekrarlanmaması için, Abdülhamit rejimini savunanlara karşı, meşrutiyeti getiren İttihatçıları yeğliyordu.

İttihatçıların baskıcı bir tek parti iktidarı kurduğu 1912’ye dek bu desteği sürdüren Zohrab, Ermenilerin toprak, müsadereler, güvenlik gibi sorunlarının çözümü için verilen sözlerin tutulmadığını görünce daha sert bir muhalif tavır benimsedi. Ermeni vilayetlerinde reform meselesinin uluslararası bir konu haline gelmesi için çalıştığı dönemde, Rus Konsolosluğu, Ermeni siyasi çevreleri ve İttihatçı liderler arasındaki müzakerelerde aracılık rolünü üstlendi. Reform müzakereleri Şubat 1914’te antlaşmayla sonuçlansa da, Rus müdahalesinin kendileri açısından alçaltıcı olduğunu düşünen İttihatçılarla, artık onların sözlerine güvenmeyen Ermeniler arasındaki ilişkiler büyük bir yara almıştı.

I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, Zohrab’ın güncesinde “şovenizm” diye nitelediği dil her yere hâkim olacak, bütün uzlaşmacı sesleri bastıracaktı.

Umutlar tükenirken

Zohrab, bazı kaynakların zikrettiği gibi 24 Nisan 1915’te tutuklanmadı. İttihatçılar İstanbul’da pek çok Ermeni aydınını tutukladığında, hâlâ bir mebus olan Zohrab’a dokunmamışlardı.

24 Nisan’dan kısa bir süre sonra Patrik Zaven Der Yeğyayan tarafından yayımlanan ve Osmanlı ordusunun savaşta muzaffer olması için Ermenilerin ellerinden gelen her şeyi yapacaklarını ilan eden bildiriyi kaleme alan oydu. Ardından, Ermenilerin bağışlarıyla bir sahra hastanesi kurulması projesini geliştirdi; Ermeni hemşirelerin yaralı askerlerin bakımını üstlenmesini sağlamaya çalıştı. Bütün bunları, İttihatçıların korkunç girişimlerini engelleme umudu taşıyan biçare çırpınışlar olarak görmek gerekir.

Mayıs ayının son haftasında, Erzurum mebusu Vartkes Serengülyan’la birlikte, hiçbir gerekçe gösterilmeksizin tutuklandı. Onlara, Divan-ı Harb-i Örfi’de yargılanmak üzere Diyarbakır’a götürülecekleri söylendi.

Zohrab, Konya, Adana, Halep, Urfa güzergâhında yol alırken, geri dönmelerine izin verilmesi için Halil Bey, Talat Paşa, Hüseyin Cahit Bey ve Alman Büyükelçisi Wangenheim’a mektuplar yazdı, ancak değişen bir şey olmadı.

Falih Rıfkı Atay’ın ‘Zeytindağı’ eserinde anlattığı gibi, Urfa’dan ayrıldıktan bir süre sonra, Teşkilat-ı Mahsusa’ya bağlı olarak çalışan Çerkes Ahmet çetesi tarafından, Vartkes Efendi’yle birlikte, başı taşla ezilerek öldürüldü.

Hiç yorum yok: