Obama, 24 Nisan mesajı ve dünyanın encamı

Agos, 27 Mart 2009

Barack Hussein Obama, başkan seçilmesinden epeyce önce, 1915’te yaşananlar hakkında net bir tavra sahipti. Çeşitli vesilelerle Ermenilerin kayıplarından ötürü duyduğu üzüntüyü dile getiriyor, Amerikan yönetimini bu konuda adım atmaya çağırıyordu.

Sözgelimi, 18 Mart 2005’te, Başkan George W. Bush’a yazdığı mektupta, onu “geleneksel anma konuşmasında, Ermenilerin uğradığı kitlesel katliamı soykırım olarak tanımlama”ya davet etmişti.

19 Ocak 2008’te ise, “Ermeni Soykırımı, bir iddia, kişisel bir görüş veya bakış açısı değil, çok sayıda tarihsel kanıt tarafından desteklenen, oldukça geniş bir şekilde belgelenmiş bir olgudur” ifadelerini kullandı. Aynı tarihte, “Amerika’nın Ermeni Soykırımı konusunda gerçekleri söyleyecek ve tüm soykırımları güçlü bir şekilde reddedecek bir lidere ihtiyacı var. Ben o başkan olmayı planlıyorum” demişti.

O günlerde en çok merak edilen konulardan biri, müstakbel başkanın, gelecekte, 1915’te yaşananların tanımlanması konusundaki tavrını değiştirip değiştirmeyeceğiydi. Zira, daha önce de çeşitli başkan adayları, seçim kampanyaları sırasında, Amerikalı Ermenilerinin oylarını yanlarına çekebilmek için benzer sözler sarf etmiş, ancak iktidara geldiklerinde bunları unutup, birdenbire Türkiye’nin stratejik önemini, bir NATO ülkesi olduğunu vs. hatırlayarak çark etmişlerdi.

Örneğin, son başkan George Bush, 19 Şubat 2000 tarihinde, henüz Cumhuriyetçi Parti adaylığı için Senatör McCain’le mücadele ederken, Amerikalı Ermenilere hitaben yazdığı bir mektupta,“Yirminci yüzyıl hayal edilemez vahşetteki savaşlar, kitlesel katliamlar ve soykırımlarla bozulmuştur. Tarih, geçtiğimiz yüzyılda bu zulümlere maruz kalan ilk halkın Ermeniler olduğunu kaydediyor” demiş, ancak sekiz yıllık başkanlığı süresince, 1915 bağlamında bir daha soykırım sözünü ağzına almamıştı.

Bush’un ifade ettiği değerlerin adeta tam aksini simgeleyen Barack Obama, kendisine seçimi kazandıran kampanyayı tek bir sözcük üzerine kurmuştu: Değişim. Onun vaat ettiği değişim, yenilenme, umut ve dürüstlük anlamına geliyordu. Obama, sekiz yıllık Bush karanlığından sonra, sadece teninin rengiyle değil, onun kaba güç siyasetine mesafesi, soğukkanlılığı ve barışçılığıyla, tepeden tırnağa, bütün varlığıyla, değişimi işaret ediyordu.

Şahsen, Obama’nın Ermenilerin başına gelenleri anarken soykırım terimini kullanıp kullanmayacağının, 1915 Felaketi’nin nasıl tanımlanacağı açısından çok da önemli olduğunu düşünmüyorum. Neticede, Obama’nın, tıpkı önceki başkanların yaptığı gibi, kavramın kendisini kullanmasa da, Amerikan yönetiminin yaşanan felaketin büyüklüğünü ne kadar iyi kavradığını anlatan sözcükleri kullanacağına şüphe yok.

Çiçeği burnunda başkanın, 24 Nisan mesajında, daha önceki beyanlarının arkasında durup durmayacağı, salt Ermenileri ilgilendiren bir konu olmamalı. Çünkü, bir başkanın, henüz başkan değilken ‘hakikat’ bildiğini o koltuğa oturduktan sonra unutması, Amerikan cephesinde değişen bir şey olmadığını anlatacak her şeyden önce.

Bu da, nihayetinde pek de hayırlı bir haber olmayacak.

Beyoğlu’nda mücadele yeni başlıyor

Agos, 27 Mart 2009

Beyoğlu Üç Horan Vakfı’nda yaşanan seçim süreci, meseleye az çok vâkıf olanlar açısından hiç de sürpriz olmayan bir şekilde sonuçlandı. Mevcut Apik Hayrabetyan yönetiminin artık bir gelenek halini almış tavrını sürdüreceği, seçimi bir kez daha kazanmak için bütün yolları mubah sayacağı ve her yola tevessül edeceği zaten biliniyordu.

Asıl sürpriz, Hayrabetyan yönetiminin karşısına, kısa zamanda yeni projeler hazırlamakta güçlük çekse de, ilkeleri konusunda açık, demokrat zihniyetli, mevcut şartlar ölçüsünde iyi örgütlenmiş, ciddi bir muhalefet hareketinin çıkmasıydı.

Sarı Liste’yi oluşturan adayların kendilerini Ermeni toplumuna anlatmak için gösterdikleri çaba, seçim propagandası yapmak için dolaştıkları Beyoğlu sokaklarında yoksul halkın sorunlarıyla yüzleşerek yaşadıkları dönüşüm ve kemikleşmiş bir iktidar odağına karşı verdikleri kararlı mücadele, başlı başına önemli kazanımlardı. Bu mücadele, bizlere vakıf seçiminin sadece vakıf seçimi olmadığını, dünya görüşlerinin, dünyayı algılayış şekillerinin çarpıştığı siyasi bir alan olduğunu da hatırlatmış oldu.

Bu seçimlerde, bu şişirilmiş listelerle başarı kazanmanın mümkün olmadığını herkes biliyordu. Yine de, bütün olumsuzluklara rağmen alınan üçte bir oranındaki oy çok değerli. Bugünkü %36’lardan %50’lere, 60’lara giden yol, sanılandan çok daha kısa olabilir.

Sason-Sinop ayrımı anlamsız

Bu dönemde, kaygı uyandırıcı gelişmeler de yaşanmadı değil. Bunların başında, seçmenlerin Sasonlular-Sinoplular şeklinde bölünmesi geliyor. Görünen o ki, hemşerilik, bizim toplumumuzda insanların birbiriyle dayanışması, bir araya gelmesi için hâlâ önemli bir etken. Halbuki bu tür bağlar, bireyselleşmeyi becerememiş, bağımsız bir kişiliğe sahip olamamış fertlere işaret ediyor. Bu tutum, falancanın Sasonlu olduğu için kötü, filancanın İstanbullu olduğu için iyi olduğunu ima eden, ayrımcı bir dünya görüşüne de kaynaklık ediyor.

Vakıf seçimleri konusunda, bölgeciliğe dayanan bu ayrımları ortadan kaldırmak için en çok çaba göstermesi gereken, yine muhalif liste olmalı. Beyoğlu halkıyla daha yakın temasa geçerek, Sinoplular arasında da örgütlenmek ve yönetim kuruluna onları da dahil edip birlikte hareket etmek, Sason-Sinop ayrımının anlamsızlığını herkese göstermek, bir dahaki seçimin ana hedeflerinden biri haline gelmeli.

Hastalıklı bir ideoloji

Seçim sürecinde, Sarı Liste’deki Sasonlu adaylara yönelen ve onları Kürtlükle ‘aşağıladığını’ sanan fukara zihinler hakkında söylenecek çok fazla şey yok. Irkçılık ne yazık ki mağdurlarını da pençesine alabilen, hastalıklı bir ideoloji.

Üç Horan’ın veya Esayan’ın bu ‘Kürtlerin’ eline geçtiğinde sahipsiz kalacağı fikrini yaymaya çalışan ve aralarında anlı şanlı gazete yazarlarının da bulunduğu bu kişilere, Türkiye Ermenilerini hâlâ ayakta tutanın, kendi vehmedilmiş İstanbullulukları değil, o ‘Kürtlerin’, o Sasonluların, o Batmanlıların, o Diyarbakırlıların, o taşralıların, o Anadoluluların, kana ve gözyaşına rağmen asırların imbiğinden süzerek bugüne taşıdığı aidiyet bilinci olduğunu hatırlatmak işe yarar mı acaba?

"Tarihsel haksızlığı telafi"

Agos, 13 Mart 2009

“Ermeni Soykırımı ve tehciri Türk milletinin alnına çalınmış kara bir leke, tarihinde bir utanç yaprağıdır. Burjuvazi hâlâ daha bunları savunmaya, haklı çıkarmaya çalışmak alçaklığını sürdüredursun... Türkiyeli komünistler, sınıf bilinçli işçiler, burjuvazinin kitleler arasında yaymak için uğraştığı şovenizm dalgasına ve Ermeni düşmanlığına karşı mücadele edeceklerdir; Ermeni halkının anayurduna dönme ve orada özgürce yaşama hakkını sonuna kadar savunacaklardır. Bu hakkın tanınması, Ermenilere yapılmış olan tarihsel haksızlığı telafi etmenin tek yoludur.”

Yukarıdaki cesur satırlar, “Bütün ülkelerin işçileri birleşin / Hemu karkere déné yekbun” sloganıyla çıkan İşçi Gerçeği dergisinin Haziran 1981 tarihli sayısından alındı. Geçtiğimiz haftalarda, Türkiye sol hareketinin 1915’te yaşananlarla gereğince hesaplaşmadığını yazarken, elbette tekil denebilecek çıkış ve tavırları yok sayan, görmezden gelen bir noktada değildik. Türkiye Komünist Partisi tarafından yayımlanan bu dergide çıkan ‘Ermeni Meselesi ve Proleter Tavır’ başlıklı yazı da, bu anlamda çarpıcı bir örnek.

Sorun, Türkiye solunun, 1915’te yaşananları neden daha geniş bir siyasi perspektifle ele almadığı, muhalefet ettiği rejimin üzerinde yükseldiği bu büyük suçun, bu büyük kırımın faillerini neden açıktan açığa mahkûm etmediğiydi. 27 Şubat'ta Agos’ta yayımlanan Ertuğrul Kürkçü söyleşisi ve Oral Çalışlar’ın geçen haftaki yazısı, tam da bu soruya cevap bulmak kaygısını taşıyordu.

Bu tartışmanın sürmesi, 1915 Felaketi’nin cumhuriyet dönemi boyunca nasıl algılandığına ışık tutmak bir yana, gelecekte nasıl yorumlanacağını da şekillendirecek.


Bir ‘yol kazası’ olarak 1915

Ertuğrul Kürkçü’nün önce ‘Özür Borcu...’ başlıklı yazısıyla, ardından Agos’ta yayımlanan söyleşisiyle açtığı kapıdan, geçen hafta Agos yazarı Oral Çalışlar da girdi ve köşesinde “Türk Solu neden 1915’i görmedi?” sorusunun yanıtını aradı.

Kürkçü, Türkiye solunun, 1915’te yaşanan acılar hakkındaki uzun sürmüş sessizliğini sorgularken, Komintern politikalarının etkisi altında siyaset yapan komünist nesilleri eleştirisinin odağına yerleştiriyor, Sovyetler Birliği’nin Soğuk Savaş koşullarının bir gereği olarak 1915’i gündemden uzak tutmak istemesinin Türkiye solunun bu konudaki suskunluğunun en temel nedeni olduğunu dile getiriyordu. Öte yandan, resmi ideolojinin bu konuda ördüğü duvarların, yaşananlardan bihaber nesiller yetişmesine neden olduğu, 1915 ve sonrasında olup bitenlerin farkında olmadan büyüyen kuşakların daha sonra bu konuda bir duyarlık geliştirmesinin de kolay olmadığını söylüyordu.

Tartışmaya katkıda bulunan Çalışlar ise, “Şurası bir gerçek ki, dünyayı değiştirmeyi amaçlayan, yeni bir düzen kurarak haksızlığa, eşitsizliğe son vermek isteyen Türk solu, 1915 Ermeni Tehciri’ni, yani bir milyon insanın bu topraklardan yok olup gidişini görmedi, göremedi” diyerek başladığı yazısına, şu çarpıcı cümlelerle devam ediyordu: “Vietnam’da ABD emperyalizmine karşı savaşan Vietkong direnişçilerinin bütün kahramanlıklarını neredeyse ezbere biliyorduk, Küba’da Sierra Maestra’da Amerikancı Batista diktatörlüğüne karşı özgürlük savaşçısı devrimci Che Guavera’nın günlüğünü öğrenmiştik, ama komşumuz Agop amcanın neden küçük bir azınlığın temsilcisi haline geldiği merak etmiyorduk.”

Çalışlar, yazısında, solun Ermeni sorunu konusundaki ataletinin Türkiyeli komünistlerin pek çoğunun Sovyetler Birliği politikalarına sıkı sıkıya sarılmalarına bağlı olduğu noktasında Kürkçü’ye benzer görüşleri dile getiriyor, ancak daha farklı nedenler de sıralıyordu. Türkiyeli solcuların milliyetçilikle ve Kemalizm’le bağlarını koparmamış olduğunu ve sol hareketin Kemalistlerin öncülük ettiği milli mücadeleyi eleştirisiz benimsediğini belirten Çalışlar, şu samimi itirafta bulunuyordu: “Öyle olunca, Ermeni Tehciri’ni, en iyimser ifadeyle o günkü anlayışımız açısından, ancak bir ‘yol kazası’ olarak görebilirdik. İttihatçılar bizim atalarımızdı, Kemalistler de öyle…”

Çalışlar’a göre, bu çıkış noktası, Ermeni sorununda “milliyetçiliği aşan, ‘halkların kardeşliği’ni öne çıkaran bir tutum” gösterilmesini engellemişti.


Resmi ideolojiyi savunarak muhalif olunmaz

Ermenilerin yüz yıl önce uğradığı haksızlığın, bu toprakların toplumsal-siyasal tarihinde önemli bir rol oynamış olan sol hareketin geçmişle hesaplaşmasının önemli kalemlerinden biri olarak, bugün dahi simgesel bir önemi var. Sol düşünce, bugün içsel ve dışsal pek çok nedenden dolayı siyasi mücadelenin kenarında kalmış gibi görünse de, ülkenin entelektüel birikiminin ciddi bir cephesini temsil ediyor. Ahlakı ve adaleti dünya görüşünün merkezine yerleştirmesi gereken sol, eğer gelecekte Türkiye üzerine söz söylemeye devam edecekse, bunu ancak, pek çok başka konunun yanı sıra Ermeni sorununu da içine alan bir akıl ve vicdan muhasebesini hayata geçirebildiği ölçüde başaracak; ancak bu yolla toplumla bağ kurabilecek, onu dönüştürmeye talip olabilecek.

Öte yandan, Türkiye’de resmi ideolojinin kendini toplum nezdinde meşrulaştırmak için kullandığı en temel araçlardan birinin Ermeni sorunu olduğu düşünüldüğünde, sol için kendini devlet politikasından ayrıştırmanın önemi de ortaya çıkıyor. Bundan birkaç hafta önce, Diyarbakır hakkında yazarken de, Kürtlerin Ermenilerin yaşadıkları konusunda resmi tezlere payanda olmaktan kaçınmalarının, mağduru oldukları devletin betondan ayaklarından birinin eksilmesini sağlayacağına dikkat çekmiştik.

Mevcut rejime muhalif olma iddiasındaki hareketlerin, resmi tezleri zayıflatıcı, onu berhava edici bir siyaset izlemesi beklenir. Öyle ki, Türkiye’nin solcuları, demokratları, liberalleri, hatta muhafazakârları, eğer rejimi gerçekten dönüştürmek, demokratik bir cumhuriyet inşa etmek istiyorlarsa, devletin devlet olmaktan gelen acı gücüyle dayattığı resmi tezlere karşı mücadeleyi dört koldan yürütmeleri gerekiyor.

Bu mücadelenin herhangi bir noktasında devlet ideolojisiyle birlikte saf tutan bir hareketin gerçekten muhalif olması mümkün değildir. Sözgelimi, bugün müesses nizamı en çok uğraştıran ve sistematik olarak baskı gören Kürt hareketi konusunda, gerek seçimlere yönelik bir strateji, gerek öğrenilmiş hareket kalıpları gereği Genelkurmay’la birlikte hareket eden muhafazakâr kesimin, uzun vadede bu işbirliğinin zararlarını tecrübe etmesi kaçınılmazdır.

Bu ne korku?

Okulun koridorlarına, Bakan’ın geçeceği yerlere, bir önceki hafta Ankara’ya yapılan gezinin fotoğrafları yapıştırılıyor pür telaş: Anıtkabir ve Milli Eğitim Bakanlığı. Yüzlerde bildik, donuk ifadeler...

idarecilerden birinin ceketinin yakasında Atatürk rozeti. Salonda, Bakan’ın konuşacağı kürsünün arkasında, hemen o sabah asıldığı belli olan, irice bir Türkiye bayrağı ve Atatürk posteri.

Müdürler, vakıf yöneticileri, eğitimciler, dakikalar boyunca Bakan’ı bekliyor. Oturuyor, bekliyor; bekliyor, oturuyorlar. Bakan bir saatlik gecikmeyle teşrif edince bütün salon ayağa kalkıyor. Alkışlar...

Okulun müdürü konuşuyor. Selamlama faslı: “Sayın bakanım, sayın kaymakamım, sayın milli eğitim müdürüm... Ne zaman akıl danışmak istesek, sizlere, ağabeyimiz olarak... Ermeni azınlık okulları adına... Ulu önder Atatürk’ün ilkeleri ışığında, aydınlık, çağdaş...”

Bakan, sıcak karşılama için teşekkür ediyor. Nezaketen de olsa, geç kaldığı için özür dilemiyor; Başbakan’ın selamlarını iletiyor.

Politikacı, konuşuyor: “Asırlardır aynı ekmeği paylaştık. Az zamanda neler neler başardık. Anadolu isterse her şeyi başarır... Kin ve nefretle hiçbir yere gidemeyiz. Zorlukları birlikte aştık.”

‘Sarı’ belgeselden söz etmiyor. Memlekette üç gün önce böyle bir skandal yaşanmadı sanki.

Politikacı, konuşuyor.

Politikacı konuşuyor, anladık. Peki, Türkiye medyasının pek sevdiği tabirle ‘cemaat kanaat önderleri’ neyi alkışlıyor? Devletin gasp ettiği Ermeni vakıf mülklerini geri almak için verdikleri mücadelede iç hukuk yolları tükendiği halde, Avrupa insan Hakları Mahkemesi’ne başvurmak istemediklerini söylüyorlar. Neden? Neden AiHM’e başvurmak yerine, bir kıyak bekler gibi Bakan’ın teveccühünü diliyorlar? Neden bu kadar eğilip bükülüyorlar? Neden padişahtan memleketine dönmek için ihsan isteyen gariban bir köylü gibi alçak çıkıyor sesleri?

Biliyorum, Türkiye’de Ermeni olmak zor. Biliyorum, korkuyoruz. Ben de korkuyorum, çok hem de. Biliyorum, cemaat olmanın, baskı altında olmanın getirdiği esirlik hissiyatı tüm hücrelerimize sinmiş. Biliyorum, devlet büyüklerine karşı böyle alt perdeden konuşmak geleneğimizdir.

Ama, karşımızdaki bir bakan, AB Başmüzakerecisi, nihayetinde bir sivil, sizin benim gibi bir âdem. Ulusal Program’da yer alan “Ders kitaplarında ayrımcılık içerebilecek ifadelerden arınması da dâhil olmak üzere müfredatın yeniden gözden geçirilmesi çalışmalarına devam edilecektir” cümlesinden dahi bihaber görünmesi abes değil mi? “Ders kitaplarındaki ayrımcı ifadeler ne olacak?” diye sorma cesareti gösterebilen eğitimciye, rahat rahat, “Sizi rahatsız eden sayfaların fotokopilerini ulaştırın bana, Milli Eğitim Bakanı’yla görüşürüm” diyor. “Belgeseli seyretmedim, o yüzden fikir beyan edemem” diyor.

Politikacı, konuşuyor.

Peki, biz niye alkışlıyoruz, niye eğilip bükülüyoruz? Bu ne korku, bu ne yaranma arzusu?

Bırakın her şeyi bir yana, daha iki yıl önce canımızı canımızdan söküp almadılar mı?Kimse cesur olmanızı, bakana kök söktürmenizi filan istemiyor. Ama, alkışlamasanız, gevşemeseniz, az biraz dik durmaya çalışsanız sizin de canınızı almazlar ya!

Bir musibet...

Agos, 6 Mart 2008


Irkçı ve ayrımcı Sarı Gelin belgeseli hakkında haftalardır söylenmedik söz kalmadı. Devlet içinde bir kesimin Ermenileri ezeli ve ebedi düşman olarak gördüğünü bir kez daha ispatlayan propaganda filminin Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlanıp, okullarda gösterilmek üzere Milli Eğitim Bakanlığı tarafından dağıtılması (ne işbirliği!) yoğun bir tepkiyle karşılandı.

Kendisiyle ilgili olmayan bir sürü konuda açıklama yapma alışkanlığını yakından bildiğimiz Genelkurmay’dan konuyla ilgili ses çıkmasa da, DVD’leri okullara dağıtan MEB, hiç de samimi görünmeyen beyanlarla da olsa, belgesele sahip çıkmamayı tercih etti.

Türkiyeli Ermeniler bu tür tavırlarla karşılaşmaya da, bu darbeleri gündelik hayatın hayhuyu içine usulca yedirerek savuşturmaya da alışkınlar. Ancak, bu son olay sonrasında yaşananlar, geçmişteki örneklerden farklı, umut verici bazı gelişmelere de kapı aralamadı değil.

Sarı Gelin’in ardından, pek çok kişi ve kurum, Ermenilerin derdine ortak olduğunu, dahası, belgeselin tüm Türkiyelilere hakaret etmek anlamı taşıdığını ilan etti. Yetkilileri uygulamaya son vermeye çağırdı.

istanbul Milli Eğitim Müdürlüğü ve Milli Eğitim Bakanlığı hakkında Üsküdar Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunan Dr. Serdar Kara’nın çıkışı, bu tepkilerin belki de en anlamlısıydı. Suç duyurusunun ardından çeşitli tehdit mesajları alan, etnik kökenleri sorgulanan Dr. Kara’nın geçen hafta Agos’ta yayımlanan sözleri, yaşanan onca acıdan sonra, devletin gayrimüslim topluluklara karşı artık gelenek halini almış hoyratlığına müsaade etmeyecek birilerinin var olduğunu gösteriyordu. Kızının okulda belgeseli izledikten sonra kapıldığı dehşeti görerek Milli Eğitim Bakanlığı’ndan şikâyetçi olan Kara, “Bütün halkların kardeş olduğunu, bu ülkenin, içinde yaşayan farklı kimliklerin ortak vatanı olduğunu biliyorum” derken, hepimizin mutlulukla sahipleneceği bir memleket hayalini de çiziyordu.

Bu hayali paylaşıp, mesela, Meclis’te Kürtçe konuşmanın doğal bir hak olduğunu savunan ‘Türk’lerin sayısı artıkça, daha nice propaganda belgeselinin sahipsiz kalacağını biliyoruz. Dr. Serdar Kara ve onun gibi vicdan sahibi insanlar, Türkiye’de kimliğinden, dilinden, dininden dolayı aşağılananların umutlarını taze tutuyor.

Agos newspaper interview with Kürkçü on Armenian Question

Rober Koptaş from the Turkish-Armenian newspaper Agos interviews bianet’s Ertuğrul Kürkçü, following the latter’s article entitled “An apology owed”, published in Turkish on bianet’s website on 19 January 2009.

Agos - İstanbul

02-03-2009


The article "An apology owed" which Ertuğrul Kürkçü wrote for bianet on 19 January 2009, the second anniversary of the murder of Agos editor-in-chief Hrant Dink, was concerned with the signature Kürkçü and nearly 30,000 others put under an apology campaign which asked for forgiveness from “our Armenian brothers and sisters” for “the Great Catastrophe that the Ottoman Armenians were subjected to in 1915”.

Agos journalist Robert Koptaş interviewed Kürkçü on his view on the Armenian issue.

RK: In the past, people did not really know what happened to the Armenians in 1915, but even so nearly everyone has a story of how they learned about the issue. What was your first with Armenians?

EK: I was still very young when I realised that the existence of Armenians in Turkey was considered a “problematic existence.” When I registered at the Talas American Middle School in 1959 (in the central Anatolian district of Kayseri), we had Armenian friends there, but their status was different from ours. The Armenians local to Talas were able to go to that school without paying fees, they were more privileged. We put this down to them being Christians and thought that the school, being run by an American Board, was continuing a tradition. We did not make any connections with the past, but life in Talas at that time was very different to other places in Turkey. I still remember the well-kept vineyards, terraced fields, beautiful stone buildings, traces from the past…

Are you from Kayseri?

No, we lived in Ankara at the time. I was a boarding student. Mostly upper-class children and children of higher-level bureaucrats went to that school. Although I did not know anyting about the frictions, I met Armenians then. This does not really happen to many 11-year-old children in Turkey.

And then?

When I became politically active towards the end of the 1960s, I don’t remember us having the issue on our agenda. The existence of the Soviet Union meant that the borders of Turkey to the east were clear, and claims on either side were irrelevant. The Armenian issue was thus neither on the agenda of the Soviet Union nor of the Turkish Left. Because of Cold War politics, Armenians in contact with the USA seemed to have better relations with Turkey. I believe that is why the issue was not really discussed.

The second time I met with the issue was during the time of the 12 March military coup (1971), when I was in the Selimiye Military Prison (in Istanbul). Garbis Altınoğlu (a Marxist of Armenian origin) and his friends had formed relations with İbrahim Kaypakkaya, so they were part of TİKKO (The Turkish Workers’ Peasants’ Liberation Army). When you think about why they took part in that movement, you realise that there was a serious criticism of Kemalism, which other movements of the Left in Turkey supported. That attracted the Armenian young people who had been educated at (Istanbul’s American) Robert College, especially, I believe. Garbis was not alone, but I don’t remember the others well. The second time I realised and debated this issue was thus in military prison.

What kind of debate was this?

We debated what the Armenian issue was, the existence of Armenians in Anatolia, Armenian identity, and topics like that. When the issue was discussed, we had friends, for instance from Adana, who sometimes realised for the first time that their mothers were Armenian. I noticed then that they were worried that they would be doubly oppressed if it were found out that their mothers were Armenian. These debates led to a kind of awakening; people started looking for pictures of the Armenian relatives they had never been curious about; for instance, some realised that their relatives lived in Marseilles and had different (ethnic) roots. People with different origin came together in prison and had plenty of time to discuss these things. But this did not take the shape of saying “We have this problem, we have a story, what is the truth, let us examine it.” Rather, it was discussed as unique stories from the distant past or in the context of people’s identities. But in the end it became obvious to us that we were discussing a massacre.

Was that term used?

Yes, it was. Generally, it was not talked about as a civil war which ended in something, but in terms of a massacre. I remember this. But this was never translated into politics, a criticism of history, a political criticism. It was left as a series of historical facts that people needed to know.

What did people talk about when ASALA (Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia) emerged before the period of the 12 September military coup?

Of course the attacks carried out by ASALA (on Turkish diplomats) made us talk about the topic again. However, ASALA’s attacks happened at a time that was not at all conducive to such a debate…The pressure of 12 September was felt in Turkey, and people were busy with the violence of the 12 September regime. ASALA’s attacks thus did not transformTurkey’s politics. Mostly people were suspicious that these attacks were provocations designed to confuse people. I cannot say that the Turkish Left reacted with sympathy. I can only say that after attacks such as that carried out by Ekmekçiyan (at the airport) in Ankara, there was a confused feeling of pity. How can I explain, there were many civilians who had died and been wounded, but he was caught alive, which turned out to be very unfortunate for him (he was executed). He was very young, and when we looked at his face, we felt pity. But generally, ASALA’s attacks were seen as something outside of Turkey, which was just confusing issues.

A real in-depth debate on the issue only really started when (the Turkish-Armenian newspaper) Agos was published and (its editor-in-chief) Hrant Dink started to bring it to the attention of the Turkish public in careful steps, creating a climate that made debate more possible. Of course, a relative relaxation of limits on the freedom of expression in Turkey, the publication of controversial theses, and the fact that someone like Taner Akçam who came from the left started to write about this issue, meant that people could not really stay uninvolved.

Around 10-15 years ago, when our office was in Cağaloğlu (on the historical peninsula of Istanbul), a publisher working in the office below ours gave us a present of the published reports of the Istanbul Martial Law Court trial on the Boğazlıyan massacre.

That must be the book “The Questioning and Trial of the Committee of Union and Progress” published by Temel Publications.

Yes. From the clear and straightforward statements of witnesse, defendants and victims I realised that there was very clear knowledge about how the massacre was carried out on orders of the Committee of Union and Progress. The only issue that compromised the cour was that the case was being heard in an Istanbul that was occupied by foreign powers; one could thus question the neutrality of the court. However, leaving those doubts aside, there were such clear, detailed documents that were consistent with each other and witness statements that the book made a reader believe that there was an awful truth in them.

Later, when the Kurdish struggle became more intense, the way the state treated minorities and non-Turkish groups became a target for criticism. I remember economist Aslan Başer Kafaoğlu speaking at the anniversary of the foundation of the Özgür Gündem newspaper. He was from Yozgat (central Anatolia). He said how the villagers in Yozgat massacred the Armenians. Aslan Bey was around 80 years old, and he was generally someone who held “Turkish national values”. Even someone like him thought that a disaster had happened. The massacre was thus not limited to the east, but also happened in Çorum, Yozgat and Bursa.

But again, it has only become necessary very recently to have a coherent position on the issue. Hrant’s efforts, the Internet and new publications have provided people with a lot of information. Everyone tries to order the information according to their own viewpoint and understand the past. Of course, when it became clear that Turkey has a varied, multi-cultured social historical background, the need to make politics not for an assumed unit but a real multitude pushed people like me to think again. The same realisation may have pushed others into a rut, while others again think that the issue was solve in, say, 1920, with no need to return to it.

As far as I am concerned, while the world is being rebuilt, it is impossible for this issue to remain invisible. That is why my journey of discovery has continued from when I was eleven to when I turned 60, and still continues. And each day I understand more clearly the depth of the pain that was experienced.

What do you think these experiences were like?

As I wrote in my article, “An apology owed”, we face an issue that relates to us in several ways. For instance, the fact that Turkey’s non-Muslim population disappeared because of massacres and population exchanges menas that a social division of labour which went on until the end of the Ottoman Empire disappeared. When the non-Muslims were purged in the name of “increasing the Turkish element”, all the accumulated intellectual knowledge, and Turkey’s best-educated, most developed and most cosmopolitan population was purged. From traditional craftspeople like carpenters, metal workers, goldsmiths, stone masons, leather traders to the more modern craftspeople of industry, they all disappeared. In other words, Turkey cut off its own arm, or damaged its own brain.

When you look at it like that, not only from an intellectual but also a political loss, you realise that Turkey lost one of the most important dynamics in its social, political class struggle; the Armenian population and its Hınçak socialist party, who had struggled most against the Committee of Union and Progress, the previous sultanate, and autocracy, were eradicated from this soil.

I gradually realise more clearly that the feeling of something missing, of a lack of roots is closely related to these events. If we had continued to live in this multiplicity, there would have been Armenians, Jews and Rum in the political parties and trade unions as well as Turks and Muslims. The accumulation of Western ideas had to be rediscovered in Turkey after the 1920s and 1930s: enlightenment, socialism, the workers’ struggle – they could have been an ordinary part of our lives. Unfortunately we deprived ourselves of them…

Some leftist literature interprets the events of 1915 or population exchanges as affecting mostly the non-Muslim bourgeoisie, that is, it is partly approved of.

Unfortunately…we are talking about a whole people being destroyed, that means its workers, its traders, and its villagers. During the time of the Committee of Union and Progress and later, when the population of non-Muslims continually decreased, there was never a socialisation or nationalisation of capital, and the working class was not strengthened.

If that had happened, then everything would have been different. However, whatever the cause, Turkey was pushed into a politics of getting rid of non-Muslims. If you consider it from this angle, it is not just a technical process of transferring wealth from one bourgeois class to a new bourgeoisie; rather, it is a case of a people “totally ridding itself” of another.

In your article you strongly criticise the fact that the left, including yourself, did not face up to what happened in 1915. Why was this not done?

I think this is mostly related to the transitory state of our socialist movement. If the socialist movement had added this issue to its programme in the 1920s, and had dealt with it in the 1960s, we would have taken over the debate.

Does it have anything to do with the fact that the Soviet Union obstructed the discussion of the issue after Armenia was Bolshevised in 1922?

Without a doubt…The effect of Komintern’s politics and choices on the socialist movement in Turkey was great. The Communist Party of Turkey was always close to the choices of Komintern, and it was effective on this issue. Of course, there are other reasons. Our sources of information were society, school and our families…In school, no one mentioned such an issue, nor did anyone at home, in newspapers or books…We always knew that there were non-Muslims, non-Turkish people in Turkey, but we always perceived them as something folkloric.

We tended to see them as a kind of Turk. For instance, at that time the radio was the only medium of communication; people did impressions of Jews, Rum and Armenians, but there was no knowledge about them being a different people, nation, culture, etc… Politics did not warn us either. So the eyes of our generation were not really opened. This ignorance and darkness could only be pierced from the outside. When a mentality is shaped like that, it is difficult to add topics that were silenced onto the agenda…When people are part of a political struggle, they are told: “If you want to get your viewpoint across, if you want to convince people, you must stay away from distractions, from details.”

[…]

Are you saying that the class struggle ignored ethnic discrimination, ethnic issues and injustices?

Let me put it like this: this situation has blinded people to the fact that the class struggle is not only between classes, but that it also involves speaking out for all the oppressed…and this despite all the accumulated Leninist thought…Although Lenin was not one to miss any of this, although he always said that the workers’ party had to deal with the nationalist issue at the same time as the class struggle, he later accepted the Komintern’s attitude of delay. The attitude can be summarized as ‘first workers into power, then all other problems will solve themselves.” […]

In an old issue of Agos, we published an interview by Hrant Dink with (writer) Vedat Türkali. He said that in the first years of the Republic Kemalists did not defend what had been done to the Armenians, but that the bourgeoisie later made heroes out of the Committee of Union and Progress leaders.

True. In the Turkey after the 1930s, it seemed impossible to continue with the Ottoman legacy of social and cultural plurality in the changing world, and the new regime offered two things. The first was to reduce the nation to one in order to preserve it; the second was to build an new class dominance. According to this approach, founding a bourgeoisie took a national ideology and an ethnic unity. […] a new nation was built on the “Turkish element” and the Hanefi (Muslim) sect. Then the Republican elite became reconciled with the Committee past, and the practices of the Committee government…Those outside the Turkish-Muslim identity were marginalised or ignored. For some one the left this was considered an inevitable part of modernization and development…However, I know that the old Communist Party of Turkey did not really approve of this process, all the documents show that. Nevertheless, they also did not realise that the struggle should be based around this issue. […]

At the end of your article you say that by leaving the apology campaign to the liberals, the left is doing itself a disfavour. Could you explain this a little?

According to their own points of view and political mentality, liberals of course believe that this issue needs to be discussed, and they are right. The most important difference is this: Liberals do not look at history from the angle of a class struggle; rather, the issue of the freedom of identities goes hand in hand with economic liberalism for them. […]

What could be a much more in-depth criticism is reduced to a criticism based on identity. When we accept that, I see this as a disfavour we are doing ourselves.

For instance, Hrant Dink’s importance for me lies in the fact that he was a man of action who created a secular Armenian identity; his leftist politics had a big effect on this. In Turkey, the Armenian identity has mostly been associated with the church, with a religious community. Hrant Dink’s leftism, his grass roots struggle, and his efforts to open new grounds for struggle through civil society created a balance through which the problems of the Armenian people could be united with the problems of other oppressed people. I think this is very important. Despite this, no one on the socialist left except for the Freedom and Solidarity Party (ÖDP) paid Hrant much attention, and the liberals respected him more than those in the ÖDP. Thus, Hrant’s struggle was gradually shaped in that direction.

[…]

When we argue with leftist friends and voice similar criticism to yours, we always hear the phrase “We have always supported the fraternity of peoples.” Can we say that this slogan relieves their conscience but ignores the vital problems of Armenians or other ethnic groups?

This is an abstract slogan, and thus it is easy to say it. I saw this slogan become concrete when people poured into the streets (at Hrant Dink’s funeral procession) saying “We are all Armenian.” And because it was concrete, it moved Turkey. The fraternity of people has to be created anew every day and translated into the language of the day. There is no use in saying “Long live socialism” every day; rather, I have to do something new for the class struggle, I have to be able to say “Long live this strike, long live this resistance.” In the same way, the “Long live the fraternity of people” only becomes meaningful if you bring “peace” onto the agenda in the Kurdish issue, if you start working on it, if you struggle for more freedom for the Kurdish language, if you collaborate with the (pro-Kurdish) Democratic Society Party (DTP). […]

When we talk about “people”, there are many struggles. Assyrians, Yezidis, Cherkes, Georgians, Laz – a struggle should include them all. They all have something to say. In the last ten years, I believe that Turkey’s relations with the world and a liberalisation have brought something positive. Take the film “Autumn”, for instance. If you watch it, you think to yourself, “Yes, this man is part of Dev Sol (a leftist movement), but he is also a Hemshin (a member of a distinct linguistic community in Turkey).” There is another story there, another issue. For instance, you can imagine singing the Internationale in Hemshin or Laz. You can’t say “People should be brothers and sisters, but they should always speak Turkish.” Only if people can come with their own languages, with their own views, then the fraternity of peoples turns into something concrete. We are not there yet, but we are on our way.

What do we have to do to get there?

What I am going to say is very simple. We have to oppose all injustices with the same force. We have to demand that those who have experienced injustices have their rights returned to them. How this is supposed to happen is a different matter. Maybe the grandchildren of Ottoman Armenians will say, “Damn it, let the soil, houses and factories be yours. Just accept what you did to us.” Or there may be some who say, “I want my grandfather’s house.” If there is such a right a s a right to property, then these people have a right to demand it. We should not be afraid of the results of our criticism, we need to be frank.

The second issue is that we need to build the basis for collaborative activities. That is why I find Agos so important, because it has allowed me to talk about these issues together. For instance, the spirit of plurality that emerged from the commemorative events at the anniversary of Hrant Dink’s death is very important; you can see all the wealth there. This leaves an educating impression on people. We have to find ways of taking this to our young people. Remember, all these things are reacted to in Turkey. Not everyone likes what we say. A 17-, 18-year-old boy can come to the point that the meaning of his life is to kill Hrant, and there are hundreds like him. We need to find a language to get them back. But most importantly of all, I believe that we need to create a clear language that protests against all injustices, injustices of origin-identity, and that we must declare that all kinds of oppression are oppression, and that workers must not hesitate to speak out on this topic, despite existing prejudices. We need to have a programme that is really, truly internationalist. In 2002, we started to see minorities and their oppressed members as subjects in our Socialist Labour Movement. Now we are in 2009, and I think we have to take this a further. These are small but meaningful steps. We need to re-make connections every day, in the region and globally. If we start to think like this, we have much more scope and we realise that we have to deal with our own prejudices that we were born with unitl the day we die. As long as nations continue to exist, these discriminations can be recreated. The only solution is to reset our mind and conscience every day to control our breath. (EK/RK/AG)

Köksüzlük duygumuzun kaynağı 1915’te

Ertuğrul Kürkçü’yle yaptığım bu söyleşi, 27 Şubat 2008’da Agos’un orta sayfalarında yayımlandı.

Türkiye’de sol hareketin önemli isimlerinden Ertuğrul Kürkçü, geçtiğimiz haftalarda Sosyalist Emek gazetesi ve Bianet haber sitesinde yayımlanan ‘Özür Borcu...’ başlıklı yazısında, Türkiye solunun 1915 Felaketi hakkında bugüne kadar sergilediği tavrı eleştirerek, sosyalistleri konuyu yeniden düşünmeye davet ediyordu.

Yazısında, “Şimdi herkes elini vicdanına koysun (…) Biz sosyalistler, ‘inkâr’ etmesek de ‘kabul’ ettik mi 1915’te olanları ve onun sonuçlarını? İzini sürdük mü? Bu konuda ‘duyarlı’ olduk mu?” diye soran Kürkçü’yü Bianet ofisinde ziyaret edip, konuyla ilgili görüşlerini aldık.

• Eskiden 1915’te Ermenilere ne olduğu pek konuşulmuyordu ama herkesin bu meseleyle bir tanışma hikâyesi var. Sizin Ermenilerle ilk karşılaşmanız nasıl oldu?

Türkiye’deki Ermeni varlığının ‘sorunlu bir varlık’ olduğunu çok genç yaşta öğrenme fırsatı buldum. 1959’da Talas Amerikan Ortaokulu’na kaydoldum ve orada Ermeni arkadaşlarımız vardı, statüleri bizimkilerden biraz farklıydı. Talas’ın yerlisi Ermeniler o okulda ücret ödemeden okuyorlardı, daha ayrıcalıklı bir yerleri vardı. Ama biz bunu onların Hıristiyan olmasıyla ilişkilendiriyorduk, bir American Board okulu olduğu için böyle bir gelenek sürüyor diye düşünüyorduk. Geçmişte yaşananlarla pek bir bağ kurmuyorduk ama Talas’taki hayat, o zaman Türkiye’nin başka yerlerine pek benzemiyordu. Çok bakımlı bağlar, teraslanmış tarlalar, güzel taş binalar, eski hayatın izleri... Hepsi aklımda.

• Kayserili misiniz?

Hayır, o zaman Ankara’da oturuyorduk, orada yatılı okudum. Daha çok bürokrat çocukları, üst sınıfın çocukları giriyordu o okula. Yaşanan sorunlara dair pek bir şey hissetmesem de Ermenilerle tanışıklığım olmuştu. Türkiye’de 11 yaşındaki çocukların çok azı böyle bir şeyle karşılaşıyorlar.

• Peki daha sonra?

1960’ların sonunda siyasetle uğraşmaya başlayınca bunu gündemimize almış olduğumuzu hatırlamıyorum. Zaten Sovyetler Birliği’nin varlığında Türkiye’nin doğu sınırlarının belirlenmiş olması dolayısıyla, Ermeni sorunu Türkiye’nin gündemine ne Sovyetler Birliği üzerinden ne de soldan geliyordu. Öte yandan, Soğuk Savaş siyaseti dolayısıyla ABD ile ilişkili Ermenilerin Türkiye ile de daha iyi ilişkiler içinde olduğu görülüyordu. Konunun pek gündeme gelmemesinin nedeni bu konjonktürdü sanırım.

Benim bu meselenin ikinci kez farkına varmam 12 Mart döneminde, Selimiye Askeri Cezaevi’nde oldu. Garbis Altınoğlu ve arkadaşları İbrahim Kaypakkaya’nın grubuyla bir ilişki kurmuşlardı, yani TİKKO içerisinde yer alıyorlardı. Niye başka bir yerde değil de orada olduklarını düşününce, o harekette çok sert bir Kemalizm eleştirisi olduğunu görürüz. Yani Türkiye solunda genel olarak müttefik konumuna çıkarılan Kemalizm’in bu akım tarafından hasım kategorisine yerleştirilmiş olması, özellikle Robert Kolej’deki Ermeni gençleri yanına çekmişti sanırım. Garbis tek değildi, fakat diğerlerini çok iyi hatırlayamıyorum. Bu meseleleri ikinci kez de askeri cezaevinde tartışma fırsatı ve gereği doğdu.

• Nasıl bir tartışmaydı bu?

Ermeni meselesi nedir, Anadolu’da Ermeni varlığı, Ermeni kimliği gibi konuları tartıştık. Bu mesele gündeme gelince… Bizim arkadaşlarımızdan, mesela Adanalı olanlar vardı. Onların bazıları annelerinin Ermeni olduğunu ilk kez o zaman deşifre ettiler. Hatta, “Annemizin Ermeni olduğu öğrenilirse iki kat zulüm görebiliriz” diye bir kaygıları olduğunu da ilk kez o zaman fark ettim. İşte o tartışmalar bir tür uyanışa yol açtı; insanlar o güne kadar merak etmediği Ermeni akrabalarının resimlerini buldular, mesela kimileri onların Marsilya’da yaşamakta olduğunu, geniş ailelerinin başka bir kökene sahip olduğunu fark ettiler. Cezaevinde bir araya gelen farklı kökenlerden insanlar bunları tartışmak için uzun bir zaman buldular. Fakat gene de, “Böyle bir meselemiz, bir hikâyemiz var, bunun hakikati, aslı astarı nedir, inceleyelim” şeklinde değil de, çok uzak geçmişlerde kalmış tekil tarihler ya da kişilerin aidiyetleri bağlamında görüldü konu. Ama eninde sonunda bizim için, tartışılanın bir katliam, bir kıyım olduğu meselesi aşikâr hale geldi.

• Bu tabirler mi kullanılıyordu?

Evet, bu tabirler kullanılıyordu. Genel olarak, bir iç savaş oldu, onun sonucunda bir şeyler yaşandı gibi değil de, ‘kıyım’ ve ‘katliam’ terimleriyle konuşuldu. Ancak bunlar politikaya tercüme edilmedi, buradan bir tarih eleştirisi, bir siyaset eleştirisi çıkmadı. Bunlar, bilinmesi gerekli bir dizi tarihsel olgu olarak kaldı.

• 12 Eylül’e doğru ortaya çıkan ASALA eylemleri sırasında neler konuşuldu?

Tabii, konuyu yeniden konuşmaya başlamamızda ASALA’nın eylemleri de etkili oldu. Fakat bu eylemler söz konusu tartışma açısından çok talihsiz bir iklimde ortaya çıktı. 12 Eylül baskısı memleketin üzerine çökmüş, gündemi 12 Eylül rejiminin şiddeti işgal etmişken, ASALA eylemlerine, Türkiye’nin politik dönüşümü bakımından bir anlam yüklenemedi. Hatta çoğu kez “Bu bir provokasyondur, gündemi karıştırmak için yapılıyor!” kuşkularına yol açan eylemler oldu. Sadece şunu söyleyebilirim, mesela Ankara’daki Ekmekçiyan eyleminin sonuçları, acımayla karışık bir duyguya yol açtı. Çünkü, nasıl desem, çok sayıda sivil insanı öldürmüş, yaralamış, ama kendisi için talihsiz sayılacak bir şekilde sağ olarak ele geçmişti. Çok genç ve yüzüne baktığımız zaman “Hay Allah!” dedirtecek bir insandı. Fakat genel olarak ASALA eylemleri, iş karıştıran ve dahası neyi karıştırdığını da çok iyi söyleyemeyeceğimiz, çok harici, Türkiye’nin iç gidişatıyla ilgisi olmayan bir şey olarak görüldü.

Nihayet, konunun boylu boyunca konuşulmaya başlaması, esasında Agos’un yayımlanmasıyla, Hrant’ın bu meseleyi Türkiye gündemine taşıma ustalığıyla ve adım adım bir tartışma iklimi örülmesiyle oldu. Tabii, Türkiye’de ifade özgürlüğü sınırlarının nispeten genişlemesi ve bu konuda birbiriyle çatışan tezlerin konuşulmaya başlanması, Taner Akçam’ın solun içinden gelen biri olarak bu meseleye eğilerek yeni şeyler söylemesi ve kendi yakın çevresini bu konuda düşünmeye çağırması, bunun etrafında başlayan tartışma, insanların ilgisiz kalamayacakları bir ortam doğurdu.

İlk kez, bundan 10-15 sene önce, Cağaloğlu’ndaki büromuzun alt katında çalışan bir yayıncı, İstanbul Örfi İdare Mahkemesi’nde yapılan yargılama tutanaklarını yayımladı ve kitabı da bize armağan etti...

• Temel Yayınları’nın yayımladığı ‘İttihat Terakki’nin Sorgulanması ve Yargılanması’ kitabı olmalı.

Evet. Ben o zaman, bu kadar aşikâr, bu kadar çıplak ifadelerle kurulmuş bir yargılanma sonucunda İttihat ve Terakki’nin emirlerine bağlı bir biçimde kırımın nasıl gerçekleştirildiğine dair elde çok net malumat olduğunu görmüş oldum. Net, ayrıntılı, birbiriyle tutarlı belgeler ve tanık ifadeleri vardı ve bütün bunlar okuyana çok sert bir hakikatle karşı karşıya kaldığını düşündürüyordu.

Daha sonra, Kürt mücadelesinin yoğunlaştığı dönemlerde devletin Türk olmayan kimliklere karşı muamelesi de giderek daha fazla eleştiri konusu olmaya başladı. Özgür Gündem’in bir kuruluş yıldönümünde, ekonomist Aslan Başer Kafaoğlu’nun anlattıklarını hatırlıyorum. Kafaoğlu Yozgatlıymış. Yozgat’ta, köylerinde Ermenilere nasıl kıyım uygulandığını anlattı. Aslan Bey, 80 yaşlarında ya da 80’i aşkın bir insan. Genel olarak ‘Türk’ ulusal değerlerine çok önem veren biridir. Onun bile olan bitene bir facia olarak yaklaşması, kırımın sadece Doğu’yla sınırlı olmadığını, Çorum’da, Yozgat’ta, Bursa’da, her tarafta bu olayların yaşandığını idrak etmeyi kolaylaştırdı.

Gene de, derli toplu bir görüşe sahip olma ihtiyacı son yıllarda ortaya çıktı. Hrant’ın çabalarıyla, internet vasıtasıyla, yeni yayınlarla, insanların önünde bir bilgi havuzu açıldı ve bu havuzun içerisinden herkes kendi telakkisine göre geçmişi yeniden anlama çabasına girişti. Tabii, Türkiye’nin çok parçalı, çok kimlikli bir toplumsal tarihsel arka planı olduğu bilgisi netleştikten sonra, varsayılan bir teklik değil, gerçek bir çokluk üzerine siyaset kurma ihtiyacı, benim gibi insanları yeniden düşünmeye sevk etti. Benim açımdan, neresinden bakarsak bakalım, dünya bir kere daha yeniden kurulurken, bu meselenin bütün unsurlarıyla birlikte sökün etmemesi de imkânsız. O nedenle de, bu keşif süreci, 11 yaşımdan 60 yaşına kadar her gün devam ediyor. Ve ben her geçen gün, yaşanan sıkıntının, yaşanan derdin ne olduğunu daha iyi anlayabiliyorum.


Bir halkın tamamından ‘kurtulmak’ ve Türkiye solu


• Nasıl görünüyor geçmişte yaşananlar size?

‘Özür borcu’ başlıklı yazıda yazdığım gibi, bizi pek çok açıdan, pek çok boyutta ve düzlemde alakadar eden bir mevzuyla karşı karşıyayız. Mesela, Türkiye’deki gayrimüslim nüfusun katliam ve mübadele dolayısıyla silinip gitmesi, Osmanlı toplumunda var olan ve imparatorluğun son yıllarına kadar varlığını sürdüren bir toplumsal işbölümünü de ortadan kaldırıyor. Gayrimüslimler, “Türk unsurunu çoğaltmak” gayesiyle tasfiye edilince, bu sefer bütün entelektüel müktesebatın taşıyıcıları, Türkiye’nin en iyi eğitilmiş, en çok gelişmiş, dünyayla en çok temasta bulunan tarafı da kesilip atılmış oluyor. Marangoz, demirci, kuyumcu, taşçı, derici gibi geleneksel zanaatkârlar kadar, modern sanayinin yanı sıra gelişen yeni zanaatların erbabı da yok ediliyor. Yani Türkiye aslında kendi kolunu kesmiş ya da kendi beynini zarara uğratmış oluyor.

Böyle bakılınca, sadece entelektüel kapasite değil, siyasi mücadele kapasitesi açısından da, İttihat ve Terakki iktidarı ve öncesinde saltanata karşı, istibdada karşı en sıkı mücadeleleri sürdüren, mesela Hınçak sosyalist partisinin de Ermeni nüfusuyla birlikte bu topraklardan silindiğini, bütün entelektüel müktesebatının da safdışı olduğunu, dolayısıyla Türkiye’de modern anlamda sosyal, siyasal sınıf mücadelesinin en önemli dinamiklerinden birinin de kaybolduğunu görüyoruz.

Şimdi giderek daha net olarak fark ediyorum ki, bizi hep kovalayagelen eksiklik, köksüzlük duygusunun bu yaşananlarla çok yakın ilgisi var. Biz o çokluk içinde yaşamaya devam etmiş olsaydık, Türkiye’de bütün politik partilerde, sendikalarda, toplumsal hareketlerde Türkler ve Müslümanların yanı sıra Ermeniler, Museviler, Rumlar olacaktı. Batı’da birikmiş olan aydınlanma, sosyalizm, işçi mücadelesi fikirleri, zaten yaşayacağımız bir hayatın parçası olacaktı. Maalesef bütün bunlardan mahrum kalmış olduk.

• Geçmişte, sol literatürün bir kısmında, 1915’te yaşananlar veya mübadele, çoğunlukla gayrimüslim burjuvazinin tasfiyesi olarak, hani biraz da hayırlı bir şeymiş gibi değerlendiriliyordu.

Maalesef... Bütün bir halktan, yani işçisinden, esnafından, köylüsünden söz ediyoruz; hepsini tasfiye etmiş oluyorsun. İttihat ve Terakki hükümeti döneminde veya daha sonra Türkiye’deki gayrimüslimlerin eksiltilmesi sürecinde, sermayenin toplumsallaştırılması, kamulaştırılması ve öte yandan işçilerin ihya edilmesi gibi bir şey hiç söz konusu olmadı. Öyle olsaydı, zaten karşılaştığımız şey hem başka türlü olurdu, hem de bunun neticelerini bir başka türlü tartışırdık. Ama Türkiye’de kökeni ne olursa olsun bütün gayrimüslimlerden kurtulma siyaseti güdüldü. Bu şartlar altında baktığımızda, burada daha varlıklı bir burjuva tabakasından yeni burjuvaziye servet aktarılmasından ibaret bir teknik işlem söz konusu değil, bir halkın tamamından ‘kurtulmak’ söz konusu.

• Yazınızda bir eleştiri ve bir özeleştiri olarak, solun 1915’te yaşananlarla hesaplaşmadığına dair güçlü bir vurgu var. Bu hesaplaşma neden gerçekleşmedi?

Bunun her şeyden önce bizim sosyalist hareketimizdeki süreksizlikle ilgili olduğunu düşünüyorum. Sosyalist hareket 1920’lerden başlayarak bu meseleyi programına dahil etmiş ve 1960’lara el vermiş olsaydı, biz de mutlaka bu tartışmayı devralmış olurduk.

• Bunda, Ermenistan’ın 1922’de Bolşevikleştirilmesinin ardından Sovyetler Birliği’nin bu konuyu kapatmış olmasının rolü var mı?

Şüphesiz, tabii ki... Türkiye sosyalist hareketi Komintern siyasetlerinin ve tercihlerinin etkisi altındandır büyük ölçüde. Türkiye Komünist Partisi’nde Komintern tercihlerine karşı hep bir yakınlık vardır ve bu konuda da çok etkili olmuştur. Tabii sadece bu da değil. Düşünsenize, hepimizin bilgi kaynağı toplum, okul ve aile... Okulda böyle bir meseleden söz edilmiyor, ailede böyle bir şey yok, gazeteler yazmıyor, kitaplar söylemiyor. Türkiye’de gayrimüslim, Türk olmayan unsurlar olduğunu hep biliyorsunuz ama onları folklorik bir şey olarak algılıyorsunuz. Radyoda yapılan Musevi, Rum, Ermeni taklitlerini biliyorsunuz sadece; bunların ayrı bir millet, milliyet, halk, kültür vs. olduğu bilgisi yok... Siyaset de sizi bu açıdan uyarmıyor. Yani bizim kuşağın gözü bu açıdan pek açık değil. Tabii, zihniyet böyle şekillenince, başlangıçta içerilmeyen unsurları, temaları yeniden edinmek çok zaman alıyor...

İnsanlar politik mücadeleyi yürütürken şu tercihlerle karşı karşıya kalıyorlar: “Meramımı anlatmak, insanları yanıma çekmek için, esas meselemin dışındaki konulardan, teferruattan uzaklaşmalıyım.” Dolayısıyla, onların önyargılarıyla çatışmamak uğruna, kimi konulardan da fedakârlık ediyorsunuz. Bütün bunlar birbirini besliyor. Dediğim gibi, köklü bir enternasyonalist yaklaşım olsaydı, Türkiye solu tarihinden böyle bir bakış miras edinilmiş olsaydı, daha sonra da o çizgi üzerinden gidilebilirdi. Ben burada faturayı, biraz 1920’lerde, 30’larda şekillenmiş olan sol harekete ve tabii onların Sovyetler Birliği’nin tavrına olan ilgisine çıkarma eğilimindeyim.

• Bu söylediğinizden, sınıfsal mücadele sırasında birtakım etnik meselelerin, adaletsizliklerin gözardı edildiği sonucu mu çıkmış oluyor?

Şöyle diyelim: Sınıf mücadelesinin sürdürülmesinin sadece sınıflarla ilişkiden ibaret olmadığına, bunun bütün ezilenlerin ortak sözcülüğünü gerektiren çok daha karmaşık ve esnek bir mekanizmayı gereksindiğine dair bilincin ya da uygulama hafızasının eksikliği neden olmuştur bu duruma... Lenin daima işçi partisinin ulusal meseleyle ilgisinin sınıf mücadelesine eşlik etmesi gerektiğine işaret etmiş olmasına rağmen, Lenin sonrası Komintern genellikle erteleyici yorumu benimsedi. Yani, “Önce işçi iktidarı, sonra bütün meseleler nasılsa çözülür” diye özetleyebileceğimiz bakış ağırlık kazandı. Bu, insana vicdan rahatlığı da veriyor; meseleyi unutmuyorsunuz ki, daha sonra halledeceksiniz... Kadın meselesini de öyle çözüyorsunuz, kültür meselesini de. Zira bu basitleştirici yoruma göre, önce aşağıyı düzeltiyorsunuz, sonra her şey onun üzerinde düzelmeye başlıyor. Ama hayatın ve mücadelenin bu kadar kaba bir şema üzerinden yürümediğini biz yaşadıkça ve denedikçe idrak ettik.

• Vedat Türkali, Agos’un eski sayılarından birinde, Hrant Dink’e verdiği bir söyleşide, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kemalistlerin başta Ermenilere yapılanı sahiplenmediğini, ancak daha sonraki dönemlerde burjuvazinin İttihatçı liderleri kahramanlaştırıldığını söylüyor.

Doğru. Türkiye’de 1930’lardan sonra, Osmanlı’dan miras bütün o toplumsal, kültürel çokluk, karmaşa vs. değişen dünya dengeleri içerisinde sürdürülemez gözüküyor ve yeni rejimin sahipleri görev olarak iki şey koyuyorlar önlerine. Birincisi, milliyeti teke indirgeyerek muhafaza etmek; ikincisi, bunun üzerinde yeni bir sınıf hâkimiyeti inşa etmek. Burjuvazinin kurulması hem bir milli ideoloji hem de bir etnik tümlük gerektiriyor o yaklaşıma göre. Herkesi Türkleştirmek ya da farklı olanı potanın içerisinde eritmek arzulanıyor. Böylece azınlıkların ya da diğer grupların sürece dahil edilmesi tavrı bir yana bırakılıyor ve ‘Türk unsuru’ üzerine, Hanefi mezhebi üzerine kurulu yeni millet inşası hedefleniyor. O zaman, Cumhuriyet’in seçkinleri, İttihatçı geçmişleriyle barışıyorlar, İttihatçıların hükümet etme pratiğiyle de... Türk-İslam kimliğinden gayrısı dışlanıyor ya da yok sayılıyor. Bunlar, modernleşme, ilerleme vs. kabulleri içinden bakıldığında solun kimi eğilimleri açısından da katlanılması gereken kötülükler olarak görülebiliyor... Ben eski Türkiye Komünist Partisi’nin bu süreci kalben benimsemediğini biliyorum, fakat bu onlara mücadelenin üzerine kurulacağı esas alan olarak gözükmüyor. Öyle olduğu için de, giderek ihmal edilen ve zamanla bilgisine de ulaşılamayan bir tarihsel olgu halini alıyor.


“Halkların kardeşliği sloganı yetmez”


• Yazınızda, Ermenilerden özür kampanyasını liberallere bırakmanın solcuların kendilerine yaptığı bir haksızlık olduğunu söylüyorsunuz. Bunu açar mısınız?

Liberallerin de elbette kendi dünya görüşlerine göre, kendi siyasi algılayışlarına göre, bu meseleyi tartışmaya ihtiyacı da var, hakları da var. Aradaki en önemli fark şu: Bir liberal için tarihe bakış sınıf mücadelesi ekseninden geçmiyor; onun için kimliklerin özgürlüğü meselesi, iktisadi liberalizmle el ele gidiyor. Bense şunu vurgulamak istiyorum. Sosyalistlerin, bütün ezilenlerin sözcüsü olamadıkça işçilerin sözcüsü olamayacaklarını bilecek bir tarih yaklaşımına sahip olmalarına karşın, iktisat dışı ezme-ezilme ilişkilerini, bu ilişkilerin ezilenler kutbunu görmeksizin, bu meselelerin sözcülüğünü gönüllüce başkalarına devrederek devam etmiş olmaları, bizim için bir sorun... Aslında çok daha köklü bir eleştirinin konusu olabilecekken, meselenin kimlik düzeyinde bir eleştiriyle sınırlanmış olmasına rıza göstermiş olmamız, geriye dönüp baktığımda kendimize yaptığımız bir haksızlık olarak gördüğüm şey.

Mesela Hrant Dink’in benim için önemi, seküler bir Ermeni kimliğini inşa eden bir dava insanı olması… Burada onun solculuğunun çok büyük etkisi var. Çünkü Ermeni kimliği genel olarak kilise merkezli, bir dini cemaat kimliği olarak algılanageliyordu Türkiye’de. Hrant Dink’in solculuğu, onun aşağıdan bir mücadeleyle, sivil toplumla temas eden yeni bir mücadele alanı açması, Ermeni halkının sorunlarının Türkiye’deki diğer ezilenlerin meseleleriyle birleşebileceği yeni bir denklem kurdu. Bu bence çok önemliydi. Halbuki Hrant sosyalist soldan ÖDP dışında çok büyük bir teveccüh görmedi. Hrant’ı el üstünde tutanlar ise ÖDP’lilerden çok liberaller oldu ve Hrant’ın mücadelesini de giderek o sınırlar şekillendirdi.

Burada bir mücadele her zaman vardı. Mücadele derken, bir öncelikler sıralamasından söz ediyorum: Nelere daha çok önem vereceğiz, nelere daha az önem vereceğiz? Liberallerin yaptığı gibi, sadece kimlik meselesiyle sınırlı bir yaklaşımın, Ermenilerin hak mücadelesini toplumun diğer ezilenlerine bağlamakta zorlanacağını düşünüyorum. Benim özrü liberallere bırakmaktan kastım bu. Bu tavrım, insanların bir hak talebini desteklemeleri karşısında kıskançça bir rekabet olarak görülmemeli. Bu hak baki, kimseye de bunun kullanılması karşısında bir laf düşmez. Ama salt kimlik siyaseti üzerinden gidildiğinde dil daha zor kuruluyor, mesaj daha zor gidiyor ve daha yukarıya gidiyor, daha aşağıya değil...

• Sol çevrelerdeki arkadaşlarla tartışırken, sizin sözünü ettiğiniz türden eleştirileri dile getirdiğimizde, “Biz hep halkların kardeşliğini savunduk!” diyen savunmacı bir tepkiyle karşılaşıyoruz. Vicdanların, ‘Yaşasın halkların kardeşliği’ sloganıyla rahatlatılıyor olmasının, Ermenilerin ya da diğer etnik grupların gündelik-yaşamsal sorunlarının üzerini örttüğünü, bunların görmezden gelinmesi sonucunu doğurduğunu söyleyebilir miyiz?

Bu soyut bir slogan. Soyut olduğu için söylemesi kolay oluyor. Ben bu sloganın, insanlar “Hepimiz Ermeni’yiz!” diye sokağa döküldüğü zaman ete kemiğe büründüğünü gördüm. Öyle olduğu için bu bütün Türkiye’yi sarstı, silkeledi. Halkların kardeşliğinin her gün yeniden o günün diline tercüme edilmesi ve kurulması lazım. ‘Yaşasın halkların kardeşliği’ sloganı, mesela Kürt mücadelesinde ‘Barış’ diye bir gündem kurup, bunun etrafında çalışmaya başladığınız zaman, Kürtçenin özgürleşmesi için mücadele ettiğiniz zaman, bununla ilgili bir bedeli göze aldığınız, DTP’yle birlikte hareket ettiğiniz zaman anlam kazanıyor. Yoksa halklar durduk yerde birbirleriyle kardeş olmuyor. Yani, ‘halkların kardeşliği’ sloganı yetmez. Kardeşlik olmazsa olmaz elbette, ama bu söz yetmez.

‘Halklar’ dediğimizde, bunun içine bir sürü mücadele giriyor. Süryanileri, Yezidileri, Çerkesleri, Gürcüleri, Lazları, hepsini içine alan bir mücadele bu. Hepsinin diyeceği bir söz var. Son on yılda bence çok hayırlı bir şey oluyor. Türkiye’nin dünyayla girdiği yeni ilişki çerçevesinde mevzuatını gevşetmesi, liberalleştirmesi sayesinde olan bir şey bu. Mesela ‘Sonbahar’ filminde görüyorsunuz, “Ya evet, bu adam bir Dev Solcu, ama aynı zamanda bir Hemşinli!” Başka bir hikâye var orada, apayrı bir duyarlık. Biz böyle bakmazdık eskiden. Şimdi başka türlü okuyoruz. Mesela Enternasyonal’in Hemşince, Lazca okunmasını hayal etmek mühim bir şey. “Halklar kardeş olsun ama hep Türkçe konuşsun”la olmuyor. İnsanlar kendi dilleriyle, kendi bakışlarıyla geldiği zaman, halkların kardeşliği o zaman somut bir şey haline geliyor. Henüz bunu kurabilmiş değiliz, ama oraya doğru gidiyoruz.

• Ne yapmalı bunu başarabilmek için?

Çok basit bir şey söyleyeceğim: Bütün haksızlıklara aynı güçle karşı çıkmamız gerekiyor. Haksızlığa uğramış olanların haklarının teslim edilmesini talep etmemiz gerekiyor. Bu ödeme nasıl olmalı, o apayrı bir mesele. Belki de Osmanlı Ermenilerinin torunları diyecek ki, “Lanet olsun, toprak da, ev de, fabrika da sizlerin olsun! Yeter ki bize bir şey yapıldığını kabul edin.” Yahut, “Büyük dedemin evini istiyorum!” diyenler olacak. Madem mülkiyet diye bir hak tanıyorsunuz, bunu istemeye hakkı var bu insanların. Eleştirimizin sonuçlarından korkmamamız, açık sözlü olmamız gerekiyor.

İkincisi, mümkün olduğu kadar, ortak faaliyet göstereceğimiz zeminler kurmamız gerekiyor. Ben o yüzden Agos’un var edilmiş olmasını çok önemli buluyorum, çünkü onun sayesinde ilk kez bu meselelerin ortaklaşa konuşulacağı bir dolayım var. Mesela Hrant Dink’i anma gecelerinde ortaya çıkan çokluk ruhu çok önemli, orada bütün bu zenginliği görebiliyoruz. Bunların, insanlar üzerinde çok eğitici etkileri oluyor. Bunları gençlere taşıyacağımız yollar bulmamız lazım. Sonuçta, Türkiye’de herkes bu söylediklerimizi beğenmiyor, hoş karşılamıyor. 17-18 yaşında bir çocuk, hayatının amacı olarak aklına Hrant’ı öldürmeyi koyabiliyor, ve onun gibi yüzlercesi var. Onları geri kazanabileceğimiz bir dil bulmamız lazım. Ama ben, hepsinden önemlisi, her türlü haksızlığa karşı, solun tamamının açık, net, anlaşılır ve ortak bir söz kurması, işçiye yapılan zulümle, herhangi bir ezilene yapılan zulüm arasında fark görmediğini deklare etmesi, işçilerin olası önyargılarına rağmen bu konuda söz söylemekten çekinmemesi gerektiğine inanıyorum. Gerçekten, hakikaten enternasyonalist olabilecek bir programa sahip olabilmemiz gerek. Sosyalist Emek Hareketi içerisinde oluşturduğumuz program çalışmalarında, azınlıkları ve onların ezilen kesimlerini birer özne olarak tanımlamaya giriştik 2002’de. İşte, 2009’dayız ve bunu biraz daha ileri götürmemiz gerek. Aynı zamanda, doğuştan bizimle birlikte gelen bir sürü önyargıyı ömrümüzün her anında terbiye etmekle uğraşmamız gerek. Milletler bir şekilde ortadan kalkmadıkça, bütün bu ayrımlar yeniden üretilebilir. Bunun tek çaresi, nefsimizi yönetecek bir aklı ve vicdanı her gün ve her gün yeniden kurmak.

(Fotoğraf: Oğuz Durmaz)