Agos, 10 Nisan 2009
Bu memlekette “Ölünün ardından konuşulmaz” denir ve gerçekten de konuşulmaz.
Sıradan insanların dünyasında, ölümü tevekkülle karşılamaya, ölenin günah ve sevaplarını ancak Tanrı’nın bileceğine yönelik inanç nedeniyle anlamlı görünür bu kadim kural. Peki, kitleler üzerinde etkisi olan, bir sözüyle insanları harekete geçirebilen siyasi önderlerin ve onların siyasi ‘kariyer’lerinin ölümlerinden sonra salt ‘devlet adamlığı’ prizmasından görülmesinin, bilhassa hatalar konusundaki sessizliğin anlamı nedir?
Muhsin Yazıcıoğlu ve kendisine eşlik eden beş kişi, feci bir kaza sonucunda hayatını kaybetti. Adı cinayetlerle, kanla, şiddetle anılan, partisiyle bağlantılı Alperen Ocakları üyelerinin Hrant Dink cinayetiyle ilgisini cümle âlemin bildiği bir siyaset adamının ardından yapılan analizlerin yüzeyselliğinin ve siyasi yaşantısının karanlık yanları hakkındaki suskunluğun ardında, şu mahut hikmet-i hükümet tavrı yok mu sizce de?
Yazıcıoğlu’nun geçmişte yaptıklarından dolayı pişmanlık duyması, değişmiş olması ihtimalini göz ardı etmek elbette ki haksızlık olur. Ancak, son yıllardaki siyasi performansının bu yönde emare göstermediği de bir gerçek. Yazıcıoğlu eğer gerçekten değiştiyse, iki yılı aşkın sürede, Hrant Dink’in öldürülmesi ve bunun partisiyle ilişkisi hakkında elle tutulur bir şeyler söylemez miydi?
Taha Akyol, Yazıcıoğlu hakkındaki yazısında, BBP liderinin Hrant Dink’in ardından bir şiir yazmasının onun demokratlığına işaret ettiğini söylüyordu. Halbuki Yazıcıoğlu, bu şiirde bile, “insan hakları söylemleriniz, medya maydanozu liberalleriniz” diyerek demokratlara demokrasi dersi veriyordu.
Neyse ki Yıldırım Türker geçen pazar Radikal İki’de yayımlanan ‘Katilin Kibri’ başlıklı yazısında tarihe bir not düşerek, bizlere Yazıcıoğlu-Kırcı-Çatlı üçgeninin Bahçelievler katliamıyla ilişkisini anımsattı bir kez daha.
Yazıcıoğlu’nun marifetlerini anlatmak, bugün artık öte dünyalara göçmüş pek çok masum kurbana karşı bir vicdan borcudur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder