Kürtler ve geçmişin karabasanları

Agos, 7 Ocak 2011

Kürtlerin demokratik özerklik ve iki dillilik talepleri iktidar ve muhalefet partilerinin yüksek perdeden tepkisiyle karşılandı. Geleneksel tek devlet, tek millet, tek dil, tek bayrak söylemini daha daha yükseltmekte herkes birbiriyle yarışıyor. Kürtlerin her yeni siyasi talebi, memleketin batısında, kimin daha has Türk milliyetçisi olduğunu ispatlamak için yeni bir davet olarak algılanıyor.

Bu taleplerin zamanlaması ve içeriği konusunda DTK veya BDP çizgisiyle hemfikir olmayabilirsiniz, bundan daha doğal bir şey yok, ama şeytan görmüş gibi, daha fazla kandan başka hiçbir sonucu olmayacak milliyetçiliğe sarılmanın kabul edilebilir, mantıklı bir açıklaması da yok. Bir avuç daha fazla oy için bunca bedel ödemeye değer mi?

Milliyetçiliğin sahneye çıkmak için sürekli olarak fırsat kolladığı bir ortamda, hükümet Ergenekon yargılamaları nedeniyle esasında kırılgan bir durumdayken, atılacak olası barış adımlarını engelleyecek adımlardan kaçınmak Kürt siyasilere düşen önemli bir sorumluluk şüphesiz. “İki ayrı bayrak” gibi, hem Türk milliyetçiliğine prim sağlayacak hem de özünde milliyetçi açıklamalardan kaçınmak gerektiğinden söz ediyorum. Nitekim, Abdullah Öcalan’ın avukatlarıyla son görüşmesinde, DTK’nın duyurduğu taslağı belirli noktalarda eleştirmesi de, Kürt siyasetinde bağımsız bir aydın duruşu geliştirmek için çaba sarf eden Orhan Miroğlu’nun daha önce dile getirdiği “yanlış zamanda doğru talepler” eleştirisinin çok da haksız olmadığını gösteriyor.

Ancak Kürt siyasi hareketinin, konforlu koltuklarımızda otururken tespit etmekte zorlanmadığımız bu tip göreli stratejik hataları, ‘Türk’lere pervasızlaşma hakkını neden veriyor? Bunu anlamak sahiden zor.

Bağımsızlıktan vazgeçeli çok oldu

Beğenelim ya da beğenmeyelim, Kürt partileri yıllardır, bağımsız bir ulus-devlet projesini artık benimsemediklerini her fırsatta ilan ediyor, bu konuda güvenceler veriyor. Bu tavır DTK’nın demokratik özerklik taslağıyla ortaya çıkmış değil, daha öncelere uzanıyor. Misal, üç buçuk yıl önce yine Diyarbakır’da, toplanan DTP kongresinin sonuç bildirgesinde, partinin yaklaşımı şu sözlerle ortaya konuyordu:

“(H)er ulus için ayrı bir devlet talep etme gibi felsefik ve konjönktürel gerçeklikten uzak ve halkların birbirini boğazlamasına kadar gidebilecek bir süreci tetikleyecek siyaset anlayışı yerine, halkların demokratik birliğini esas alan, demokrasiyi genel bir meclise hapsetmeyen, halkın tartışma ve karar mekanizmalarına katılımını kolaylaştıran, toplumun temel bütün sorunlarını en iyi şekilde ve yerinde çözüme kavuşturacağı bir siyasi ve idari yapılanma modeli, kendini büyük bir ihtiyaç olarak dayatmaktadır. Kongremiz, ülke bütünlüğü içinde halkın yerelde söz ve karar sahibi olmasını sağlayacak ve tüm farklılıkların kendini özgürce ifade edebileceği düzeyde özerklik kazanması temeline dayanan modelin çağdaş kavramlaştırılışını ‘demokratik özerklik’ biçiminde tanımlamaktadır. Demokratik öz yönetim anlamına gelen demokratik özerklik, Demokratik Cumhuriyet’in içinin doldurulmasıdır.”

Olası yanlış anlamalara ve çarpıtmalara karşı supap niyetine, bildirgede bir de şu cümle yer alıyordu:

“Bu yapı federalizmi ya da etnisiteye dayalı özerkliği ifade etmez; merkezi yönetimle iller arasında kademelendirilmiş demokratik bir yeni idari takviyedir.”

Manzara bu kadar açıkken ve Kürtler, o günden bu yana tüm baskı ve engellemelere, operasyonlara karşı, el yordamıyla da olsa bu taleplerin altını doldurmaya çalışırken, Türklerin büyük çoğunluğu, içeriği bir türlü anlaşılamayan ve Habur’daki karşılama töreninden sonra rafa kalkan açılım sürecini baltalamakla meşguldü. Bugün de hâlâ, aynı büyük çoğunluk, Meclis’te Gülten Kışanak’a Türkçe sözlük armağan eden aklıevvellerin tepkileri destekliyor.

Peki bu iş nasıl olacak? Karşınızdakini hep döverek onunla nasıl barışacaksınız?

Abagetronatsum

Yazmıştım. Bugün Kürt sorunu çevresinde yaşadıklarımız, bana sık sık, 1915 öncesinde İttihatçılarla Ermeni siyasi partileri arasında geçen reform tartışmalarını hatırlatıyor. 1908’de Sultan Abdülhamid istibdadına son veren İttihatçıların yanında saf tutan Ermeniler, daha özgür bir rejim için Meşrutiyet yönetimini desteklemişti. Temel beklenti, adem-i merkeziyet (Ermenicede ‘abagetronatsum’, yukarıdaki DTP metnindeki ‘öz yönetim’) ilkesinde vücut buluyordu. İdari yapılanmanın adem-i merkeziyet esasına göre yeniden örgütleneceği, dolayısıyla zikredilen sorunların çözüleceği yolundaki büyük bir umut vardı.

Ancak İttihatçılar iktidarda güçlendikçe, sözlerini unuttular. Ermeni vilayetlerinde öz yönetimi güçlendirmenin özerklik ilanına zemin hazırlayacağı korkusuyla, reform taleplerini daima geri plana ittiler. 1914’te, uluslararası koşulların dayatmasıyla, iki yabancı genel valinin kontrolünde gerçekleşecek bir reform taahhüdüne girmiş olsalar da, I. Dünya Savaşı’nın çıkmasını fırsat bilip bu planı tarihin çöplüğüne göndermekten çekinmediler.

Sonrası hepimizin malumu: Tehcir, katliamlar, Anadolu Ermenilerinin kökünün kazınması.

Bu geçmişe ve bugün de reform taleplerinin yükselttiği milliyetçi tepkilere bakınca, ‘adem-i merkeziyet’, ‘yerinden yönetim’, ‘öz yönetim’, ‘abagetronatsum’, ‘demokratik özerklik’, adına ne dersek diyelim, bölgesel yönetimleri güçlendirme yönündeki taleplerin ‘Türk’ devlet geleneğinin kırmızı çizgisi olduğunu ve bu noktada taviz vermeme tavrının zaman içinde pek değişmediğini görebiliriz.

Bu talepler bugünün Batı dünyasında her ne kadar doğal ve demokrasinin gereği sayılsa da, otoriter bir tek parti rejimi altında kurulan ve on yılda bir darbelerle demokrasisi kadük kılınan bu devletin yönetsel özü, yerinden yönetime uygun görünmüyor. Bu bakımdan bir zihniyet devrimine ihtiyaç olduğu kesin. Türkiye’de demokrasi mücadelesi işte tam da bu yüzden hayati.

Türkiye, Kürtlerin barışçı talep ve önerilerine kulak tıkadıkça, “Yüz yıl öncenin karabasanları tekerrür eder mi acaba?” sorusu başımızın üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallanmaya devam edecek. Barışa en yakın olduğumuzu sandığımız bir zamanda, aslında en zorlu sınavlardan geçiyoruz.

Hiç yorum yok: