Boş meydanı doldurmak

Agos, 2 Nisan 2010

Bu ilk değil ve biz böyle devam edersek son da olmayacak.


Osmanlı zamanında da, Cumhuriyet döneminde de, Ermeni toplumunun sorunlarını çözmek için, iktidarlardan, o günün egemenlerinden medet umdu Ermeniler. Ermeni yöneticiler, eskiden Saray’da, yeni zamanlarda ise Ankara’da gördükleri izzetüikramdan; küçük ‘cemaat’in içinden çıkıp kabul edildikleri altın varaklı ‘devletlu’ salonlardan; devrin önde gelen politikacılarının yamacına sokulmaktan; yukarıdan bakan, hor gören edalarını görmezden gelip onlarla üç beş kelam etmekten; ezilip büzülerek de olsa onlarla karşılıklı oturmaktan; onlara ‘cemaat’lerinin sorunlarını ‘aktarmaktan’; ve en nihayet, onlarla birlikte fotoğraflanmaktan medet umdular.

Kim bilir hangi milliyetçi, hangi devletçi, hangi derin politikacıyla çekilen o fotoğraflar, önce Ermenice gazetelerin sayfalarında çarşaf çarşaf basılır, sonra da, o ‘cemaat’ yöneticilerinin ne kadar başarılı bir kariyer sahibi olduklarını ispatlamak üzere, çantacı, ayakkabıcı, kuyumcu mağazalarındaki, tefeci bürolarındaki patron koltuklarının arkasını süsler...


Onlar, en güzel takımlarını giyer, Atatürklü ya da bayraklı rozetlerini yakalarına özenle yerleştirir, sinekkaydı tıraşlarını olur, losyonlarını sürünür, eşlerinin duasıyla yola koyulurlar. Huzurdayken kasılır, ezilirler farkında olmadan. Devlet kapısında merhamet dilenen yabancı unsurlardır onlar nihayet… Görüşme bitip dışarı çıktıklarında derin bir nefes alır, kravatlarını gevşetirler. Kendilerine gelir gelmez, hemen İstanbul’a, müjdeli havadisleri vermek için cemaatlerinin bağrına koşarlar.


Elbette, müsteşar, bakan ya da –olağanüstü bir durumsa– başbakan, kendilerine yakın ilgi ve alaka göstermiştir. Elbette, Ermeni vatandaşlarının bu vatana ne kadar içten duygularla bağlı olduklarını takdir etmektedirler. Elbette, kendilerini büyük bir dikkatle dinlemiş, notlar almışlardır. Elbette, sorunların çözümü için ellerinden geleni yapacaklarını, konuyu astlarında ya da üstlerine bildireceklerini, araştırma yapacaklarını, kanun sınırları içerisinde bir hal çaresi olup olmadığına bakacaklarını, merak etmememizi söylemiş, Ermeni vatandaşlarına en halisane, en kalbi selamlarını iletmişlerdir.


Bu görüşmelerin her biri çok başarılıdır! Yine de, ne hikmetse, yıllar geçse de sorunlar bir türlü hallolmaz.


Fincancı katırları


Bedros Şirinoğlu’nun açıklamaları benzer diğer görüşmelerden çok daha fazla ilgi çekti, çünkü AK Parti yönetimi devletin kriz zamanlarında başvurduğı taktiği kullanıp, “Bizim Ermeniler” kanalıyla dünyaya bir mesaj vermek istemişti. Her şey inceden inceye düşünülmüştü belli ki. Randevunun zamanlaması da, basına birkaç gün önceden duyurulmuş olması da, Şirinoğlu’nun “Ermeni cemaati başkanı” olarak sunulmasına dair ‘masumane’ hata da, hangi minvalde konuşacağı da, Başbakan’ı Ermenistanlı kayıt dışı göçmenlerin sayısı konusunda yanılttıklarını açıklayıp özür dilemesi de…

Böyle durumlarda, bu kadar önemli bir görev için kendisinin seçilmiş olmasından ileri gelen gururla, alışık olmadığı bu ortamdan nasıl ‘alnının akıyla’ çıkacağının baskısı arasında sıkışıp kalan ‘cemaat lideri’, kendisi için en güvenli yolu seçip, kraldan fazla kralcı, devletten fazla devletçi olur. Malum, vakfının ve cemaatinin çıkarını düşünmektedir! Eh, kendi şahsi işi gücü de vardır, öyle istediği gibi atıp tutamaz.

Şirinoğlu da, ‘en büyük cemaat vakfı’nın başkanı olarak, zaten kendisini cemaatin başkanı olarak görüyordu bir vakittir. Bunun devlet tarafından tanınıyor olması, onun açısından bir başarıydı şüphesiz. Devletin istediğini söylediği müddetçe ‘cemaat başkanı’ olarak anılacağını, biat etmediği takdirde hiçbir kıymeti kalmayacağını biliyor muydu acaba? Çıkılan o zirvelerden inmemek için, o kol düğmelerini takmak, fincancı katırlarını ürkütmeyecek sözler etmek lazımdı.


Bize ne gerek?

19 Ocak 2007’den sonra boşalmış olan bir meydanda yapılan bu açıklamalar ibretlikti. İbret almak ise, ders çıkarmak, yıllardır dillerden düşmeyen ‘sivilleşme’nin ne mene bir şey olduğu üzerine düşünmek demek. Ayrıca, meydanı boş bırakmamak, fikirle ve zikirle doldurmak demek.


Artık, din adamı olmayan her yöneticinin sivil olmadığını, sivilliğin her şeyden önce bağımsız bir zihniyet gerektirdiğini hatırlamak gerek. Vakıf yöneticilerinin, Ermeni toplumunun sivil yönetim mekanizmaları devlet baskısıyla lağvedilmiş olduğu için ‘cemaat yöneticisi’ gibi davranabildiklerinin farkında olması, bunun geçici ve arzu edilmeyen bir durum olduğu bilinciyle hareket etmesi gerek. Devlet zoruyla kapatılan o kurumların yerine yenilerinin nasıl konabileceği üzerine kafa yormak, bu süreçlerin olabildiğince geniş bir katılıma açık olmasını sağlamak gerek.

Vakıf yönetsin diye seçilenlerin kendilerini her konuda yetkili görerek cemaat temsilciliğini üstlenmelerine olanak tanıyan bu düzen artık devam edemez. Açık açık tartışabileceğimiz, açıkça konuşabileceğimiz, oyumuzun ve karşı oyumuzun değerini bilererek ortak karar alabileceğimiz mekanizmalara ihtiyacımız var. Yüz yıl önce bunlara sahiptik, bugün değiliz. Yarın daha iyilerine ihtiyacımız olacak.

Bunu beceremezsek, hakkı olmadığı halde hepimiz adına konuşup bizleri utandıracak, ölmüşlerimizin ve öldürülmüşlerimizin kemiklerini sızlatacak daha çok ‘cemaat başkanları’ göreceğiz.

Hiç yorum yok: