Biz, hepimiz...
İnsanların başka insanlarla ilişkiye girmeye, onlarla mutluluğu ve kederi, bir tas çorbayla bir somun ekmeği paylaşmaya giderek daha kapalı yaşadığı bir çağın çocuklarıyız. Mutluluğumuz, sağlığımız, başarımız, başkalarının mutluluğundan, sağlığından, başarısından önemli ve her şeyden daha acil. Yalnızca kendimiz varız, yalnızca kendimiz önemli…
Buradan bakıldığında, bir Afrika inanışı olan ‘Ubuntu’ çağın gerçeklerine tamamen yabancı görünüyor. Zira Ubuntu, kişinin çevresindeki insanlarla ve bütün insanlıkla olan görünmez bağlarını, bizi biz yapan değerleri, insani melekelerimizi keşfetmemizi sağlayan bağları işaret ediyor.
Çeşitli kadim inanışlar gibi Ubuntu da insanları bir bütünün parçaları olarak görüyor. Buna göre, bir tarafta insanlar aşağılanırken, başkaları baskı, zulüm, işkence görürken, bizler beri tarafta o aşağılanmadan, baskı, zulüm ve işkenceden azade değiliz. Başkalarını ezer, onların hakkını çiğnerken kendimize de kötülük ederiz. Benim insaniyetim, ayrılmaz bir şekilde sizinkine bağlıdır, bundan ne siz kaçabilirsiniz ne de ben.
Nobel ödüllü Başpiskopos Desmond Tutu’ya göre Ubuntu “insanlığın özü”dür; “insanı insan olmaktan çıkarmak için sarf edilen bütün çabalara karşın, ona yaşama ve kendini yeniden var etme direnci veren meziyettir.”
Nelson Mandela ise, Ubuntu’nun insanın kendi benliğini düşünmeyeceği anlamına gelmediğini, asıl meselenin, bunu yaparken başkalarının gelişme imkânlarını da göz önünde bulundurmak olduğunu söylüyor.
Merhameti ve diğerkâmlığı her şeyden üstün tutan Ubuntu, belki de, günümüz uygarlığının zihinlerimize bir reklam sloganıymışçasına kazıdığı “Sadece kendin için yaşa!” hafifliğinin panzehiridir.
Ubuntu ve ubuntusuzluk
Ubuntu, Güney Afrika topraklarının çok derinlerine kök salmış bir gelenektir. Ülkede Apartheid rejiminin sona ermesinin ardından yapılan, ırkçılık ve ayrımcılıktan arındırılmış yasalar Ubuntu’ya çokça gönderme yapar. Irkçı rejimin işlediği suçları araştıran Hakikatler ve Uzlaşma Komisyonu deneyiminin kökeninde de Ubuntu ruhu vardır.
Hal böyleyken, geçtiğimiz günlerde Güney Afrika’nın çeşitli kentlerinde göçmenlere yönelen şiddet, 23 işçinin hayatını kaybetmesine yol açtı. Johannesburg’un kuzeyindeki Alexandra kentinde başlayan olaylar sırasında sokaklara hâkim olan gruplar, “işlerini ellerinden aldıkları ve suça karıştıkları” iddiasıyla göçmenlere saldırdılar. BBC’ye göre, ölenlerin bazıları yol ortasında canlı canlı yakıldı, bazılarıysa linç edildi. Görgü tanıkları, kalabalıkların, göçmen mahallelerinde kapı kapı dolaşarak insanları evlerinden çıkardığını ve eşyalarını yağmaladığını anlattı. Yağmalanan bazı dükkânların sahipleri, yıllardır bir arada oturdukları komşularının kendilerine saldırdığını söylüyordu.
Dehşet verici saldırılar nedeniyle 6 bin göçmenin karakollara ve kiliselere sığındığı belirtiliyor. Polise sığınan göçmenler, “Dışarı çıkarsak bizi öldürürler” korkusuyla, evlerine dönmek istemiyor.
44 milyon nüfuslu ülkede 3 ila 5 milyon arasında göçmen olduğu tahmin ediliyor. Ekonomisi son yıllarda hızlı bir şekilde büyüyen ülkede gelir dağılımı giderek adaletsizleşirken, yerli halkın bir kısmı, çoğunluğunu Zimbabve, Mozambik ve Nijeryalılıların oluşturduğu göçmenlerin kendileri için işsizlik yarattığına inanıyor. Son altı yılda açılan yaklaşık 2 milyon yeni iş de sorunları çözmüş gibi görünmüyor, zira % 25’e varan işsizlik oranı büyük bir toplumsal gerginlik potansiyelini de beraberinde getiriyor.
*
İnternet siteleri arasında dolanarak binlerce kilometre uzaktaki bu kederli memleketteki son gelişmeleri takip etmeye çalışırken, insanın elinden, güneşli Afrika toprakları üzerinde yaşanan bu son karanlık günlerin de aşılacağına dair umudunu taze tutmaktan başka bir şey gelmiyor. Onyıllar süren meşakkatli ve sabırlı bir mücadeleyle yıkılmaz gibi görünen ırkçı rejimi tarihin çöp sepetine yollayan Afrika bilgeliğinin bu engeli de geçmemesi için bir sebep yok. Yeter ki Ubuntu unutulmasın.
Film ‘In My Country’ (Benim Yurdumda)
Yön.: John Boorman
2004 tarihli John Boorman filmi ‘In My Country’ (Benim Yurdumda), Güney Afrika’da Apartheid rejiminin sona ermesiyle birlikte kurulan Hakikatler ve Uzlaşma Komisyonu’nun faaliyetlerine odaklanıyordu.
Antje Krog’un ‘Country of My Skull’ (Kafatasımın Yurdu) adlı anı kitabından uyarlanan filmde, Güney Afrikalı beyaz şair Anna Malan (Juliet Binoche) ve Amerikalı siyah gazeteci Langston Whitfield (Samuel L. Jackson) arasındaki bıçak sırtı aşk ilişkisi yoluyla, Apartheid döneminin Güney Afrika toplumunda yarattığı tahribat gözler önüne seriliyor.
Ülkede ayrımcı yasaların hüküm sürdüğü 1948-94 yılları arasında, nüfus olarak azınlıkta olan beyazlar yönetimde söz sahibi olan tek gruptu. Siyahlar siyasi ve medeni haklardan yoksundu. 27 yıl boyunca hapiste tutulan Afrika Ulusal Konseyi başkanı Nelson Mandela’nın önderliğindeki haklar hareketi, kararlı muhalefeti ve tüm Afrika halklarının da desteğiyle 1994’te Apartheid rejimini yıktı. Mandela aynı yıl yapılan ilk özgür seçimlerde devlet başkanlığına seçildi.*
Ülkede ırk ayrımcılığı rejiminin son bulmasının ardından Desmond Tutu başkanlığında kurulan Hakikatler ve Uzlaşma Komisyonu üç yıl boyunca kurbanların ve faillerin tanıklıklarını dinledi; işlediği suçları anlatan kişiler cezadan muaf tutuldu.
Boorman’ın filminde, kendisi doğrudan ırkçılığa bulaşmamış ve daima ılımlı bir çizgi izlemiş olsa da, yıllar yılı beyazlara özgü ayrıcalıklardan ve refahtan yararlanan Anna Malan’ın, Hakikatler ve Uzlaşma Komisyonu’nun ülkenin çeşitli yörelerindeki oturumlarına katılıp rejimin kurbanı olan siyahların tanıklıklarını dinlemesiyle keşfettiği suç ortaklığına dikkat çekiliyor ve gerçek uzlaşmanın ancak hiddet, nedamet ve merhamet arasındaki çizgilerin muğlaklaşmasıyla mümkün olabileceğinin altı çiziliyordu.
* Mandela 1992’de kendisine verilen Atatürk Barış Ödülü’nü “Türk hükümetine yönelik insan hakları ihlali suçlamaları” nedeniyle reddetmişti. Nitekim, ödülün bir önceki sahibi, 12 Eylül darbecisi Kenan Evren’di!