AKP'nin "Ahtamar Açılımı": Bize Samimiyet Gerek, Riyakârlık Değil

Bianet, 26 Mart 2010

Bu garabet ve benzeri garabetler, 1915'te katledilmiş ve dünyanın dört bir yanına dağılmak zorunda bırakılmış Ermeni halkının acılarını her gün daha da derinleştirmekten, onlarda kendileriyle dalga geçildiği hissi uyandırmaktan ve var olan öfkeyi artırmaktan başka bir işe yaramıyor.

Van'ın Ahtamar adasındaki Surp Haç Ermeni kilisesinde yılda bir gün ibadet yapılabileceğine dair Kültür Bakanlığı kararı, dün (25 Mart) medyada yer aldı ve genellikle "jest", "açılım", "iyi niyetli adım" olarak değerlendirildi. Hükümetin, söz konusu kararı tam da bu şekilde algılanması için aldığı ortada.

Ancak, gelin, yüzeysel bir bakışın ötesine geçip olayın arkaplanına bakalım ve nasıl bir manzarayla karşı karşıya olduğumuzu daha iyi görelim. Çünkü Türkiyeli bir Ermeni olarak, kilisenin bir günlüğüne ibadete açılması kararı bende mutluluk değil, "aşağılanma, hor görülme, utanma" duygusu uyandırıyor.

Neden mi?

Önce, ntvmsnbc'nin haberinde yer alan, Bakan Ertuğrul Günay'ın imzaladığı karara bir göz atalım.

"Söz konusu talep doğrultusunda [Van valisi Karaloğlu'nun kilisenin bir günlüğüne ibadete açılması talebi -RK], inanç turizmi kapsamında, Van Akdamar Anıt Müzesinin (Akdamar Kilisesi) ziyaretçi sirkülasyonuna engel teşkil etmeyecek bir bölümünde, sınırlı sayıda ziyaretçinin katılımıyla, yılda bir kez olmak üzere eylül ayının ikinci haftasında, günü, saati ve süresi Valilikçe belirlenmek kaydıyla dini içerikli etkinlik düzenlenmesine izin verilmesi Bakanlığımızca uygun görülmüştür."

Kendimi neden aşağılanmış hissettiğime dair bütün ipuçları bu kısacık metnin içinde yer alıyor. Sorularla açıklamaya çalışayım.

* Ermenilere ait olan, yüzyıllar boyunca da öyle olmuş bir kilisenin ibadete açılması neden "inanç turizmi" kapsamında değerlendiriliyor? Acaba devlet bize, 1915 ve sonrasında Türkiye'den kovulmuş Ermenilerin torunlarının ancak "turist" olarak mı bu ülkeye dönebileceklerini söylüyor?

* Devlet eğer gerçekten iyi niyetliyse, 2007'de restore edilen Ahtamar Surp Haç kilisesini neden aslına uygun olarak, yani kilise olarak değil de, müze olarak açtı? Kilisenin mülkiyeti neden Ermeni Patrikliği'ne iade edilmedi? Asıl adı "Surp Haç Kilisesi" olan yapının adı neden "Akdamar Anıt Müzesi" olarak geçiyor? Dahası, Ermeniler ve tüm yöre halkı adayı ve kimi zaman da kiliseyi "Ahtamar" olarak andığı halde, devlet neden ısrarla "Akdamar" demeyi sürdürüyor?

* Ermeni Kilisesi için en önemli dini merkezlerden biri olan bu kilisede yapılacak ibadetin "ziyaretçi sirkülasyonuna engel teşkil etmeyecek bir bölümde", "sınırlı sayıda ziyaretçinin katılımıyla", "yılda bir kez" gibi koşullara bağlanması, hangi inanç özgürlüğüne, hangi vicdan hürriyetine sığar? Peki, ibadetin "günü, saati ve süresinin valilikçe belirlenmesi" ne anlama geliyor? Valilik o gün, kiliseye kimin girip kimin giremeyeceğine de karar verecek mi? Ayrıca, "dini içerikli etkinlik" ne demektir? Ermeni kilisesinde "dini içerikli etkinlik"ler değil, yüzyıllardır uygulanan dini "ayinler" (badarak) var. Devletin bunu "dini içerikli etkinlik" olarak görmek istemesinin altında hangi zihniyet yatıyor?

* Kültür Bakanı Günay, kilisede neden "bir" gün ibadet yapılabileceğini nasıl açıklıyor? Ya geriye kalan 364 gün ne olacak? Yoksa hükümet, Ermeni meselesinde başı sıkıştığı her seferde kiliseyi "bir gün daha" mı ibadete açacak?

Sorular çoğaltılabilir, ama bu kadarla yetinelim.

Açık ki, AKP hükümeti, parlamentolarda alınan soykırım kararlarından ve Erdoğan'ın "100 bin Ermeni'yi sınır dışı ederiz" tehdidinden sonra oluşan tepkileri dindirmek amacıyla, 24 Nisan tarihi de yaklaşmaktayken bu adımı atarak biraz nefeslenmeye, gündemi biraz da bununla oyalamaya karar verdi. Ancak, Türkiye'de Ermenilerle ilgili temel sorun, tam da bu, "genel bir siyaset belirlemeden, gündelik politikaya göre manevralar yapma" alışkanlığından ileri geliyor. Ermeni meselesi, tarihle yüzleşmeden, 1915'te yaşananlarla hakkıyla hesaplaşmadan, verilmesi gereken hesapları vermeden, sadece diplomatik adımlara ve Türkiye'nin uluslararası ilişkilerdeki gücüne güvenerek, velhasıl kurnazlıkla çözülemez.

Kurnazlıkla çözmeye kalktığınızda, işte Ahtamar'daki kilise örneğinde olduğu gibi, mülkiyeti devlete ait, tepesinde haçı olmayan, adını "müze"ye çevirdiğiniz ve yılda sadece bir gün "dini içeriklikli etkinlik" düzenlenmesine "izin" verdiğiniz bir garabetle karşı karşıya kalırız.

Bu garabet ve benzeri garabetler, 1915'te katledilmiş ve dünyanın dört bir yanına dağılmak zorunda bırakılmış Ermeni halkının acılarını her gün daha da derinleştirmekten, onlarda kendileriyle dalga geçildiği hissi uyandırmaktan ve var olan öfkeyi artırmaktan başka bir işe yaramıyor.

Türkiye'nin Ermeni meselesinde, böyle kurnazca "jestlere, açılımlara, iyi niyetli adımlara" değil, büyük bir zihniyet dönüşümüne ihtiyacı var.

Bunun için de her şeyden önce samimiyet gerekiyor, riyakârlık değil.

Lübnan, Türkiye ve orta yol

Agos, 12 Mart 2010

Beyruttayım.

Hakkında tonlarca yazı, roman, şiir, şarkı yazılmış bu güzeller güzeli diyarda hepi topu yedi gün geçirdim diye oturup ahkâm kesecek, büyük laflar edecek değilim, ama Beyrut, karmaşıklığı, tahmin edilemezliği, anlaşılmazlığıyla insanı sanki içine daha da çekiyor.

Ardı ardına sökün eden sorular. Merakınızı bir türlü tam olarak doyuramayan cevaplar. Tatminsizliğin getirdiği yeni sorular. Bir bilmece şehir ki, insanı kendine belki de en çok bu yönüyle bağlıyor.

Farklılıklara karşı savaş açmış, vatandaşlarını tektipleştirmeye, onların dillerini, dinlerini, şarkılarını, şiirlerini, hayallerini ezip geçmeye ant içmiş bir ulus devletin vatandaşı için, farklılıkları yaşamın en temel belirleyeni, kurucusu ve sürdürücüsü haline getirmiş bir ülkeyi anlamaya çalışmak başlı başına zor bir iş.

Şiisi, Sünnisi, Marunisi, Dürzisi, Ermenisi, Katoliği, Protestanıyla; epeyce kalın sınırlarla ayrılmış, birinden diğerine geçmenin neredeyse Amerika’ya göç etmek kadar zor sayıldığı mahalleleriyle Beyrut, insanda her şeyden önce bir bölünmüşlük duygusu uyandırıyor. Vatandaşlığın bireysel anlamda pek bir şey ifade etmediği, hayatın etnik ve dinsel cemaatler etrafında örgütlendiği bu toplumda, klanın, cemaatin dışında kalmak mümkün değil. Belli haklara sahip olabilmek için, öyle ya da böyle, bir klandan, bir cemaattan birine ait olmak zorundasınız. Türkiye’de tarih olmuş Osmanlı millet sisteminin modernleşmiş hayaleti Beyrut’ta yaşıyor.

Savaşlar, bu bölünmüşlüğün en sarsıcı sonucu ve Lübnan’da hayatı üç beş yılda bir kesintiye uğratıyor. İç Savaş, İsrail saldırganlığı, Suriye’nin Lübnan’ı tahakküm altına almak için gösterdiği çaba, memleketin sürekli diken üstünde yaşamasının nedeni. Askerler, iç güvenlik gücüne bağlı milisler her yerde. Türkiye’deki polisler gibi tehdit edici, gözleriyle sizi aşağılayan cinsten değiller, ellerinde makineli tüfek de olsa sohbete amadeler. En azından, ortalığın sakin göründüğü bu günlerde.

Suudi sermayesinin akıttığı paralar şehrin topografyasını değiştirmiş. Beyrut’un, yüksek kuleleri, geniş caddeleri, bankaları, finans şirketleriyle artık, Amerika’daki muadillerine benzer bir Downtown’ı var. Suudiler ve Hariri ailesi, borç içindeki Lübnan’ı kendilerine para ve iş ilişkisiyle bağlamış.

Sağda solda sıkışıp kalmış taş yapılı zarif Beyrut evleri, iç savaştan önce buraların ne kadar güzel mahalleler olduğunu hissettiriyor insana. Ama nafile. Bombalanmış, kurşunlanmış, yıkılmış o güzelim evlerin yerine, bizim çirkin apartmanları aratmayan yüksek binalar yapılmış ve o eski Beyrut, bir daha hiç geri dönmemecesine silinmiş.

İsrail’in işgal ettiği topraklardan kaçan Filistinliler, onyıllardır Lübnan’a sığınıyor. Yasal hiçbir hakları yok. Pek çoğu, kamplarda, derme çatma evlerde veya kulübelerde, hiçbir altyapısı olmayan koşullarda yaşıyorlar. Birkaç saat geçirdiğim Şatila kampı, 20 binden fazla sakiniyle kocaman bir yerleşim. Diyarbakır küçelerini andıran dar sokaklarında, insanlar Diyarbakır’dakinden çok daha derin ve umutsuz bir yoksulluk içinde. Lübnan devleti tarafından sağlanmış hiçbir sosyal güvenlikleri, sağlık ve eğitim hizmeti olmayan bunun gibi on kadar kampta yüz binden fazla Filistinli, Lübnan devletinin ince hesaplar üzerine kurulu cemaatler arası dengelerini bozmama kaygısıyla halının altına süpürülmüş.

Acaba, Türkiye’nin insanları hep aynı kalıba sokmayı hedefleyen tekçi politikalarıyla, Lübnan’daki, farklılıkları kemikleştiren, ortaklıklardan ve benzerliklerden adeta korkan yaşam biçimi arasında bir orta yol var mıdır?

Galiba Lübnan’daki en temel sorun, insanların, içselleştirdikleri ayrımların etkisiyle, ortak hakları için mücadele etmekten, zulüm görenin yanında durmaktan, zalimin karşısında olmaktan, yan yana gelmekten kaçınmaları.

Türkiye’de bundan farklı bir hayat yaşadığımız söylenebilir mi?


Siyasetsizliğin sonu yakın

Lübnan’da, az çok tanıdığımı sandığım diaspora Ermeni yaşantısına hâkim olan kaygılara, tepkilere, önceliklere dair bir dolu yeni şeye tanık oluyorum. Dünyaya ve Türk-Ermeni meselesine İstanbul’dan bakmakla, aynı sorunlara Beyrut’tan bakmak arasında dünya kadar fark var muhakkak.

Ama, ilk başta uzlaşmaz görünen bu farkların ortadan kalkabileceğine, belli bir noktada buluşulabileceğine dair emareler de eksik değil. Sohbete en yüksek, en keskin tondan başlayan Lübnanlı Ermeni bile, ilerleyen dakikalarda bu tavrını terk edebiliyor.

Belli ki burada en büyük duvarlar, bir Türk’le yan yana gelmek ve Türkiye’ye gitmek, ninelerin, dedelerin memleketini görmek konusundaki iki tabuya dair. Türkiye’nin yüzyıllık inkâr politikasının ruhlarda yarattığı tahribat, insanlarda Türkiye’ye ve Türklere karşı güveni, olumlu düşünceleri silip atmış. Onyıllar boyunca Türk devletinin resmi yüzüyle Türkiye toplumunu birbirinden ayırmak ihtiyacı duyulmamış ve bu da bir tür kilitlenme halini, kurbanlık hissiyatını normalleştirmiş, “Turkı Turk e” (Türk Türktür, yani değişmez) düşüncesini zihinlere kazımış. Bu kilitlenmişlik üzerinden siyaset geliştirenler bir süre sonra statükodan beslenir hale gelmiş, bu da beraberinde apolitikleşmeyi getirmiş.

Bugün entelektüellerin, siyasetçilerin, gazetecilerin, kapalı kapılar ardında da olsa bu siyasetsizliği kabul etmeleri, yakın bir gelecekte stratejinin değişeceğini, bunun siyasi yansımaları olacağını hissettiriyor insana.

25 Nisan 1915'ten bir soru

Agos, 5 Mart 2010

Bir süredir, Aras Yayıncılık’ın yayımlayacağı, ünlü mizah yazarı Yervant Odyan’ın tehcir anılarının Türkçe çevirisinin redaksiyonuyla uğraşıyorum. Odyan, ‘Anidzyal Dariner’ (Lanetli Yıllar) adıyla 1919’da Jamanak gazetesinde tefrika edilen anılarında, İstanbul’dan Konya’ya, oradan Pozantı’ya, oradan Halep’e, Hama’ya, Şam’a, Der Zor’a uzanan, sonra aynı güzergâh üzerinden yeniden İstanbul’a ulaşan macerasını, türlü badireler atlattıktan sonra nasıl sağ kaldığını, tanık olduğu olayları anlatıyor.

Ünlü ‘Yoldaş Pançuni’nin yazarı, 24 Nisan 1915’te İstanbul’da tutuklanıp Anadolu içlerine sürülecek aydınlar arasında yer aldığı halde, şans eseri kurtulup Kabataş’ta bir dostunun evinde saklanarak, pek çoğu sağ kalamayacak olan sürgünlerin oluşturduğu ilk kafileye dahil olmamıştı. Bir süre sonra aydınlara yönelik darbeler hafifleyince “Artık başıma ne gelecekse gelsin!” diyerek sokağa çıkan ve Jamanak’taki işinin başına dönen Odyan, birkaç hafta sonra tutuklanıp tehcir yolculuğuna sürüklenmişti.

24 Nisan Cumartesi gününün hemen ertesinde, tutuklanan Ermeni aydınlara dair bölük pörçük bilgiler kendisine ilk ulaştığında, Odyan, karşı karşıya kalınan tehlikenin boyutu hakkında zihninde bir tablo oluşturamamıştı. Başlarda Taşnaklara yönelik olduğu söylenen operasyonun aslında öyle olmadığı, farklı kesimlerden Ermenileri hedef aldığı ortaya çıktığında, bütün İstanbul Ermenileri gibi o da çok şaşkındı. Çok farklı görüşlerden Ermeni aydınların apar topar tutuklanıp cezaevine konulması, dahası, sürgün edileceklerine dair söylentiler herkeste büyük bir dehşet uyandırmıştı.

Odyan da bu şaşkınlıkla soruyordu: “Nasıl olur da Keçyan, Dağavaryan, Torkomyan ve Taşnaklar aynı sebepten tutuklanır?”

Evet, nasıl olur da Taşnakların devrimciliğine tamamen zıt bir kutupta olan muhafazakâr Püzant Keçyan, liberal Hürriyet ve İtilaf Fırkası kurucularından Sivas mebusu Nazaret Dağavaryan ve o güne dek siyasetle pek işi olmayan psikiyatr Vahram Torkomyan birlikte tutuklanırdı?

*

Türkiye’de, 1915’te sadece belli bir siyasi görüşe sahip olan Ermenilerin tehcire tabi tutulduğunu, bu kesimin dışında kalanlara dokunulmadığını dile getiren geniş bir devlet erkânı ve kalem erbabı koalisyonu var.

Oysa tarihten, yaşanmışlığın ta içinden gelen bir soru, açık bir yalan üzerine kurulu bu tezin çürüklüğünü göstermeye yetiyor. Odyan’ın sorusu, bir döneme hâkim olan haletiruhiyeyi daha iyi anlamak yolunda çok şey anlatıyor.

Ermeniler, Ermeni aydınlar, 1914’te Osmanlı Devleti’nin savaşa İngiltere-Fransa’nın yanında değil Almanya’yla birlikte girmesinin kendileri açısından büyük bir tehdit olduğunun elbette farkındaydı. Ancak bu farkındalık bile, İttihatçıların Ermenilere karşı böyle topyekûn bir imha kampanyasına girişilebileceğini düşündürmedi onlara. Odyan’ın şaşkınlığı, onun siyasi miyopluğundan değil, kötülüğün bu kadarını tahayyül edememesinden ileri geliyordu.

Soykırım’ın bir kez daha Amerikan siyasetinin koridorlarında pazarlık konusu edildiği bu hafta, onun kurbanlarından birinin yaşadıklarına kulak verelim.


Odyan’ın ‘Lanetli Yıllar’ından

11 Nisan 1915 Cumartesi, akşama doğru, Sarkis Efendi Koçunyan gazete bürosuna girdi.

“Çocuklar, Taşnakları tutukluyorlarmış!”

“Kim tutuklanmış?” diye sorduk.

“Matbaacı Aram Şahen, kitapçı Istepan Kürkçüyan, Hraç ve ismini öğrenemediğim birkaç kişi daha.”

“Sebep neymiş?”

“Güya Karekin Pastırmacıyan 500 atlıyla Erzurum’a girmiş ve şehre hâkim olmuş. Haber buraya ulaşınca, Taşnakları tutuklamaya karar vermişler.”

O kadar inanılmaz bir haberdi ki, önem vermedik. Tutuklananlarınsa şahsi bir mesele için karakola götürüldüklerini sandık. Akşam bürodan çıkınca, birkaç dosta bu tutuklamaları duyup duymadıklarını sordum.

“Hayır” diye cevapladılar.

Demek ki yanlış ya da yalan bir haber diye düşündüm ve üstünde durmadım. Ertesi sabah erkenden evden çıktım ve bizden pek de uzakta olmayan, Osmanbey yakınlarında oturan Bayan Teotig’i ziyarete gittim. O sıralar kocası yeni tutuklanmıştı ve nüfuzlu birinin müdahalesiyle yakasını kurtarabileceğini ümit ediyorduk. Tam da bu sebeple görmek istiyordum onu.

Bayan Teotig’i çok üzgün bir halde buldum.

“Dün akşam büyük bir korku atlattık.”

“Ne oldu?”

“Gece yarısı gelip üst katımızda oturan Parseğ Şahbaz’ı tutukladılar.”

Zavallı kadın hâlâ sakinleşememişti. Evvelki akşam Sarkis Efendi’nin ilettiği haberi hatırladım.

“Görünen o ki Taşnakların peşine düştüler. Sebebi belli değil, ne olursa olsun, önemli bir mesele olduğunu zannetmiyorum. Bugün gerçeği öğreniriz elbet” dedim.

Bayan Teotig’in yanından ayrılıp Taksim’e, her sabah uğrayıp kahve içmeyi alışkanlık haline getirdiğim, mezarlığın köşesindeki kahveye gittim. Kahvemi henüz getirmişlerdi ki, bir tanıdık yaklaşarak, alçak sesle “Dün gece Sarkis Minasyan’ı ve Taniyel Varujan’ı ve ayrıca bu kahvenin sahibini tutukladılar, sanırım burada oturmak pek güvenli değil” dedi. Epey endişeli bir halde kahveden dışarı çıktım.

Tutuklananların hepsinin de Taşnak olarak tanınan simalar olduğunu, eğer bir takip varsa bunun bu partiye karşı olduğunu, dolayısıyla korkacak bir şeyim olmadığını düşündüm. Bu fikir gönlümü ferahlatıyor, ama endişemi bütünüyle dağıtmıyordu.

Bu halde Taksim Meydanı’na vardım ve orada Bedros Adruni’nin babasına rastladım.

“Dün geceki tutuklamaları duydun mu?” diye sordu acılı bir ifadeyle.

“Evet, Taşnaklara karşı bir şey gibi görünüyor” dedim.

“Ne diyorsun sen! Taşnak meselesi değil… Püzant Keçyan’ı da tutup götürdüler” diye bağırdı.

Bay Adruni Feridiye sokağında otururdu ve Püzantion’un başyazarının da komşusuydu.

Bu haber bütün tahminlerimi altüst etti.

Püzant Keçyan tutuklanmıştı! Demek ki bu parti meselesi değildi.

“Doktor Torkomyan da tutuklandı” diye devam etti Bay Adruni. “Aynı şekilde Dr. Dağavaryan ve daha ismini duyamadığım başkaları.”

“Peki sebep ne?”

“Kimse bilmiyor.”

“Nasıl olur da Keçyan, Dağavaryan, Torkomyan ve Taşnaklar aynı sebepten tutuklanırlar?” Bu bilmeceyi çözmek için boş yere kafa patlatıyordum.

“En iyisi gidip Dikran Kelekyan’ı görmek, belki o bir şey duymuştur” diye düşündüm.

Alyon sokağındaki evine doğru yollandım. Merdivenlerden çıkarken, aşağı inmekte olan Artür Efendi Mağakyan’a rastladım.

“Diran yukarda mı?” diye sordum.

“Diran mı?” dedi şaşkın, “Haberin yok mu?”

“Ne var ki?”

“Dün gece tutup götürdüler.”

Haiti'yi 'kurtaran' Batı

Agos, 26 Şubat 2010

Üzerinden bir buçuk ay geçtikten sonra, Haiti’deki deprem bizlere çok net bir şey söylüyor: Eğer ABD, eğer büyük devletler isteseydi, Haiti’de çok daha az sayıda insan ölecekti. Hastalığın, susuzluğun ve açlığın kol gezdiği o ilk günlerde, ‘yağma’ temalı televizyon görüntüleriyle gündemi belirlemek yerine insan hayatını korumaya öncelik verilseydi, bugün bir sürü Haitili hastalıktan ya da açlıktan ölmeyecek, ne

fes almaya devam ediyor olacaktı.

Bir doğal afetti yaşanan, ama devletlerin ve şirketlerin saldırgan politikalarının yarattığı tahribat, doğa şartlarının yarattığı felaketi derinleştirdi. Çünkü büyük devletlerin hikmet-i hükümet mantığı,

insani yardımdan çok Haiti’ye müdahale etmenin, adı işgal olmayan bir işgali meşru kılacak zemini yaratmanın derdindeydi. Batı kamuoyunun kabullenmeye dünden razı olduğu ‘güvenlik’ tezini kolayca öne sürebilmek için, günlerce, televizyonların, gazetelerin, yağma görüntülerini, sokaklarda kol gezen terörü yayımlaması beklendi ki, o güvenlik sorununu çözmek için ülkeye asker gönderilebilsin.

Kapitalizmin mülkiyet kurallarını sorgusuz sualsiz kabullenmiş geniş kitleler nezdinde, deprem koşullarında da olsa, açlıktan her gün binlerce insan ölüyor da olsa, kepenkleri indirilmiş, günlerdir kapalı olan b

ir marketin raflarındaki ürünleri almak ‘hırsızlık’ olduğu için, kamuoyunu askeri bir müdahalenin gerekliliğine ikna etmek çok zor olmayacaktı. İnsanların can havliyle, açlıklarını dindirecek yiyeceklere ulaşma çabası, artık insan doğasına iyice yabancılaşmış biz ‘medeni’ler için kabul edilebilir değildi. Düzeni sağlamak için Haiti’ye asker gönderilmesi şarttı.


Doktor yerine asker

Böyle bir ortamda, çok ihtiyaç varmış gibi, doktor değil, asker gönderdiler Haiti’ye. Express’ten Erdir Zat, bu mantığı şöyle anlatıyor: “Yağmaların hüküm sürdüğü bir ortamda kimse kuyruğa girmez, dolayısıyla yardım da adil bir biçimde dağıtılamaz, o zaman önce ‘güvenlik’ sağlanmalı... Öncelikleri böyle kurunca, doktor yerine asker gönderdiler.”

Depremden bir hafta kadar sonra 10 bin Amerikan askeri hemen bölgeye nakledildi ve bugün Haiti’deki Amerikan askerlerinin sayısı 16 bine ulaştı. Ülkede var olan BM Barış Gücü askerlerinin sayısı da artırıldı. Askerler vaat ettiklerinin aksine ‘güvenlik’ sorununu çözmek için hiçbir şey yapmadı, ülkenin stratejik noktalarını kontrol altında tutmakla yetindi.

Naomi Klein’ın geçtiğimiz ay Boğaziçi Üniversitesi’nde Hrant Dink anısına yaptığı konuşmada dikkat çektiği gibi, depremden önce Haiti, her türlü krize karşı son derece korunmasız bir durumdaydı. Pirince dayalı tarım sektörü çökertilerek yiyecek ithaline bağımlı hale getirilmiş, kırsal nüfusu açlık nedeniyle kentlerin çeperlerine yığılmış, silahlı militanların sokaklarda kol gezdiği, on milyon nüfuslu bir ülkeydi depremi yaşayan. Bu on milyonun üçte biri başkent Port-au-Prince’e doluşmuş, barakadan bozma evlerde yaşamaktaydı.

Bir Fransız kolonisi olan ve 1804’te bağımsızlığını kölelerin isyanıyla kazanan Haiti, 1915’ten 1934’e dek Amerikan işgali altındaydı. 1957 ile 1986 arasında, katı bir siyasi baskı rejimi kuran Duvalier ailesi tarafından yönetilen bu güzel ülkeye yönelik Amerikan müdahalelerinin sonu hiç gelmedi. 2004’te, seçilmiş başkan Aristide, Amerikan ve Fransız politikalarına karşı çıktığı için, kanlı çatışmaların yaşandığı bir darbeyle devrildi ve CIA tarafından kaçırılarak Güney Afrika’ya sürgüne gönderildi.

Depremde ölü sayısı son olarak 235 bin olarak açıklandı, ancak bu sayının açıklanandan daha fazla olduğu kesin. Yardım çağrılarında 1 milyon kişi için çadır ihtiyacı olduğunun dile getirilmesi, felaketin boyutunu ve Haiti’nin depreme nasıl yakalandığını gösteriyor. Bu çadırlar ülkesinde, kent merkezindeki açık alanlarda kurulan derme çatma kamplarda, on binlerce kişi, direklerin üzerine gerilmiş brandalar altında yaşıyor.

Oysa ülkeyi yeniden inşa etmek için çalışmalar çoktan başladı bile. Amerikalı, Kanadalı ve Fransız şirketler, Montreal’de topladıkları bir konferansta, ülkenin “ayağa kalkması” için nasıl bir strateji izleneceğini planladılar. Orada, can derdindeki Haitililer için yeni kentlerin nasıl inşa edileceği, bunun ülkenin hangi kaynakları kullanılarak finanse edileceği konuşuldu. Haiti’nin azraili olan kâr hırsı, depremin ardındaki fırsat potansiyelini görüp payını artırmak üzere hemen harekete geçmişti.

Türkiye: Derya içre balık

Batı’da olduğu gibi Türkiye’de de, Haiti’deki deprem, önce yağma haberleriyle, ardından da, Türkiye’den giden yardım ekibinin kahramanlıklarıyla gündeme geldi. Dünyayla ilgisi başkalarının Türklerle ilgili ne düşündüğüyle ve yabancı basında çıkan Türkiye haberleriyle sınırlı olan bir memleket için doğaldı bu.

Öncesi ve sonrasıyla, insani, toplumsal, siyasal yönleriyle deprem değil, ‘Türk’lerin ne yaptığıyla, kahramanlıklarıyla nasıl gözleri yaşarttığıyla ilgiliydi Türkiye. Oysa, koparılan bütün vaveylaya karşın, BBC’ye göre, yüz binlerce insanın hayatını kaybettiği, yaralandığı ya da evsiz kaldığı bu afette, uluslararası ekiplerin enkaz altından sağ çıkardığı kişi sayısı sadece 135’ti.

Kolaycılığın iğvasına uymamak

Agos, 22 Ocak 2010

Bu sütunda daha önce iki yazıyla, Rahip Gomidas’ın Ermeniler için ne ifade ettiği üzerinde durmuştuk (17 ve 24 Nisan 2009). 1915’te çıkarıldığı sürgün sırasında tanık oldukları nedeniyle akıl sağlığını yitiren ve yirmi yıl sonra Paris’te bir akıl hastanesinde ölen büyük müzikoloğun, yaşadığı trajedi nedeniyle sonraki kuşaklar tarafından ilahlaştırılması, eserlerinin dokunulmaz addedilerek birer sembole dönüştürülmesi, Ermeniler için zamanın 1915’te durmasının en önemli göstergelerinden biriydi:

“Gomidas yeni umutların, yeni arayışların simgesi olan şarkıları geçmişe ve geçmişin kayıplarına yakılan birer ağıt halini aldı. Şarkılar aynıydı ama ifade ettiği duygular bütünüyle değişmişti. Ermeni kültüründe her halükârda önemli bir basamak olarak görülecek, ama belki de sonraki nesiller tarafından hızlı bir şekilde aşılacak olan Gomidas, bu yüzden bir simgeye dönüştü, ikonlaştı. Onun tarihte donmuş bir figür olarak kalmaya mahkûm edilmesi, Ermenilerin yaşadığı felaketin boyutlarını gösteren en acı örneklerden biri oldu.”

Hayatın sırlarından biri de, çocukların ana babalarına, nesillerin kendilerinden önce gelenlere karşı yarışında değil mi? Yolundan yürüdüğünüzü düşündüğünüz, yaptıkların takip edip anlamaya çalıştığımız, kendinize kerteriz edindiğiniz bir büyüğünüz, bir gün tarihsel bir figür, ebedi bir sembol halini alıp başka bir boyuta taşınırsa, ve siz de, ne yaparsanız yapın artık onu aşma şansınız kalmadığını idrak ederseniz, kurtuluşu nerede bulursunuz?

Onu zamanda donduran, soluk alıp vermez hale getiren bir kolaycılığın iğvasına uymaktan kaçabilir misiniz?

Çünkü o büyüyüp ulvileştikçe aşılması gereken bir eşik olmaktan uzaklaşacak, gölgesinden çekindiğiniz bir rakip olmaktan çıkacaktır. O zaman da, özleme ve nostaljiye dayanan bir duygusallığın serin gölgesi, zayıflığınızla, kifayetsizliğinizle yüzleşmenin ateşten gömleğini giymekten çok daha makul bir tercih gibi görünebilir.

Bu yüzden, dikkatli olmalı. Çünkü biz onu ortak hafızamız nakşetmek için yüceltmeye çalıştıkça, onun gerçek resmi soluklaşmaya, hayalimizdeki resmi büyüyüp parlamaya başlar. O bütün insani kusurlarından, noksanlıklarından, onu özel ve bir o kadar da sıradan insani hasletlerinden soyunur, mükemmelleşir.

Onu bir tarihsel objeye dönüştürmemek, onunla hasbıhalimizi daim kılmak, onu içimizde, bizimle birlikte yaşatmak elimizdedir.

Yeter ki bunun yolları üzerine kafa yoralım.


Kimlik meselesi

İnsanın kimliği, çeşitli aidiyetlerden oluşur. Üst üste, yan yana, iç içe geçmiş aidiyetler, bizi biz yapan, bizi birbirimize benzeten ya da birbirimizden ayıran aidiyetlerimiz.

İnsani bir refleks olarak, saldırı altındaki kimliğimizi sahipleniriz. Aidiyetlerimizden birine dokunulduğunda, ona zarar verildiğinde, bütün benliğimiz bundan etkilenir ve topyekûn savunmaya geçer.

Yaşadığımız çağda, kimliklerimizin bizi kıstırdığı kapan, yan yana gelmemizi, bir arada yaşamamamızı güçleştiriyor. Mağduriyetlerimizle oluşturduğumuz apoletlerimizi, bizden olmayanları hiyerarşide altımıza almak için kullanıyoruz.

Bu kapanı aşmak için belki de her şeyden çok melezleşmek için çaba sarf etmemiz gerekiyor.

Melezleşmek, yani karşımızdakinin çoklu aidiyetlerinin farkında olmak; onun bütünlüğünün ve özerkliğinin de an az bizimki kadar önemli olduğunu idrak etmek ve buna göre davranmak; sesimizi duyulur kılmaya çalışırken, bir yandan da duymaya, dinlemeye amade olmak.

Melezleşmek, Hrant Dink gibi, karşımızdakinin kırılabilirliğini idrak etmek. Mağduru olduğumuz şiddet türlerinden başkalarını korumak… Yaralanabilirliğimizden şiddet değil, bambaşka, yepyeni, duyulmamış bir siyaset üretmek.

Melezleşirken, kendimize dair bir iç huzursuzluğu da daim kılmak. Özeleştiriyi, önce kendi kapımızın önünü süpürmeyi, mağduriyetlerimizin kolaycılığına düşmemeyi içselleştirmek, bir iç disiplin meselesi haline getirmek…

Çok mu zor?

Zoru başarmadan olur mu ki?


Bir alıntı

Durumlar bambaşka bir şekilde de gelişebilirdi

“Savaş içinde bir ülkede, komşu mahallelerden gelen bombardıman yağmuruna maruz kalmış bir mahallede yaşamış, dışarıda patlama gürültüleri, içerde her an bir saldırı olacağı ve katledilen aileler hakkında bin bir söylenti, sığınak haline getirilmiş bir bodrumda hamile genç karım ve küçük yaştaki oğlumla bir iki gece geçirmiş biri olarak, korkunun herhangi bir insanı cürüme itebileceğini çok iyi bilirim. Eğer benim mahallemde işler yalan yanlış söylentilerle kalmayıp gerçek bir kıyım yaşanmış olsaydı, ben aynı soğukkanlılıkla uzun zaman koruyabilecek miydim? Eğer o sığınakta iki gün geçirmek yerine bir ay geçirmek zorunda kalsaydım, elime verilen silahı reddedebilecek miydim?

Ben bu soruları kendime fazla ısrarla sormamayı tercih ediyorum. Şansım vardı, çok ağır etkilenmedim. Şansım vardı, ailemle birlikte sağ salim o cehennemden erkenden çıkabildim. Şansım vardı, ellerimi temiz, vicdanımı rahat tutabildim. Ama ‘şans’ diyorum, evet, çünkü eğer Lübnan savaşı başladığında yirmi altı değil de on altı yaşında olsaydım, değer verdiğim bir yakınımı kaybetseydim, başka bir sosyal çevreden, başka bir cemaatten gelseydim, durumlar bambaşka bir şekilde de gelişebilirdi.”

Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler, Çev. Aysel Bora, İstanbul: Yapı Kredi, 2009.