Ubuntu ve ubuntusuzluk

Agos, 23 Mayıs 2008

Biz, hepimiz...

İnsanların başka insanlarla ilişkiye girmeye, onlarla mutluluğu ve kederi, bir tas çorbayla bir somun ekmeği paylaşmaya giderek daha kapalı yaşadığı bir çağın çocuklarıyız. Mutluluğumuz, sağlığımız, başarımız, başkalarının mutluluğundan, sağlığından, başarısından önemli ve her şeyden daha acil. Yalnızca kendimiz varız, yalnızca kendimiz önemli…

Buradan bakıldığında, bir Afrika inanışı olan ‘Ubuntu’ çağın gerçeklerine tamamen yabancı görünüyor. Zira Ubuntu, kişinin çevresindeki insanlarla ve bütün insanlıkla olan görünmez bağlarını, bizi biz yapan değerleri, insani melekelerimizi keşfetmemizi sağlayan bağları işaret ediyor.

Çeşitli kadim inanışlar gibi Ubuntu da insanları bir bütünün parçaları olarak görüyor. Buna göre, bir tarafta insanlar aşağılanırken, başkaları baskı, zulüm, işkence görürken, bizler beri tarafta o aşağılanmadan, baskı, zulüm ve işkenceden azade değiliz. Başkalarını ezer, onların hakkını çiğnerken kendimize de kötülük ederiz. Benim insaniyetim, ayrılmaz bir şekilde sizinkine bağlıdır, bundan ne siz kaçabilirsiniz ne de ben.

Nobel ödüllü Başpiskopos Desmond Tutu’ya göre Ubuntu “insanlığın özü”dür; “insanı insan olmaktan çıkarmak için sarf edilen bütün çabalara karşın, ona yaşama ve kendini yeniden var etme direnci veren meziyettir.”

Nelson Mandela ise, Ubuntu’nun insanın kendi benliğini düşünmeyeceği anlamına gelmediğini, asıl meselenin, bunu yaparken başkalarının gelişme imkânlarını da göz önünde bulundurmak olduğunu söylüyor.

Merhameti ve diğerkâmlığı her şeyden üstün tutan Ubuntu, belki de, günümüz uygarlığının zihinlerimize bir reklam sloganıymışçasına kazıdığı “Sadece kendin için yaşa!” hafifliğinin panzehiridir.


Ubuntu ve ubuntusuzluk
Ubuntu, Güney Afrika topraklarının çok derinlerine kök salmış bir gelenektir. Ülkede Apartheid rejiminin sona ermesinin ardından yapılan, ırkçılık ve ayrımcılıktan arındırılmış yasalar Ubuntu’ya çokça gönderme yapar. Irkçı rejimin işlediği suçları araştıran Hakikatler ve Uzlaşma Komisyonu deneyiminin kökeninde de Ubuntu ruhu vardır.

Hal böyleyken, geçtiğimiz günlerde Güney Afrika’nın çeşitli kentlerinde göçmenlere yönelen şiddet, 23 işçinin hayatını kaybetmesine yol açtı. Johannesburg’un kuzeyindeki Alexandra kentinde başlayan olaylar sırasında sokaklara hâkim olan gruplar, “işlerini ellerinden aldıkları ve suça karıştıkları” iddiasıyla göçmenlere saldırdılar. BBC’ye göre, ölenlerin bazıları yol ortasında canlı canlı yakıldı, bazılarıysa linç edildi. Görgü tanıkları, kalabalıkların, göçmen mahallelerinde kapı kapı dolaşarak insanları evlerinden çıkardığını ve eşyalarını yağmaladığını anlattı. Yağmalanan bazı dükkânların sahipleri, yıllardır bir arada oturdukları komşularının kendilerine saldırdığını söylüyordu.

Dehşet verici saldırılar nedeniyle 6 bin göçmenin karakollara ve kiliselere sığındığı belirtiliyor. Polise sığınan göçmenler, “Dışarı çıkarsak bizi öldürürler” korkusuyla, evlerine dönmek istemiyor.

44 milyon nüfuslu ülkede 3 ila 5 milyon arasında göçmen olduğu tahmin ediliyor. Ekonomisi son yıllarda hızlı bir şekilde büyüyen ülkede gelir dağılımı giderek adaletsizleşirken, yerli halkın bir kısmı, çoğunluğunu Zimbabve, Mozambik ve Nijeryalılıların oluşturduğu göçmenlerin kendileri için işsizlik yarattığına inanıyor. Son altı yılda açılan yaklaşık 2 milyon yeni iş de sorunları çözmüş gibi görünmüyor, zira % 25’e varan işsizlik oranı büyük bir toplumsal gerginlik potansiyelini de beraberinde getiriyor.

*

İnternet siteleri arasında dolanarak binlerce kilometre uzaktaki bu kederli memleketteki son gelişmeleri takip etmeye çalışırken, insanın elinden, güneşli Afrika toprakları üzerinde yaşanan bu son karanlık günlerin de aşılacağına dair umudunu taze tutmaktan başka bir şey gelmiyor. Onyıllar süren meşakkatli ve sabırlı bir mücadeleyle yıkılmaz gibi görünen ırkçı rejimi tarihin çöp sepetine yollayan Afrika bilgeliğinin bu engeli de geçmemesi için bir sebep yok. Yeter ki Ubuntu unutulmasın.



Film ‘In My Country’ (Benim Yurdumda)

Yön.: John Boorman


2004 tarihli John Boorman filmi ‘In My Country’ (Benim Yurdumda), Güney Afrika’da Apartheid rejiminin sona ermesiyle birlikte kurulan Hakikatler ve Uzlaşma Komisyonu’nun faaliyetlerine odaklanıyordu.

Antje Krog’un ‘Country of My Skull’ (Kafatasımın Yurdu) adlı anı kitabından uyarlanan filmde, Güney Afrikalı beyaz şair Anna Malan (Juliet Binoche) ve Amerikalı siyah gazeteci Langston Whitfield (Samuel L. Jackson) arasındaki bıçak sırtı aşk ilişkisi yoluyla, Apartheid döneminin Güney Afrika toplumunda yarattığı tahribat gözler önüne seriliyor.

Ülkede ayrımcı yasaların hüküm sürdüğü 1948-94 yılları arasında, nüfus olarak azınlıkta olan beyazlar yönetimde söz sahibi olan tek gruptu. Siyahlar siyasi ve medeni haklardan yoksundu. 27 yıl boyunca hapiste tutulan Afrika Ulusal Konseyi başkanı Nelson Mandela’nın önderliğindeki haklar hareketi, kararlı muhalefeti ve tüm Afrika halklarının da desteğiyle 1994’te Apartheid rejimini yıktı. Mandela aynı yıl yapılan ilk özgür seçimlerde devlet başkanlığına seçildi.*

Ülkede ırk ayrımcılığı rejiminin son bulmasının ardından Desmond Tutu başkanlığında kurulan Hakikatler ve Uzlaşma Komisyonu üç yıl boyunca kurbanların ve faillerin tanıklıklarını dinledi; işlediği suçları anlatan kişiler cezadan muaf tutuldu.

Boorman’ın filminde, kendisi doğrudan ırkçılığa bulaşmamış ve daima ılımlı bir çizgi izlemiş olsa da, yıllar yılı beyazlara özgü ayrıcalıklardan ve refahtan yararlanan Anna Malan’ın, Hakikatler ve Uzlaşma Komisyonu’nun ülkenin çeşitli yörelerindeki oturumlarına katılıp rejimin kurbanı olan siyahların tanıklıklarını dinlemesiyle keşfettiği suç ortaklığına dikkat çekiliyor ve gerçek uzlaşmanın ancak hiddet, nedamet ve merhamet arasındaki çizgilerin muğlaklaşmasıyla mümkün olabileceğinin altı çiziliyordu.

* Mandela 1992’de kendisine verilen Atatürk Barış Ödülü’nü “Türk hükümetine yönelik insan hakları ihlali suçlamaları” nedeniyle reddetmişti. Nitekim, ödülün bir önceki sahibi, 12 Eylül darbecisi Kenan Evren’di!

Kürtçe yayını yapabildik mi?

Agos, 16 Mayıs 2008

Bin bir dolambaçlı yoldan geçtikten sonra, Kürtçe televizyon ve radyo yayınında bugün neredeyiz?

2002’de, AB Uyum Paketi kapsamında RTÜK Yasası’na yapılan bir eklemeyle “Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerde de yayın yapılabileceği” hükme bağlanmıştı. Bu cümledeki ‘de’ bağlacının, yapılan düzenlemenin ruhundaki muhafazakârlığı ve çelişkiyi açığa çıkardığının altını çizmek gerekiyor. Nitekim, daha sonra yasa değişikliğini hayata geçirmek için hazırlanan Radyo ve Televizyon Yayınlarının Dili Hakkında Yönetmelik, Türkçe dışındaki dillerde yayıncılığın ancak devlet televizyonu eliyle yapılabileceğini belirtiyordu.

Bu devlet tekelini kırmak isteyen kuruluşlar yönetmelikten ancak iki yıl sonra, yine AB hatrına yapılan bir değişiklikle yayın izni alabildi. Ancak bu izin, televizyonlara günde 45 dakika, haftada toplam dört saat; radyolara ise günde bir saat, haftada toplam beş saat yayın sınırlaması getiriyordu. Bu, Türkiye’ye özgü bir “ölme eşeğim, ölme!” durumuydu.

Böylece, ‘reform’ adı altında yapılan yasalar daha sonra hazırlanan yönetmelikle kadük hale getiriliyor, kâğıt üstünde ‘serbest’ olan Kürtçe yayınlar fiiliyatta imkânsız kılınıyordu ve bu sayede hepimiz rahat bir nefes alıyorduk!

Geçenlerde ajanslara TRT’nin Ermenice yayın yapmaya hazırlandığı haberleri düştü. Kürtçe yayının bu kısa macerasını göz önünde bulundurursak, “Eyvah!” demekten başka çıkar yol yok gibi görünüyor.

Konuyla ilgili yakından fikir sahibi olmak için, dilerseniz yan sütuna bağlanıp TRT’nin Ermenice test yayınına kulak kabartalım.

TıRT




Ermenice yayını anlayamayanlar için, bu haberin altyazısında şunlar yazıyor:

TRT’nin Ermenice haber bültenine hoş geldiniz! Bugün 24 Nisan 2008 Perşembe.

Bilindiği üzere, Ermenilerin ‘sözde Ermeni Soykırımı’nı andığı 24 Nisan tarihinde dünyanın çeşitli yerlerinde ‘sözde gösteriler’ düzenlenir.

Bugün, Ermenistan’ın başkenti Erivan’daki sözde soykırım anıtı çevresinde toplanan Ermeniler, Türkler tarafından katledildiğini iddia ettikleri atalarını andılar. Ermenilerin yaşadığı diğer ülkelerde de benzer anma gösterileri düzenlendi. Diaspora lobilerinin girişimleriyle düzenlenen bu gösterilerde Türk karşıtı pankartlar açıldı ve sloganlar atıldı. Beyrut’ta, aşırı milliyetçi Ermeni örgütleri tarafından düzenlenen gösterilerde Türk bayrağı ayaklar altına alındı. Bir grup Ermeni genci, ‘(Sözde) Soykırım Türkiye tarafından tanınmalıdır!’ ‘Tanınma, Toprak, Tazminat!’ vs. yazılı pankartlar taşıdılar.

Uzmanlar, Ermenilerin sözde anma toplantıları sırasında gösterdikleri saldırganlığın onların suçluluk duygusunun dışavurumu olduğu konusunda hemfikir. Görüşlerine başvurduğumuz tarih danışmanımız Justin McCarthy, Ermenilerin soykırıma uğramadığını, asıl soykırıma uğrayanın Türkler olduğunu bir kez daha, ikna edici sözlerle anlattı.

Bir diğer değerli tarih uzmanımız Hasan Celal Güzel ise Radikal gazetesinde yer alan makalesinde, ‘diyasporanın azmasına vesile olan 24 Nisan iddiaları’nı ele aldı. Güzel, ayrıca, ülkemizi ziyaret eden ve bir ‘sözde konferans’ verecek olan ‘sözde tarihçi’ Palavraciyan’ın da ipliğini pazara çıkardı.”



Sözde Ermenice yayın!

Lafı hiç dolandırmayalım: TRT Ermenice yayın yapmamalıdır!

Bu fikri desteklemek için pek çok gerekçe öne sürülebilir elbette, ancak salt şunu hatırlamak dahi yeterlidir: Eğer savaş stratejisi yürütmüyorsanız, bir dilde yayın yapmak için o dile karşı asgari miktarda sevgi ve saygı beslemek gerekir. Mevcut yapısı ve zihniyeti, TRT’nin Ermeniceyle bu tür bir ilişki kurmasına engeldir.

Biliriz, devlet-i âlimizin huylarından biri de okşar gibi yaparken dövmektir. Kültür Bakanlığı’nın 2001’de yayımladığı ‘Ermeni Edebiyatı Seçkisi’, kerameti kendinden menkul birtakım açıklamalarla, Ermeni edebiyatı diye bir şeyin aslında var olmadığını ispatlıyordu bizlere. TRT’nin Ermenice yayınları da, Ermenilerin ‘sözde’liğini tekrar tekrar ispatlamaktan başka bir şeye yaramayacak, benzer bir absürdlük timsali olacaktır.

Milliyetçi ve ayrımcı bir yaklaşımla yapılacak yayınların dili Ermenice, Türkçe, Kürtçe değil, ‘Düşmanca’dır. Bu dilde de “sorunları barışçı yollarla çözmek” anlamına gelen bir kavram yok.

Son bir not: Ayrımcı bir dilin düşünce kalıplarına ve klişelerine hapsolduğumuzda, fikirsel sefaletin farkına varmak da imkânsızlaşıyor. Bir dilde geçerli olan kavram ve kabulleri başka dillere çevirmek, onların evrensel geçerliliğini test etmede yararlı bir yol olabilir. Zira bir dilin bütün kapılarını tutmuş kalıplar, genellikle başka bir dilde sudan çıkmış balığa dönerler. Türkçede artık daima Ermenilerle birlikte anılan ‘sözde’ sıfatı bunların en başta geleni. ‘Sözde soykırım’ ifadesi İngilizceye ‘So called genocide’, Ermeniceye ‘İpr te tseğasbanutyun’ diye çevriliyor... Ve bu kavramsallaştırmanın ardındaki fikriyatın ne kadar ‘sözde’ olduğunu gösteriyor.́

Kan davası güden "devlet aklı"

Agos, 9 Mayıs 2008

Aslında üç gün önceden başladı 1 Mayıs. Berber koltuğunda, aynadan görünen güzel yüzlü çocuk, yanındakilere “Abi, o gün izinliyim ama süper bir boks maçı olacak Taksim’de. Kaçırmak olmaz, mutlaka gideceğim!” dediğinde.

Sivil kıyafetli, sarışın, temiz yüzlü, gencecik bir polisti. Ailesinin gözbebeği, komşularının, arkadaşlarının çok sevdiği bir delikanlıydı besbelli. 1 Mayıs’tan “boks maçı” diye söz ediyordu; izin günüydü ama kaçırmak olmazdı, İstanbul dışından bile binlerce polis gelecekti.

1 Mayıs 2008’in anlamını, 1980’lerde doğup 90’larda büyümüş o delikanlının, bir devlet memurunun, hak arayan yurttaşlarının yiyeceği sopaya tanık olmaktaki heveskârlığında aramak gerek.

*

1950’lerde komünizm ‘tehdidi’ne karşı tercihini Batılı ülkelerden yana kullanan Türkiye, 60’larda toplumsal bir taban bulan sol siyaseti bastırmak için NATO kaynaklı projelere yaslanıyor, bürokrasiyi, yargıyı, kolluk güçlerini ve siyaseti biçimlendiren devlet aklı, ‘komünistleri’ başı ezilesi mahlûklar olarak resmediyordu.

Ordu, Ülkücü ve İslami hareket, sağı ve soluyla merkez tutuculuk, yıllar yılı, sınıf temelli siyasi talepleri pasifize etmek için her yolu mubah saydı, bu fikriyatta nesiller yetiştirdi.

Artık sol siyasetin esamisinin okunmadığı bir devirde görev yapan gencecik polisin, berberde çevresindekilere üç gün sonraki tek taraflı ‘boks maçını’ heyecanla müjdelemesi, gücü elinde tutanların nesilden nesle aktardığı bu kan davası zihniyetinin meyvesiydi.

İki tarz-ı riya

Agos, 9 Mayıs 2008

1 Mayıs siyasi bir karmaşa ortamının tam orta yerine düştü bu yıl. Bir yanda iktidar partisini kapatmayı hedefleyen yargı darbesi, bir yanda Ergenekon soruşturması, bir yanda K. Irak’a yönelik, dumanı üstünde kara ve hava operasyonları.

Farklı çevreler, bu boz bulanık konjonktürde tuttukları pozisyonun prizmasından bakarak değerlendirdi İstanbul sokaklarında yaşanan devlet terörünü.

Hükümet ve ona yakın duran muhafazakâr veya liberal kalemler, sendikaların 1 Mayıs’ı Taksim’de kitlesel bir gösteriyle kutlama talebini, Ergenekoncuların, darbe yanlılarının hükümeti sıkıştırma planının bir parçası, yani provokasyon olarak değerlendirdi.

Müesses nizamla barışık büyük medya ise 1 Mayıs’ta yaşanan polis şiddetini, ilk bakışta hayran olunası bir duyarlılıkla karşıladı. Göstericilere karşı uygulanan insanlık dışı tutum mahkûm edildi, hükümetin ve mülki amirlerin hesap vermesi istendi. Oysa, aynı medyanın bundan önceki benzer olaylarda, her zaman, şiddet kullanan devlet görevlilerinden yana tavır aldığını; 1 Mayıs’ları “huzuru bozan” bir tür illet olarak yansıttığını; on binlerce kişinin katıldığı gösterilerde çeşitli fraksiyonların çıkardığı olayları, daima, “çiçekleri dahi döven lümpen solcular” çerçevesiyle sunduğunu hatırladığımızda, bu tavrın yukarıda sözünü ettiğimiz genel pozisyonun bir parçası olduğunu, büyük sermayenin sözcüsü konumundaki medyanın birdenbire işçi dostu kesilmesinin hiç de inandırıcı olmadığını görmek zor değil.

Bir tarafta, ülkede işçilerin, çalışanların, memurların, işsizlerin, emeklilerin, köylülerin hiçbir sosyal ve ekonomik sorunu yokmuş gibi; Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası Yasası’yla çalışanların aleyhine bir sepet dolusu düzenleme yapılmamış gibi; Tuzla’daki tersanelerde her gün yeni ölümler olmuyormuş gibi; sendika, siyasi parti ve sivil toplum örgütlerinin, 1 Mayıs’ı seslerini en çok duyurabilecekleri bir alanda kutlama talepleri anormalmiş gibi; sendikaları Ergenekoncuların, darbecilerin değirmenine su taşımakla suçlayanlar...

Beri tarafta, çalışanların taleplerine, ülkenin gerçek sorunlarına, 1980’den bu yana kamu ve özel sektörde sistematik hal alan sendikasızlaştırmayla ilgili haberlere, iş güvenliği, çalışma güvenliği gibi konulara daimi olarak sütunlarını kapatan, kamu çalışanlarının grev hakkı mücadelesine destek olmayan, milliyetçi dalgayı kabartan yayınlar yapmakta hiç beis görmeyen medyanın birdenbire 1 Mayıs’a sahip çıkması, çalışanlar lehine hiçbir icraatına tanık olmadığımız muhalefet partilerinin 1 Mayıs’ı siyasi hesaplarına alet etmesi…

Bir yanda, bizzat başbakanın ağzından “Onlar zaten işçi değil, yasadışı örgüt mensubu” diyerek, en temel demokratik haklarından birini kullanmak isteyen insanları hedef gösteren bir zihniyet, diğer yanda, çalışanların kazanılmış haklarını ayaklar altına alan, işten çıkarmaları kolaylaştıran, istihdam paketi adı altında kadınları eve kapatan yasalara ideolojik destek sağlayan ama bugün sırf iktidarı köşeye sıkıştırmak için hevesle 1 Mayıs yanlısı kesilen ulusalcı-milliyetçi kesim…

Neresinden bakarsak bakalım, hesapçı, çıkarcı, riyakâr, iki tarz-ı siyasetle karşı karşıyayız.

(Fotoğraf: Erhan Sevenler, AA)

Sendikalı olunca

Agos, 9 Mayıs 2008

1 Mayıs’ta alanlarda toplanmaya çalışanların aslında sendikalı işçiler olmadığı, çeşitli sol örgütlerin provokasyon yaratmak için bir araya geldiği iddiası son günlerde çokça dile getirildi.

Evet, 1 Mayıs’ta alanlara çıkmak isteyenlerin büyük çoğunluğu işçi veya sendikalı değildi. Çünkü –bilmem, bu iddiaları dile getirenler hatırlar mı?– 1 Mayıs günü ülkemizde hâlâ resmi tatil ilan edilmedi. Çünkü, çalışanların, patronlarına “Ben 1 Mayıs’a gidiyorum!” deyip iş bırakması pek kolay değil bu ülkede. Çünkü, İstanbul Valisi, günler öncesinden, gösteriye katılacaklara karşı ‘orantılı’ güç kullanılacağını ilan etmişti. Çünkü, Türkiye’de sendikalaşmanın önünde anti-demokratik engeller nedeniyle sendikalı işçi sayısı giderek azalıyor. Çünkü, sendikaya üye olan işçiler hemen işten çıkarılıyor. Çünkü, Türkiye’de milyonlarca işsiz var.

Sendikalı işçilerin üzerindeki baskıların en yakın örneği, Düzce Organize Sanayi Bölgesi’nde faaliyet gösteren DESA deri fabrikasında yaşanıyor bugünlerde. Deri İş Sendikası bundan üç ay önce DESA’da örgütlenme faaliyetine başladı. Yaklaşık yüz işçi sendikaya üye olunca, DESA 30 Nisan’da 37 sendikalı işçiyi, hiçbir gerekçe göstermeden işten attı – üstelik, onları işten kendi istekleriyle ayrıldıklarına dair bir kâğıt imzalamaya zorlayarak. İşçiler ve onlara destek olmaya çalışan sendikacılar, bu hukuksuz uygulamanın son bulması için işyerinin önünde eylem yapmaya başladılar.

Hal böyle olunca, beklenen son gecikmedi:
Jandarma, 7 Mayıs Çarşamba günü kırk işçi ve üç sendikacıyı gözaltına aldı.

(Fotoğraf: www.alinteri.org)

Hep o dil

Agos, 2 Mayıs 2008

İnsan Hakları Derneği tarafından Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen ve tarihçi Ara Sarafian, aktivist Eren Keskin, yayıncı Ragıp Zarakolu ve yazar Erdoğan Aydın’ın konuşmacı olduğu ‘24 Nisan’da ne oldu?’ başlıklı paneli gazete sütunlarına taşıyanlardan biri de Hasan Celal Güzel’di.

Güzel, ‘24 Nisan’da Ermeni Yalanları’ (Radikal, 27 Nisan) başlıklı yazısında, “Biz, şiddete başvurmamak şartıyla, her türlü (…) düşünceyi ifade hürriyetinden yanayız” dedikten sonra bakın neler yazdı:

“Ermeni diyasporası, gene kırnava gelip kızışan kediler gibi azarak iftiralarını sıralamaya başladı.”
“Türk düşmanı ‘Gomidas Enstitüsü’ Genel Direktörü Ara Sarafyan ve Türkiye’deki hempaları, gene olayları saptırarak atalarımıza iftira atmaya devam ettiler.”
“(…) aynı üniversitede buna benzer bir konferans düzenlenmiş ve tümüyle uydurma iddialarla Türk tarihi karalanmaya çalışılmıştı.”
“Bu iftiraları ön sayfadan ballandırarak yayımlayan da, Mr. Soros’un finanse ettiği söylenen ‘Taraf Gazetesi’ oldu. Taraf, bu yayımıyla diyasporanın tarafında olduğunu da açıkça ortaya koydu.”
“Diyasporanın azmasına vesile olan 24 Nisan iddiaları…”
“Ermeni diyasporasına ve onun maaşlı uşakları…”
“Ermeni tarihçi ‘Palavraciyan’…”

*

Dilin ve düzeyin bu olduğu bir tartışmayı yürütmek için hiç zemin olmadığı aşikâr. Muhatabına hakaret etmeyi hak gören, her daim haklı, her daim mağrur bu zihniyetin bir temsilcisinin Türkiye’nin en ciddi gazetelerinden birinin düzenli yazarı olması, yaşadığımız ülke hakkında aslında çok şey söylemiyor mu?

Ezberler… Ezberler…

Hasan Celal Güzel’in yukarıdaki hakaretamiz ifadeleri, onun dünyayı algılayış ve olayları yorumlayış biçiminden bağımsız değil. Biz yine de, o cümleleri bir anlığına dışarıda tutup, yazıda yer alan, resmi tarihçiliğin ezberlerine dayalı bazı sorunlu tespitlere not düşelim.

“Bütün Ermeniler” değil!

Güzel, “Diyasporanın azmasına vesile olan 24 Nisan iddialarını biliyorsunuz. Güya, 24 Nisan 1915’te, İstanbul’daki bütün Ermeniler tutuklanmış ve sürgüne gönderilip öldürülmüş!” diyor.

Oysa biliyoruz ki, eğer ortada bir “diaspora” iddiası varsa, bu, 24 Nisan’da “İstanbul’daki bütün Ermeniler”in değil, sayıları iki yüzü aşkın aydın, din adamı, tüccarın vs. sürgüne gönderildiğini ve önemli bir kısmının öldürüldüğünü temel alır. Onların tutuklandığı 24 Nisan tarihi, tehcir kurbanlarını anmak için sembolik bir anlam taşır.

Terör ve Ermeniler

Güzel’e göre, “Ermeni Taşnak ve Hınçak örgütleri, dünya tarihinin ilk terör örgütleridir.”

Oysa, konu hakkında en basit okumaları dahi yapanlar:
(a) Terörist faaliyetlerin öncüllerinin kadim zamanlarda dahi bulunabileceğini, ancak modern anlamda terörizmin Fransız Devrimi’nin ardından ortaya çıktığını;
(b) Evet, Taşnak ve Hınçakların 1908’e dek terör yöntemlerini benimsediğini;
ancak (c) Bunu yaparken, tıpkı İttihatçılar gibi, bilhassa Balkanlarda faaliyette olan komiteleri örnek aldığını, bilir.

Ayrıca, konu hakkında kalem oynatan bir yazarın, iki partinin 1908’den sonra yasal bir çizgi izlediğini, İstanbul’da resmi parti merkezlerinin bulunduğunu, meclise mebus soktuğunu, Taşnakların, “atalarımız” İttihatçılarla ittifak yaptığını gözden ırak tutması, eğer kötü niyet sonucu değilse, “kötü tarihçilik”le açıklanabilir ancak.

“Osmanlı” 33 yıl sabretmedi!

Güzel’e göre, “Osmanlı, bu örgütlerin terör ve isyan eylemlerine tam 33 yıl sabırla tahammül etmiş”tir.

Oysa, 1908-15 arası “silahsız” dönemi unutsak bile, Hınçak 1887’de, Taşnak ise 1890’da kurulduğuna göre,
(1915-1887=28 ve 1915-1890=25 hesabıyla)
33 değil, olsa olsa 28 veya 25 yıllık bir “sabırla tahammül etme” durumundan söz edilebilir.

Mecburiyet mi?

Güzel’in, 27 Mayıs tarihli tehcir kanun-ı muvakkatini 27 Nisan’a taşımasını sürçme olarak kabul etsek dahi, “27 Nisan 1915’te çıkarılan bir Kanun-u Muvakkat ile tehcir kararı al[ın]mak mecburiyetinde kal[ın]mıştır” sözleri gerçeği yansıtmaz.

Çünkü tehcir, 27 Mayıs’tan önce, 1915’in Mart-Mayıs döneminde, ortada henüz muvakkat veya kalıcı bir kanun yokken başlamıştır. Yani, tehcir kararı hukuki bir düzenlemeye dayanılmaksızın alınıp uygulanmış, 27 Mayıs’taki geçici kanun ise, fiili duruma hukuki bir kılıf yaratmıştır.

İsyanları “görmek”

Güzel, yazısında, “Ermeni örgütleri”nin çeşitli kentlerdeki “eylem”lerini tehcire gerekçe olarak gösteriyor.

Oysa, sözü edilen isyanların illa milliyetçi motiflerle gerçekleşmediğinden, vergi, kıtlık, asayiş gibi konularla alakalı olabileceğinden söz etmiyor. Zira bu açıdan bakıldığında, isyan edenlerin, bağımsızlık için silah kuşanmış Ermeniler olarak değil, günbegün artan vergilere, silahlı aşiretlerin saldırılarına vs. isyan eden köylüler olarak görülebileceğini biliyor. 1906-8 dönemi, Anadolu’da Müslüman ve gayrimüslim ahalinin vergi isyanlarıyla bilinir. Acaba Güzel bu isyanları da tehcir gerekçesi olarak sayma eğiliminde midir?

Ayrıca, sorumluluk sahibi bir tarihçinin, 1894-6’da Anadolu’da on binlerce Ermeni’nin katledildiğini, Ermeni isyanları arasında sayılan 1909 Adana Olayları’nda Cemal Paşa’nın dahi bin Müslümana karşılık 17 bin Ermeni’nin öldüğünü yazdığını, Güzel’in “Ermeni mezalimi” adı altında sıraladığı pek çok olayınsa, Anadolu Ermenilerinin kısm-ı küllisi katledilip yerinden edildikten sonra, farklı bir bağlamda gerçekleştiğini teslim etmesi gerekir.

“Ermeniler-Türkler” yok, insanlar var

Güzel’in 1915’te yaşananları meşrulaştırmak için kullandığı olaylardan biri de, Taşnakların 1905’te Sultan Abdülhamid’e suikast teşebbüsünde bulunması.

Tarihin, ak ve karadan ibaret olmadığını, asıl aradaki gri bölgede gizli olduğunu gösteren bir örnek, Türkçenin en önemli şairlerinden Tevfik Fikret’in ‘Bir ân-ı teehhür’ (Bir anlık gecikme) adlı eseridir. Kendisi de Abdülhamid rejimine muhalif olan Fikret’in bu şiiri, tarihe “Ermeni fesadı” gözlüğüyle bakanların düşmekten kaçamayacağı bir tuzağa işaret eder belki de. Zira, “Türk” Fikret, “Ermenilerin” Sultan’a karşı giriştiği suikastın “bir anlık gecikme” nedeniyle başarısızlığa uğramasına hayıflanmaktadır:

Ey darbe-i mübeccele, ey dud-› müntekim
Kimsin, nesin? Bu savlete saik, sebeb ne, kim?
Arkanda bin nigâh-› tecessüs, ve sen nihan
Bir dest-i gayb› and›r›yorsun, rehafeflah!

... Ey flanl› avc›, dâm›n› beyhude kurmad›n!
Att›n, fakat yaz›k ki, yaz›klar ki vurmad›n.

...Bir kavmi çi€nemekle bugün e€lenen denî
Bir lahza-i teehhüre medyun bu keyfini.