Mağdur Ermeni, gaddar Ermeni

Agos, 3 Nisan 2009

İktidar, makamı, tanınmışlığı, maddi ve manevi gücü ima ettiği ölçüde sert çarpışmalara sahne olan bir alan. Binlerce yıllık toplumsal yaşam pratiğimiz, bu mücadelede sertliğin sınırının olmadığını, çoğu zaman her türlü ahlaksızlıklığın mubah sayılabileceğini gösteriyor. Buradan ortalığa saçılan zengin malzeme ise bizlere salt iktidarın değil, insanın ve toplumun doğasına dair önemli bilgiler sunuyor. Beyoğlu’ndaki seçimler de, bizleri Ermeni toplumu içerisinde alttan alta kaynayan ayrımcılıkla yüz yüze getirdi.

Türkiye’de yaşayan Ermenileri, devlet ve toplum katında gördükleri baskıların, ayrımcılık ve dışlamaların mağduru olarak görmeye alışkınız. Buna göre, Anadolu’daki varlığı yüz yıl önce hoyrat bir plan dahilinde sonlandırılan Ermeni halkının bakiyesi, cumhuriyet döneminde de ötekileştirilerek, dışlanarak, ayrımcılığa maruz bırakılarak, ezel ebed mağdur, her daim kurban haline gelmiştir.

Bu deneyimlerin, Ermenileri ayrımcılık konusunda duyarlı hale getirmesini bekleriz genellikle. Oysa hayat, kâğıt üzerinde durduğu gibi durmaz hiç. Ermenilik, nihayetinde, günlük hayata dair tercihlerimiz üzerinde çok da belirleyici değildir. Etnik aidiyetimiz, nasıl insanlar olduğumuzu belirleyen karakter katmanlarımız arasında yer almaz bile. Bizler, hayatın içinde, Ermeni, Türk, Kürt olmaktan çok, kadın, erkek, sevgili, öğrenci, patron, işçi, arkadaşız. Dolayısıyla, herhangi bir olay karşısında belli bir ‘Ermeni’ tavrından söz etmek anlamlı değildir. Ancak bir dış göz bizi Ermeni, Türk, Kürt yapar; kimliğimizin Ermeni yanı, ancak Ermeni olduğumuz için dışlandığımızda görünürlük kazanır.

Bütün bunlar, fırsatını bulduğumuzda başkalarının canına okumak için pençelerimizi çıkarmamız, Beyoğlu seçimi sırasında görüldüğü gibi, birbirimizin kurdu olmamız önünde engel teşkil etmez.


Güç siyaseti

Peki, Üç Horan seçimleri sırasında Ermeni toplumunu İstanbullular-taşralılar, Sinoplular-Sasonlular diye ayrıştıran dinamikler nerelerden besleniyordu?

Bu sorunun yanıtı, her şeyden önce, Ermeni toplumu içerisindeki bazı hâkim eğilim ve tutumlara bakmayı gerektiriyor. Burada, bilimsel bir araştırmaya dayanmayan, son derece öznel değerlendirmeler olarak kabul edilmesi gereken bazı genellemelerde bulunacağım – bunların her genelleme gibi kolayca yanlışlanabilir olduğunu ve özünde kişisel gözlemlere dayandığını hatırlatarak.

Öncelikle, İstanbullu Ermenilerin büyük bir çoğunluğunun Anadolu kökenli olduğunu akılda tutmak gerekir. Ermeniler arasında bugün kendilerine İstanbullu diyenlerin en fazla üç, bilemediniz dört kuşak öncesinde Sivas’tan, Van’dan, Trakya’dan İstanbul’a göç eden ailelere mensup olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, İstanbullu Ermeni - taşralı Ermeni ayrımından söz ederken, esasında, şehre daha önce gelenlerle daha sonra gelenler arasındaki bir ayrışmaya işaret ediyoruz. Bu ayrışma, İstanbul Ermeni toplumuna entegre olmakla, henüz kabul gör/e/memiş olmak arasındadır ve bunun sınıfsal bir yönü de vardır. Zira, varlıklıysanız cemaat kurumlarına bağışta bulunarak muteberler katına hızlı bir geçiş yapmanız zor değildir; ancak yoksulsanız, yüksek cemaatçi duvarları aşmanız hiçbir zaman mümkün olmayabilir.

Peki, sonradan gelenleri, daha kıdemli İstanbulluların gözünde ötekileştiren şey nedir?

Konuştukları aksanlı, kırık dökük Türkçe, kaba saba tavırları, paspal kıyafetleri ve elbette Ermenice bilmemeleri, özellikle güneydoğu illerinden göçenleri cemaatin çeperlerinde bırakır. Çünkü hâkim bir yanlış algılamaya göre, Ermeniler kentli, medeni, hatta Avrupalıdır (Ermenilerin Anadolu’ya Avrupa’dan göç ettiğine dair tarihsel tez, bilimsel tutarlılığı çok şüpheli olsa da, bu yüzden her daim revaçtadır). O köylüler, bu sakillikleriyle Ermeni sayılmayı hak etmezler, çünkü Ermeni imajına zarar vermektedirler. Kolayca ‘Kürt’ diye yaftalanarak aşağılanmaya çalışılmalarının ardında da, Ermeniliği ‘temiz’ tutmaya dönük bu anlayış yatar.

Öte yandan, yaşadıkları toplum içerisindeki asırlık tahakküm ilişkisinin ezilen tarafında yer aldıklarından, bazı Ermeniler güç siyasetine, gücün kendisine hayranlık derecesinde bir inanç beslerler. Buna göre, güçlü olan haklıdır. Onun beğenisini ve güvenini kazanmak, mesela devlete yakın durmak, hayatta kalabilmek için en önemli güvencedir. (Kimi Ermenilerin Abdülhamit rejimiyle nasıl içli dışlı olduğunu, Taşnakların İttihatçılarla girdiği koalisyonu hatırlayın. Benzer bir başka örnekse, temsil ettiği toplum da devletle derin sorunlar yaşarken, Patrik II. Mesrob’un, Ortodoks Patriği Bartholemeos’a karşı devletin yanında saf tutmasıdır.)

Velhasıl, devletle çatışan odaklarla, misal Kürtlerle, misal solcularla empatik bir ilişki kurmak, pek çok Ermeni açısından söz konusu dahi değildir; bu gruplara karşı genellikle devletçi reflekslerle hareket edilir. Güce duyulan bu bağlılık, Ermeni toplumu içerisinde de, gücü yetenin, hasım gördüğünü altına alması sonucunu doğurur. Bu, güçlü olanın zayıfı yok ettiği bir tür Sosyal Darwinizm siyasetidir. Tam da bu yüzden, yabancı olan, yeni olan, muhalif söyleme sahip olan, korku yaratır; güce yakın durma, tanıdıklara sokulma refleksini harekete geçirir.

Beyoğlu seçimlerinde, kentli, modern, üst sınıf duyarlılıkların temsilcisi olan Ermenilerin, taşralı, yabancı, köyden gelmiş ‘Kürt-Ermeni’lere karşı, hayata dair günlük kaygılarla Apik Hayrabetyan yönetimini destekleyen başka taşralılarla, yani Sinop ve Kastamonulularla adı konmamış bir ittifaka girmesinin temelinde, işte bu dinamikler yatıyor.


Hiç yorum yok: