Agos, 20 Haziran 2008
Geçen hafta ortaya çıkan tapu çetesinin öncelikli hedefinin gayrimüslimler olması bize ne anlatıyor?
İstanbul’da, yaşlı ve kimsesiz kişilerin, özellikle gayrimüslimlerin mülklerini tehdit yoluyla ele geçiren, bu arada cinayet de dahil olmak üzere pek çok suç işleyen, aralarında devlet memurlarının, tapu kadastro müdürlerinin, doktorların da bulunduğu bir çetenin varlığı, hangi toplumsal iklimin, hangi ahlaki savrulmaların, hangi siyasi ve kültürel çelişkilerin ürünü? Peki ya hangi tarihsel olaylar dizisi gayrimüslimlerin mülklerini bu kadar korunaksız, “gâvur malı”nı gasp edilmesi bu kadar mümkün ve hatta meşru hale getiriyor?
İstanbul Emniyet Müdürlüğü, çetenin 13 kişinin mallarına el koyduğunu, 3 kişinin de ölümüne sebep olduğunu açıkladı. Tutuklanan şahıslar, “suç işlemek için örgüt kurmak, yönetmek, üye olmak”, “nitelikli adam öldürme”, “evrakta sahtecilik” ve “kişiyi hürriyetinden yoksun bırakmak” suçlamalarıyla yargılanacaklar.
Ortada organize bir suç var ve söz konusu suç salt bir çeteye ait, münferit bir duruma işaret ediyor olabilir. Bunu zaman gösterecek.
Oysa meselenin tarihsel, kültürel ve siyasi boyutlarını göz önünde bulundurmak, olayların ardında yatan faktörleri anlamaya çalışmak, dava sürecinin kendisinden çok daha önemli ve zihin açıcı olabilir.
Yabancıdır yabancıَ
Son zamanlarda, İstanbul Defterdarlığı Kayyum Bürosu Başkanlığı memurları tarafından bazı gayrimüslim yurttaşlara ait mülklere dair bir araştırma çalışmasının yürütüldüğü biliniyor.
Memurlar, bu çalışmalar sırasında, özellikle yaşı ilerlemiş kimselere ait taşınmazların son durumunun, sahiplerinin hayatta olup olmadığının veya vârislerinin bulunup bulunmadığının tetkik edildiğini ifade ediyor. Aynı memurlar, söz konusu araştırmanın özellikle “yabancılar” için yapıldığına dair ifadeler de kullanıyor.
Agos’un “tapu çetesi” haberini hazırlayan arkadaşlarımızın fikrine başvurduğu Defterdarlık Kayyum Bürosu Başkanı Süleyman Dinçer de “yabancılara” yönelik bir takip işleminin varlığını doğruluyor.
Memurların ve Dinçer’in “yabancı” diye andığı şahısların “Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı gayrimüslimleri” nitelediği, en azından bu grupları da içerdiği anlaşılıyor. Bu çalışmalar esnasında “yabancılar”a ağırlık verilmesinin, bu konudaki tercihin hangi kanun, yönetmelik ya da genelgeye dayandığını ise bilmiyoruz.
İstanbul Defterdarlığı Kayyum Bürosu Başkanlığı’nın internet sitesi kurumun faaliyetleri hakkında hayli açıklayıcı bilgiler veriyor (http://www.ist-def.gov.tr/kayyim.html). Buradan edindiğimiz izlenime göre, kurumun öncelikli amacı, uzun süreden beri ortada görünmeyip gaip (kayıp) hale gelmiş kişilerin malvarlığı ortada kalmış ise, yani vârisleri yoksa/bulunamıyorsa, mülkleri için kayyum atanması. Kayyumlar söz konusu mülkü on yıl idare ettikten sonra, eğer gaip kişi veya vârisleri ortaya çıkmazsa, Medeni Kanun’un 588. maddesine göre Gaiplik ve Tescil Davası açılıyor ve taşınmazın Hazine adına tescili isteniyor.
Büro, 3561 sayılı Mal Memurlarının Kayyım Edilmesine Dair Kanun’un yürürlüğe girmesinin ardından kurulmuş. Kanunun amacı ise, “gaip kişilerin malvarlıkları üzerindeki Hazine menfaatinin daha iyi korunmasını sağlamak üzere, mahallin en büyük mal memurlarının kayyım tayin edilebilmelerine ilişkin usul ve esasları düzenlemek” olarak belirtiliyor. Kanunun herhangi bir yerinde, Kayyum Bürosu Başkanı Dinçer’in ve memurların sözünü ettiği “yabancı” sıfatı geçmiyor.
Anlaşılan, büro, “Hazine menfaatinin daha iyi korunmasını sağlamak üzere”, çeşitli mülklere kayyum atanıp atanamayacağına dair bir ön araştırma yapıyor. Buraya kadar hukuk dışı görünen bir şey yok. Ancak, bu uygulama sırasında ağırlığın gayrimüslimlere ait taşınmazlara verilmesi, insanda bir ayrımcılıkla karşı karşıya olduğumuz hissini uyandırıyor.
Bunlar, gayrimüslim vakıflarının mallarına hukuka aykırı gerekçelerle el konan yüzlerce örnekle birleştirildiğinde şüpheler doruğa çıkıyor.
Gayrimüslimlerin ellerindeki malların devlet tarafından sıkı sıkıya takip edildiği izlenimi veren bu durum, son çete haberlerinde devlet memurlarının da işin içine karıştığı bilgisiyle bir araya geldiğinde ise, şu iki çok kritik soru dikiliyor karşımıza: Acaba, devlet memurları eliyle yapılan bu takibatlar ve tutulan listeler hangi amaçlar için kullanılıyor?
Bu bilgiler kanun dışı emelleri olan kişilerin eline geçiyor mu?
Devletin ve bürokrasinin gayrimüslim yurttaşlara bakışını bilenler için, bu soruların yanıtı ne yazık ki pek olumlu şeyler vaat etmiyor.
İmam ve cemaat
Agos’un 12 yıllık tarihi, devletin gayrimüslim mallarına hukuk dışı bir şekilde el koymasının yüzlerce örneğini gösterir bizlere.
Gayrimüslim vakıflarının 1936’da verdikleri beyannameden sonra mülk edinemeyeceklerini ilan eden 1974 tarihli Yargıtay kararından tutun da, Bakanlar Kurulu tarafından hazırlanan yönetmeliklere kadar girmiş “yerli yabancı” tanımlamasına, oradan 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in gayrimüslim vakıflarının “ekonomik ve siyasi güç” elde edeceği gerekçesiyle Vakıflar Yasası’nı veto etmesine uzanan bir dizi haksızlık, Türkiye’de azınlıklara yönelik ayrımcılığın en somut ifadeleridir. Türkiye’de haklar mücadelesinin en çetin alt başlıklarından biri, gayrimüslim toplulukların, bir avuç vicdanlı hukukçunun desteğiyle yürüttüğü, “gasp edilen malı gasp edenden geri isteme” mücadelesidir.
Peki, tapu çetesinin yapıp ettiklerinin, Vakıflar Yasası görüşmeleri sırasında Meclis kürsüsünden, “Esnafı bir tarafa bıraktınız, köylüyü bir tarafa bıraktınız, işçiyi bir tarafa bıraktınız, çiftçiyi bir tarafa bıraktınız, Agop’un işiyle uğraşıyorsunuz” diyen “sosyal demokrat” partinin “sendikacı” milletvekili Bayram Meral’in ve onun gibi düşünen milyonların zihniyetinden, gayrimüslimlerin elindeki sermayenin şiddet yoluyla Türkleştirilmesi siyasetini güden İttihatçılara dek uzanan bir talancı silsileden bağımsız olduğunu düşünebilir miyiz?
Kim bilir, belki de tapu çetesinin faaliyetleri meşhur “imam-cemaat” deyişini doğruluyordur… Nihayetinde, cemaate örnek olması gereken imam (resmi makamlar) yellenirse (“yurttaşlarının malına haksız yere göz dikerse”), cemaat neler yapmaz ki!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder