Agos, 2 Ekim 2009
Çocukluğumuzdan bu yana, aile, eğitim, askerlik, gelenekler ve medya kanallarıyla düşünce dünyamızın nasıl biçimlendirildiğini göz önüne aldığımızda, hangimiz Türkiye’de insanların birbirlerine ve başkalarına güvenmemesine, kendini ait hissettiği gruptan başka kimliğe sahip komşu istememesine, onlara yabancı gözüyle bakmasına şaşırabiliriz ki?
Türkiye’de ırkçılık olmadığı yönündeki, kimi zaman anlı şanlı profesörler tarafından dile getirilen görüşler kabul göredursun, Yahudi Cemaati’nin yaptırdığı, “Farklı Kimliklere ve Yahudiliğe Bakış Algı Araştırması”, memlekette ‘öteki’ne dönük algının ne kadar vahim bir noktada olduğunu, eğer önlem alınmazsa, bilgisizliğin, temassızlığın, güvensizliğin, tahammülsüzlüğün, gitgide içimize kapanıp, dünyayı Türklerden ve Türkiye’den ibaret sayma eğilimimizi daha da güçlendireceğini görmek zor değil.
Daha ilkokul sıralarında varlığını Türk varlığına armağan etmesini istediğimiz, Türklerin nasıl hep haklı, nasıl hep kahraman olduğunu ezberlettiğiniz, zihinsel gelişimlerini ve çocuk meraklarını milli güvenlik devletinin kırmızı çizgileriyle sınırlayıp kuruttuğumuz, iç ve dış düşmanlarla çevrili olduğumuz, ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığı’ paranoyasını beyinlerine kazıdığımız nesillerin, başkalarını, başka dinden, başka dilden olanları, kendisinden daha sarışın veya daha esmer insanları sevme ihtimali hiç var mı?
Bu ayrımcılık, bu yabancı düşmanlığı, kudretini Türkiyelilerin, kendilerini Türk veya Müslüman olarak tanımlayanların damarlarında bulmuyor elbette. Egemenlerin, gücü, iktidarı elinde tutanların, belinde silah olanların, egemenliklerini, güç ve iktidarlarını daim kılmak için var ettiği korkuların, içinde yaşadığımız toplumu daima çocuk, hiç büyümeyen, büyümesine izin verilmeyen insanlardan oluşan bir cehenneme çevirmeyi amaçladığını biliyoruz.
Elbette ki aşırılık, ırkçılık sadece Türkiye toplumuna has çocukluk hastalıkları değiller. Elbette ki ayrımcılık ve nefret, dünyanın pek çok yerinde ve belki en çok da, modernizmin ürünü faşizmin beşiği olan Batı dünyasında yüzünü gösteriyor bir gulyabani misali. Hele hele 11 Eylül’den sonra, Müslümanlara ve göçmenlere karşı gösterilen şedit öfke pek çok insanın hayatını karartıyor.
Yine de, kötü misal emsal olurmuş gibi, Avrupa’da ve başka yerlerde de ırkçı nefretin kol gezdiğini dile getirerek sorumluluktan kaçmak, bir çıkar yol sağlamıyor. Zira bu tür bir savunmanın gözden kaçırdığı önemli bir nokta var: Sözü edilen demokratik ülkelerde ırkçılık, ayıplanan, marjinalize edilen, başa çıkılmaya çalışılan bir illet olarak görülüyor. Oysa Türkiye’de, geleneksel olarak aşırı uçlar tarafından dile getirilen ırkçı ve faşizan görüşlerin, siyasetin bütününe nasıl da nüfuz ettiğini sık sık gözlemliyoruz. Geçmişi karanlık BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümünden sonra nasıl bir ‘devlet adamlığı’ halesiyle kutsandığını hatırlayın bir. Ya da, aynı BBP’nin gençlik örgütünün piyano resitalini basmasının ardından, Topkapı Müzesi Müdürü Ortaylı’nın arabuluculuğuyla yaratılan ‘öpüştük-barıştık’ havasını…
Farklı Kimliklere ve Yahudiliğe Bakış Algı Araştırması, işte bu siyasal iklimin toplumsal zeminine ilişkin ciddiye alınması gereken veriler sunuyor bize.
O yüzden, o sonuçları ciddiye alıp, şapkayı önümüze koyup düşünmenin zamanıdır. Ayrımcılığı, ırkçılığı, nefret söylemini, şiddete çağrıyı önlemek için samimi adımlar atmanın, içeriği henüz belli olmayan açılımları kâğıt üzerinden gerçek hayata taşımanın, yeni nesilleri insancıl ve demokratik değerlerle eğitmenin yollarını bulmanın, nihayet büyümenin zamanıdır.
Daha da geç olmadan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder