AKP bürokrasi karşısında güçsüz

Agos, 10 Nisan 2009

Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim üyesi Elçin Macar’la cemaat vakıflarının mülkiyet sorunları üzerine


Rober Koptaş

Geçtiğimiz günlerde Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) tarafından yayımlanan, Dilek Kurban ve Kezban Hatemi’nin kaleme aldığı ‘Bir Yabancılaştırma Hikâyesi: Türkiye’de Gayrimüslim Cemaatlerin Vakıf ve Taşınmaz Mülkiyet Sorunu’ başlıklı rapor, cemaat vakıflarının bugüne dek uğradığı haksızlıkları bir kez daha gündeme getiriyor ve çözüm önerileri sunuyordu.

Türkiyeli gayrimüslimlerin tarihi üzerine çalışmalarıyla tanınan Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Elçin Macar’la, TESEV raporunun ışığında, sorunun geçmişteki temellerini, bugününü ve geleceğini konuştuk. Macar, AKP hükümetinin, cemaat mülkleri konusunda bürokrasiden gelen baskılar karşısında güçsüz olduğuna dikkat çekiyor ve sorunun çözümü için AB mevzuatına uyumun şart olduğuna inanıyor.



GEÇMİŞTE • Cemaat vakıfları dediğimiz vakıflar, Osmanlı döneminde padişah iradesiyle kurulan cemaat kurumları. Bu kurumlar, İslami bir kavram olan ve bir Müslüman’ın gelir getiren bir akarını, hayır işine vakfetmesi anlamındaki ‘vakıf’la benzerlikler göstermesine karşın, esas olarak bir kişiye değil, bütün cemaate ait. Bunlara şahsi mülk gözüyle bakmamak gerekiyor. Aslen vakıf olmayan bu kurumları Vakıflar Genel Müdürlüğü çatısı altında toplayan Cumhuriyet rejimi, sorunların temelini de atmış oluyor.

Osmanlı döneminde, 1912’ye kadar bu kurumların tüzel kişiliği tanınmıyor ve mal mülk edinmelerine, kendi adlarına kaydetmelerine izin verilmiyordu. O tarihe kadar iki tür kayıt söz konusuydu: Mülkler ya cemaatten birinin adına ya da ‘nam-ı mevhum’ denilen, bir azizin, bir azizenin, Katoliklerde görüldüğü gibi tarikatların kurucusunun adına kaydediliyordu. Bunlar, daha sonra cemaatlerin başına türlü sorunlar açılmasına vesile edildi.

Geçmişte, İslami vakıfların maddi ve siyasi anlamda ciddi bir gücü vardı. İslam’la hesaplaşan Cumhuriyet rejimi de bunları denetimi altına almayı amaçladı. 1936’da, muhtemelen bu gayeyle, vakıflardan birer beyanname istendi. O tarihte, cemaat vakıfları da, ellerinde ne kadar mal olduğunu Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bildirdiler.

İLK CİDDİ SORUNLAR • Altmışlı yıllara kadar vakıfların mal mülk edinebildiklerini ve tapuya kaydettirebildiklerini görüyoruz. Ancak o yıllarda, Kıbrıs meselesi nedeniyle Yunanistan’la ilişkilerin bozulması üzerine, özellikle Rum vakıflarına zorluklar çıkararak Yunanistan’a baskı yapmak ve Kıbrıs konusunda masaya oturmaya zorlamak gibi bir politika uygulanmaya başladı. Diğer cemaatler de aynı uygulamalardan nasiplerini aldılar. Bir süre sonra, tapu idarecileri, yeni edinilen mülkleri kaydetmeyi reddettiler. 1960’ların sonlarında, bu duruma itiraz etmek için davalar açıldı. Sorunun kaynağında, bu vakıfların birer vakıf senedine sahip olmaları mümkün olmadığı halde, 1936 Beyannamesi’nin vakıf senedi olarak yorumlanması yatıyor. Bu tarihten sonra edinilen mallar eski sahiplerine, mirasçısı kalmadıysa Hazine’ye veya Milli Emlak’a devredilmeye başlandı.

HUKUKİ KILIF • 1970’lerin ilk yarısında iş Danıştay ve Yargıtay’a kadar vardı. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, 1971’de, “Tüzel kişilerin gerçek kişilere göre çok güçlü olduğu, bu nedenle taşınmaz mal edinmelerinin kısıtlanmamış olması halinde devletin çeşitli tehlikelerle karşılaşacağı ve türlü sakıncalar doğabileceği açıktır. Bu nedenle, karşılıklı olmak şartıyla, yabancı gerçek kişilerin Türkiye’de satın alma ve miras yoluyla mal edinmeleri mümkün kılınmış olduğu halde, tüzel kişiler bundan yoksun bırakılmışlardır” diyor. Burada, bu ülke vatandaşı olan gayrimüslimler hakkında karşılıklılık ilkesi getirilmesi ve onlardan ‘yabancı’ olarak söz edilmesi gibi garip bir durumla karşı karşıyayız. Böylece, 1960’ların ikinci yarısından itibaren fiilen uygulanan koşullar artık hukuk tarafından da onaylanmış oluyor.

MAZBUT VAKIFLAR • Yakın bir zamana kadar cemaat vakıflarının yöneticilerinin vakfın bulunduğu bölgede ikamet ediyor olma zorunluluğu vardı. Halbuki gayrimüslimler, nüfuslarının da giderek azalmasıyla, güvenlik gibi gerekçelerle kentin çeşitli yerlerine toplandılar. Bazı semtler, mesela Boğaz semtleri nüfus kaybettiler. Bu semtlerde vakıf yöneticisi seçebilme durumu fiilen ortadan kalktı. Vakıflar Genel Müdürlüğü, yöneticisi olmadığı, semtte ikamet eden kalmadığı gibi gerekçelerle, bu tür vakıfları ‘mazbuta’ya almaya başladı. Bu da, o vakfın tüm malının genel müdürlükte görevli bir memurun insafına bırakılması demekti. Oradan ne kadar kira alınacağı, kime kiraya verileceği, kiralayanın orada ne kadar kalacağı gibi konular, bürokrasinin iki dudağı arasındaydı artık. Bu sorun neyse ki çok yakın bir tarihte çözüldü. Yöneticilerin, vakfın bulunduğu ilçede ikamet ediyor olması zorunluluğu kaldırıldı.

CEMAATİNDEN KOPUK VAKIFLAR • Yapılan değişiklikler kapsamında, yönetim için yapılan seçimlerde seçmen tabanının İstanbul bütünü olarak belirlenip belirenemeyeceği ,vakıf yönetimlerine bırakıldı. Bu da, bazı vakıfların birkaç kişinin elinde kalması demek. Ayrıca, bu vakıflar cemaatlerine karşı hesap vermez hale geliyor. Bu da, Cumhuriyet’le birlikte, daha önce var olan cemaat içi sivil kurumların kaldırılmasıyla ilgili bir sorun. Bu üst irade ortadan kalkınca, her vakıf kendi başına buyruk, cemaatinden kopuk, canı istediği şekilde davranır hale geliyor. Bu da sanırım, cemaati kendi içinde birbirine düşürmenin güzel bir yoludur.

GAYRİMÜSLİME YER YOK • Bürokraside, Osmanlı’nın son döneminden miras kalmış bir anlayış hâkim. Büyük devletlerin müdahaleleri, bazı milliyetçi grupların bu devletlerle işbirliğine gitmesi, misyonerlerle ilgili korkular, devletin parçalanacağına dair kaygılar, birtakım reflekslerin içselleştirilmesi sonucunu doğurmuş. Öte yandan, inşa edilmek istenen, Türklüğe ve Müslümanlığa dayanan Türkiye Cumhuriyeti profili içerisinde gayrimüslimlere yer yok. Geçmiş uygulamalara baktığımızda, Lozan’da gayrimüslimlerin Türkiye’de yaşamasına istemeye istemeye razı gelindiği sonucuna varırız. İdareciler, Cumhuriyet’in kurucu anlaşmasında bazı vatandaşlara özel haklar verildiği hissiyatına sahip. Bu, Cumhuriyet’in eşitlik idealini yıkan bir unsur olarak algılanıyor. Halbuki, o maddelerin felsefesi bütünüyle farklı. O düzenlemelerin ruhunda, tam aksi yönde, azınlıkların çoğunlukla eşitliğini sağlamaya yönelik bir irade var.

CEMAAT VAKIFLARININ ÖNEMİ • Vakıflar, cemaatleri ekonomik olarak ayakta tutan, onları besleyen, çocukların gideceği okulun masraflarını karşılayan, insanların yaşlandıklarında gidecekleri dinlenme evini idare eden müesseseler. Siz cemaatlerin geleceği açısından bu kadar önemli olan vakıfların ekonomik kaynaklarını kurutursanız, gayrimüslimlerden kurtulmayı amaçladığınıza dair şüpheleri haklı çıkarmış olursunuz.

BİRKAÇ CENGÂVER AVUKAT • Sorunlarla başa çıkmak için, gayrimüslimler arasında zaman zaman birkaç cengâver avukat çıkmış. Dini kurumlar bu konularda pek seslerini çıkaramamışlar. Mesela Rum cemaatinde 1930’larda Vladimir Mirmiroğlu adında bir avukat çok koşturmuş. Cengâver avukatlardan söz etmişken, Diran Bakar’ı hatırlamamak mümkün değil. Bu konularla uğraşan herkesin yolu ondan geçmiştir; çünkü kimse bu dertlerden haberdar değilken, o yıllardır bunlarla uğraşıyordu; bürokrasinin ve yargının mantığını çoktandır çözmüştü. Onun gibiler, idealist, cemaatlerinin haklarının peşinden koşan bir avuç insandı.

NİYET İYİ DEĞİL • Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi sürecinde, çok ciddi rakamlardan söz ediliyor. Şu ana kadar dört dava sonuçlandı. Sadece Beyoğlu’nda bir Rum vakfına ait mülk için ödenen tazminat 900 bin Euro. Bütün sorunlu mülklerin aynı akıbete uğradığını düşünürsek, ortaya inanılmaz bir rakam çıkıyor. Bu rakam hepimizin cebinden çıkacak. Bir tane politikacının, üç tane bürokratın dargörüşlülüğünün ceremesini hepimiz çekiyoruz.

DSP-MHP-ANAP koalisyonundan bu yana, yasa üç kez değiştirilmiş, iki kez de yeni yasa yapılmış. Bunu açıklamak mümkün değil. Siyasiler, olaya “Bundan nasıl en az zararla çıkarız? Bu yaptıklarımızı en az değişiklikle nasıl çözeriz?” gözüyle bakıyorlar. Hiçbir değişiklik, sorunların tümünü gidermek gibi bir amaçla yapılmıyor.

Benim açımdan, meselenin bir başka çarpıcı boyutu da şu: Hazine’nin ya da Milli Emlak’ın, bu kadar sorunlu olduğu bilinen vakıf malları konusunda, el koyduğu vakıf mallarını satmasını nasıl açıklayabiliriz? Düz mantıkla, madem ki ihtilaflı bir durum var, bunların elde tutulması gerekirdi. Oysa mülkleri adeta yangından mal kaçırır gibi satmaya çalıştıklarını görüyoruz. Bunu, gayrimüslimleri dışlayan genel politikanın bir parçası olarak görmek gerekiyor.

YENİ YASADAKİ SORUNLAR • En son yasal düzenleme, üçüncü şahıslara geçmiş mülkler hakkında hiçbir düzenleme getirmiyor. Bu, sorunların bir kısmının çözülmesi, ama bir kısmının da olduğu gibi kalması sonucunu doğuruyor. Kamunun elinde olanlar, belli bir prosedür sonucunda geri verilecek, ama özel kişilere geçenler hakkında hâlâ bir düzenleme yok.

Bir başka rahatsız edici husus da, karşılıklılık ilkesine hâlâ atıfta bulunulması. Başbakan yardımcısı, katıldığı bir televizyon programında bu ifadenin, yasaya, yabancı vakıflar için konduğunu söylemişti. Ancak bu durum kanunda açık bir şekilde belirtilmezse, gelecekteki iktidarların veya bürokrasinin onu başka bir şekilde kullanmayacağını nereden bilebiliriz? Lozan, Baskın Oran’ın belirttiği gibi, karşılıklı yükümlülük getirdiği halde, onlar bu yükümlülüğü ‘karşılıklılık’ olarak anlamakta ısrar ediyorlar. Rumları bir yere kadar anladık diyelim, peki ya Ermenileri ne yapacaksınız? Ermenistan’da Türk mü var? Yahudiler için muhatabınız İsrail mi olacak? Bunları açıklamak mümkün değil.

DEMOKRATİK TOPLUM • Demokratik bir toplumda, 2009 yılında bu tür hak ihlallerinin olmaması gerekir. Bu konular, özgürlükler çerçevesinde çözülmelidir. Azınlık-çoğunluk değil, tam bir eşitlik söz konusu olmalıdır. Eğer siz ülkede herkes için hak ve özgürlükleri genişletir, Lozan’ı aşarsanız, bu tartışmalar da sona erecektir.


HÜKÜMET, BÜROKRASİ KARŞISINDA GÜÇSÜZ • Resmin bütününe baktığımızda, AKP iktidarının vakıflarla ilgili sorunlar konusunda bürokrasi karşısında güçsüz olduğunu, geçmiş yıllardan birikmiş sorunların ağırlığı altında ezildiğini görüyoruz. Onlar da, anladığım kadarıyla, AİHM’ye giden davaların çoğalmasıyla baskıların artmasını, böylece bir değişim iradesinin ortaya çıkmasını arzu ediyorlar.

ÇÖZÜM AB MEVZUATI • Bu işin hukuki çerçevesi, Türkiye’nin resmen aday olduğu AB mevzuatının kabulü, aktarılması ve uygulanması olmalı. AKP iktidara geldikten sonra işlerin bir dönem iyiye gidiyor gibi görünmesinin nedeni, AB rüzgârıydı. Ancak, özellikle başörtüsü kararından sonra, AKP’nin Avrupa’yla ilişkileri dondurduğunu, bir mesafe koyduğunu, içeride yükselen milliyetçilikle yarışır hale geldiğini görüyoruz. Bu işin çözümünün AB sürecine ciddi bir dönüş yapmak, mevzuatı içselleştirmek ve müzakereleri hızlandırmaktan geçtiğini düşünüyorum.

Hiç yorum yok: